Mânevi Hekim Hz. Pîr

Aralɩk ayɩ Hıristiyan âlemi Hz. Îsâ’nɩn doğum gününü kutlarken bizim de Şeb-i Arus’u yaşadɩğɩmɩz, Hz. Mevlânâ’yɩ daha yoğun anmaya ve anlamaya çalɩştɩğɩmɩz bir ay. Hz. Mevlânâ, Cemâl’e yürüdükleri zaman değişik din ve milletten yaklaşık 40 bin insanın katıldığı cenazesinde, Müslümanlar, diğer dinlerin müntesiplerine, ‘Neden siz de bu cenazeye katılıyorsunuz?’ diye sorduklarɩnda, Hıristiyan ve Yahudiler, ‘Biz Hz. Îsâ’yı ve Hz. Mûsâ’yı hep ondan öğrendik’ diye cevap vermişlerdi.

“Hz. Ahmed’in ismi bütün peygamberlerin ismidir, onun ismi anɩldɩğɩnda hepsinin ismi anɩlmɩş olur” diyen Hz. Mevlânâ, mürşidine “Ey benim kurtarıcım! Neşelere dal, sen zamanın Îsâ’sısın!” diye seslenir ve yine ona hitab ettiği bir şiirinde, Hz. Muhammed’in vârisi olan insan-ɩ kâmilin de aynɩ şekilde bütün peygamberlerin mânâlarɩnɩ taşɩdɩğɩnɩ şöyle anlatɩr:

 “Sen, gökyüzündeki parlak aysın; bizse, kapkaranlık geceyiz! Ay olmayan geceler pek karanlık olur!

Sen, Mûsâ’sın; biz de, senin elinde âsâyız! Âsâ, Mûsâ’nın elinden başka elde işe yaramadı!

Sen, hoş nefesli Hz. Îsâ’sın; bizse, çamurdan yapılmış kuşuz! Bir nefes üfür de, bizim nasıl göklere yükseldiğimizi seyret!

Sen, zamanımızın Nûh’usun; bizse, sana bir gemiyiz! Nuh gemiden çıkıp giderse, o gemi belâ tufanından kurtulabilir mi?

Ey benim canım; sen, benim Halil’imsin! Bütün dünya ateşlerle dolu; Halil olmadıkça, ateş, gül bahçesi olamaz!

Sen, Mustafa’nɩn nûrusun! Gönül Kâbesi putlarla dolu; lutf edip gel de, Rahmân’ın evinden putları dışarı at gitsin!

Sen, güzellik Yusuf’usun! Halkın gözleri bağlı; hakikati görmüyorlar! Onların gözleri, Kenan’ın ihtiyarı Yakup’un gözleri gibi, seninle açılır; lutf edip gel de, gözlerini aç!”

Geylânî Hazretleri, Futûhu’l-Gayb adlı eserde tasavvufun 8 huy üzerine olduğunu belirterek bu 8 özellikten ‘seyahat’in İsâ Peygamber’e nasib olduğundan bahsetmektedir. O, bu âlemde başɩnɩ sokacak hiçbir yeri olmayandɩr. Hz. Mevlânâ’nɩn Fîhi Mâfîh’te anlattɩğɩ hikâyede Hz. Îsâ bir gün kɩrda dolaşɩrken çok şiddetli bir yağmura yakalanɩr ve yağmur dininceye kadar karakulaklarɩn yuvasɩna, mağaranɩn bir köşesine sɩğɩnɩr; “Karakulağın yuvasından çık! Yavruları senin yüzünden rahat edemiyorlar” diye vahiy gelir. O da şöyle feryad eder: “Ey Allahım! Ka­rakulağın yavrularının sığınağı olduğu halde, Meryem’in oğlunun ne sığınağı, ne yeri, ne de evi ve makāmı var.” Hz. Mevlânâ şöyle söyler: Karakulağın yavrusunun bir evi varsa onun da böyle bir evden atanı vardɩr. O’nu evden çıkaranın lûtfu, şerefi yüzbinlerce yere, göğe, dünya ve âhirete, arş ve kürsüye bedeldir. Onun mekânɩ ve konak yeri bu balçɩktan yaratɩlan dünya değil, göğün 4. katɩdɩr. Hazret, Divân-ɩ Kebîr’de der ki:

Eğer şu cihan, tamamıyla yok olsa, ne gam! Dünya olmaksızın benim yüzlerce gizli dünyam var!

Ben, şeker yüklü kervanları, yokluk diyarından yola düşürdüm, yürüttüm.

Ben, aşkla mest olmus bir kişi olduğumdan, bu kervanlar yüzünden kâr mı ettim, zarar mı ettim, haberim yok!

Baş gözüm vaktiyle aşk derdiyle inciler saçardı. Halbuki, şimdi benim, inciler saçan bir canım var!

Ben, eve barka bağlı değilim, Hz. Îsâ gibi, benim de dördüncü kat gökte evim var!

Bedene can verene şükürler olsun. Can gitti ama, cânın cânına sahip oldum.Tebrizli Şems’in verdiği bir şey var ya, işte sen benden onu iste, onu ara!

 

Mürşidi Şems-i Tebrîzî’ye “Sen bir güneşsin, Sen bugün bizi başsız ve ayaksız ettin. Hz. Îsa gibi dördüncü kat göğe çıkardın, güneşin yanına oturttun” diyen Hz. Mevlânâ kendi geçirdiği değişimi de şöyle anlatɩr: “Onun sayesinde kurtulanların canlarına yemin ederim ki, kurtuldum. Hürüm. Eskiden Utarit gibi deftere düşkündüm. Ediplerin üst yanına geçip otururdum. Sâkînin alınyazısını görünce sarhoşu oldum. Kalemleri kırdım.”

Hz. Îsâ’nɩn bir diğer vasfɩ da “çok gülen” olmasɩ idi. Bu Hz. İsâ’nın bütün beşerî sıfatlarından ve vücut bağlarından kurtularak ilâhî âlemin mukaddes harîmine yükselmesi demekti. Hz. Mevlânâ bunu şöyle ifade eder:

Ben öyle bir mânevî zevke dalmışım ki, neşelerden, sevinçlerden bile usanmışım, bıkmışım. Gönlümün yârinden başka, hiçbir kimse bana yâr olamaz, beni neşelendirmez!

Ben, aşk ırmağının suyuna düştüm, yıkandım, renkten ve kokudan arındım. Sevgilimin, kalbimde açtığı yaranın zevki aşkına düştüm de, merhem aradığım yok!

Ben güzel gülüşlü Îsâ’yım. Şu ölü dünya benimle dirildi.

Mürşid-i kâmil, aşk ile perişan olmuş hastalara Hz. Îsâ gibi şifâ olandɩr. Çünkü o insanı büyüleyen güzel yüzünü gösterince mihnet ve keder ordusu bozguna uğrar, kaçar, gider. Hz. Mevlânâ der ki: “O suçludur, kusurludur. Yüzlerce mihnete, yüzlerce eziyete lâyıktır ama, sana lâyık olan, sana yakışan şey, bağışlamaktır, keremde ve lûtufta bulunmaktır. Aşk zevkini vererek, sevmeyi öğrenerek lûtuflarda, ihsanlarda bulunduğun, yüzlerce mânevî sütle, şekerle beslediğin şu gönüle, bunca lutuflardan, tatlılıklardan sonra, her nefesde her an cefâ zehrini tattırma!”

 

Hz. Mevlânâ, nefesi ile ölü gönülleri dirilten mürşid-i kâmili ise şöyle anlatmaktadɩr:

Biz gerçek hekimleriz. Hz. Îsa’nın talebeleriyiz. Nice ölülere üfürdük, dirilttik.

Ölüleri nasıl dirilttiğimizi görenlerden sorunuz. Onlar elemlerden kurtulanları, şükranlar içinde hayata kavuşanları size anlatsınlar.

O hekimler çok uzaklardan gelen garip kişilerdir. Hastalara verdikleri ilâçlar da hiç görülmemiş, acayip, garip ilâçlardır.

Onlar diyorlar ki: “İnsanların başlarına belâ olan gussaların, kederlerin başlarını ezeriz. Gamı evlerden dışarı atarız.

Hepimiz güzeliz, dilberiz, bayram ayı gibi her tarafa sevinç ve neşe getiririz.

Biz Allah‘ın hekimleriyiz. Hiçbir hastadan muayene ve tedavi ücreti almayız. Biz tertemiz ruhlarız. Kirli huysuz değiliz.

Biz anlayışlı hekimleriz. İdrar tahlili şişesine ihtiyacımız yoktur. Fikir gibiyiz, hastanın bedeninde dolaşır dururuz.

Biz Ahmed (s.a.v.)’in tevhid müjdesini vermedeyiz.

İnsan-ı Kâmil’in Nûru

Hazreti Mevlânâ’nın Şeb-i Arûs’unu, yani düğün gecesini idrak edeceğimiz 17 Aralık günü ülkemiz büyük çalkantılara sahne oldu. Neyin ne olduğu henüz ortaya çıkmadı fakat ülke maddî-mânevî büyük kayıplar yaşadı. Tüm bu olanlardan içim o kadar sıkıldı ki, Hazret bana ne der diye Cemâlnur Hocamız’ın da sıklıkla yaptıkları gibi Mesnevî-i Şerif’e sığındım. Rastgele açtığım sayfada özetle şöyle diyordu Hakk’ın sevgilisi:

“Peygamber gelene kadar kötü ile iyinin farkı görülmezdi. Fakat o geldikten sonra hak bâtıldan ayrıldı. İyi ile kötü ayan beyan ortaya çıktı. Kıyamet gününde de bu olacaktır, hak ve bâtıl ortaya çıkacak, birbirinden ayrılacaktır. O yüzden o zamana Kıyamet ‘günü’ denilir. Gündüz velilerin sırrıdır. Bildiğiniz gündüz, onların ay gibi parlak gönüllerine göre gölgeden ibarettir. Gerçek gün İnsan-ı Kâmil’in nûruyla aydınlanır.”

Ben yaşadığımız toprakların kutsallığına inanıyorum. Gerçi dünyanın her köşesi kutsaldır fakat ülkemiz topraklarının özel bir durumu vardır. Hz. Harakânî’den başlayarak medeniyetimizin bu topraklara yerleşmesi hep mânevî adımlarla gerçekleşmiştir. Vatan topraklarının her karışı Allah sevgililerine kucak açmıştır. Hz. Peygamber’in duasını almak isteyen Hz. Ebâ Eyyub el-Ensârî’den başlayarak birçok Allah dostu Anadolu topraklarında sırlanmıştır. Hatta ondan da önce, Hz. İbrahim, Hz. Yûşâ, Hz. Zülkifl, Hz. Nuh, Hz. İlyas, Hz. Hârun ve nefs-i sâfiyenin nâdir sahiplerinden Hz. Meryem bu toprakları teşrîf etmişlerdir.

Hz. Bâhâeddin Veled de oğluyla diyar diyar gezdikten sonra Konya’yı lâalettayin seçmemiştir. Hz. Mevlânâ tevellüt itibarı ile Belhî’dir, belki ama kemâl itibarı ile Rûmî’dir, Anadoluludur.

Mânevî önemi bu denli büyük olan bu topraklar medeniyet sahnesinde de çok büyük önem arz etmektedir. Belki geçtiğimiz yüzyıl boyunca bunun tersine inandırıldık, özgüvenimiz, itibarımız incitilmeye çalışıldı, kısmen de başarılı olundu fakat artık sahne değişmeye başladı. Tarihini bilen, potansiyelinin farkında, geleceğe büyük umutlarla bakan, en önemlisi de mâneviyâtı giderek yükselen genç bir toplum olmaya başlıyoruz.

Büyük değişikliklere şâhit oluyoruz. Bununla beraber birçok yerde hak ve bâtıl biribirine karışıyor.

Hz. Mevlânâ’nın nûrundan bir nebze gördük diyelim. Belki biraz gözlerimiz kamaştı ama aydınlığa alışınca inşaallah hak ve bâtılı biribirinden seçmiş olacağız. Allah bu millete zevâl vermesin.

Ey Gönül

“Ey gönül niye kederlenirsin?” der, Hz. Mevlânâ. “Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır”.

Ne kadar mânâ yüklü bir öneri değil mi?

Bu deyiş benim Hz. Mevlânâ’yı anlamaya çalışmakta en çok yardımcım olmuş deyişlerden en birincisidir.

Hz. Mevlânâ, edebiyat kitaplarına yansıdığı gibi sadece bir şâir, bir düşünür, bir filozof değil, aynı zamanda tasavvufta Mevlevî yolunun öncüsü ve çok daha önemlisi, bir Hak âşığı kâmil insan, bir yol göstericidir.

Bizler insan olma yolunda uğraşırken şüphesiz çeşit çeşit dünya hallerine mâruz kalıyoruz. Sabah uyandığımız andan itibaren hayatlarımızda hep bir ‘var olma savaşı’ mevcut âdetâ. Ne giyeceğimizden tutun da, ne yiyeceğimize, işe nasıl gideceğimize, çalan telefona nasıl cevap vereceğimize kadar, her ânı bir ‘şahsî mücâdele’ olarak yaşıyoruz. Üstelik birçok kereler de bu cebelleşmenin eteğinde kendi şahsımız dışındaki herkesin şahsımıza karşı olduğunu düşünüp, insanlara gizliden gizliye küsüyoruz.

Hz. Mevlânâ işte tam da bu evrede devreye bizlere yardım etmek veya yol göstermek adına giriyor.

O bizlerle bugünkü batı dünyasının “pozitif düşünce” başlığı altında tanıttığı, kişinin kendisini bilme, öz iradeyi tanıma ve yönlendirme konusunda müthiş sırlar paylaşıyor.

İnsanın yüreğinin özgür olmasını, kalbinin Yaratan’a dönük olmasına bağlı görüyor ve ‘tevhid’ inancının kişiyi kıymetli bir yüzük olma yolunda tutabilecek yegâne yol olduğunu anlatmaya çalışıyor. İçinde yaşadığımız evrenin hepimizin olduğunu anlatıyor bizlere. Asıl mücâdelenin insanın kendi egosu ile olduğunu, bize karşı olduğunu düşündüğümüz kimselerin aslında bir bütünün pek kıymetli parçaları olduğunu ve hattâ bizlerin tamamlanmasındaki rollerini anlatıyor Hz. Mevlânâ. Üstelik bahsi geçen özgürlüğe nasıl kavuşabileceğimiz konusunda bizlere çeşitli ve çok kıymetli dersler veriyor. Gerek Mesnevî’sinde, gerek Divân-ı Kebir’de, gerek Fîhi Mâ-Fih’de, yaşama dâir ne varsa ise içimizde olduğunu ve evreni döndüren gücün sadece aşk olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Öğrenmeye çalıştıkça Hz. Mevlânâ ve öğretilerini dipsiz bucaksız bir ummana benzetiyorum. Ne var ki bu ummandaki öğretileri okuryazar bir insan olarak bile, yalnız başına kitaplardan anlamak çok zor, hattâ belki de imkânsız. Bu yüzden sevgili öğretmenlerimiz, mürşid-i kâmil kimseler devreye giriyor. Eğer siz de ‘bu vakitten tezi yok, kendimi keşfetmem lâzım’ diyor iseniz, sizlere nâçizâne tavsiyem, âcilen bir kâmil insanın gölgesine girmeniz ve âlimlikten, yani bilgiye sahip, bilirkişilikten, bilgeliğe doğru, yani sahip olduğu bilgiyi uygulayabilen kişiliğe doğru, aktif olarak yelken açmanız olurdu.

Sevgi ve muhabbetle…

Aşk ile Kaybolmak

Ne mutlu, insanım diyene!

Kendileriyle birlikte yaşayabileceğimiz ne çok yıldız ve atom var. Bunların arasında üflenen nefes ile yaşıyoruz. Ne atom gibi ufağız, ne de yıldızlar gibi büyüğüz. Fakat yalnız değiliz, birlikteyiz. Birlik hâlindeyiz. Bu hususta bize lûtfedilen, fevrî olmak değil, âşikâr olan birliği birlikte yaşamak olsa gerek. İnsanlar, içeride ve dışarıda olanlar ile birlikte ne kadar memnun aslında.

İnsan gözüyle bir resim çizelim ve resimde mâneviyat ile maddiyat yer değiştirse şâhit olunacaklar bize nasıl kapılar aralardı?

Gece gök yüzüne baktığım vakit gördüğüm, siyahlık yerine sonsuz ışık olsaydı yıldızlar yerine kara delikler görünür müydü?

İnsan, âlemi rüyâsında görürken uyanık olsaydı dünya ona nasıl şâhit olurdu?

Sıcak ile soğuk birbirine karışsaydı, hissedilen yakar mıydı, üşütür müydü?

Toprak akarak, su ise parçalanarak avucumuz arasından kayabilseydi ağaçların kökleri nasıl tutunup gıdasını emerdi?

Her şeyin olması gerektiği gibi olduğu idrâki insanı huzurlu kılıyor. Fakat merak etmeden de durulamıyor. Hayâl ederek yelken açıyorsun engin okyanuslara, keşfetmenin ümidiyle.

Her nefes semâda dönülüyor. Haydi gel, dönüşe teslim olabileyim. Lütfen yardım et.
Elini uzat ki tutayım. Neyini üfle ki kulak vereyim. Eteğine yapışabileyim. Anlatabileyim.

Hz. Mevlânâ diyor ki, dil ile söz arasında sıkışmış kimseler vardır. O vakit hâl ehli olup bu sıkışıklıktan kurtulana kadar o sözleri bal edip dilden su gibi O’nun için dökülmesini sağlayabilirsek ne hoş olur.

Bunu da öyle bir teslimiyette yapabilsek de hoş olanı bile hoş etsek. Bu gayreti eğer bize nasip olan icrâmız olarak görürsek doğaçlama müzik gibi kendiliğinden ve kendisinden memnun olunanı ortaya çıkaran müzisyenlere benzetebiliriz miyiz kendimizi?

Müzik bestelenirken ateş bazen kısık yanıyor. Lâkin hep yakıyor. Yakıyor oluşu o kadar tatlı ki daha da yanası geliyor insanın. Şöyle bir havuz olsa da ateşten, içine atlansa, kulaç kulaç aşkın ateşine dalınsa…

Gayret ederek bu yolda yürünüyor.

Her şey ile hiçbir şey aynı anda anlatılırken

kayboldum.

Belki okuduğumuz şu kelimeler arasında daha da kaybolduk.

Yine de tüm evren gibi dönüyoruz hızla.

Konya’da güzel bir insan, her yerde var oldu.

Ne güzel insan ki gönüllerde yer ediyor.

O’na yakınlaştırıyor.

Çok şükür.

Aşkın İlmi

Her büyük sultanın öne çıkan bir özelliği vardır. Hz. Mevlânâ aşk sultanıdır. Bu bizim anladığımız gibi bir kişiye duyulan aşk değil, ilâhî aşktır.

Mevlânâ, Şems gelmeden önce Allah’ı ilimle bilen bir din adamıydı. Şems onun bütün putlarını kırıp onu bir aşk sultanı haline getirdi. Hz. Şems, Mevlânâ’nın mürşididir. Şems olmasaydı Mevlânâ bugün de bilinen bir âlim olabilirdi. Ne var ki yüzyıllar öncesinden bize seslenen bir aşk sultanı olamazdı. Bunun içindir ki Mevlânâ hocasına çok hürmet ederdi. Hz. Mevlânâ mürşidine olan aşkını Mesnevî’deki hikâyelerinde bazen sembollerle (örneğin doktor veya güneş gibi), bazen de açıkça Şems’den bahsederek göstermiştir. Şems de Makâlât adlı kitabında Hz. Mevlânâ’nın kendisini altı yaşında bir çocuk gibi dinlediğini anlatmıştır. Sultanlar sultanı Allah’ı önce Şems-i Tebrizî’de görmüş ve sonra da her yerde Allah’ı seyretme zevkine mazhar olmuştur. Bu aşk ve güzellik, içinden taşmış ve her zerresi “lâ ilâhe illallah” diyen bir sultan olmuştur.

Hz. Mevlânâ yazdığı eserleri şuurla yazmadığını, ney olmuş gönlünden akıttığını söyler. Nedir ney olmak? Hz. Mevlânâ bunu Mesnevî’nin birinci  cildindeki 18 beyitte anlatır. Neyi sazlıktan koparırlar. İçini oyarlar. Fırınlarda cayır cayır yakarlar. Sonra yedi tane delik açarlar. Artık o ney olmuştur. Ondan konuşan kendisi değildir ve sazlıktan koparıldığı halden bir eser kalmamıştır. Kendinden geçmiş, üfleyenin sesini çıkaran bir vâsıta olmuştur sadece. Bunun iç mânâsını Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Mesnevî Şerhinden şöyle öğreniyoruz: Hz. Mevlânâ, sazlıktan, yani Allah’ın mânâsından koparılıp dünyaya gönderildiğini, içinin arzu ve isteklerden arınıp oyulduğunu, sonrasında hâdiseler ve acılar içinde cayır cayır yandığını ve son olarak nefsin yedi mertebesini simgeleyen yedi tane delik açıldığını anlatır. Artık Hz. Mevlânâ’dan konuşan Allahu Teâlâ’dır. O’nda benlik kalmamıştır. O Allah’a aşk ile gidenlerdendir. İlmi bize aşk ile anlatmıştır. Onun için de aşkın ilmidir Hz. Mevlânâ…

Yazdığı eserler 800 yıl öncesinden bizi bize anlatır, ayna tutar. Hocam Cemâlnur Sargut der ki: “Çok sevdiğiniz birini en fazla üç dört gün büyük bir hayranlıkla dinlersiniz. Fakat gönlü ney olmuş bir kâmil insanı dinlemeye doyamazsınız.” Onun içindir ki bize Hazret yüzyıllardan beri Mesnevî ile  ışık tutar, kutup yıldızı gibi yolumuzu bulmamıza yardım eder. Hikâyeler  aracılığıyla Allah aşkını gönlümüze zerk eder.

Hz. Mevlânâ aşkı ve eserleriyle hepimizi hâlen irşâd eden bir sultandır. Allah mânâsını idrak etmeyi nasip etsin.

 

Âmin.

Semâ

Cemâlnur Hocamıza âit www.cemalnursargut.org sitesinde bulunan makaleler içinde “Semânın Mânâsı” isimli bir yazı vardır. Bu yazıda semâ hakkında şöyle der:

“Semâ, lûgatte duymak, işitmek anlamına gelir. Allah’ın yüce kitabı Kur’an-ı Kerim Oku! diye başlar. Okuyan, Peygamber gibi kendine ait her türlü istek ve arzudan geçip Allah’a ayna olmuş, Allah’ın söylediğini aynasında yansıtan, ney’e benzeyen bir kâmil olunca, okunan kulağa geldiğinde mânâsı ile rûhu ve sesleri ile de vücûdu harekete geçirir.

İşte Kur’an’ın mânâsının mûsıkîsini dinlemeye, dinlerken de vecde gelerek coşkuyla raks etmeye ve dönmeye semâ denir. O halde insanı yaratanına götürmeyen bir mûsıkî ile dönmek, semâ olamaz. Semâ, ruhtan kaynaklanmalıdır, cesedden değil. Semânın sağdan sola kalbin etrafında çark atıp dönerek, Allah’ın sonsuzluğuna teslim oluşu anlatan bir ibâdet olduğunu unutmamak gerekir.”

Dönmek, kendi etrafında Allah için dönmek… Dönerken  içindeki dünyaya ait kötü huyları, arzuları, hevesleri atmak… Döne döne, içinde bulunan vücûdu bırakmak, havaya karışmak, bedenin kısıtlarını yok edip evrenle bir olmak… Dönmek, sadece Allah’ı düşünerek dönmek… Maddeyi mânâya katmak, maddeden kurtulmak ve sadece dönmek… Özgürce, aşk ile, yaradan için dönmek, yaradana dönmek.Semâ, Allah aşkının taştığı anda yanmamak için harekete geçmek… “O” her an yeni bir şanla dirilirken bence semâ O’na olan hasreti en lâtif şekilde ifâde etmek…

Ney’e benzeyen insân-ı kâmilin  hayatının her ânında bu aşk ile vecd hâlinde olduğunu düşünüyorum. O zaman  kendi kendime diyorum ki, şeklî olarak yapılan semâ bizler için, gerçek semâ ise her hâlinde Allah ile olan insân-ı kâmil için… Tıpkı kendi etrafında sürekli dönen dünyamızın, bu dönüşünü güneş etrafında da  devam ettirmesi gibi, varlığı sadece dönmek olan, dönerken dönüştüren insân-ı kâmil’in vücûdu benim için semâ.

Sultan Veled’in bir tören haline getirerek bugünkü halini alan semâ törenleri, artık pek çok vesile yurtiçinde ve yurtdışında yapılmakta. Kültürümüzün güzel bir parçası olan mânevî anlamının dışında görsel bir etkisi de bulunan semâ törenlerinin artmasının insanları tasavvufa, düşünmeye sevk etmesini, ve cüz’den kül’e geçmemizde yardımcı olmasını umuyorum. İçten dışa olduğu kadar dıştan içe de etki olduğunu göz önüne alarak kendi idrakimiz çerçevesinde bu ve benzeri törenlerin Allah’ın sonsuzluğuna teslim olmamıza vesile olmasını dilerim.

Ne Haber? Bir Büyük Öğretmen: Sâmiha Ayverdi

Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) Genel Merkezi’nin düzenlediği “Bir Büyük Öğretmen: Sâmiha Ayverdi” paneli, 14 Aralık 2013 tarihinde Ankara Resim Heykel Müzesi’nde gerçekleştirildi. TÜRKKAD’ın kurucusu olan mütefekkir-yazar Sâmiha Ayverdi’nin vefâtının 20. yılı münasebetiyle yapılan organizasyon, TÜRKKAD Genel Başkanı Emine Bağlı’nın açılış konuşmasıyla başladı. Emine Bağlı “derneğimiz, Sâmiha Ayverdi’nin ifadesiyle, hizmeti, Allah’ın kendisine bir tebessümü olarak gören, insanlara ve cemiyete hiçbir karşılık beklemeden faydalı olma anlayışına sahip bir hizmet kapısıdır. Gayemiz milli varlığımızı, kültür tarihimizi ve mânevî değerlerimizin tanıtılmasına ve yaşatılmasına yardımcı olmaktır. Sâmiha Ayverdi bir irfan ocağı idi. Kendisinden feyz alan, millî benliğini kavramış, tarihini, dilini, dinini bugünle barıştırmış ve sayısız insan yetiştirmiş bir büyük öğretmen idi” dedi.

Prof. Dr. Mehmet Demirci’nin yönettiği panel, Doç. Dr. Zekeriya Başkal’ın ‘Sâmiha Ayverdi’nin Hâtıraları’ isimli tebliği ile başladı. Başkal, Ayverdi’nin Türkçeyi en güzel kullanan edebiyatçılardan biri olarak nitelendirirken ikinci konuşmacı Dr. Emine Gözde Özgürel, ‘Sâmiha Ayverdi’nin Romancılığı’ isimli tebliğinde Ayverdi’nin, romanlarıyla tasavvufu yeniden canlandırdığını ve güncellediğini söyledi ve yazarın fikirlerinin Mesnevî’deki dayanaklarından örnekler verdi.

Üçüncü konuşmacı olan Dr. Cangüzel Zülfikar, ‘Kur’an Ahlâkını Yaşayan Âbide İnsan’ başlıklı konuşmasında “bendeniz nâçizâne kendi yaşadığım Sâmiha Anne’de gördüğüm birkaç hususiyeti arz etmek istiyorum. Doğruluk, adalet, yardımseverlik, tevâzu, sabır ve iştirak ahlâkını Ken’an Rifâî Hazretleri’nin annesinin belirttiği gibi yaşamış bir gönül sultanıydı: ‘Oğlum, insanları hatâlarında, kusurlarında, sevaplarında, günahlarında seveceksin. Öyle seveceksin ki ölümlerinde azalarak, doğumlarında onlarla beraber çoğalarak seveceksin’. Bu ancak insan kendisinden geçerse olur. İşte biz Sâmiha Anne’de bunu yaşadık”  diyerek salondaki herkese duygusal anlar yaşattı.

Son olarak mutasavvıf-yazar Cemâlnur Sargut “Sâmiha Anne Türkiye’de Meryem makamını temsil eden bir sultandı. Onda inanılmaz bir hakikat, mürşide ait bütün güzellikler gizliydi” dedi.  Ayverdi’nin en önemli üç özelliğinden bahseden Cemâlnur Sargut “birincisi ahlâk-ı Muhammedî’yi tam mânâsıyla yaşayan, mütevâzı ve herkese hizmet eden ve ideolojilerle savaşan bir insandı. Yalan bilmezdi, kimseyi küçük görmezdi. İkincisi, dünya ve âhireti dolu dolu yaşardı ve üçüncü olarak da dünya ve Peygamber sevgisini sonuna kadar yaşayan ve hiçbir şekilde kendine değil Allah’a götüren bir köprüydü” diyerek Sâmiha Ayverdi’nin Hancı eserinden örnekler verdi.

Tüm konuşmaların ardından Lâ Edrî Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Emre Ömürlü ve Elif Ömürlü Uyar yönetiminde bir konser verdi.

Dilâra Büyükaksoy