Elvis Presley ve Ciğer Satmak

Bundan yaklaşık on beş yıl önce, Manhattan’ın en lüks kafelerinden birindeyiz. İçeriye baştan ayağa Elvis Presley kostümü giymiş, saçını onun gibi taramış, onun tarzında yarım gölgeli koca çerçeveli güneş gözlükleri takmış biri giriyor. Kendinden emin adımlarla ilerlerken içeridekiler yarı şaşkınlık, yarı merakla onu izlemeye başlıyorlar. Kafenin tam orta yerine geldiğinde bir amfiyi yere koyuyor, buna bağlı mikrofonu alıyor ve çok da güzel olmayan sesiyle başlıyor Elvis’in en bilindik şarkılarından birini söylemeye… Gülümsemeler yavaş yavaş kahkahalara dönüşüyor. İnsanlar bunun ne olduğuna bir anlam veremiyor ama hepsi de çok eğleniyorlar. Biri hariç: Bu adamı çok yakından tanıyan eşim, bu kafede o dönem garsonluk yapıyormuş. Tüm bunlar olup biterken “Aman Allahım, beni tanıyıp selâm falan verirse rezil olacağım!” stresiyle bir köşede âdetâ saklandığını hatırlıyor.

Neyse ki adam, eşimi tanımadan oradan çıkıyor. İnsanlar neyin ne olduğunu anlamadan kaldıkları yerden devam ediyorlar yaptıklarına. Sonradan işin aslı ortaya çıkıyor. Aldığı liderlik eğitiminde adamın hocası bütün sınıfa bir ödev veriyor: Kendini insanların ortasında gülünecek duruma düşürmek. Bu arkadaş da görevini tam anlamıyla yerine getiriyor.

Üftâde Hazretleri’nin muhteşem öğrencisi Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne verdiği benzer ödevi bilirsiniz. Üftâde Hazretleri,  Aziz Mahmud Hüdâyî herkesin itibar ve iltifat ettiği çok fâik bir kadı iken ona sokaklarda ciğer satmasını söyler. Günümüzde şoför ve korumalarıyla gezen bir hâkimin sokakta bir arabada kokoreç sattığını düşünün. İşte belki de bir insana verilebilecek en zor görevdir bu: Ha Elvis, ha ciğerci… Kendi aklımızca kurduğumuz itibârı ayaklar altına alabilmek… Aslında böyle bir itibârın olmadığının farkında olabilmek…

Gerçi böyle eğitimler, iki örnekte de olduğu gibi bir mürşid nezâretinde yapılmalı muhakkak. Fakat yine de zaman zaman bu meseleyi aklımıza getirmemiz lâzım. Biraz burunlarımız havaya dikildiğinde, kendimizle dalga geçemediğimizde ya da şirk-i hafînin, yani gizli şirkin eteklerinde gezdirirken kovulmuş Şeytan bizi, Elvis gözlüklerini taktığımızı aklımıza getirmeliyiz. En kötü ne olabilir ki? Kendimizi fazla ciddiye almaktan daha mı gülünç oluruz? Bırakalım, insanlar bizlere gülsün…

“Gülenler gülsün efendim,

Dost bizim olsun!”

 

Başkalarından takdir ya da en azından teyid beklediğimiz her an, deliliğe doğru yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Hakîkatle alâkamız giderek azalıyor. Kocaman bir “hiç” olduğumuz gerçeğini unutup kendimizi uyuşturuyoruz âdetâ.

Zaten övülecek neyimiz var? Övgü, yalnız O’na mahsus değil mi?

Elhamdülillah!

The following two tabs change content below.

Hüseyin Gökhan

1976'da İstanbul'da doğmuşum. Kimya mühendisliğinden mezun olduktan sonra doktora öğrenimimi görmek üzere Amerika'ya gittim. Tasavvufla ilk tanışmam, New York'ta yaşayan hocam Ferihe Cerrahi Hanımefendi sayesinde oldu. Türkiye'ye döndükten sonra kendileri beni Cemalnur Sargut Hanımefendi'ye teslim ettiler. Bu değerli hanımefendilerin öğrencisi olabilmeyi hayatımdaki en büyük kazanç olarak görüyorum. İslam'ı doğru anlamanın yolunun Hz. Muhammed'i tanımaya çalışmak olduğunu, bunun için de bir mürşidin sohbetinde olmanın gerektiğini düşünüyorum. Talebe olmaktan aldığım zevki Her Nefes dergisinde yazdığım yazılarımla paylaşmaya gayret ediyorum.

Son Yazıları: Hüseyin Gökhan (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın