Kardeşe Mektup

Kardeşim!

 

Aslına bakarsan bu mektubu sana neden yazıyorum bilmiyorum; zirâ sen beni bilirsin ben de seni! O halde bu mektup da neyin nesi? Gel sen bunu “duâ” gibi düşün. Duâ gibi! Tıpkı kendinden kendine müracaat ve münâcat edenin duâsı… Hem söyleyenin hem dinleyenin bildiği ama gene de söylenmesi, vücûda gelmesi gereken, vücuda gelirken de ne söyleyenin ne de dinleyenin bildiği hâliyle kalan bir duâ.

 

Beni bilirsin, en az benim bildiğim kadar. Bilmek demişken, ne kadar muhtacımdır bilmeye ve emin olmaya. Yaradılışım bu olsa gerek ki hep imtihan ve zorluk da buradan erişir bana. Bilmenin sonu yok ve emin olmak ise imkânsız. Öyle ki bu içimdeki bütün huzuru bir anda hortumlayıp, beni kuşku cehenneminde dolanan bir kaçığa çevirebilir. İşte tam da bu noktada inanç erişir de elimden tutarsa ve beni bilginin sağladığı emin oluşa tutsaklığımdan azâde kılarsa, içimdeki sıkıntı ve vesvese de bir anda yerini huzur ve teslimiyete bırakıverir. Derler ki; inanç da bir tür afyondur ve onu kullananların beyni uyuşur ve hakikati göremez olurlar. Öyle olabilirdi belki, eğer inancın zihinle işi olsaydı! Gel gör ki o oraya hiç uğramaz, onun kabulgâhı kalptir, istenmediği yere varmaz.

 

Yakından tanıyanım olarak sen de şâhitsin ki, ben inancını zirvede yaşayan ve nedensellikle bağlarını kopartabilmiş biri değilim. Çoğunlukla nedenlerle kayıtlı kaldığım için yüksek gerilim hattında yaşadığıma da en yakın şâhit yine sensin. Lâkin geldiğim ya da getirildiğim son nokta yine de iman olur… “Mâdem dönüp dolanıp buraya geleceksin, o halde akıllı olsan da dönüp dolanmadan gelsen” diye kendi kendime söylenirim. Ne yaparsın ki, bu da fıtrat.

 

******

 

Neye inanıp, iman ediyorum o hâlde? Beni ve bütün âlemi yaratan, Sübhan ve Rahman olan bir Allah’a iman ediyorum. O’nun dışında hiçbir şeyin olmadığına ve yapanın, edenin doğrudan O olduğuna, kendi kendine, kendini sürdüğüne inanıyorum. Bu âlemin O’nun a) kendisi b) sahnesi c) kurgusu d) hepsi ve e) hiçbiri olduğuna iman ediyorum. Çoğu zaman bu inancımı davranış olarak gösteremiyorum çünkü bu şıklardan “e” şıkkını tam olarak kaldıramıyorum. Kuvvetle akan bir nehrin en minik damlası olarak akmaya devam ediyorum ve bunun farkında olduğum o kısacık anlar ise hayattan tam anlamıyla zevk aldığım yegâne zaman dilimleri.

 

Peki yaşanmış, somut, örnekleştirilmiş olaylardan ne anladım? Hiçbirinin akıl yoluyla anlaşılamayacağını anladım. Bildiğim bütün peygamberler hakaret ve zulüm gördü, duyduğum bütün âlimler yakıldı, yıkıldı ve horgörüldü; yakınlık duyduğum bütün Veliyullah ise iftiraya uğradı, o veya bu şekilde… O hâlde bu dünyanın düzeni pek de bizim anladığımız mantık düzenine uymuyor. Allah da diyor aslında “ne hayırlarda ne şerler, ne şerlerde ne hayırlar gizlerim” diye. İşte bu nokta, tam da benim bir kere daha gördüğüme, duyduğuma ve bildiğimi sandığıma dayanmaktan vazgeçtiğim nokta. Mûsâ ile Hızır hikâyesi gibi yani.

Sen benim kardeşimsin ve hem insanlıkta hem de mâneviyat yolunda benden kat be kat ötelerdesin. Sen, “bir pîrin eteğin tuttum, ana belû deyup gittim” demişsin, şimdi “küçük âlem”de neler olduğundan çok “büyük âlem”de olanlara bakma zamanı… Dünyada ve bu ülkede her an, her vesile yalnızca Allah’ın dediği olmakta! “Kûn fe yekûn” oldu bile!

 

Peki ya şimdi senin safın ne? Kimin tarafındasın? Aklının mı yoksa aşkının mı? İlm-i Mûsâ’ya mı tâlipsin yoksa irfân-ı Hızır’a mı? Birinci ki onu miraçta yanına alamazsın. Alınabilseydi Peygamber Efendimiz alırdı. Olabilseydi eğer, “Beni bu gözle göremezsin ya Mûsâ” hitâbı duyulmazdı. İkinci ki onunla da dünyayı mâmur edemezsin, yanındaki Mûsâ olsa hâlinden bilmez.

 

O hâlde tercihini yap! Allah Kur’an’da inandık deyip kurtulamayacağımızı, türlü zorluklarla deneneceğimizi, sözümüzde sâbitkadem olup olmadığımıza bakılacağını, yani “dildeki dâvâya elde delil isteneceğini” söylüyor. Her şey güllük gülistanlıkken iman sınanır mı hiç? Güneş, etrafı parıl parıl aydınlatırken kim virâneden geçmekten korkar?

 

Üç günlük yalan dünyanın gâilesine aldanıp zülfiyâre dokunmaktan sakın. Sen, ameliyat olduktan sonra bir gün bana kendini “kabz”da hissettiğini söylemiştin; ben de sana “hayır, sadece post-op depresyondasın” demiştim. Çünkü nâçizâne fikrime göre kabz, “kabz”da olduğunun farkında olmamayı gerektirir. Allah, seni de beni muhâfaza eylesin. Âmin.

The following two tabs change content below.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın