Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Allah’a yakîn olmaktan başka çâremiz yok”
“Allah’a yakîn olmaktan başka çâremiz yok”
Bu ay, Anadolu’nun kalbinin derinliklerinde yatan sultanlardan Üftâde Hazretleri hakkında Türk Kadınları Kültür Derneği’nin öncülüğünde Bursa’da gerçekleştirilecek olan “Uzaktaki Yakîn” başlıklı uluslararası sempozyum vesilesiyle Cemâlnur Hocamızla bu büyük velîye dâir sohbet ettik.
Müge Doğan: Hocam, “üftâde” ne demektir? Üftâde Hazretleri’ne neden bu isim verilmiştir?
Cemâlnur Sargut: “Üftâde” birçok mânâ taşır ama bunlardan bir tanesi, “değerinden, makamından düşen” demektir. Bir diğeri, “Allah sevgilisi, mecnun, âşık” demektir. Bütün bunlar, Hz. Üftâde’ye uymuş aslında. 16 yaşından itibâren muazzam sesiyle Ulu Câmi’de ezan okumaya başlamış ve müezzinlik yapmış. Bu arada inanılmaz şekilde kemal ilimlerini öğrendiği için, ilm-i leduna sahip olduğu için de aynı zamanda çok küçük yaşta ders vermeye başlamış. İşte bu özelliklerinden dolayı orada uzun süre imamlık yaptığı için, devlet o zamanlar imamlara maaş vermeyi planlayınca, o da farkında olmadan o maaşı alınca, o gece rüyâsında şeyhinin kendisine “bu gece makamından düşürüldün” anlamına gelen “sen artık üftâdesin” dediğini görmüş. Anlatılanlardan bir tanesi, kendisine Üftâde isminin verilmesinin sebebini bu olarak söylüyor. Birkaç tanesi de aslında çok Allah aşkıyla dolu olduğu ve ilm-i leduna sahip olup da dünya insanının çok derinini idrak edemediği bir güzelliğe sahip olduğu için Üftâde adını taşıdığını söylüyor. Fakat benim anladığım kadarıyla kendisi bu “makamından düşürüldün” ismini de çok sevmiş. Çünkü kendisinin mütevâzi yapısı ile çok uygun gördüğü için ve dâimâ makamından düşürülebileceğini ona hatırlattığı için bu ismi de hâl etmiş ve kullanmış.
MD: Biraz melâmî meşrep mi?
CS: Bütün mürşitlerde melâmî meşrep olur, hepsi bir taraflarıyla mutlaka melâmîdirler. Tabiî hakiki mürşitlerden bahsediyorum. Tevâzûda had safhaya varırlar. Üftâde Hazretleri’nde de bunu had safhada görüyoruz.
MD: Peki Celvetîlik ve Halvetîliği birleştirdiği söyleniyor. Celvetîlik ve Halvetîlik nedir? Birleşmesi ne mânâya gelir?
CS: Sanki fenâ ile beka gibidir Celvetîlik ve Halvetîlik. Halvet, insanın kendi nefsi ile mücâdeleyle Allah’la bir olması ve vücûdunda Hak’tan başka hiçbir şey bırakmaması demektir. İbn-i Arabî Hazretleri’ne göre aslında zaten herkes halvettedir. Yani mecbûren halvettedir. Çünkü kimsede Hak’tan başka bir şey yoktur, diyor. Ama bunu hissetmesi için de var zannettiği nefsi ile uzun uzun mücâdele etmesi lâzım. Celvetîlikte ise bu hâle gelmiş insanın tekrar halka dönerek Hak’la birlikte olup halka hizmet etmesi demektir. İkisini ardarda söylediğimizde Hak’ta halkı halkta Hakk’ı görme makamı ikisinin birleşme makamıdır. Kesrette vahdeti, vahdette kesreti seyrederler. Sanki Celvetîlik -bir nokta farkı ile yazılır- Halvetîliğin devamı ve kolu gibidir. Dolayısıyla da bir bütünlük arz etmeleri gerekir. Bu İslâma ait bir özelliktir, bekadır. Bekada artık kendinde Hak’tan başka birşey kalmadığı için, şahsı için inanılmaz bir tevâzu fakat mânâsı için de muazzam bir kibriyâ gözükür. Onun için o ikisini üzerinde taşır; bu iki özelliği o bakımdan çok önemlidir Celvetîlik.
“Hz. Aziz Mahmud Hüdâyî, Üftâde Hazretleri’nin öğrencisi olmakla kalmamış, Üftâde Hazretleri tarafından yegâne vârisi seçilmiştir.”
MD: Üftâde Hazretleri “Tarik tarik dedikleri tevhiddir” buyuruyor. Bu ifadeyi açabilir misiniz?
CS: Aslında bakarsan tarikatler çok eleştiriliyor. Yani tarikten maksat Allah’ın her yerdeki tecellisini görmektir. Yoksa “ben tarikatteyim” demek, “şu yoldayım, bu yoldayım, Celvetîyim, Halvetîyim” demek, yolda olmak demek değildir diyor. Yolda olmak bile tevhidi hissetmek, idrak etmek, herkesin fikrine hürmet etmek, herkesle bir ve beraber olmaktır, diyor. Onun için yol son noktadır, son nokta yoldur zaten. Bana “aşk nedir, yol mudur, varış yeri midir?” diye soruyorlar. “Hem yoldur, hem varış yeridir” diyor hocam Ken’an Rifâî Hazretleri. “Aşkla gidersen, aşka varırsın” diyor. Sonuç olarak, başka da bir şey olmadığını hissediyorsun.
MD: Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin Üftâde Hazretleri’nin öğrencisi olduğunu biliyoruz. Onların arasındaki mürşid-mürid ilişkisinden bahsedebilir misiniz?
CS: Tabiî Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Üftâde Hazretleri’nin öğrencisi olmakla kalmamış, yegâne vârisi seçmiştir Üftâde Hazretleri onu. Bu da o devir için çok önemlidir. Çünkü ancak çok yüce seviyedeki mutasavvıflar kendi oğullarını değil de daha ziyâde hakikaten yetiştirdiklerini vâris seçme yoluna gitmişlerdir. Ve Üftâde Hazretleri de kendi tek vârisinin Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri olduğunu işaret etmiştir. Tabiî bu makama erişmek için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri çok büyük bir nefis mücâdelesine girmiş. Zirâ kadı imiş. Ben Nezihe Araz’ın “Anadolu Evliyâları”ndan okuduğum kadarıyla kadı olduğunu ve Bursa’ya geldiğinde oldukça kibirli olduğunu ve birçok bilgiye sahip olduğunu biliyorum. Ama o rahatsızlığı da üzerinde duymuş olmalı ki bir mürşide intisab etme ihtiyacı içinde; çünkü ezelinde çok büyük bir mürşid olmaya meyil var; yani ilm-i ledun onun ezelinde var. Dolayısıyla bu bakış açısından başlamış hayata.
Atının üstünde ilk Üftâde Hazretleri’ne geldiği zaman, orada tarım yapan bir kişi görmüş ve ona sormuş “buralarda bir Üftâde varmış, kimdir?” diye. Hz. Üftâde imiş o kişi. “Sen onu göremezsin” demiş ve Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri çok üzülmüş ve “sen kim oluyorsun ki ben onu göremiyorum?” demiş. Nezihe Araz böyle anlatıyor. O zaman “işte bu kibirle onu göremezsin” diyor Hazreti Üftâde, ve o zaman anlıyor Üftâde olduğunu. Ve kibrinin olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ama Hazreti Üftâde tabiî bir kere onu görmüş, anlamış ve ezelindeki güzelliği görmüş. Arızî kibrini yok etmek için de onu sırmalı kıyafetiyle sırıklardaki ciğeri sattırmaya yollamış. Ancak bu şekilde bana intisab edebilirsin, demiş. Hazret almış ciğerleri, bir sopanın iki ucuna asmış ve gitmiş bir kenara köşeye saklanarak ciğer satmaya çalışmış. Yanından geçenler, “bu şekilde olsun istemiyor mürşidin, ortaya çık ve herkese bağır” demişler. O zaman sırmalı cübbesiyle ve sırıklarıyla ortaya çıkarak bağırmaya başlamış “ciğerci ciğerci” diye. Kadı delirdi diye taşlamaya başlamışlar. İşte o ilk taşlama nefsini taşlama olduğu için onun sonradan büyük bir sultan olmasına sebebiyet vermiş . Kimsenin yapamayacağı birşeyi yapmış. Seviyesinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin.
Yıllarca mürşidine hizmet ediyor, tıpkı Üftâde gibi. Üftâde de küçücük yaşında intisab ettiği Hz. Hızır’a -ki o bir çoban ve hayvanlarını güderken dondurucu soğuktan iki ayağı da kangren oluyor ve ayaklarını kesiyorlar- senelerce hizmet ediyor. Üftâde Hazretleri mürşidini sırtında taşımış 18 yaşına kadar. Onun dâimâ bütün hizmetlerinde kendisi bulunmuş. 18 yaşında vefat etmiş. Sonra o bir üveysî, yani direkt Peygamber’den almış ondan sonra tâlimini. Kadı olan Hz. Aziz Mahmud Hüdâyî de odun kesiyor, ateşini yakıyor, sabah suyunu ısıtıyor, getiriyor. Hakaret görüyor, susuyor, ısınmamış diyor, tekrar ısıtıyor. Hattâ bir gece rüyâsında Peygamber Efendimiz’i gördüğünde sabah kalkıyor ki ezan okunuyor ve su ısınmamış. Çok üzülüyor, alıyor ibriği ve kalbinin üstüne tutuyor. Sonra Hz. Üftâde’ye götürdüğünde dökünce mürşidi haşlanıyor ve Hz. Üftâde diyor ki “bu normal ısıyla ısınmış bir su değil. Sen oldun. Bundan sonra aynı yerde olamayız. İstanbul’a git; sen artık padişahlara mürşid olacaksın.” Daha sonra hakikaten I.Ahmed’e mürşitlik ettiğinde, “sadece mürşidim emrettiği için bu mürşidliği yaptım” diyor. I. Ahmet’in rüyâsını kimse tâbir edemezken yalnız Aziz Mahmud Hüdâyî çok güzel bir tâbir gönderiyor ve o şekilde tanışıyorlar. Ondan sonra I. Ahmed onu mürşid olarak addediyor. Hattâ bir keresinde “mürşidim keşke bana bir mûcize gösterse” demiş içinden. I. Ahmet, o zaman Aziz Aziz Mahmud Hüdâyî de demiş ki: “Sen ibriğimle suyumu döküyorsun, Vâlide Sultan havlumu tutuyor, ben abdest alıyorum, daha başka ne mûcize istiyorsun?” diyor.
“Hz. Üftâde’de Celvetîliği, Hz. Hüdâyî’de de o Celvetîliğin dünyaya yayılışını görüyoruz.”
Hz. Üftâde’nin Aziz Mahmud Hüdâyî’yi irşad etmek için yazdıkları kitap Arapçadır ve çok derin bir kitaptır. Çok üst seviyede bir sohbet ihtivâ eder. Ama onun dışında kendi yazdığı bütün şiirleri, divânı, eserleri, sanki Yunus Emre’nin yolundan gitmiş bir sultan gibi öztürkçe yazmıştır Üftâde Hazretleri. İki özelliği yani Türkçeyi ve Arapçayı çok güzel kullanışı ve tıpkı Ken’an Rifâî Hazretleri’nde olduğu gibidir. Hz. Mevlânâ, Ken’an Rifâî Hazretleri’ne rüyâsında teşrif edip “bundan sonra Mesnevî şerh etmeni istiyorum” dediklerinde “ben Farsça bilmiyorum” dediğinde “sen başla, Farsça da öğretiriz” buyurmuşlar. Üftâde Hazretleri, Arapça ve Farsçayı bildiği halde Türkçe yazmıştır eserini. Dolayısıyla çok büyük bir sultan.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin bir başka özelliği de bildiğiniz gibi kendi öğrencilerini ve kendine intisap edenleri boğulmaktan tamamen korumasıdır. Hattâ “mezarıma bir kere bile gelenler ve bana duâ edenler boğularak ölmeyeceklerdir” der. Bunun iç mânâsı, “benim mezarıma bir kere bile gelse benim ilmim onu hayatta tutar, zirâ su ilimdir, ilmim onu hayatta tutar; hiçbir zaman dibe götürmeyecektir” demektir.
O yüzden de Üsküdar ile Beşiktaş arasındaki yol, gemiler bile işlemese, mutlaka işler ve orada hiçbir kişi fırtınalardan etkilenmez. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin gene bir başka özelliği de şu: Gece ezan okurmuş, sabah namazını gece saat birde okurmuş. Civar, hastane ile dolu olduğu için, hastanedekiler de gece uyumadıkları için, sabah oldu zannedip de mutlu olsunlar diye… Yani bir sultanın iki tecellisini görüyoruz aynı devirde. Mürşidde Celvetîlik, müridde o Celvetîliliğin dünyaya yayılışını görüyoruz. Dolayısıyla Celvetîlik açısından çok önemli bir makam ihtivâ ediyor.
MD: Üftâde Hazretleri sadece Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri için gelmiştir diyebiliyor muyuz?
CS: Tabiî ama aslında bugün bütün dünyayı irşad eden bir sultan. Arapça bir kitabı olması dolayısıyla Batı âlemi daha iyi tanıyor onu. Hacı Bayramı Velî Hazretleri’ne nazaran daha iyi tanıyorlar. Nasıl Ankara’da yapmış olduğumuz Hacı Bayram Veli Sempozyumu’ndan sonra Hazret, Oxford’da okutulmaya başlandıysa, inşaallah -Batılı profesörler de katılacağı için- tıpkı Hacı Bayramı Veli gibi Oxford’da Üftâde Hazretleri ile ilgili derslerin de başlatılmasını, ve inşaallah daha derin bilgilerle dünya tarafından hatırlanmasını dilerim.
MD: İnşaallah hocam. Üftâde Hazretleri, “tabiat ve nefs mertebelerini ıslah eden, sâlih mârifetullaha kabiliyet kazanır. Dost haberleri gelmeye ve canan semtinden vuslat bad-ı sabâları esmeye başlar; meşakkat gider rahat gelir, zahmet gider rahmet gelir. Ancak ayrılık acısı kalır” diyor. Neden ayrılık acısı kalıyor?
“Sevgiliye kavuşmak, aslında onu özlemekten başka birşey değildir. Hz. Üftâde bize bunu hatırlatıyor.”
CS: Çünkü vücud olduğu sürece bu vücud tamamen Allah’a kavuşmayı engeller. Neden? Çünkü karnın acıkacak, yemek yiyeceksin; her an kalbin Allah’la bile olsa nefsinin arzu ve istekleri seni vücudundan dolayı Allah’tan uzak tutar. Tabiî Peygamber gibi onların da üstüne çıksan gene de ten varlığı kısıtlama yaptığı için ve belli şekilde o kısıtlamanın içinde kaldığın için, dünyaya bağlı kaldığın için seni Allah’tan bir ölçüde alıkoyar ve oradan ayrılık acısı duyarsın diyor.
Üftâde Hazretleri çok güzel bir sınıflama yapmış. Diyor ki, vücudda dört bölüm vardır. İkisi dünyevî, ikisi uhrevîdir. Bu dünyevî iki bölüm, nefs ve tabiattır, diyor. Yani meşreplerdir. İnsan meşreplerini edebe çekmeye başladığı zaman nefsi terbiye olmaya başlar, diyor. Yani meşreplerde zorluk var; çünkü ben yapamıyorum, işte şu olmazsam bunu yapamıyorum… Onları yapabileceğine iman ettiği zaman terbiye olmaya başlar, diyor. İkisini terbiye ederse zaten ruh bütün diriliğiyle vücudda hâkim olur ve ruh diriliğiyle hâkim olunca da sır âşikâr olur, diyor. Yani ruh ve sır da vücud içindeki gaybûbetteki yani Melekût âleminin iki özelliğidir, diyor. Dolayısıyla aslında benim deminden beri anlattığım Halvetîlik, bu ilk iki tarafı terbiye içindir. Celvetîlik de ikinci iki tarafın ortaya çıkmasından dolayı halka tesir etmenin gücünü anlatır.
MD: Ken’an Rifâî Hazretleri, “Hayatın mânâsı hicranla karışık vuslat, heyecanla karışık sükûnet, gizlilikle karışık aşikârlık” derken Hz. Üftâde de “Hicranda olan için huzur yoktur. Ne acâyiptir ki ben visalle birlikte hicrandayım” diyor. Bundan ne anlamalıyız?
CS: Yani insan çok sevdiği zaman, aslında sevdiğine kavuşmanın ayrılık olduğunu hisseder; çünkü kavuştuğu zaman, Allah’a kavuştuğunu hissettiği zaman sonsuzun içinde kavuşamadığını anlar. Nereye erişse hiçbir şekilde ona erişilemeyeceğini idrak eder. İlmine erişse ilminin sonsuz olduğunu ve kendi cehâletini anlar. Birazcık mânâsına erişse kendi eksikliğini aczini ve hiçbir zaman onu tam mânâsıyla idrak edemeyeceğini hisseder. Dolayısıyla sevgiliye kavuşmak, aslında onu özlemekten başka birşey değildir. Hz. Üftâde bize bunu hatırlatıyor.
MD: Neden “uzaktaki yakîn”? Uzaklaşılarak nasıl yakîn olundu?
CS: Şöyle olundu: Denizin içindeki balığın denizden hiç haberi olmaz ama balığı denizden çıkarırsan denizsiz yaşayamayacağını hisseder. O zaman aslında sadece yakîn olduğu yerin deniz olduğunu idrak eder. Biz de bu âleme geldiğimiz zaman Allah’a yakîn olmaktan başka hiçbir çâremiz olmadığını idrak edebiliyoruz. Biz bunu idrak ederken kâmil insanlar aslında şeklen uzak olsalar bile mânen yakîn olduklarını farkediyorlar. Yani onlar ezelden yakındalar, hattâ çok yakındalar. Yani mi’rac seviyesinde yakınlar; fakat şeklen de vücûden de uzaktalar. Yani sen onu bu âlemde uzakta görme; aslında onlar mânâ olarak Allah’a çok yakın bir mesâfedeler anlamında koydum ben bu ismi –sempozyumun başlığı olarak. Zaten kendisi de o ismi bence onun için kullanmış.
MD: Çok teşekkürler efendim..