Editörden (Haziran 2014)

Merhaba dostlar,

 

Haziran 2014 sayısına hoşgeldiniz. Bu sayımızda konumuz “Ramazan.” Bildiğiniz gibi bu sene mübârek Ramazan ayı 28 Haziran’da başlıyor.

 

”Onbir ayın sultânı”, “Gecelerin en hayırlısı Kadir Gecesini, son üçte birinde barındıran, ayların en hayırlısı” olan Ramazan ayına inşaallah yine kavuşmak nasip olacak. Sizi bilemem dostlar ama beni şimdiden mübârek ayın heyecanı, garip bir mutluluk, bir güzellik sardı sarmaladı. İftarların, sahurların, dostların, o sultanlar sultânı istiyor diye, sadece O istiyor diye, bir yudum buz gibi su içip canı ferahlatmanın, tüm hücrelerimden “çok şükür “diyebilmenin hevesi ve iştiyâkı içindeyim. Allah hayırla kavuşmayı nasip etsin inşaallah. Bu vesile ile eski Ramazanları, nefislerimizden vermeye çalışacağımız zekâtları, diş kiralarını ve çocuk iftarlarını yeniden anmak ve anlamak ve yetim başı okşama sünneti de dahil olmak üzere hepsini yeniden yeniden yaşamak heyecanındayım.

 

Velhâsıl bir güzel telâş bizleri sardı sarmaladı çok şükür. Bu nedenle istedik ki bu sefer Ramazan başlamadan, güzel dinimizin emirlerini, güzeller güzeli peygamberimizin hâlini ve sünnetlerini, an’anelerimizi ve âdetlerimizi hatırlayalım ve hatırlatalım istedik. Heyecanımızı, mutluluğumuzu siz HerNefes dostlarımızla paylaşalım, sizleri de bu hâlimize ortak edelim ve inşallah bu heyecanı birlikte yaşayalım istedik.

 

Efendim, mahcup olmamak dileğiyle yeniden hoşgeldiniz diyoruz. Kusurları bizlere, güzellikleri herşeyin sahibine âit olarak, buyurun gönül soframızda beraber iftar edip “çok şükür!” diyelim…

 

 

Hürmet ve muhabbetlerimle,

Sohbetler (Haziran 2014)

Ramazan yaklaşmıştı. Görgüsü kadar bilgisi de zengin, kendisi ise yerine ve zamanına uygun konuşmayı bilen Münîre Hanımefendi gençliğinde öğrenmiş olduğu, kısa bir duâyı (Allâhümme bârik lenâ fî Recebe ve Şa’bân ve belliğnâ (nice nice) Ramazan, bi’l-âfi-yeti ve’l-gufrân ve hatim lenâ bi’l-îmân ve şerrifnâ bi’l-Kur’ân) birkaç defa tekrarladık­tan sonra “Efendiciğim, başınız ağrımasın, canınız sıkılmasın, diye su­suyorum!” dedi.
–  “Duânı et… ben Allah’a edilen duâdan hiçbir vakit bıkmam. Ben ona edilen duâya doymam ki, söyle söyle!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 139)
****

Ramazanın ilk günü idi:
–  “Bir ramazan daha geldi ve bizi bıraktığı gibi buldu. Belki de da­ha beter. Daha beter dememizin sebebi, Resûlullah Efendimiz’in “Bugü­nü dünkü güne müsâvî geçirene yazıktır” buyurmalarıdır. Elinde fırsat varken, bugünü dünden, hele yarını bugünden aşağı geçiren kimseye yazıktır.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 415)

***
Avâmın Ramazan’ı, mâlûm olan ayda, orucu bozan şeylerden, havassın yâni Allah’ın has kullarının orucu ise fikir ve his günâhları demek olan gafletten yâni Hak’tan gayrı şeylerden kaçınmak ve riyâzatta bulunup canânın vuslatı bayramına intizar eylemektir. Avâmın orucu senede bir aya mahsustur. Bu ise vuslat bayramı müyes­ser oluncaya kadar devam eder.”
Şeyh Yûnus Efendi:
–   Bu akşam ayı,  fakir de gördüm.
“Basra’da Anadolu’da bu gün bayram. Halbuki bizim başımız şerîate bağlıdır. Biz mâdemki orucu, ulülemir olan hükümetin topuyla tuttuk, yine onun topu ile bozarız. Bu hususta mes’ûliyet varsa, bize âit değildir. Esâsen âlemin intizâmı da bunu îcap eder. Herkes, “ben ayı gördüm…” der oruç tutar ve oruç bozarsa, o vakit birlik olmaz.
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 547)
***
Ramazan Sohbetleri’nin tashihi yapılıyordu. Meclisten biri:
–  Ne yazık… Bir hikmet ve irfan şelâlesi olan bütün bu sözleri alelâde konuşmalarmış gibi dinliyoruz, dedi.
–   “Evet, ben de şimdi onu düşünüyordum, benden sana aksetti. Dergâh-ı Şerifte Mesnevî takrir ederken de böyle değil mi idi? Kimi es­ner, kimi uyur, kimi de lütfen dinlerdi. Dinliyoruz zannedenlerin de bâzısı bir şey anlamazdı.”
–  İmâm-ı Cafer Hazretlerinin “Allah, kelâmından tecellî etmiştir fakat görmüyorlar” buyurduğu gibi…
–  “Evet, bu istiğnaya rağmen hocanız, öğretmek için ne kadar ha­ristir. Kâh vaaz, kâh hikâye, kâh lâtife tarzında ve her fırsattan fayda­lanarak, doğru bildiğini anlatmaya çalışır işte.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 41)

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Ramazan, paylaşmayı hatırladığımız ve infâkı sevmeyi öğrendiğimiz aydır.”

Cemâlnur Sargut Hocamızın Beyaz TV’de Ferda Yıldırım ile yaptığı sohbetlerden yola çıkılarak hazırlanan “Kur’an ile Var Olmak” isimli son kitabı geçen ay okurlarla buluştu. Aşağıdaki yazı, bu kitabın “Ramazan” başlığı altında yer alan kısımdan derlenmiştir. Bu vesileyle bütün okuyucularımızın mübârek Ramazan ayını tebrik ediyoruz.

 

“Ramazan, paylaşmayı hatırladığımız

ve

infâkı sevmeyi öğrendiğimiz aydır.”

 

Cemâlnur Sargut

 

Allah’ın Samed sıfatını oruçla giyiniyoruz. Allah’ta ihtiyaçsızlık var. Yüce Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yok. O öyle bir sultan ki her şeyin en mükemmeli. O, ganî… Âciz ve ihtiyaç sahibi olan bizleriz. Biz: “Allah’ım senin ismin ve sıfatını bir günlük giyinmemize müsaade eder misin, dediğimizde ne oluyor? Ben onun ismini ortaya çıkarmak vasıtasıyla Allah’la ilişki kuruyorum. Bende Allah’ın ismi ortaya çıkıyor.

 

Ben, bir gün boyunca hiçbir şeye ihtiyacım olmadan yaşıyorum; yemek yemiyorum, içmiyorum, kavga etmiyorum, sinirlenmiyorum. Hiçbir şeye ihtiyaç duymamak o kadar önemli bir şey ki. Yani Allah bana kul olduğum halde kendisinin bir ismini giyinebilme özelliğini lütfetmiş, bunu idrak ediyorum ve cevabı doğrudan Allah’tan geliyor. İkincisi; oruç, alışkanlıkların hepsini yok eden bir hâldir.

 

*****

 

Ramazan, hatırlatma ayıdır çünkü meselâ namaz için Allâhü Azîmü’ş-şan, “Ben namazın devamlı olanını severim” diyor. Yani günde beş vakit namazı kastetmiyor Allah; o vazifemiz… Peygamber bize Allah’ın bizim namazımıza ihtiyacı olmadığını, ama namaz kılana da kendisinin şefaat edeceğini hatırlatır. Namaz çok önemli bir ibâdet. Allah’la aramızdaki en kısa buluşma şekli. Evet vazifemiz, ama Allah bunun sadece beş vakitte değil, daimi olanını istiyor. Yani biz namaza başlarken nasıl iki elimizi göğsümüze koyduğumuzda dünya ile âhiretten uzaklaşıp yalnız Allah’la beraber olmaya gayret ediyorsak, aslında her an öyle olmamız gerekiyor.

 

Ramazan ise bu hâli bize hatırlatan bir lûtuf ayıdır. Oruç öfkeyi kaldırır, zîra nefsin öfkeyle azdığı zamanda onu yenmeyi bilmeden Allah’la irtibat kurulamaz. (…) Hoşgörümüzü kaldıran ne biliyor musun? Burada biz yaratılmışı Allah’tan ayrı düşünüyoruz. Halbuki her zaman diyoruz ki Allah’tan başka varlık yok. Yaratılmış herkeste onun bir ismi tecellî ediyor. Öyleyse kime kızacaksınız? Kime öfkeleneceksin? Öfkelenmemeyi, kızmamayı, Sevgilim benden memnun olsun diye mânevî bir âdet ve zevk haline getirirsen o zaman Ramazan, Ramazan oluyor ve o zaman senin bu çabalarının neticesi Kur’an oluyor.

 

“Ramazanı bütün aylardan ayıran tek şey, senin gayretinin neticesinin Allah tarafından sana Kur’an olarak inmesidir.”

 

(…) Hadîs-i şerifte “Allâhü Azîmü’ş-şan, gecenin son üçte birinde yeryüzüne iner ve bütün isteklere cevap veririm” buyuruyor. Gece ve gecenin son üçte biri ne demektir? Gece aslında sıkıntı, belâ ve dünya demektir. Bakın üç tane ay var: Recep, Şaban, Ramazan. Recep Allah’ın ayı, Allah’ın bütün hâdiselerin iç yüzünü âşikâr ettiği çok mühim bir aydır. Şaban ayı Hazreti Peygamber’in ayıdır. Allah’ın hâdiselerin iç yüzünü âşikâr etmesi üzerine Peygamber ile birlikte o hâdiseleri yorumlama ayıdır. Fakat Ramazan kulun ayıdır. Bütün bunları öğrendikten sonra kulun kendini arıtmak ve temizlemek için sıkıntıya girdiği bir aydır. Ve gecenin son üçte biri olan Ramazan ayının son on gününde Allah kulun gönlüne tecellî eder ve Kur’an iner. (…)

 

Kur’ân-ı Kerîm, ilm-i ledun yani Allah’ın hakîkatinin ortaya çıkışıdır. Çok büyük lûtuf. Allah, Peygamber’de tecellî etti, ama ilmini bir de bize yazılı olarak da ifade etti ki ikisini birleştirebilelim; hâl ile ilmi birleştirelim. İlim nedir? İlim, Kur’ân-ı Kerîm gibi olmak ve hâl etmek, amel de Hz. Peygamber gibi yaşamaktır.

 

(…) Kur’ân-ı Kerîm hiçbir kitaba benzemiyor. Mesela batı âleminde İncil ve Tevrat gibi büyük lûtuf olan kitaplar sonradan yazılmış olsa dahi Allah isterse, insanı hidâyete erdirir. Çünkü mademki Allah, “Kitaplar ve peygamberler arasında fark yoktur” diyor, kitaplar yanlış da olsa insanı hidâyete erdirir.

 

Fakat Kur’an, indiği gibi yazılmıştır. Peygamber ise ümmîdir. Yani Peygamber’in ümmîliği okuma yazma bilmemekle alâkalı değildir. Biliyor ya da bilmiyor onu da biz bilemeyiz ama çok mühim olan Allah’tan gelen ilmi, kendi nefis ve akıl süzgecinden hiç geçirmeden indiği gibi yazılmış olmasıdır. Onun için Kur’an olduğu gibi aktarılmıştır. Bir de Peygamber onu hâl olarak yaşamıştır. Hz. Peygamber’in varlığının ne kadar önemli olduğunu bir düşün! Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak, idrak etmek için Peygamber’in hadislerini çok iyi bilmek lâzım. Allah öğrenmeyi nasip etsin. (…)

 

*****

 

Âyeti bütünüyle yaşayacaksın (…). “Zerre kadar hayır işleyen hayır bulur, zerre kadar şer işleyen şer bulur” âyetini ashabtan birisi ezberlemiş, “Ben artık Kur’an okumam” demiş. Gelip Peygamber’e şikâyet ettiklerinde “Bırakın, o fıkıh âlimi olmuş; zaten bunu yapsa yeter” buyurmuşlar. Yani âyeti yaşayacaksın.

 

Hz. Mevlânâ’nın çok güzel bir yorumu var. Kendisine “Bir adamcağız var, Kur’ân’ı o kadar iyi biliyor ki siz bir kelime söyleyin, o kaçıncı sayfalarda var, söylesin” demişler. Hz. Mevlânâ “Cevizleri saymayı çok iyi öğrenmiş, inşallah bir gün kırar da içinin lezzetine de bakar” demiş. İşte âyeti hâl etmek, Kur’ân’ın içinin lezzetidir. Ben Kur’ân’ı okumak eksik bir zevktir demiyorum. Hayır. Kur’ân’ın enerjisi şarttır ve vücut için çok faydalıdır. Ben âcizâne bir tavsiyede bulunmak isterim, edepsizliğimi hoş görsünler. Meselâ bizim evde, ben varken veya yokken, Kur’an kaseti devamlı çalınır. Kur’ân’ın enerjisi duvarlara kadar tesir eder. Onun için onun okunması, tekrarlanması, hatim indirilmesi maddeyi Allah’ın enerjisi ile kuvvetlendirir. Ama mânâsını öğrenmedikten sonra, mânâsını yaşamadıktan sonra, papağan olur çıkarız, Allah korusun. (…)

 

 

“Ramazan yardımlaşma ayıdır.”

 

Zekât çok önemli. Önce zekâtın hakîkati üzerinde de biraz konuşmak lâzım. Aslında biliyor musunuz, fakirin, malımızın mülkümüzün sadece kırkta birinde değil, her kuruşunda hakkı var. Allâhü Azîmü’ş-şan, hadîs-i kudsîde “Parayı fakire verdiğin zaman önce benim elime düşer” buyurmuyor mu? Cîlî Hazretleri bunu açıklarken buyurmuşlar ki: “Sen de birine bağırdığın zaman, söylediğin hakaret önce Allah’a çarparak o kişiye ulaşır.” Aman Yarabbi! O halde her şeyde Allah’ın hakkı var. Her şey Allah’a ait.

 

Öyleyse Ramazan, paylaşmayı hatırladığımız ve infakı sevmeyi öğrendiğimiz bir aydır. Yani ben ne yapabilirim? Meselâ hasta olup oruç tutamayanlar var. Oruç parası veriyorlar. O oruç parasının fakir insana o kadar büyük faydası var ki. Herkese Allah tutmayı nasip etsin ama, tutamayan için hiç olmazsa iftar vermek, iftar verirken oruçluya hizmet etmenin zevkini yaşamak ne kadar güzel bir şey. Zengine iftar vermek değil, maddî durumu bozuk olanlara iftar vermek, çok aşırı yemek vermek değil. Bunlar çok önemli. (…)

 

 

“Nefsin zekâtı kötü ahlâklardan kurtulmaktır.”

 

Âcizâne tabii ki hiç kimsenin zevkine karışmak edepsizliğini göstermek istemem ama hakîkaten aşırı derecede gösterişli olan her şey haramdır. Çünkü Allah ile irtibatı keser. “Ben yapıyorum” dedirtir. Yani bir ev hanımının “elime sağlık mı?” diye sormasında bile, bu benlik var. Dolayısıyla kendini görmeden hizmet etmenin zevkini yaşadığımız bir aydan bahsediyorum.

 

Sonra bakın, zekâtın da çeşitli mânâları var. Meselâ şu sohbetin zekâtı dedikodudan kesilmektir. Dedikodudan kesilmezsek bu sohbetin zekâtını vermiyoruz demektir.

 

Evlâdın zekâtı yetime hürmet ve mutlaka yardım etmektir.

Aşkın zekâtı aşkından vermektir.

Âriflerin zekâtı kendi hâllerinden ve ilimlerinden, irfanlarından ehline, isteyenlere vermektir.

İlmin zekâtı, tâlibine ilim öğretmektir.

Evin zekâtı misafiri ağırlamak, itibar etmektir.

Kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardımdır.

Nefsin zekâtı kötü ahlâklardan kurtulmaktır.

 

Dolayısıyla her şeyin zekâtını ödememiz gerektiğini hissettiğimiz bir aydan bahsediyorum.

 

Vermek, vermek, vermek, memnun etmek. (…)

O Geliyor Gene…

Bir sene ne kadar da çabuk geçivermiş.

O geliyor gene… Bütün ihtişamıyla, rahmetiyle…

“Recep Allah’ın, Şaban Benim, Ramazan ümmetimin ayıdır” hadis-i şerifine mazhar olan o muhteşem ay…  Ellerin semâya belki daha fazla açılacağı, Allah rızâsını kazanma adına yarışın belki de en zevkli olduğu, içinde bin aydan daha hayırlı, meleklerin her türlü iş için indiği, gün ağarıncaya kadar selâmeti barındırdığı o kutlu Kadir’in güzel ayı…

Sordular bize, nedir bu Ramazan?

Bizce,

Yaşamaktır Ramazan,  “ah bu sene de vardık sana” demektir.

Üşümektir Ramazan, annenin verdiği parayla pide kuyruğunda…

Isınmaktır Ramazan,  O’nun verdiği rızkı eve yetiştirme telâşında…

Sevilmektir Ramazan, kapı açıldığında ahalinin gülüşüne sevinmektir.

Yaşlanmaktır Ramazan, “bir 10 sene önce daha mı coşkuluydu” diye sormaktır…

Doymaktır Ramazan, meleklerin niyetlilere selâmıyla…

Uyanmaktır Ramazan, gecenin körünü sabahın nuruna çevirircesine…

Bir an değildir sanki Ramazan, hayatın kendisidir.

Belki de kendini bulmak yolunda, kendindir Ramazan…

 

Taşsın Rahmet Deryası!

Recep ve Şaban aylarından sonra salına salına gelir Ramazan… Onbir ayın sultânı, içinde binbir güzellik ve zenginlik ile gelir. Ancak Ramazan’ı yaşamayana mânâsını göstermez. Neden geldiğini bilemezsin. Tıpkı bir gelin gibi yüzgörümlüğü ister. Gayretini oruç tutarak göstermeni ister.

Ramazan ayı, dışarıdan bakan için aç kalmaktır. Hiç yadırgamıyorum, çünkü ben de eskiden öyle olduğunu düşünürdüm.  Ama Ramazan’ın tadını alınca sanki bal yiyor gibi hissediyor insan. Yeter ki Ramazan’ın rahmetine ve bereketine açık olsun kul… Ramazan’ın dışı ile değil, mânâsını öğrenince bir anda rahmet yağmaya başlıyor insanın gönlüne.

Allah’a O’nu sevdiğimizi göstermenin bir yoludur oruç tutmak. O’nun için tutmuyoruz aslında, kendi nefsimiz adam olsun diye Allah’a tutuyoruz oruçlarımızı.  Yüceler yücesinin bizim orucumuza hiç ihtiyacı yok ki. O, ihtiyaçsız ve mükemmel olan… Biz kullar ise eksik ve kusurluyuz. Ramazan’ın  güzelliklerinden biri de bu şekilde aczimizi idrâk etmek olsa gerek. Âciziz çünkü biz mâşuka âşığız, gülün etrafında dönen bülbül gibi sevgilimizin bizden memnun ve râzı olduğunu bilmek için çırpınıyoruz. Ama hep hatâdayız ve günahtayız. Kusurumuz çok…

Allah’ım, sen bizi affet! Ramazan’ın rahmetiyle yıka gönlümüzü. Çek çıkar bizi günaha bulanmış bataklıklardan. Kuluz, gene gireceğiz günaha, ama sen yine de temizle!

Allah’ım, ben bu ay nefsime uyup istediğimi istediğim zaman yiyip içmeyeceğim, senin için nefsime kısa bir süre de olsa uymayacağım ve senin ihtiyaçsızlık sıfatın olan samet sıfatını giyinmeye kalkacağım. Boynum kıldan incedir. Ama  illâ ve illâ senin tenezzülün gerek Allah’ım. Yoksa  ben kim, oruç tutmak kim… Zaten sadece  yemek yememek değil ki mesele; kulağım dedikodu işitmeyecek, dilim kötü söz söylemeyecek, elim  harama değmeyecek…

Allah’ım sen lûtfet, dilimden hayırlı söz çıkar. Ellerimi, kulaklarımı hayırlı işlere âlet et. Sultânım Ken’an Rifâî Hazretleri’nin buyurduğu gibi “lâtifeyi lâtif söylet.” Bu ramazan ve her gün inşallah… Ramazan’ın rahmet ve bereketinden bizi ayırma. 365 güne sirâyet etsin nûru inşaallah.

Âmin.

 

Beş Duyu ile Oruç

Var mısınız bu Ramazan ayında orucumuzu beş duyumuz ile hissedelim?

 

Takvâmızın yanısıra, her sahura kalktığımızda duâ ederken, kendimize bir başkası ile ilgili bir eylem sözü verelim?

Örneğin, bir gün görevimiz bir fakiri doyurmak olsun, ertesi gün komşunun camını silmek…

Veyâ iş yerinde birine yaptığı iyi bir işten dolayı kahve kartı hediye etmek?

 

Sonra gözlerimize perde çekelim. Bu öyle bir perde olsun ki her şeyde ama her şeyde, insandan bitkiye, sandalyeden eteğe, her şeyde Yaratan’ı göstersin bize…

Ve ‘güzel olmadığını’ düşündüğümüz her eşyayı, davranışı, canlıyı kabul etmeyi veya güzel olmayan yanlarını görmemeyi öğretsin.

 

Kulaklarımıza bir çift küpe takalım. O küpeler ki Peygamberimizin fısıltıları olsun kulağımızda. Kahvaltı ederken, gazete okurken, itiş kakış vapura binerken, her dâim aşkı fısıldasın bizlere.

 

Burnumuz sadece gül kokusu alsın bir ay boyunca. Ne açlık yüzünden midelerden gelen kokuyu, ne de ter kokusunu duyalım omuz omuza kılarken namazı…

 

Ellerimiz aracı olsun bir gönüle değmeye. Yemek yaparken durup parmaklarımıza bakalım, şükür içinde. Çocuğumuzun başını okşarken, okşatanı düşünelim. Kapıyı açmak için uzanınca kilide, hareket eden damarlarımızı izleyelim. O gizli araçların, uzuvların, nasıl ‘Allah Allah’ diye her an çalıştıklarını izleyelim, şevk alalım.

 

Ve tabiî ki dilimiz… Dilimize sabahları oruca başlamadan son bir gıda olarak bir parça bal, akşam iftarda orucu açmadan evvel bir acı biber çalalım. Güne başlarken tatlı dilin önemini, akşam yatmadan kazâra kırılan gönülleri hatırlatsın bizlere.

 

Gelin bu sene, orucu sırf açlık ile tutmayalım. Var mısınız bu Ramazan ayında orucumuzu beş duyumuz ile yaşayalım?

 

Hadi!!

 

Allah yaptığımız bütün işlerin mânâsını yaşayabilme gücü versin bizlere inşaallah.

 

Hayırlı Ramazanlar…

Geçmiş Zaman Olur ki… (Ramazan Hâtıraları)

Her birimiz geçmişte yaşadığımız hâtıralardan Ramazan ile ilgili olanları bambaşka bir özlemle hatırlar, yâd ederiz. İşte bazı arkadaşlarımız o hâtıralardan bazılarını dergimiz için kayda geçirdiler…

Ramazan’ın bereketine hep beraber hayırla erişelim ve bu güzel ayı hep güzel hatırlanacak şekilde yaşayalım inşaallah…

***

Ah Medine İftarları!

Benim için en güzel ramazanlar Medine’de geçenler… Gerçek mânâda oruçlu olmak sıcağa rağmen orada daha kolay ve daha güzel, çünkü orada herkes oruçlu veya oruca saygılı. İftara yakın insanların sokaklarda hurma, zeytin, su, yoğurt vb. dağıtmaları, Ramazan’ı hep birlikte yaşama zevki… Mescîd-i Nebevî’nin avlusunda bembeyaz taşların üzerine sıra sıra örtüler serilip de her renkten insan yerlere oturarak birarada iftar vaktini beklerken gökyüzünün renkten renge girmesi ayrı bir güzel…

Umreye ilk gittiğimiz sene ilk gün orucumuzu açtıktan on veya on beş dakika sonra hocanın âniden namaza dâvet etmesi üzerine, hepimiz telâşla olduğumuz yerde biraz geri çekilerek namaza durduk. Tam namaz kılarken görevlilerin gelip üzerinde henüz bitmemiş yiyecekler olan örtüleri çekmesi üzerine çok şaşırdık. Kimimiz hafif bir sesle “eyvah yiyecekler!” dedi. Kimi hafif öne doğru bir adım atar gibi oldu. Tabiî sonra toparlanıp namazda olduğumuz hatırladık. Namazla yiyecekler arasında gidip geldikten sonra namaza devam ettik. Nasıl kıldığımızı tabiî Allah bilir…   Namaz bittikten sonra halimize epey güldük. Ama diğer günler tedbirliydik. Açılmamış içecekleri ve meyveleri çantamıza koyup biraz daha hızlı yemeyi öğrendik.

Ve gerçek orucun birlikten geçtiğini öğrendik.

 

Zehra Karpuz

***

 

Halka Hizmet, Hakk’a Hizmet…

Herhalde 16 yaşındayım, Cemâlnur Hocam’ın da gençlik yılları… Biz gençleri  iftara dâvet ediyor, Meşkûre Annem’in evinde, 10. katta. Sayısı belki 50 kadar olan gençler, salonu tamamen kaplamış olan yer sofrasında oturarak neşeyle iftar ediyoruz. Namaz kılıyoruz. O günden aklımda kalan en önemli detay, bu kadar kişinin bulaşıklarını kimin yıkadığı. Sofraları toplarken görüyoruz ki Meşkûre Annem mutfakta yerini almış, bulaşıkları kendisinin yıkayacağını söyleyerek hiçbir itirazı kabul etmiyor. Hepimizi çıkarıyor mutfaktan, bizi Cemâlnur Hocamızla başbaşa bırakıyor. Efendisinin evlâtlarına ve aslında bütün yaradılmışlara hizmeti, hayatının gayesi haline getirmiş olan Meşkûre Annem. Tuttuğumuz oruçların, biraz da olsa onlara benzememize vesile olması niyazıyla…

 

Dilek Güldütuna

***

 

İftar Tadında Sahurlar

Sanırım ortaokul dönemindeydim. Ramazan orucumuzu tutuyoruz… Bir akşam bize bir arkadaşımız geldi kalmaya. İftarımızı ettik; hoşbeş muhabbet derken yattık. Annem bizi sahura kaldırdı her gece olduğu gibi. O dönemde annem bizim öğrenci olarak oruç tutmamıza hürmeten olsa gerek, hepimizden önce sahura kalkar, sevdiğimiz yiyecekleri hazırlar, sofrayı kurar ve sonra bizi kaldırırdı. Biz de kalkar, sohbet ve muhabbet içinde yemeğimizi yer yatardık. Bu, bizim için çok normal bir durumdu. Ama arkadaşım çok şaşırdı. “Biz bir gözümüz açık, diğeri kapalı, sessiz sâkin, uykumuz açılmadan sahurumuzu yaparız. Sizin bu durumunuz çok şaşırtıcı” demişti. Oysa dediğim gibi bu bizim ev için çok normal bir durumdu.

Galiba atladığımız bir şey var bu sıralar: İftar tadında sahur yapabilmek …

Bu ramazan, iftar tadında sahurlar  yapabilmeniz dileğiyle…

 

Sibel İnci

***

 

Ramazan Çocuklar İçin…

Ramazan hâtırası deyince aklımda sadece tek bir gün canlandı. Kaç yaşlarındayım bilmiyorum ama bayağı küçük olduğum kesin. Bizim evde çocuk iftarı olacakmış. O zamanlar daha farklıydı tabiî. Özel yemek salonlarına gerek olmayan, daha küçük bir grup çocuktuk. Annem özenle hazırlandı. Hattâ kapılar yerlere konarak masa yapıldı. Ben küçük olduğum için de olabilir ama o kapılar bana devâsâ uzun bir sofra gibi gelmişti.

O gün sadece çocuklarındı. Balon patlatma oyunu oynadık. Gönlümüzce gürültü çıkardık. Kimse “sus, yapma etme” demedi. Bir anda salona bir kadın girdi. Büyükler bize “zenne geldi” dediler. Kadın dediğime bakmayın. Gelen, bir ağabeyimizdi. Çocuklardan daha çok büyüklerin eğlendiğini hatırlıyorum. Kafama takılan şey, o ağabeyin nasıl kadına benzediğiydi. Ama o gizemi de haylaz çocuklar hemen çözdüler ve son balonlar da kendileri tarafından patlatıldı. Olan olaylardan çok o günkü hislerimi hatırlamak daha kolay. Kendimi güvende, sıcak bir ortamda ve bütün o kalabalık benim ailemmiş gibi hissetmiştim. Bence ramazanın en büyük olmazsa olmazı da bu: Aileyle beraber televizyon olmadan birlikte vakit geçirmek ve çocuklara güzel anılar bırakmak… Bunun için o gün zenne olan ağabeyimize ayrıca teşekkürler…

 

Gazale Birol

 

Donandı Her Yer (Ramazan İlâhisi)

Donandı her yer kandiller ile,
Doldu câmiler mü’minler ile,
Zikr ü tesbihler sâf diller ile,
Sana eylerler şehr-i ramazan…
Hoş sefâ geldin şehr-i ramazan…
Aylar sultanı canlar canânı,
Çok şükür geldi şehr-i ramazan,
Zikr ü ibâdet mü’minler ile,
Sana eylerler şehr-i ramazan…
Hoş sefâ geldin şehr-i ramazan…

Allahu’s-Samed

Her Ramazan Allah’ı görmeye çalışırım. Bir türlü beceremedim şimdiye kadar ama hep aklımdadır bu ihtimal. Belki sizler de duymuşsunuzdur: Hz. Musa Allah’ı görmek isteyince Rabbi ona bunun mümkün olmadığını, aradaki 70 bin perdenin buna mâni olacağını buyurmuştur. Bu nimete ancak habîbinin ümmetinin nâil olacağını haber vermiştir. Ramazan ayında gündüzlerini oruçlu geçiren müminlere iftar vakti oruçlarını açtıklarında rablerinin bizzat tecelli edeceği vaadedilmiştir.

Ben de zaman zaman iftar sofralarında gözlerimi kapatıp o anı tüm varlığımla yaşamaya gayret ederim. Ezanı duyduktan sonra besmele çekip zeytin, hurma, su, tuz, o sırada ne nasip olmuşsa ağzıma atıveririm. Heyhat! Şimdiye kadar Rabb’imin tecellisinin farkına varamadım.

Allah Samed’dir, yani kâim olmak için dışarıdan bir kuvvete, yardıma ihtiyaçtan ihtiyaç duymaktan berîdir. O zâtı ile tamdır, O’nun tamamlanması, ya da desteklenmesi gibi bir mefhum söz konusu edilemez. Herhangi bir rızıkla rızıklanmaz, yeme içmeden münezzehtir. Hüviyet sahibi ancak O’dur, Hû O’dur. Onunla beraber başka hiçbir şeyin varlığından söz edilemez. Onunla beraber bir varlıktan söz edilemeyeceği için O’nu görmek, felsefî ya da tasavvur edilebilecek diğer tüm anlamlarda abesle iştigâl olur. Öyleyse O’nun tecellîsini oruçlu müminler nasıl görebilir?

Mâlum, oruç diğerlerinden çok farklı özellikleri olan bir ibâdet… Hz. Allah her ibâdetin bir mükâfâtının olduğunu, fakat orucun karşılığını bizzat vereceğini buyurmuştur. Harama el uzatmayan mümin, oruç sırasında haramların haricinde helâl dahi olsa ne bir yiyecek içeceğe, ne de cinsel münâsebete yaklaşmaz. İşyerinde kafamı dağıtmak için çay içemediğim, karnım zil çaldığında yemeğe inemediğim zaman hayatımda yeme içmenin ne büyük yer kapladığının farkına varırım. Bir yandan da Allah’a verdiğim bir söz, yani oruca niyetim sayesinde bu nimetlere yaklaşmayı aklıma dahi getirmemem beni hayretlere düşürür. Bu ibâdet sırasında maddî rızıklara ne kadar muhtaç olduğumuzun farkına varıyoruz. Fakat tam tersine, bir yandan da yeme içmenin hayatın merkezinde olmadığını yaşayarek tecrübe ediyoruz. İnsanın var edilme sebebinin dünyevi rızıklanmanın dışında bir şey olduğu gerçeğini yaşıyor oruç tutanlar.

Allah bize hayatımız boyunca nimet yağdırır. Ancak O’na kulluk edenler yakînlerini arttırarak bu nimetlerin farkına varabilirler. Her sabah uyanabilmenin, yemenin, içmenin, nefes alabilmenin, hatta tuvalete çıkabilme nimetinin dahi kıymetini bilemeden ömrümü tükettiğimi düşünüyorum. Bu istîdatta olan bu fakir Ramazan nimetinin, oruç nimetinin kıymetini nereden bilsin?

Allah verdiği söze sâdıktır. Şüphesiz bu Ramazan da, her Ramazan’da olduğu üzere bazı oruçlu kullarına tecelli edecektir. Yemeyi içmeyi dahi sadece O emrettiği için îfâ eden, nefsinin emrinden kurtulmuş, Allah’ın güzel ahlâkına boyanmış, O’nun sıfatlarıyla sıfatlanmış “kul”ları bu Ramazan ayında rablerinin tecelligâhı olacaklar. İhtimâl odur ki onlar, “Samed” ismini Allah’la bizzat yaşayacaklar.

Belki o tecelligâhlardan biriyle iftarda beraber olmak nasîb olur mu bu Ramazan?

Hoşgeldin Ramazan!

Kimi misafir vardır, gelişini kollarınızı açarak beklersiniz… Çocukluğumda Ramazan benim için böyle bir misafir değildi. O misafirin kıymetini anlayabilmem çok uzun zamanımı aldı.

 

New York’ta geçen çocukluğum boyunca müslüman olduğumuz için mahallemizde komşularımızdan ve dostlarımızdan soyutlanmış bir hayatımız vardı. Ramazan ayında bir kez daha onlardan olmadığımızın altı çiziliyordu. Sadece domuz yememek ve bira içmemekle kalmıyor, bu ayda gün boyunca yemek de yemiyorduk.

 

Ramazan, gelişini dört gözle beklediğim bir ay değildi. Ciddiyet ve matem gibi bir havada geçen karanlık bir aydı daha çok… Oruç ve uzun teravih namazları, sanki bayramı haketmek için katlanmamız gereken zorluklardı.

 

İftarların dahi bir câzibesi yoktu o zamanlar. Sadece “zamanı geldi!”, bir dua, ağıza atılan bir hurma… Bu ay hakkında hatırladığım tek eğlenceli taraf sahurlardı. Gecenin ortasında çatal-bıçak seslerine karışan fısıltılı konuşmalar çocuk merakımı uyandırdığı için geceleri kan uykumdan kalkmak bir zevk halini alırdı.

 

İstanbul’da bir yetişkin olarak yaşadığım hayat, bu misafirin kıymetini anlamam için ilk adım oldu. Yeni evlendiğimiz günlerde eşimin Ramazan’ın gelişinden duyduğu heyecanı hatırlıyorum. Bu mübârek ay hakkında karanlık intibâm üzerine ilk ışık huzmesi bu idi. Yavaş yavaş Ramazan’ın matem değil, bir bayram olduğunu anlamaya başladım. İnsanların sükûnetin tadına vardıkları, iştahtan halâs oldukları ve daha önce çok meşgul oldukları için vakit ayıramadıkları dostlarını ve akrabalarını görebildikleri bir zamandı bu ay.

 

Bir restoranda iftar vaktini beklerken, sağımda solumda ezanı bekleyen aileleri görünce tanımadığım bu insanlarla o an içinde olduğum birlik hissinin gözlerimi dolduracak kadar beni duygulandırdığını hatırlıyorum. Aynı masada oturmuş koca bir aile olmuştuk âdetâ.

 

Şimdilerde iki çocuk annesiyim ve yavrularım büyüdüklerinde dünyanın neresine giderlerse gitsinler, güzel anılarla doldurdukları Ramazanlarını gittikleri her yere kalplerinde götürebilsinler istiyorum. Bu ayda birlik ve beraberlik duygularını daha kuvvetli yaşamalarını, büyük bir şeyin parçaları olduklarını hissetmelerini istiyorum. Büyüklerinden gördükleri üzere, nefislerini kontrol edip istedikleri şeylerden ferâgat edebilerek kendileri ile iftihar etmelerini diliyorum. Kendilerine bahşedilen nimetlere şükredip başkaları için duâ etmelerini istiyorum. Fakat belki tüm bunlardan daha önemli olarak annelerinin ve babalarının bu misafirin gelişinin heyecanıyla kalplerinin parıldadığını, onun gelişini kollarını iki yana açarak beklediklerini hissetmelerini isterim. Âdetâ minâreler arasında gerilmiş o mahyalar gibi: Hoşgeldin Ramazan!