Editörden (Mart 2014)

“İzinden, gözünden, sözünden, özünden Allah ayırmasın.

Ey Hakk’ı bildiren, ona götüren, perdeyi kaldırıp onu gösteren…Hakk’ın var olduğunu, varlığın Hak olduğunu, görünenin gösteren, gösterenin görülen olduğunu bildiren!

 

Bu dünyâda, o dünyâda, Allah senden ayırmasın…”

 

Sâmiha Ayverdi, Hancı

 

 

İnşaallah çok beğeneceğiniz yeni sayımızla huzurunuzdayız. Efendim, bu sayımızın konusu, bir Osmanlı hanımefendisi, son derece ileri görüşlü bir Türk kadını, bir mütefekkir ve yazar. Yazıları ve kitapları ile yılları, çağları etkileyen bir Allah sevgilisi… Kıymetli hocası Ken’an Rifâî Hazretleri’nin değerli öğrencisi ve elbette çok müstesnâ öğrenciler yetiştiren, hizmet ehli, çok özel bir öğretmen Samihâ Ayverdi, Samihâ Annemiz…

 

İtiraf etmeliyim ki bu giriş yazısını yazmak son derece zor. Türkçeyi en iyi kullanan bu özel öğretmen karşısında insanın dili tutuluyor, kalemi kırılıyor. Onun için bu sayının girişi, O’nun en çok sevdiğim şiir kitabından aldığım şiirlerinden biriyle olsun istedim. Kendisinin sonsuz hoşgörüsüne ve mâneviyatına sığınarak, hoşgeldiniz demek istiyorum. Bu kadar özel bir sayıda sürçü lisan ettiysek, lütfen hatırlayınız: Tüm kusur ve eksiklikleri bizlere, tüm güzellikler derginin sahibine aittir.

 

İnşaallah o güzel sultanlara lâyık evlâtlar olabilmek niyazıyla Mart 2014 sayımıza hoşgeldiniz efendim….

Sohbetler (Mart 2014)

Sâmiha Hanım:


-Görmek için aklın bir yardımı olmuyor. Belki aşk erbâbı için, ‘her ne makama geldim ise aşk ile geldim!’ kaidesi hâkim…

“Evet ama, bu yolda faydalı olmayan akıl, dünya aklıdır. Aslında akıl, büyük şeydir. Akıl mertebesi büyük mertebedir.”
Semîha Hanım:

-Cebrâil’in temsil ettiği akıl, akl-ı kül değil midir?

“Evet… fakat akıldan da büyük mertebe vardır. Cebrâil’in temsil ettiği ilâhî akıl ise, akılsızlığın hududuna kadar geliyor ve ‘Bir adım da­ha atarsam yanarım’ diyor. Fakat Rûh-i Muhammedî ‘Ko, yanarsam ben yanayım!’ diyerek Cebrâil’i geride bırakıp Sidretü’l-müntehâdan ile­ri geçiyor.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 92)

**********

Sâmiha Hanım:


–  Bilmenin âlâ derecesi nedir?

–  “Bilmemektir. Bilmem diyen öğrenir. Bilirim diyene ne söylenir?”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 92)

 
**********

Sâmiha Hanım:

-Herkese olan tecellî, kendi aynasının cilâsı ölçüsünde midir?

– “İşte, herkes bakar bir an görür, bu demektir. Herkes mâşuktan bir türlü zevk alır ve onda görebildiğine hayran olur. Meselâ kimi ka­ranlıkta filin hortumunu tutmuş, ‘Fil boru gibidir!’ diyor. Kimi kulağını
yakalamış, ‘fil yelpaze gibidir!’ diyor. Kimi bacağını yakalamış, ‘Fil, sü­tun gibidir’ diyor. Halbuki güneş doğup fil görünür olunca, hepsi de zan ve hükümlerinden dolayı hayrete düşüyorlar. Ama aslına bakılacak
olursa, bunların zannı da büsbütün yanlış değildir. Çünkü onlar filde ne gördülerse ancak onu dile getirebildiler. Halbuki fil, yalnız bu vasıf­lardan mı ibarettir?

 

Meselâ Azîz Efendi Mısır’a gitti. Ona, ‘Mısır nasıl bir yerdir ve ora­da neler vardır?2 diye soracak olsanız, size, camilerinden, tekkelerinden, türbelerinden bahsedecektir. Halbuki dünyâya sâdece eğlence ve zevk gözlüğü ile bakan bir başka kimseye sorsanız, size, barlardan, pavyon­lardan, kadınlardan bahsedecektir. Münevver bir cemiyet adamının nazarları ise, kütüphaneler, kon­feranslar ve toplantılar üstünde dolaşacaktır. Fakat bunların hiçbiri, tamâmiyle Mısır’ı tanımıyor demektir. An­cak memleketin yerlisi olan bir kimse, size, hem camilerinden hem tek­kelerinden hem barlarından hem kültür faaliyetlerinden bahsedebilir. İşte bu küllî kavrayış, her ismi kendinde toplayıp birlemiş olan kâmil insanın hâli gibidir.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 96)
 

**********

Sâmiha Hanım:


–   Hazret-i Mevlânâ da tavırları izah ederken, herkesin bir tavrı olduğunu, ancak insan-ı kâmilin bütün tavırlara birden sahip bulun­duğu anlatır.

–   “Evet, kâmil insan demek, bütün âlem demektir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 96)
 

**********

Sâmiha Hanım:

– Hadîs-i şerifte ‘İnsanlar arasında en şiddetli belâya dûçâr olan­lar nebîlerdir. Sonra onlara yakın olanlar sonra da bu yakınlara yakın olanlar gelir’ buyruluyor. Hamların tahammülü olmadığı için mi bu
böyledir?

“Tabiî… pek çok kimse vardır ki en küçük sıkıntı karşısında şikâyet ve feryâda başlar. Çünkü ıztırâba tahammül edecek olgunluğa sahip olmamıştır. Onun için en büyük belâ en üst derecede olanlara ve­rilir.”
Sâmiha Hanım:

–    Dağına göre kış…

“Evet, dağına göre kış. Bilmiyor musunuz, Resûlullah Efendi­miz ‘Hiçbir peygamber benim kadar ezâ çekmemiştir!’ diyor.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 109)

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Sâmiha Anne’nin bize öğrettiği en güzel şey, tevhiddi”

“Sâmiha Anne’nin bize öğrettiği en güzel şey, tevhiddi”

Bu ay, mutasavvıf ve mütefekkir Sâmiha Ayverdi’nin Hakk’a yürüyüşünün 21. yıldönümünü idrak ediyoruz. Bu vesileyle kendisinin yetiştirdiği en kıymetli talebelerden biri olan Cemâlnur Sargut ile onun edebî ve mânevî şahsiyeti üzerine sohbet ettik.

Müge Doğan: Sâmiha Ayverdi, farklı yönleriyle tanınıyor. Osmanlı hanımefendisi olarak, edebiyatçı, Türk dili uzmanı, tarihçi ve mutasavvıf olarak tanınıyor. Onu bütün yönleriyle değerlendirebilir misiniz?

Cemâlnur Sargut: O, her şeyden önce mürşitti. Gerçek mürşid-i kâmiller dâhî oldukları için, bütün söylediğin özellikleri üstlerinde taşırlar. Yani kim ona baksa “bu benim anladığım branşta en üstün seviyeyi gösteriyor” der. Sâmiha Anne’de de bunu görmek mümkündü. Çünkü hakikaten çok iyi bir edebiyatçı, çok iyi bir Türk dil uzmanı, çok iyi bir tarihçi -aynı zamanda-, lisana hâkim, Arapçaya ve Farsçaya çok hâkim, mürşidiyle olan ilişkisinden dolayı müridlerini nasıl eğitmesi gerektiğini çok iyi bilen bir öğretmen, hâl ehli bir insân-ı kâmildi. Yani, ne ararsan onda vardı. Ama ona sorsan bunların hepsinin sadece dünyaya gelmekteki birer vazifesi olduğunu ve Allah’ın ona vermiş olduğu lûtufların göstergesi olduğunu söyler ve kendini “kuş dağa konmuş, ne dağın bunda bir tesiri olmuş ya da dağa bir eklenme olmuş, ne de kuşa bir faydası olmuş” diye anlatırdı. Yani, “ben âleme geldim, vazifemi yaptım” derdi her zaman. Methettiğin zaman da, hep Şeyh Galip’in şiirini hatırlatırdı, “şu dünyada zerrece itibârım varsa sendendir efendim” diye… O, efendisinin kalemi gibiydi. Bence efendisinin aynısıydı. Hiç farkı yoktu.

Müge Doğan: Yol arkadaşları kimlerdi? Özellikle Meşkûre Anne ile olan ilişkisinden biraz bahsedebilir misiniz?

Cemâlnur Sargut: Annemle inanılmaz bir yakınlığı vardı. Çünkü annem ve Sâmiha Anne, Efendi’nin dizi dibinde yetişmiş iki hanımdılar. Daha sonra Türkân Abla (Erkmen) buna eklenmiş, bir süre de Nezihe Araz, efendimin yanında öğrencisi olmuş. Bu hanımlar, onun vasiyetinde geçen hanımlardır. Efendimin Semiha Cemâl Hanımefendi’ye olan düşkünlüğünü, çünkü onun verdiği her şeyi kapan en kıymetli öğrencisi olduğunu biliyoruz. Nazlı Anne’ye olan aşırı düşkünlüğünü de biliyoruz. Çünkü Nazlı Anne, hakikaten efendimin “ölmeden önce ölü görmek isteyen Nazlı’ya baksın” dediği, sanki Peygamber’in yanındaki Hz. Ebûbekir makamı gibi bir makamı anlatıyordu.

“Sâmiha Anne, vakıf ve dernekleri tekkeler gibi işletti; insanlara ahlâk ve tasavvuf öğretti.”

Bence Sâmiha Anne, Hz. Ömer gibi adâlet sahibi, Hz. Ali gibi ilim sahibi bir sultandı. Annem ise sanki Nazlı Annemin aksiydi, yansımasıydı; Nazlı Annemin vefâtından sonra ben Nazlı Anne’yi annemle yaşadım. Annem, gerçekten ölmeden önce ölü makamıydı. Ölmenin diriliğiyle yaşayan ile ezelden diri olan iki diri birleşince de ortaya bir şâheser çıkıyordu. Çünkü onlar, ikisi birlikte yaptıkları her işte çok başarılı oldular. Her yaptıkları, insanlık âlemine örnek oldu. Anneme Sâmiha Annem tarafından sohbet görevi verildiği için, annem efendimin vefâtından sonra hemen sohbete başladı. “Elli küsur senedir sohbet etmek nasip oldu bana” diye anlatırdı vefât etmeden önce. Sâmiha Anne, bu sohbetlerin çoğuna katıldı. Türkiye’nin en problemli zamanlarında bile sohbeti kesmedi Sâmiha Anne… Çünkü “irşad, sohbetle olur” derdi her zaman. Zikir kesildi. Belli ritüelleri kesti Sâmiha Anne. Tekkenin eski klasik gidişâtını değiştirdi. Vakıf ve dernekleri tekkeler gibi işletti. İnsanlara ahlâk ve tasavvuf öğretti. Bütün bunları yaptı ama sohbetleri hiç kesmedi.

Müge Doğan: Kendisi bizzat sohbet yapar mıydı?

Cemâlnur Sargut: Kendisi bizzat sohbetlere gelirdi. Annemin sohbetlerine… Annemi dinlerdi, ondan sonra hâtıralardan bir-iki şey anlatır ya da araya bir-iki cümle eklerdi. Fakat annemin sözünü de hiçbir zaman kesmezdi.

İnanılmaz bir birlik ve beraberlik vardı aralarında. Birbirlerine sonsuz bir hürmet ve saygı vardı. Sâmiha Anne, anneme yazdığı her mesajda, onda Allah’ın tecellisi olduğunu, onun ezelî sevgililerden olduğunu yazmıştı. Bütün ihvana annemin önemini anlatmıştır. Annem ise hayatı boyunca Sâmiha Annemin bayrağını taşıdı ve her zaman “Sâmiha Anne sevilmeden Efendi sevilmiş olamaz” diye anlattı. O, efendisini anlatan, efendisini öğreten ve efendisini yaşayana müteşekkirdi. Nasıl Efendi’de Allah’ı seyretmişse, Sâmiha Anne’de de Allah’ı seyretti.  Annem, gördüğünü bilen, tanıyan ikinci adamdı. Hz. Ebûbekir, Peygamber olmadan bir işe yaramaz, Peygamber için de Ebûbekir ‘in şahadeti ne kadar gerekliyse annemle Sâmiha Anne ilişkisi de aynen öyleydi.

“Ülkemde birliğin nasıl korunacağını anlatmaya çalışıyorum. Çünkü bu, efendimin yolu; bu, Sâmiha Annemin yolu; bu, annemin yolu…”

Müge Doğan: Sâmiha Anne’nin dâvâsı neydi hocam?

 Cemâlnur Sargut: Biz Sâmiha Anne’den dâvâ adamı olmayı öğrendik. Ama bugün anlatıldığı gibi bölünmeyi, bir taraf tutmayı filan öğrenmedik. Biz dâvâ adamı olup nasıl birleştirmemiz gerektiğini öğrendik Sâmiha Anne’den… Bugün ben de aynı şeyi yapmaya çalışıyorum. Bugün maalesef bölüm bölüm bölünen ülkemde birliğin nasıl korunacağını anlatmaya çalışıyorum. Bu yüzden de eleştiri alıyorum. Bu yüzden de öğrencilerimden dahî eleştiri alsam da benim yolum bu, ben bundan vazgeçmeyeceğim. Çünkü bu, efendimin yolu; bu, Sâmiha Annemin yolu; bu, annemin yolu. Bu yolun içinde af var, sevgi var, kucaklamak var, birleştirmek var. İki taraf varsa iki tarafa da hürmet etmek var. Biz aralarındaki meseleleri bilmiyoruz. Biz, bir taraf olamayız. Biz, bîtarafız. Bu şekilde ancak Allah’a ulaşırız. Sâmiha Anne, bize bunu öğretti. Evet, o bir taraftı. Ama aynı zamanda bîtaraftı. O kalbiyle bir taraftı, ama vücuduyla bîtaraftı. Bize birlik, beraberlik, el ele vermeyi öğretti.

Ben şimdi –çok şükür- aile içi birliğimizin yavaş yavaş kurulduğunu da görüyorum ihvan içerisinde.  Bunun Sâmiha Anne’yi de çok memnun ettiğini düşünüyorum. Herkesin arasında problemler olabilir. Ama muazzam bir aileyiz. Ve güzel bir birliğiz. Biz, birliğimizi korumazsak cemaatler, dünya, hiçbir şey birliğini koruyamaz. Bu yüzden Sâmiha Anne’nin bize öğrettiği en güzel şey, tevhiddi, her şeyi sevmekti, her şeye hürmet etmekti. Hiçbir şeye yan gözle bakmamak, önemsiz gibi kabul etmemekti. Sivrisineğin bile önemli olduğunu bize öğretti. Çocuğa hürmetin önemli olduğunu, gençliğe çok emek vermek gerektiğini öğretti. Maalesef bugün problemlerin gençlikte olduğunu görünce, gençliğe ne kadar az değer verdiğimizi, ne kadar az ahlâklı yetiştirdiğimizi görüyorum. Bu ay kadınlar günü kutlanıyor. Bu dişiler günü değil, kadınlar günüdür. Yani dâvâ sahibi olan, gerçek er kadınların günüdür. Eğer böyle bir kadın günü mutlaka kutlanacaksa, hiç olmazsa er kadınlar anılsın diye düşünüyorum. Onun için de Sâmiha Anne anılmalı diye düşünüyorum.

“Sâmiha Anne, bütün âlimleri kendi kaleminin içinde taşıyordu.”

Müge Doğan: Hocam okuduğunuz ilk  Sâmiha Ayverdi kitabı hangisiydi?

Cemâlnur Sargut: “Batmayan Gün” beni yerden yere vurdu. Aklımı başımdan aldı. “Bu nasıl bir kitap!” dedim. Ben, çok küçük yaşta okumaya başladım. Üçüncü sınıftan itibaren Türk klasiklerini gayet rahat okuyordum. Hattâ bazı kitapları yasaklamıştı annem, çok ağlıyorum diye… Onları gizlice yatağın içinde okurdum. Orta 1’e geldiğimde de Batı klasiklerine başlamıştım. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’ini filan orta 1’de okudum. Defter tutar, şahısları yanına işaretler, -kim olduklarını unutmayayım diye- öyle okurdum. Dolayısıyla Sâmiha Anne’yi okumaya başladığımda lisede, hemen hemen bütün dünya klasiklerini okumuştum. Günde bir kitap filan bitirirdim. Öyle okurdum… Sâmiha Anne’yi elime geçirdiğim an, artık hiçbir şey okuyamayacağımı anladım. Çünkü o, bütün öğrendiklerimin, bildiklerimin, bütün felsefecilerin son noktası gibiydi. O, bütün âlimleri kendi kaleminin içinde taşıyordu. Bilgeliğiyle bütün âlimlerin bilgeliğini, kalemiyle de bütün edebiyatçıların kalemini taşıyordu. Bu yüzden o, son âlimdi. Yani son mühür gibi bir şeydi Sâmiha Anne.

O bakımdan da Batmayan Gün beni vurdu geçti. Nasıl bir kitaptı bu? Enteresan olanı, tasavvufî ve dinî eserler çoktu. Mesnevîler, Fususu’l Hikemler, Fütuhat-ı Mekkiyeler… Ama onların hepsinin özetini roman gibi vermesi ve insanlara onları sevdirmenin yolunu romanın hikâyeleri arasında anlatmasıydı.. Bu muazzam bir dehâ diye düşünmüştüm o zaman. Hattâ Kerim Bey, efendimi temsil ediyordu orada. Oğlum olursa adını Kerim koyacağım diye karar verdim. Benim hayatım hep K harfi ile geçti. Çok şükür Allah bana bir oğul verdi. Belki isminin yüzüsuyu hürmetine vermiş olabilir yani.

Müge Doğan: Peki, gençlere tavsiye edeceğiniz Sâmiha Ayverdi kitapları hangileridir?

Cemâlnur Sargut:  Gençlere tavsiye edeceğim çok kitabı var. Meselâ gençlerin hiç tarih bilgisi olmadığı için “Türk Tarihinde Osmanlı Asırları”nı çok tavsiye ediyorum.  Osmanlı pâdişahlarını  bu kadar doğru bir bakışla, bu kadar objektif bir bakışla tanımaları açısından çok önemli bir eser. Maalesef insanlar kendi tarihlerini bilmiyorlar. Gene Sâmiha Anne şöyle derdi: “Keşke bilsek… Bilsek, kimse bizim önümüzde duramaz. Ama biz bilmiyoruz. Onun için de kendimizi savunamıyoruz.” Onun için ben gençlere ilk önce “Türk Tarihinde Osmanlı Asırları”nı tavsiye ediyorum.

Sonra tabiî beni en etkileyen – biraz gençlerin özelliklerine göre; eğer aşk tarafları hâkimse, “Yusufçuk”, “Dile Gelen Taş”, “Hancı” ve “Mâbedde Bir Gece”yi tavsiye ediyorum. Eğer tasavvufla ilgili bilgi edinmek istiyorlarsa “Yaşayan Ölü”, “Batmayan Gün”, “Yolcu Nereye Gidiyorsun”, “Son Menzil” ve “Ateş Ağacı” gibi kitaplarını tavsiye ediyorum. Ama Türkiye’yi, aynı zamanda tasavvufu, aynı zamanda Türkiye’nin devir devir ne hâller geçirdiğini görmek istiyorlarsa, “İbrahim Efendi Konağı” gibi daha sonradan yazmış olduğu ve küçük hikâyeler içerisinde anlattığı diğer kitaplarını tavsiye diyorum. Ama benim için, hangisini okurlarsa okusunlar, hepsinin içinde hem tarih, hem ilim, hem tasavvuf, hepsini bulacaklardır.

Müge Doğan: Teşekkürler..

Sâmiha Ayverdi’nin ‘Hancı’sından…

Ağlasam, ah ağlayabilsem… ama ne mümkün!

Sanki bir muhârebe sonu, bir mütâreke günü yorgunluğu içindeyim. Fakat ben, iğreti barış değil, mutlak sulh isterim. Hedef bu: Zafer ve barış.

Yârabbî, imdad yolla. Beni mağlûb etme!

Mâdem ki elime Tevhîd bayrağını verdin, bunu yere düşürtüp nefsim düşmanına çiğnetme!

 

 

Tundan tuna gitmeyi, renkten renge girmeyi, senden değil derlerse, ya ben kimden öğrendim?

Yetmiş iki milletle, yetmiş türlü mezheple, izzet zillet mihnetle, vahdet kesret hicretle, hasret hasret hasretle haşır neşir olmayı, senden değil derlerse, ya ben kimden öğrendim?

 

Çin’deyim, Hind’deyim, her yerdeyim ben. Ölenle ölürüm, kalanla kalır. Ağlayana yüzüm yok, güzelnleyim ben. Darağacında katilleyim. Mahkemede mücrimle. Kendim de şaşarım, kaç parçayım ben?

Şahbaz gibi bulut deler, kötürümle sürünürüm. Bir âşıkın göz yaşında, yanındayım ben.

Şebnem şebnem asılırım günlere gecelere… İplik iplik dolanırım seslere hecelere..

Zamân içre durağım yok, mekânsızım ben.

Hod, müşkülüm. Kadîm’denim, bilmeceyim ben. Melek, şeytan, âciz kalmış, bilememiş, çözülmedik bilinmedik muammâyım ben…

Ben Sade Sana Yenilmek İçin Geldim

Söze seneler evvel diye başlayacaktım ki bu ifadeyi çok eksik buldum anacığım…

Çoook çoook seneler evvel desem daha hakkāniyetli olacak sanırım.

Evet, işte o kadar uzun zaman önce ben genç bir kızken okumuştum Yusufçuk’taki derûnî halleşmeni… Hatta yazdıklarının derin mânâlarını anladığımı zannederek gözlerimden inen yaşlar da eşlik etmişti her kelimesine! O zaman da yine bugünkü gibi kendimi O’nunla söyleşirken bulmuştum…

Ey Güzel Allah’ım! Seni çok sevmek istiyorum! Ne olur beni bekletme! Yalvarırım vaktimi zâyi etme! Tez ver dileğimi! Tez ver murâdımı…

Sanki isteyip istememek elimdeymiş gibi yalvarırdım… Daha çocuk denecek yaşta olmama rağmen bu dileğimin yerine gelmesi için bir diyet vermem gerektiğini biliyordum. Ama ilmen…

Beni sevmenin diyeti candır!

O zaman tıpkı gazâya çıkmış cengâverler gibi atıma atlayıp, meydana çıkıp, dörtnala koşturarak önüme çıkanı devireceğim, onun için savaşacağım zannetmiştim. O gün bugündür de bu savaşı vermeye uğraştım. Çok klişe bir söz olacak ama ben de herkes gibi kendime göre çok çok acılar çektim. Hayatımın her anında kendimi cenkte zannettim. Sanki sonunda galip geleceğim, kazanacağım!

Sonra bir tek tebessümüne her nefeste binlerce kez canımı vereceğim sevdiğim bana öğretti ki, kazanmak benim sandığım gibi değilmiş!

Anacığım, artık aşağıda tekrar edeceğim sözlerini gerçekten anladığımı zannediyorum.

Herkes bu meydana bir zafer için gelir; ben ise sade sana yenilmek için geldim.

Bu dünyada herkesin bir iddiası vardır; benim ise senin fermanından başka bir icâzetim yok. Amma bunu kimseye anlatamıyorum; kimsede bunu bilmeye istek yok.

Düşüncenin eteği, gözle görülür kıymetlere bağlı kaldıkça, insanoğlu aşkın kudret ve tasarrufu fezalarında olup bitenleri nasıl tecessüs edebilir?

Desem ki: Ben ortada bir sebepten başka şey değilim. Buna kimi, nasıl inandırabilirim? Yediğimiz bir lokma ekmeği, içtiğimiz bir yudum suyu kana çeviren uzviyet gibi, gönlüme gizlice yol bulan bir aşk lokmasının da bu gönülde feryadlara, gözyaşlarına, ıztıraplara, zevklere istihale ettiğini anlatabilir miyim?

Evet dostlarım, ziyanı yok, beni anlamayın, iftira edin, vehminiz kalıbına dökün, çekiştirin, zanlarınız teknesinde yoğurun; hepsi de helâl olsun. Hatta izin verin, bu mezat olan, yağmalanan varlığın her parçası bir elde kalırken, ona sizinle beraber ben de pey süreyim! Amma şuna inanın, şunu bilin ki, herkesin bir zafer için geldiği bu meydana, ben sade ona yenilmek için gönderildim. (Sâmiha Ayverdi, Yusufçuk, s.13)

Allah’ım! Senin hükmün her hâl ve kârda ne güzel!

Dünya plânında şer gibi görünen zuhurların hakîkate âşinâ gözler için şeksiz şüphesiz hayır olması ne devlet!

Hatta bu hakîkatleri göremeyen kör gözlerin olması bile ne güzel!

Herkes görseydi eğer, can ile cânân arasında yaşanan hâlvetin ne kıymeti kalırdı?

Ey güzel Allah’ım!

İyi ki doğmuşum!

İyi ki seni sevmişim!

İyi ki her hükmünü yaşamışım diyen bahtiyarlardan olmak ne güzel!

Yalvarırım bir anlık bu idrâkimi bütün ömrüme hâkim kıl, gaflete düşürme!

Vücûd iklimimde bir an belirip yok olan bir serap olma!

Gel gönül tahtına kurul ve oradan hiç çıkma… Beni benimle yalnız bırakma…

Renginize Boyandık

Sâmiha Anneciğim,

 

Vuslat-ı Rahmân’a ulaşmanızın 20. yılı münâsebetiyle Ankara’da düzenlediğimiz anma toplantımız mâlûmunuzdur. Sizi, edebiyattaki dehânız, aktivist kimliğiniz, mürşidlik vazifeniz, ama en çok da gerçek bir mürid olmaktaki etkileyici hâlinizle bir kez daha müşâhade ettik.

 

Sözleriniz, sesiniz, bakışlarınızdaki mânâ, zarifçe taranmış saçlarınız, özenle dikildiği ve zamanının en gösterişlilerinden değil ama en şıklarından olduğu belli o kıyafetleriniz, her fotoğrafta edep ve zarâfetin birbiriyle kaynaştığı siluetiniz içimize doldu. Baştan aşağı zât-ı âlînizin rengine boyandık.  Tekrar hayran olduk, tekrar sevdik. Siz olmak, sizden olmak istedik. Henüz küçük bir çocukken bile Allah vergisi vakarınızın ve ölçülü duruşunuzun verdiği -fotoğraflara yansıyan- o hafif ciddi yüz ifâdenizin, yâr-i vefâdar mürşidinizin dizi dibinde olmanın coşkusuyla dışarı nasıl taştığını yüzünüzdeki mütebessim ifâdeden okuduk.

 

Resim Heykel Müzesi’nin içinde bulunan târihî Türk Ocağı Salonu’nda bize ders verdiniz o öğleden sonra. O salon ki inşâsı 1930’a dayanan, genç Türk Cumhuriyeti’nin en özenli ve ihtişamlı mimârî örneği olarak yıllarca baştâcı olmuş, opera, bale, tiyatro temsillerinden, dönemin devlet büyüklerinin çocuklarının düğünlerine ev sahipliği yapmış ama sahnesinde ağırladığı hiçbir muhterem sizin hülyalı bakışlarınızdaki derin anlam kadar konuklarının gönlünü delip geçmemiştir.

 

Sizin mânânızı salt zarâfet ve güzellikte örnek bir öğretmenmişcesine sınırlayarak tarif etmek, sizin sonsuz hazinenizin kıymetini eksiltmez; bu yalnızca bu kalemin istidâdındaki acziyete delildir. Zirâ o zarâfetin altında yatan, ahlâk-ı Muhammedî’nin ta kendisidir besbelli.

 

O öğleden sonra bize edebiyat dersi verdiniz: Dilini kaybetmiş bir milletin bekâsının mümkün olamayacağını bir kez daha dile getirdiniz. Sizin Türkçe’yi bu ülkede bir örneği daha bulunamayacak derecede zengin, şahsiyetli ve duru kullandığınıza şâhit olduk. Siz, kalemiyle nesilleri irşad eden bir büyük sultan, ardında her biri bir hazine olan onlarca kitaptan oluşan bir külliyat bırakan velûd bir yazarsınız.

 

Bize vakti boşa harcamama, her dâim üretken, her zaman hizmet için gayrette olma dersi verdiniz: Millî bilincin ve bunu oluşturan tarih bilincinin geleceğimiz için ne denli kritik olduğunu anlattınız bir kez daha. Geçmişini bilmeyen, geçmişine sahip çıkamayan bir neslin geleceğine de sahip çıkamayacağını anlattınız. Şahsiyetli bir millet olabilmemiz için bıkmadan usanmadan nasıl çaba gösterdiğinize şâhit olduk. Devletin önemli mevkilerinde bulunan kişilerde bu bilinci uyandırmak için her gün kaleme aldığınız mektuplar, evlâtlarınızda bu bilincin yerleşmesi için yarattığınız türlü vesileler… Hangi birini sayalım ki? Hz. Mevlânâ dergâhının ziyârete açılmasını sağlamanız, semâ âyin-i şeriflerini yeniden başlatmanız… Bu kadar bereketli bir ömürde ortaya konulan gayretler, anlatmakla bitmiyor ki… Bugün Fâtih’in Fevzipaşa Caddesi’ndeki ağaçlar için bile size müteşekkir olmamız gerekiyor.

 

Bize ahlâk-ı Muhammedî’yi kuşanma dersi verdiniz. Aslında yazmanın sizin için bir amaç değil yalnızca bir vâsıta olduğunu gördük. Asıl amacınızın İlâ-yı Kelimetullah’ı anlatmak olduğunu farkettik. Tüm ömrünüzü hiçbir karşılık beklemeden yalnızca Allah aşkını ve imanı yaymak gayretiyle geçirdiğinize şâhit olduk. Tüm hizmetlerinize rağmen siz hiçbir iddia gözetmemişsiniz Sâmiha Anneciğim. Gerçekte herşeyi yalnızca Hakk’ın rızası için yapan bir derviş olarak gördük sizi. İrşadı hâlâ devam eden kâmil mürşid yönünüzü ise târife zâten imkân yok. Tüm ömrünüzce yüzünü Allah’a dönmüş, aşmadan ve şaşmadan yalnızca Allah aşkı ve rızâsı için hizmet etmiş bir yaşayan Kur’an imişsiniz.

 

O öğleden sonra biz zâtınızın renklerinden kendimizce seçip boyandık Sâmiha Anneciğim. Himmetinizi esirgemeyin; bu renk kalsın üzerimizde. Âmin.

 

Sâmiha Anne’nin Kelimeleri

Tehâvür, teressüm, mustatil, tenevvü, muvâzene, tahavvül, nümâyiş, ehram, gümrah, pâyân, rikkât, bîkes, darbımesel…

Akıl defterime yazıp anlamlarını ezberlemeye gayret ettiğim kelimelerden birkaçını aktardım yukarıda… Büyük ihtimalle Sâmiha Anne’nin bir kitabından bulup derlemişimdir bunları… Ya “İnsan ve Şeytan”, ya “Edebî ve Mânevî Dünyâsı içinde Fâtih”, ya da başka bir eseri…

Sâmiha Ayverdi’nin 20. yüzyıl yazarları arasında alâmet-i fârikası şüphesiz dil zenginliğidir. Nihad Sâmi Banarlı’nın deyimiyle “ender imparatorluk lîsanlarından biri” olan Türkçe’yi hakkıyla kullanabilen belki de son hanımefendilerden biriydi. Kitaplarındaki anlam derinliğini kolay anlaşılır ve sâde bir anlatımla aktarabilmesindeki en büyük sır, onun zengin kelime hazînesidir. Çok kelime kullanır, fakat hepsi yerli yerinde, anlam yüklü ve ses âhengini gözeten bir sırada dizilmiştir.

Bu İstanbul hanımefendisinin dillere destan zerâfetini, kâğıda döktüklerinde de müşâhade etmek mümkündür. Lâkin bu zerâfet içi boş bir hoşluk nümâyişi değildir. Okuyanı bir mânâ denizine dâvet eder.  Okuyucusu ancak o mânâ denizine girebilirse yazdıklarının gerçek değerini tasavvur etmeye başlayabilir. Ona göre kullanılan kelimeler yaşanılan medeniyetin, değerlerin bir yansımasıdır. Bunu en güzel şekilde “hayatını kaybetmek” ve “Hakk’a yürümek” deyimleri arasındaki anlam farkını anlatırken hissettirmişti fakire. “Alt tarafı iki kelime” denilebilecek bir ifâde aslında karanlık ile ziyâ, boşluk ile mânâ arasındaki tezatı yansıtır. Bu minvalde başka bir örnek, teşekkür edene “bir şey değil” demek yerine “estağfurullah”, yani “bu önemsiz bir şey değildir, lâkin benden değil, inâyet-i ilâhîdir” demeyi tavsiye etmesidir. Gördüğü üst seviyedeki tasavvuf terbiyesi ve üstün mânevî idrâkı, onun kelime seçimini üstün bir hassasiyetle icrâ etmesini gerektirmiştir.

Sâmihâ Anne kelimelerini çok sever. Herşeye, herkese gösterdiği vefâyı onlara da ziyâdesiyle göstermiştir. Çağdaşları “lîsânı arındırmak” adına yüzyıllar içinde medeniyetle ve insanla yoğurularak olgunlaşmış köklü kelimelere, tâze uydurulmuş kelimeleri tercih ededursun, o anacığından duyduğu ninnideki, Efendi’sinden duyduğu sohbetteki, meşklerde duyduğu ilâhideki kelimelere sâdık kalmıştır. Çok sevdiği yoldaşı İlhan Ayverdi, bu toprakların belki de en büyük zenginliği olan kelimelerimizi korumak, onları gençlerin unutmayacağı bir kayıt altına almak adına ağır emeklerle dolu otuz senesini vererek derlediği “Misalli Büyük Türkçe Sözlük”ünün takdiminde özellikle Sâmihâ Anne’nin adını zikretmiş, kendisine şükranlarını sunmuştur.

Hakîki Türkçe’yle lezzetlenmek isteyen herkese onun kitaplarını tavsiye ederim. Hem sadece okumak için değil, fakirin de yaptığı gibi bilmediğimiz kelimelerin altını çizmek, sözlüklerden mânâlarını öğrenmek ve bu kelimeleri gündelik lisânımıza dahil etmek için. Belki terbiyesi bizlere emânet edilmiş gençlerimize bunlardan birkaçını olsun telkîn edebilmek için. Sâmihâ Anne’mizin Efendi yolunda yaptığı hizmete biraz olsun lâyık olabilmek için.

“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, deniz de arkasında yedi deniz daha katılarak yardımcı olsa, Allah’ın kelimeleri tükenmez. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” – Lokmân, 27.

‘Batmayan Gün’den

“Can çekişmek nedir, bilir misin İrfan? Can çekişmek, aşka kavuşamamaktır. ‘Aşka sâhib olan ölmez mi?’ dersen, ölen hayvandır, aşk ölmez!

Dünyâda tam mârifet, onu bilmektir. Mükevvenatta ve cihanda ne varsa, hepsi insanda toplanmış, bu sûretle insan, bütün varlıkların nüktesi ve mecmûası ve küllün göstericisi olmuştur. İşte Hâlik’in gizli olan hüviyetini eşyâda ve zuhuratta gören kimse, asıl insandır. Eğer sen de bu birlik güneşini görmeyi samimiyetle isteyici isen, güneşe delil gene güneştir. Birlik güneşi kendini gene kendi ziyası ile gösterir; fakat bu, kendini unutacak kadar hâlis ve temiz niyetli olduğun ve varlığını aşkla eritebildiğin vakit hâsıl olabilir.

Lâkin göz, güneşe, şu hepimizin tanıdığımız âteşîn küreye bile bakmaya muktedir değildir. Bu sebeple ona isli bir camla bakarlar. Güneşin görünmesine mâni olan gene onun şiddetli ziyâsıdır. Binaenaleyh birlik güneşine bakmak için de ya kâmil insan olmalıdır, yâhut da islenmiş cam gibi olan kâmil insanın varlığını siper ederek bakmalıdır.”

 

(Sâmiha Ayverdi, Batmayan Gün, Damla Yayınevi, İstanbul, 1977, s. 91)

Yanan Ama Tütmeyen Sultan

Sâmiha Ayverdi  Hanımefendi’yi ben hiç görmedim, ama onu göreni gördüm, çok şükür. Onu eserlerinde okudum ve küçücük aklımla tanımaya çalıştım.

 

Sâmiha Anne, devrin sahibi Ken’an Rifâî Hazretleri’nin halifesiydi. Efendisinin kalemiydi. Yazdığı eserlerde Muhammedî ahlâkı, enfes bir dille anlatmıştır. Sâmiha Sultanın eserleri bizimle konuşur ve bizi bize gösterir. Tıpkı Mesnevî gibi, yazdıkları içimize dönüp bizi içimizde yolculuğa çıkarır. Eserlerinde nefis kaplanlarını, yılanlarını  ve ruhun deryalarını ve derinliklerini bir arada aynı sahnede anlatır. Nefsin kötülüklerini ruhun güzelliklerini seyrederiz.

 

Sâmiha Ayverdi, Allah aşkıyla dopdolu gönlü ile ney olmuş bir insandı. Bunu Cemâlnur ve Meşkûre Annelerimin anlattıklarından biliyorum, yani onu görenlerin gözünden. Bir de yetiştirdiği öğrencilerinin güzelliğinden… Efendisi “Sâmiha, yan ama tütme” demişler. Sâmiha Anne, yanmış yanmış ama tütmemiş hocasının isteği üzerine.

 

O, Allah aşkını eserlerine akıtmış. Bir eserinde “Aşk, ruhun ıstırabını susturur” diyor. Bizi ancak Allah aşkının her türlü dertten kurtaracağını söylüyor. Bir başka eserinde de   benliğimizi bulmamız için bize şöyle sesleniyor: “Yol gönüldür, yolcu sensin. Bu yolu geçmek için nefis ferâgatından başka ne çâre… Geç, fakat cennete varmak için değil, kopup geldiğin noktaya ulaşmak, asıl benliğini bulmak için geç.” Kendilerinin yazdıkları okuyanın içini aşk ve huzurla dolduruyor. Ve yolunu şaşırmışları güzel ahlâka dâvet ediyor.

 

Onun her kitabında ayrı bir feyiz vardır. Her okuyuşta bizi bambaşka hâl içine sokar. Bizi etkileyen büyük sözler değil, Sâmiha Ayverdi gibi büyük insanların, hâl ehillerinin, söyledikleri sözlerdir. Allah idrakini nasip etsin.

 

Âmin.

 

Ne Haber? Uzaktaki Yakîn – Uzaktaki Yakîn – Uluslararası Üftâde Hazretleri Sempozyumu ve Cemâlnur Sargut’a Azerbaycan’dan Fahrî Doktora Unvanı…

Bursa Büyükşehir Belediyesi ile Türk Kadınları Kültür Derneği ve Kerim Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı’nın ortaklaşa düzenledikleri “Uzaktaki Yakîn” Uluslararası Üftâde Hazretleri Sempozumu, 18-19-20 Nisan 2014 tarihlerinde Bursa’da gerçekleştirilecek.

 

Düşünce, ahlâk ve gönül dünyâmızda asırlar boyunca büyük iz bırakan, âriflerin sultânı Üftâde Hazretleri’nin mânevî şahsiyetinin daha iyi anlaşılması ve günümüz insanıyla buluşturulması amacıyla, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ev sâhipliğinde düzenlenecek olan sempozyum, yaklaşık yirmi beş yerli ve yabancı akademisyenin katılacağı oturumlarla Uludağ Üniversitesi ile iş birliği içinde yapılacak.

 

Üftâde Hazretleri’nin tasavvufî, târihî ve edebî açıdan daha iyi anlaşılmasına yönelik bu uluslararası sempozyum, Üftâde Hazretleri’nin ebedî istirahatgâhı olan Bursa’da gerçekleştirilecek. Sempozyumda, Kuzey Carolina Üniversitesi Dinî Etüdler Bölümü’nden Prof. Carl Ernst, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Ekrem Demirli, Boston Üniversitesi Teoloji Bölümü’nden Prof. James Morris gibi önemli uzman bir araya geliyor.

 

“Uzaktaki Yakîn” başlıklı uluslararası sempozyum, TÜRKKAD ve KERİM Vakfı’nın “Anadolu’ da Yaşamış Büyük Mutasavvıflar” konulu sempozyumlar serisinin bir parçası olarak gerçekleştirilecek. Çok sayıda yerli ve yabancı araştırmacının katılımıyla yapılmış olan  Hacı Bayram Velî Sempozyumu (2012), “Sırrın Sırrı” Sultan Veled Uluslararası Sempozyumu (2013), “Kulun Niyâzı” Mısrî Niyâzi Sempozyumu (2010), “Modern Çağ ve İbn Arabî” Uluslararası İbn Arabî Sempozyumu (2008) gibi toplantılar, daha önce bu doğrultuda yapılan çalışmaların yalnızca bir kısmını oluşturuyor.

 

 

Mutasavvıf-yazar Cemâlnur Sargut’a Azerbaycan’dan Fahrî Doktora Unvanı…

 

Azerbaycan Milletvekili Ganire Paşayeva’nın dâvetiyle Azarbaycan’a giden Cemâlnur Sargut’a, 30 Ocak 2014 tarihinde düzenlenen bir törenle Bakü Asya Üniversitesi tarafından fahrî doktora unvanı verildi.

 

Bakü Asya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Celil Nageyev ile milletvekili Ganire Paşayeva’nın ve çok sayıda dâvetlinin de hazır bulunduğu törenden önce bir konuşma yapan rektör Nagayev, Cemâlnur Sargut’un tüm varlığı ile İslâm tasavvufunu dünyaya anlatmak için yaptığı çalışmaların takdire şayan olduğunu belirtti.

 

Cemâlnur Sargut ise, öncelikle kendisini vatanında hissettiğini söylerek Azerbaycan’da gösterilen konukseverlik için şükranlarını ifade etti. Sargut, verilen unvanın kendisini çok mutlu ettiğini ve ömrünün sonuna kadar İslâm’a hizmet edeceğini söyledi. Kültürlerarası diyaloğun kurulması için çeşitli din temsilcilerine İslâm dininin özünün düzgün bir  şekilde anlatılmasının önemini vurgulayan Sargut, bu amaçla dünyanın çeşitli ülkelerinde temaslarda bulunduğunu bildirdi.

 

Nefes Yayınevi tarafından basılan “Dinle” Azeri Türkçesinde…

 

Reşid Behbudov Devlet Tiyatrosu’nda düzenlenen bir konferans ile Azeri Türkçesine çevrilmiş olan Sargut’un “Dinle” isimli  kitabının tanıtımı yapıldı

 

Konferansın açılış konuşmasını gerçekleştiren, milletvekili Paşayeva, modern dünyada kültürler ve medeniyetler arasındaki diyaloğun güncel olduğu ve İslâm’ı içten parçalayan zararlı akımların yaygınlaştığı bu dönemde, İslâm dininin mahiyetinin doğru şekilde anlatılması amacıyla düzenlenen bu tür organizasyonların önemini vurguladı. Özellikle gençleri cehalete sürükleyen zararlı akımlara karşı önlem almanın gerekliliğini belirten Paşeyava,konuşmasına şöyle devam etti:
“Ülkemiz Sovyet yönetiminin hüküm sürdüğü dönemde millî-dinî kimliğini korumak için zor dönemler geçirdi; fakat bağımsızlığını kazandıktan sonra millî ve dinî kimliğine sahip çıktı. İslâm, Azerbaycan’ın millî-mânevî değerler sisteminin ayrılmaz parçasını teşkil etmektedir.”

 

Konferansın ardından Sargut, katılımcıların sorularını cevapladı. Etkinlikte Sargut’un kitabı “Dinle” satışa sunuldu. Kitaptan elde edilecek gelirin ise otizmli çocukların eğitimi yararına kullanılacağı bildirildi.