Editörden (Ağustos 2013)

Merhaba Dostlar,

 

Ramazan konulu Ağustos 2013 sayımıza hoş geldiniz. Konu Ramazan olunca elbette oruç gibi önemli bir mânevî zevkten bahsetmemek olmaz. Bu sayımızda orucun gerçeği, fazileti ve maddî ve mânevî bize kazandırdıkları üzerine düşüncelerimizi, hallerimizi sizinle paylaşalım istedik.

Elbette Ramazan geleneklerimiz, iftarlarımız, sahurlarımız, diş kiralarımız ve en önemlisi siz güzel dostlarımızla paylaşmak istediğimiz kelâmlarımız var…

Buyurun gönül soframıza… Nice Ramazanlara ve bayramlara hayırla ulaşmak, bu mübârek günlerin hakikatini ve mâneviyâtını hal etmek niyâzıyla hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz Efendim…

 

Yosun Mater

Sohbetler (Ağustos 2013)

Bayramın irfânî mânâsı sorulması üzerine:

–  “Mücâhede ve riyâzat günlerinin neticesi visal bayramıdır” de­dikten sonra Hocamız şu fıkrayı anlattı:

–  “Bir Bektaşî babası, dervişleriyle beraber bir köye giderlerken yolda top sesleri işitmişler. Baba ‘Bu nedir?’ diye sormuş. Ramazan to­pu! demişler. Hemen dervişlerinden birine dönerek ‘Öyle ise demiş, al şu merkebi hana götür, biz de Ramazan bitinceye kadar bir yerde vakit geçirelim.’

Zevk ve safâ ile geçen bir hayli zamandan sonra baba, merkebi ha­tırlayarak aynı dervişe ‘Git bakalım, merkep ne oldu?’ demiş. Derviş gitmiş, fakat hanın yandığını, merkebin ise kaybolduğunu ve Ramazanın da çoktan bitmiş bulunduğunu görerek dönüp gelmiş ve:
Han harâbest
Merkep türâbest
Ramazan cicos
Bayram mübârekest


diye cevap vermiş.
Her sözde hakikat aradığımız için bu tuhaf hikâyeden de şu haki­kat mânâsını çıkarıyoruz: Vücut hanı harap olup, nefis merkebi de tü­rap olunca hicran biterek visal bayramı mübarek ola.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 55-56)

 

**************

Şeyh Yûnus Efendi:

– Eyvallah… Aman Efendim eyvallah… Allah sizden hoşnut olsun.

– “Allah nefsimizin şerrinden muhâfaza etsin, rızâsından ayırma­sın. Geceler geldi, gündüzler gitti. Ramazan ayı geçti. Topla davulla yi­ne geçti. Öteki aylar topsuz davulsuzdur. Topla davulla olan böyle geçi­yor. Ötekiler ise hissedilmeden geçip gidiyor.

Avâmın Ramazan’ı, malûm olan ayda, orucu bozan şeylerden, havassın yâni Allah’ın has kullarının orucu ise fikir ve his günahları demek olan gafletten, yâni Hak’tan gayrı şeylerden kaçınmak ve riyâzatta bulunup cânânın vuslatı bayramına intizar eylemektir. Avâmm orucu senede bir aya mahsustur. Bu ise vuslat bayramı müyes­ser oluncaya kadar devam eder.”

Şeyh Yûnus Efendi:

–   Bu akşam ayı, fakir de gördüm.

“Basra’da, Anadolu’da bugün bayram. Halbuki bizim başımız şerîate bağlıdır. Biz, mademki orucu, ulû’lemir olan hükümetin topuyla tuttuk, yine onun topu ile bozarız. Bu hususta mes’ûliyet varsa, bize âit
değildir. Esasen âlemin intizâmı da bunu icap eder. Herkes, ben ayı gördüm… der oruç tutar ve oruç bozarsa, o vakit birlik olmaz.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 547)

 

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi: “Orucu lâyıkı ile tutan insan için mutlaka Allah’tan bir mükâfat ve yakınlık vardır”

 

“Orucu lâyıkı ile tutan insan için mutlaka Allah’tan bir mükâfat ve yakınlık vardır”

 

Cemâlnur Hocamızla bu ayki sayımız için Ramazan, oruç, bayram ve zekât konusunda sohbet ettik. Bu kavramların tasavvufî mânâlarını hâl edebilmeyi niyaz ediyoruz.

 

Müge Doğan: Hocam, bu mübârek Ramazan ayını yaşarken  farz olan ibâdetimiz oruçtan bahsetmek istiyoruz.  Fîhi Mâ Fîh’te “Oruç, insanı bütün zevklerin, güzelliklerin kaynağı olan yokluğa götürür. Allah sabredenlerle beraberdir” diyor Hz. Mevlânâ…

 

Cemâlnur Sargut: Bu ayın bütün kıymeti, nefsinle mücâdele etme ayı oluşu ile alâkalı. Bir de enteresan şekilde benim gördüğüm, meselâ namaz kılmayan insanlar bile oruç tutmaya çalışıyorlar.  Demek ki oruç, insanlar arasında daha popüler, daha rahat yapabildikleri bir ibâdet. Belki de devamlılığı olmadığı için. İnsanların hiç olmazsa bir ay bu vazifemi yapayım dedikleri bir ibâdet. Ve tabiî ki iki tür oruç tutmak var. Biri, sabrederek, zorlanarak oruç tutanlar var; onlar Allah indinde çok makbuller, çünkü nefisleri ile mücâdele ediyorlar. Fakat insân-ı kâmiller için oruç başka bir zevk, çünkü onlar duydukları her açlıktan zevk alırlar ki kavuşmanın zevki için o açlığı duymaları gerektiğini hissederler. Onlara açlık açlık, acı acı, sıkıntı sıkıntı gibi gelmez. Dolayısıyle oruç herkesin kendi kendini imzaladığı bir ibâdettir. Zorlukta kalanlar “çok şükür Allah için nefsimle mücâdele zevkim var” derler. Hiç acı duymayan insân-ı kâmiller ise “Allah beni daha yakınına, kurbiyetine yükseltmiş  çok şükür” derler. Oruç tutamayanlar ise o tövbe ve acı ile Allah’a yaklaşırlar. Bir de tabiî hiç tutmayanlar, Allah onlardan tecelli etse de, nefisleri vâsıtası ile bu tecelliyi görmediklerini kendi kendilerine imzalarlar. Dolayısıyle Ramazan ayı herkesin ne olduğunu belli eden, o bakımdan da çok önemli bir aydır. Tabiî ki o sabrı sonucunda da çok mükâfatların verildiği bir aydır.

 

Müge Doğan: Kâşânî Hazretleri, “Orucun nihâyeti yaradılış şeklini ve onu güçlendiren Allah’ta fenâ ile korumaktır.” der ve bu sebeple kudsî hadiste şöyle buyurmuştur: ”oruç benim içindir, onun mükâfatını da ben veririm.”

 

Cemâlnur Sargut: Çok doğru… Yani Allah, onu korumaya alıyor. Ne ile korumaya alıyor? O’nun için gösterdiği sabra olan hürmeti ile. Bu iş o kadar karşılıklı bir alışveriş işi ki …Yani şunu söylemek istiyorum, insan dâimâ herhangi bir ibâdetle, yâhut nâfile ibâdetle Allah’a yaklaşmak, yani cüz’ün külle yaklaşması için bir gayret içine girer. Meselâ hiçbir ibâdet yapmayan bir insan bile bir fakire bir para verdiğinde kendini rahat hisseder ve bu rahatlık bile nâfile ibâdet olması hasebi ile Allah’a yaklaşmaktır. Fakat bu yaklaşmak bir şey ifade etmez. Mutlaka  Allah’ın ona tenezzül etmesi ve eğilmesi lâzım. İşte Allah’ı hissederse, o ibâdet zevk hâline gelir, hissetmezse zorla, sadece nefsini rahatlatmak anlamına gelir. O bakımdan oruç, senin yüceldiğin ve Allah’ın sana mutlaka tenezzül ettiği bir ibâdettir..

 

Müge Doğan: O yüzden mi “Oruç benim içindir ve mükâfatı benim” diyor? Yani sana mükâfatım, sana tenezzülüm mânâsında mıdır bu?

 

Cemâlnur Sargut: Evet, meselâ Allah namazda tenezzül etmeyebilir  ama oruçta tenezzül eder. Ama gerçek anlamda, yani lâyıkı ile oruç tutan insandan bahsediyorum. Kalp kırmayan, gönül kırmayan, yani beş duyusu ile oruç tutan, en azından buna gayret eden insana mutlaka Allah’ın bir tenezzülü vardır. “Mükâfatı benim” demesinin sebebi budur. O bakımdan bu ay çok kıymetli bir aydır. Lâyıkı ile kılınan namazın sonucu miraçtır o başka, ama orucun sonu mutlaka Kur’an’ın açıklanması ve anlaşılmasıdır. Kur’an, Allah’ın hakikati ve mânâsı olduğu için de bunun neticesinde Kur’an’ın mânâsını o kişi idrak eder yani nefsinin peçesini kaldırmış olur.

 

Müge Doğan: Hocam, pek çok insan sizin de söylediğiniz gibi farz olan diğer hiçbir ibâdeti yerine getirmezken bu bir ay boyunca her şeyden kesilip çok düzgün orucunu ifâ ediyor ve sonrasında İslâm’da pek de kabul görmeyen alışkanlıklarına ve hayatına devam ediyor. Bir şekilde nefsiyle yaptığı bu bir aylık da olsa mücâdelenin sonunda o insanın mükâfatı nedir hocam?

 

Cemâlnur Sargut: İnsan o orucu tuttuğu için dünyada  mutlaka bir rahatlama hisseder. Meselâ, şu anda Türkiye çok refahta ama bugün Batı âleminin bizden daha refahta yaşamasının sebebi, bizden daha müslümanca yaşamaya çalıştıkları içindir. Bu tür yaşayış, müslümanca yaşayış, bilinçli veya bilinçsiz olsun dünya refahını sağlar. Bilinçsiz de olsa dünyadaki refahını sağlar ama öbür âlemini sağlamaz.

 

Müge Doğan: Yani vücûdî bir rahatlık mutlaka yaşar insan…

 

Cemalnur Sargut: Evet, insanın herşeye rağmen o orucu Allah için tutması vücûdunda bir rahatlığa kavuşmasını mutlaka sağlar ama sonuçta Allah’a olan yakınlığını sağlamaz. Orucu lâyıkı ile tutan insan için mutlaka Allah’tan bir mükâfat ve yakınlık vardır ama lâyıkı ile oruç tutandan bahsediyoruz. Yani beş duyusu ile tutacak orucu…

 

Müge Doğan: Hocam birbiri ardına gelen iki farz ibâdet olması hasebiyle bir de zekâtın mânâsını açalım mı? Kâşânî Hazretleri diyor ki, “zekâtın nihâyeti, Allah dışında her şeyi Hak sevgisi samimiyeti ile harcamaktır…”

 

“Malından mülkünden vereceksin ama en önemlisi nefsinin arzu ve isteklerinden vereceksin. Bunların hepsini verdiğin zaman zekât olur.”

 

Cemâlnur Sargut: Zekâtın asıl mânâsı, kendi nefsine ait neyin varsa onu vermek demektir. Yani Allah dışında dediği, olmayan bir şeylerimiz yani nefsimizin hayâlî arzuları ve istekleri, sevgileri hattâ mâsiva dediğimiz dünya ile ilgili  herşeyin diyetini ödemek zekâttır. Yani sadece malın kırkta birini vermek değil. Benim çok etkilendiğim bir hadiste Peygamber Efendimiz “senin verdiğin sadaka önce Allah’ın eline düşer” diyor. O halde sen Allah için verirsin, ne verirsen verirsin. Hattâ meselâ kafanın içinde bir fakire bir lira vermek var da nefsine ters gelen şekilde iki lira veriyorsan işte o Allah için çok kıymetlidir. Yani burada önemli olan verdiğinin miktarı değil, nefsini zorlayan şekilde vermektir.

 

Müge Doğan: Hocam, orucu “nimetin insana şükrüdür” diye öğrendik sizden… Hücvirî Hazretleri de demiş ki “zekâtın hakikati, nimetin şükrünü kendi cinsinden edâ etmektir.”

 

Cemâlnur Sargut: Zaten oruçla zekâtın arka arkaya gelmesinin mânâsı da bu… Şunu söylemek istiyor Hücvirî Hazretleri: Sana nimet bir cevap verdi ve sana oruç tutma fırsatını verdi, sen o fırsat ile birlikte Allah’a yaklaştın, Allah da sana tenezzül etti yani nimet sana bir ödeme yaptı. O zaman sen de bunun şükrünü  zekâtını vererek öde, demek istiyor. Sen de buna karşı bir şükür ödeyeceksin ve zekât vereceksin. Nasıl vereceksin? Malından vereceksin, mülkünden vereceksin ama en önemlisi Kâşânî Hazretleri’nin söylediği gibi nefsinin arzu ve isteklerinden vereceksin. Bunların hepsini verdiğin zaman zekât olur. Meselâ dedikodunu vereceksin, yalanını vereceksin. Allah’ın istemediği bütün kötü huylarını dağıtacaksın, vereceksin.

 

Müge Doğan: Yani sanki oruç, zekâta bir ön hazırlık gibi oluyor.

 

Cemalnur Sargut: Evet. Orucunu doğru tutan, mânâya eren kişi, Allah’ın lûtfu ile kendindeki çirkin tarafları da o anda terk eder, verir diyor. Bir de aşırılıklarından da vereceksin. Aşkın varsa aşkından vereceksin, ilmin varsa ilminden de vereceksin, eşin ile mutlu isen o mutluluğu mutlaka bir mutlu olmayana yardım ederek, onun bir acısını dindirerek ve onların da mutlu olmasını sağlayarak vereceksin. Meselâ çocuğundan memnunsan yetime yardım edeceksin. Bir evlât sahibisin ve çok şükür diyorsan yetime yardım edeceksin ki onun diyetini ödeyebilesin. Yani herşeyin diyetini ödediğimiz ve  bunu da Allah’ın yakınlığı ile yaptığımız bir aydan bahsediliyor. Onun için oruç kalkan ve koruyucudur, zırh gibidir, diyor İbn Arabî Hazretleri…

 

“Çocuklarımıza Allah’ın o sonsuz büyüklüğünü öğretmek için Ramazan büyük  bir fırsattır.”

 

Müge Doğan: Peki bu oruç zevkini çocuklarımıza nasıl verelim?

 

Cemâlnur Sargut: Asıl mesele zaten orucun getirdiği yan kavramlar. Meselâ toplu halde ailece sahura kalkmak ki gece yarısı kalkmak çocukların çok hoşuna gider. Bir de ‘ben de oruç tutacağım’ zevkini vermek çok önemli. Hiç bir zaman ibâdet etmedikleri, hattâ Allah’ın istemedikleri şeyleri yaptıkları halde oruç tutan insanlardan bahsettik. İnsanın en azından dünya refahı için o zevki  bir aşılamak lâzım.. Çocuklar orucu bütün gün tutamazlar. Son birkaç senedir özellikle çok uzun. Meselâ senin çocuğun çok  küçük. Yarım gün yarım gün oruç tutturmak, yani kahvaltı ile öğlen yemeği arasında hiçbir şey yemeyerek tutması uygun. “Ah maşaallah, ne güzel tuttun” diye onu taltif etmek, yüceltmek, büyütmek ve herkese “ben oruç tutuyorum” deme zevkine eriştirmek lazım. Bunun için de mükâfatlar vermek, hediyeler vermek lâzım. Sonra toplu iftarlar yapmak ve onu arkadaşları ile iftarda buluşturmak, iftarı eğlence ve zevk halinde geçirmek, eski devir iftarları gibi oyunlarla zevk halinde geçirmek lâzım. Bunun için evlerimizde çocuklarımızın arkadaşlarına özel çocuk iftarları vermek lâzım. Hep büyük iftarları veriyoruz ama çocuklarımızın arkadaşlarına, özellikle zengin ailelerin çocuklarına… Fakirlerin değil -onlar zaten iftardalar dâimâ-, ama zengin aile çocuklarının birçoğu iftarın zevkini bilmiyor. Sadece kendi çocuğumuza değil, onlara da o zevki aşılamak çok önemli. Hattâ mümkünse evimize bir Karagöz perdesi kurmak ya da onlara Allah ile ilgili, Peygamber ile ilgili sorular soracak bir öğretmen getirerek bu şekilde gecelerini mutlu etmek gerekir. Sorulara doğru cevap verene hediyeler dağıtmak çok önemli. Meselâ Peygamberimizin adını bile bilmeyen ilkokul çocuğu gördüm ben. Bütün komutanların adını biliyordu ama Peygamber’in adından bîhaberdi. Onun için biraz Peygamberimiz ile ilgili bilgi vermek, Peygamber’i çok sevmesi gerektiğini öğretmek, Allah’ın o sonsuz büyüklüğünü, ne kadar affedici olduğunu öğretmek için Ramazan büyük  bir fırsattır. Eğlence ile bunları yapmak lâzım, korkutarak değil.

 

Müge Doğan: Peki eskiden hep böyle mi geçerdi Ramazan? Sanki eskiden zaten hep böyle yaşanırmış ama biz artık hakkını veremiyoruz Ramazanın?

 

Cemâlnur Sargut: Aslında bu biraz çevre meselesi. Eskiden böyle değildi. Bilakis bu kadar bile güzel değildi. Çünkü eskiden daha kapalı devreler yaşadık biz. İhtilâl devreleri yaşadık. Yani bugünkü Sultanahmet’teki gibi bir ramazan zevki yoktu İstanbul’da ama bizim çevremiz çok güzel olduğu için, ramazanı zevk haline getiren insanlar olduğu için biz güzel yaşadık. Çocuk iftarları, büyük iftarları yapılırdı… Hattâ hocam, daha sonra büyük otellerde de zengin aile çocukları ile kimsesiz çocuklar yurdundan gelen çocukları birleştirerek o zevki yaşattı. Noel’de Hıristiyanların duydukları zevki biz ramazan gecelerinde yaşamaya başladık. Çocuklarımıza da onu anlatmaya başladık. Yani çevrenin çok büyük önemi var.

 

Âmin alayları, Kur’an dersleri, sünnet merâsimleri… Bunlar çok önemli. Şimdi çok yanlış bir âdet var maalesef. İslâmî kesimde de daha doğar doğmaz çocuğu sünnet ediyorlar, acı çekmesin diye. Hayır, bu çok yanlış bir şeydir. Çünkü çocuğun onu hissetmesi ve erkekliğe geçişini idrak etmesi, o sünneti hayatı boyunca unutmayacak bir zevk hâline getirmesi lâzım. Parası yoksa çocuğuna bir tane kıyafet alır, yâhut birinden bir kıyafet bulunur ve mübârek yerler gezdirilir, arkadaşları dâvet edilir, evde bir sünnet yemeği yapılır. Eğlenceler tertiplenir. Yani sünnetin zevkini çocuğun yaşaması lâzım. Çocuk iftarları, kandil geceleri… Bunları çok büyük eğlencelerle zevkli şekilde kutlamak çok önemli, çocuklara sevdirmek açısından. Bizim yüzlerce Noel’imiz var. Onları Noel gibi geçirtelim ki Noel’e ihtiyaç duymasın çocuklar. Şimdi Noel’i hoş bir şey gibi görüyorlar ama biz kandilin zevkini, ramazanın zevkini öğretirsek onları kopartırız o sıkıntıdan.

 

“Bayram bir kaçma günü değildir, hiç olmazsa bayramın birinci günü ailelerimizle beraber olup sonra tatile çıkalım”

 

Müge Doğan: Peki hocam eski bayramlar?

 

Cemâlnur Sargut: Eski bayramlar çok güzeldi. Bugün de tabiî güzel ama ne olsa insan hep bir eskiyi özlüyor benim yaşıma geldiği zaman.  Sabaha kadar başını beklediğim kırmızı rugan ayakkabımı hiç unutmuyorum. O benim hayatımda aldığım en güzel hediyeydi babamdan.Yani çocuklara yeni bir şey, meselâ onların istediği kıyafeti alırsak, bayram o kıyafet gibi gözükür onlara… Ama çocuğu aşırı beslersek yani ona her gün elbise alıyorsak, bu sefer bayramda ona aldığımız elbisenin kıymeti kalmaz. Yani bayramı hiç sahip olmadığı bir şeylere sahip olma günü olarak görmeli çocuk. Onun için çocukları çok beslemeyip bayrama bırakmak lâzım. Tabiî biz çok şanslıydık çünkü meselâ lunaparklar sırf bayram günü kurulurdu bizim zamanımızda. Hattâ benim kardeşim Âsuman ile bir hikâyem var. Ben altı yaşında verem olmuştum, yürüyemiyordum ve onun için de hiçbir yere gidemiyordum. O zamanlar  bayram günleri çok güzel bir âdet vardı, büyükler el öpen bütün küçüklere mendilin içine para koyarlar ve küçükler sırf mendilin içindeki o paraya sahip olmak için gidip bütün büyüklerin ellerini öperlerdi. Çok güzel bir âdetti. Tabiî Âsuman bir sürü para biriktirmiş ve herkes bana da yollamış para. Âsuman için lunapark fırsatı var ama o paraları getirdi, yanıma bıraktı ve bana dedi ki “ne zaman sen iyileşirsen biz beraber o zaman gideriz” dedi. Yani bayram, ramazan kurbiyettir. İnsanların yakınlaşması, birbirine sevginin artması, bir şekilde öyle veya böyle büyükleri ziyâret, onları görmek ve onlara hürmet etme zevkini taşımaktır. O bakımdan çok kıymetli zamanlardır. Mânevî büyüklüğünü artık anlatmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bayram bir kaçma günü değildir, hiç olmazsa bayramın birinci günü ailelerimizle beraber olup ondan sonra tatile, rahatlamak için (tabiî çalışan insanın da çok ihtiyacı var) gitmek daha mantıklı geliyor bana. O ilk günün çok önemli olduğunu düşünüyorum aile açısından.

 

Müge Doğan: Hocam çok teşekkürler..

 

Ramazan Nerede?

Oğlum Kenan kucağımda, balkonda bekliyorduk. Vakit akşam olmak üzereydi. Ezan neredeyse okunacaktı.

  • Birazdan Ramazan gelecek Kenan, dikkat et tamam mı?

Biz dikkatle beklerken, trafiğin gürültüsünün arkasından segâh makamında nağmelerle süzülüverdi akşam ezanı. Hafif pembeleşmiş gökyüzünü tatlı tatlı doldurdu. İşte yine o gelmişti, yine ona kavuşabilmiştik çok şükür!

  • Koş Kenan, annene haber ver, Ramazan geldi!
  • Baba nerdee? Baba Ramazan nerdee? Baba nerdee?
  • Oğlum duymuyor musun? Ezan okunuyor; Ramazan geldi!
  • Baba nerdee? Baba Ramazan nerdee?
  • Haydi koş, annene haber ver. “Ramazan geldi anne” de!
  • Anne Ramazan geldi! Baba nerdee? Baba Ramazan nerdee?

Ben hem gülümsüyor hem de düşünüyordum: Sâhi, Ramazan nerede? Henüz üç yaşına gelmemiş bir çocuğa anlatmak zordu belki ama balkonda otururken Ramazân-ı Şerif’in nasıl tezâhür ettiğini düşünmeye başladım.

Önce sadece İhlâs-ı Şerif’te nüzûl buyurulmuş olan Samed ismine boyanabilmek için en büyük fırsatımız olan oruç… Keşke tüm gün aç ve susuz kalmayla başarılabilse. Fakat çok zor. Kızmak yok, kötü söz yok, dedikodu yok, kalp kırmak yok, yalan, iftira hiç yok!

Sonrasında bir lokma ekmeğin, bir yudum suyun ne derece önemli olduğunu hatırlatan, ihtiyaçlarımızla Allah’a dönüşümüzün en açık tecellîlerinden iftar vakti. Hz. Mûsâ’ya dahi bahşedilmemiş Cemâl’i görme nîmetine dünya gözüyle erebileceğimiz belki de tek an… Ve o ânın yaşandığı sofra: Büyükler, küçükler, akrabalar, dostlar… Hep birlikte edilen duâlar… Kendininkinden ziyâde komşusunun, ihtiyaç sahibinin açlığını, susuzluğunu dindirmeye çalışan müslümanlar… Tüm gün aç kaldıktan sonra aslında yine bir tas çorba, bir kap yemekle karnın doyduğunu hatırlayan, yemenin içmenin ötesine bakmayı öğrenen insanlar…

Şu fırtınalı dünyada güvenle tutunabileceğimiz Allah’ın ipi Kur’ân! Bu ayda inmiş yedi kat semâdan gönüllerin efendisine… Şimdi de bizlerin gönüllerine işlemesi için bir fırsat! Câmilerde, evlerde okunup binlerce kez hatmedilecek. Kocaman yeryüzünde her an bir âyeti okunuyor olacak. Fâtiha kilitli kalplerimizi açacak tekrar. Kıssaların en güzeli Yusuf Sûresi okunacak milyonlarca kez. Yâ sin’le Peygamberimiz belki milyarlarca kez idrâk edilecek. İnşirah’la göğüslerimiz açılacak, tertemiz kar sularıyla yıkanacak kalplerimiz Nur Sûresi’ni okurken, Fetih Sûresi fethedecek bizleri tekrar tekrar. İslâm’ı, teslim olmayı öğreneceğiz Bakara ile… Ayetü’l Kürsî, Felâk ve Nâs muhâfızı olacak tüm sevdiklerimizin. Yüzlerce lisan konuşan insanlar, bu ay Allah’ın lisânını öğrenmeye gayret edecekler. Bu lisan dille değil, kalple konuşuluyor, lâkin telâffuzu çok zor Kenan!

Ramazân-ı Şerif âdetâ bayramın ta kendisi. Fakat kurban olduğum Allah bir de bayram bahşetmiş bizlere. O bayramdan önceki geceyi, Arefe gecesini de O vermiş bizlere. Bu muazzam ayı Efendimiz’in bize yakıştıracağı şekilde idrâk edip bayramının arefesinde “ârif” olmak nasip olur mu fakirlere?

Şüphesiz, Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

 

Rahmetine Sığınmak

Ramazan ayının ayrı bir büyüsü ve güzelliği var. Allah’ın rahmetinin üzerimize yağdığı bir ay, ramazan ayı. Onbir ayın sultanı, kısacık bir süre bile olsa Allah’ın ihtiyaçsızlık sıfatına bürünmemize sebep oluyor.

 

Ben onbir ay boyunca açlığa hiç dayanamayıp, iki saatte bir bir şeyler atıştırırım. Ramazanda 16 saatten fazla yemek yemeden nasıl durduğumu önceleri anlamıyordum. Çok şükür ki Allah istediği ve izin verdiği için oruç tutabiliyorum. Aslında tutabiliyorum kelimesi çok abes. Allah’ın sonsuz rahmet ve tenezzülü sayesinde saatlerce aç durabiliyoruz.

 

Her şeyin başında boynu bükük bir şekilde edilen niyetin olduğunu düşünüyorum. Niyet edip başlıyoruz oruca, Allah’a doğru bir adım atıyoruz. O da kulunu boş göndermez, bir adım atana koşarak gelir ve yetişir. Onun içindir ki ben oruç tutuyorum demek çok büyük bir edepsizlik gibi geliyor bana. Allah’ın lutfu ile olan bir hâdise şeksiz şüphesiz.

 

Oruç tutmanın sadece aç kalmak olduğunu zannediyordum önceleri. Etrafıma sorardım, niye oruç tutuyoruz, diye. Hocam Cemâlnur Sargut ile tanışana kadar hiç tatmin edici bir cevap alamamıştım. Aldığım cevaplar, beylik laflar, korkutucu ifadeler vs. şeklindeydi. Benim gibi âsî meşrepli birini soğutup kaçırtmaktan başka bir işe yaramamıştı. Gerçek cevabı alamamıştım ve bir süre sonra vazgeçmiştim sorularıma cevap aramaktan. Herkes başka türlü biliyormuş Allah’ı. Kiminin Allah’ı korkutucu, kimininki cezalandırıcı, kimininki ise seven ve affeden… Ben Allah’ı son bahsettiğim gibi bilen birini hiç tanımamıştım hocamla tanışana kadar. Benim karşımda hep kızan ve cezalandıran bir Allah olduğunu zannediyordum. Sorularımın cevaplarını bulamayınca ben de kızmıştım ve hattâ küsmüştüm. Hâşâ, ben kim oluyordum da Allah’a küsüyordum, edepsizlik diz boyu…

 

Yakınlarımın söylediğine göre Allah’ın istediklerini yaparsam, -oruç namaz vs. gibi- o zaman beni sever ve beni ödül olarak cennete alırdı. İslâmiyet sadece İslâm’ın beş şartından ibâretmiş gibi anlatılıyordu. Teslim olmak, yalan söylememek, kırmamak, kırılmamak, yani İslâm’ın iç mânâsı yoktu. Ne zaman ki seven, affeden, hatâ yapınca uyaran, cezâyı adam olman için veren ve hep koruyan bir Allah olduğunu öğrendim, işte benim o âsî meşrebim durdu ve Allah’ın rahmetine sığındı. Ve bundan sonra ibadette zevk haline gelmeye başladı. Bütün edepsiz hal ve  hareketlerimden Allah’ın rahmetine  ve affediciliğine sığınırım.

 

Şimdilerde ramazan ve ramazan bayramı benim için en kutsal zamanlar. Oruç tutmaktan zevk aldığım, âdetâ Allah’ın samet sıfatını bir gıdım bile olsa tatmaktan memnun olduğum bir hâl aldı. Benim için hiçbir şey ifade etmezken sâkinleştiren ve meşreben yumuşatan bir ay bu ay. Allah’ın kendisine biraz daha yanaşmamı nasip etmesi ve affına sığınarak rahmetiyle kusurlarımı affetmesi niyâzıyla…

 

Sâmiha Ayverdi’den Ramazan Üzerine

Ramazanda İstanbul

Ramazanlarda İstanbul, görücüye çıkacak bir kız kadar heyecanlı hazırlıklarla içten içe coşar ve didinirdi. Evlerden konaklara, kenar sokaklardan cadde ve meydanlara kadar her köşenin kendine mahsus bir tavır değiştirişi, kendine bir çeki düzen verişi olurdu. Boş arsalara çeşitli eğlence çadırları kurulur, işi bozuk giden dükkânlardan birkaçı hemen boşaltılıp atış yeri haline sokulurdu. Dekor basitti: Dükkân önünü boydan boya kesen bir tezgâh hem tüfenk dolduran, hem de yeni yetişme müşterileri etrafına toplayan yüzüne bakılır iki Rum kızı. Dükkânın karşı duvarında ise, kurumuş yarasalar gibi, muayyen nişan delikleri olan üç beş manken. (1)

Ramazan hangi aya düşerse düşsün, at canbazları, sirkler, Pandomim, hokkabaz trupları da şehre o mevsimde akın ederlerdi. Kahvelerle çayhanelerde büyük temizlik, gene “ramazan”ı karşılayan haftalar içinde yapılır, hele mızrabı ve yayı bizi dertli, çılgın, perişan eden, mutî, muztarip, çaresiz kılan Tanburî Cemil Bey, bu çayhanelerde, daha çok, ramazanda çalardı. (1)

Ya evler…. Silen süpüren, ölçen biçen, takıp takıştıran evler… Evvelâ su içinde pembeleşen topuklarla tahtalar oğulur, camlar silinir, minder yaygılarından küp bezlerine kadar bütün eşyanın en yenisi seçilir; bakırlar kalaya verilir, iftarlıklar ve sahurluklarla dolan kilerler nizama konur, yalnız yukarıdan aşağı elden geçen evde, hemen tek ihmale uğrayan nokta, sokak kapısının tokmakları olurdu. Zira Türk, görünüşe omuz silken, babadan kalma bir zihniyetle en geç bu işi düşünür, ya da hiç hatırına getirmezdi Fakat bu ihmalde, biraz da çıplak kolunu evinden dışarı uzatamayan kadının çaresizliğini de aramak lazımdı. Bu yüzden de konak kapılarının iri pirinç halkalarını parlatmak, halayıkların değil, ayvazların ve uşakların vazifesi idi. (1)

 

Ramazan ve Oruç

Allah’ın insanlara, “Yap, yapma!” dediği hiçbir emri yoktur ki, beşerin maddesi ve mânâsı için faydalı olmasın. İşte oruç da bunlardan başlıcasıdır. Senede bir ay olsun, bünyeyi tehdit eden tokluğa karşı, açlık kılıcıyla muhârebeye girişmenin inkâr götürmez faydaları vardır. Uzviyette biriken ve kıl damarlarında yerleşen zararlı maddeleri def’eylemek ve hiçbir ilâcın atamayacağı zehirleri söküp çıkarmak, ancak perhize verilmiş bir kudrettir. (2)

Fakat orucun gerçek esprisinde, ferde ve cemiyete müteveccih olan emir oruçlu kimsenin aynı zamanda dilini ve gönlünü kin gibi, kibir gibi, yalan gibi, hilekârlık ve kalp kırıcılık gibi nefsânî hırslara karşı kapalı tutmasıdır. Bu, orucun gerçek yönü, mânevî cephesi ve asıl kazancıdır. Bu itibarla da oruç, bir ferâgat ve nizam silsilesidir. (3)

İnsanoğlunun, egosu elinden hürriyetini kurtarması, kendi kendinin esâretinden sıyrılacak bir kemâl ve cemâl durağına ulaşması, böylece de hayvânî ve nefsânî kuvvetleriyle çarpışıp onları yenmesi ve bendelikten azatlığa erişebilmesi, bir cenk ve cihat manzarasının ta kendisidir. Onun için de, bir irâde ve ruh terbiyecisi olan oruç, bir yandan mukavemeti ve tahammül kudretini arttırırken, açlık elemini duymak hususunda zenginle fakiri birleştirmek, öfke ve gazap ateşi üstüne sabır suyu dökmek gibi günlük hayatın basamaklarına kadar kolaylıkla iner. (2)

Ama ibâdeti, Allah’la kul arasında bir sır, bir ilâhî nimet bilmeden, idraksiz bir otomatizm havası içinde yerine getirenler için, orucun bir külfet olacağı tabiîdir. Halbuki ibâdetten maksat, kendini bilme yolunun üstündeki dikenleri kaldırmak, bizi bize yabancı, hattâ düşman kılan kibirleri, gururları, gösterişleri, riyâları temizlemektir. (2)

Tahkik ehli indinde oruç, üç ayrı derecede mütâlâa edilmiştir: Halkın orucu, kendini yemekten, içmekten ve diğer haramlardan korumak. Bir üst derecenin orucu; eli, ayağı, göz ve kulağı ile, bütün uzuvlarını maddî olduğu kadar mânevî yasaklardan da sakınıp Allah’tan gelen kahrı ve lutfu birlemek, her yerde Hakk’ı görerek, cümle mahlûkata muhabbet eylemektir. Daha bir üst derecenin orucu ise, Allah’tan gayrı her şeyden perhiz etmek, nefsin hevâ ve hevesinden geçip Hak muhabbeti lezzetini bulmaktır.

Ben beni terkeyledim gördüm ki ağyar kalmadı

Hep Hakk oldu cümle âlem şehr ü bazar kalmadı.

diyebilmek, işte bu ulu kişilerin kârı olmuştur. (2)

 

Kıssadan Hisse

Bir gün efendimize bir karpuz hediye getirmişler. Ömer’e “Haydi kes de yiyelim” buyurmuş. “Nasıl olur? Ramazan, oruçluyuz” demiş. Ebû Bekir gelmiş, bu sefer ona teklif etmiş. O da “Aman ya Resûlallah, şimdi ramazan” demiş. Ali gelmiş, “Kes şunu yiyelim” deyince, vurmuş bıçağı… Hepsi birden “Ne yapıyorsun, ramazan?” demişler. Ali “Ama bize ramazanı öğreten bunu emretti!” demiş. (4)

 

Kaynaklar

(1) Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2007, s. 40-42

(2) Sâmiha Ayverdi, Milli Kültür Mes’eleleri ve Maarif Dâvâmız, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2006, s. 331-334

(3) Sâmiha Ayverdi, O da Bana Kalsın, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2013, s.132

(4) Sâmiha Ayverdi, Mülâkatlar, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2005, s. 220.

 

Hazırlayan: Banu Yılmaz

 

 

 

 

Oruca Tıbbî Bir Bakış

Ramazanın yaz aylarına geldiği bu yıl oruç tutmanın fayda ve zararları üzerine sık sık tartışıldığına şâhitlik eder oldum. Ben, oruç tutmanın faydalı olduğuna inanıyorum. Aksi hâlde, insanın ruh ve beden sağlığını bir bütün olarak görüp ikisini birden ihyâ etmeye çalışan İslâm dininin şartlarından biri olmazdı diye düşünmekteyim. Bu inancıma tıbbî bir delil ararken, Dr. Halûk Nurbâki’nin orucun faydaları konusunda bir yazısını buldum. Bu yazının hem benim gibi orucun faydalarını merak edenlere bir cevap olmasını hem de vücûdumuzda olanlardan haberdar olmamıza vesile olmasını dilerim.

Hayat getiren nimet oruç

“Eğer gerçekleri anlıyorsanız, her güçlüğe rağmen oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.”

Bilindiği gibi Sûre-i Bakara’nın 4 âyeti (183-187) dinimizin temel ibâdetlerinden orucu emretmekte ve şartlarını bildirmektedir. Orucun maddî-mânevî hikmetleri saymakla bitmez. Biz 184. âyetin son cümlesinde vurgulanan hikmetleri tıbbî açıdan açıklayacağız.

Âyetin bu bölümüne dikkat edilirse, zor şartlarda bile oruç tutmanın hayırlı olduğu, dolayısı ile bizler için birçok nimetler getirdiği vurgulanıyor. Bu hikmetlerde ancak gerçekleri anlıyorsanız fark edilir buyruluyor.

Yakın yıllara kadar oruç, sindirim sistemi açısından bir dinlenmeden ibâret sanılırdı. Tıp ilerledikçe anlaşıldı ki, oruç tıbbî bir mûcizedir. İşte âyetin son cümlesi onun için “Eğer siz gerçekleri anlıyorsanız” diye başlamıştır.

Şimdi (…) orucun bilimsel açıdan sağlığımıza neler getirdiğini özetleyelim.

  1. Orucun sindirim sistemine etkileri:

Sindirim sistemi bilindiği gibi çok kalabalık bir organlar ailesinden kuruludur. Ağız ve çenemizdeki tükürük bezleri, dil, ağız, yutak, yemek borusu, mide, 12 parmak bağırsağı, karaciğer, pankreas gibi önemli organlar ve çeşitli bağırsak bölümleri bu sistemin elemanlarıdır. Bu sistemin önemli bir yanı bütün karışık bu organların bir kompitür sistemle otomatik idare edilmesindedir. Daha yemeğe başlarken hatta niyet ederken tüm bu sistem kendi görevine göre faaliyete geçer. Tabiidir ki, bu sistem günde 24 saat devamlı çalışmanın, çoğu kez sinirliliğin ve yanlış beslenmenin etkisi ile yıpranır.

İşte oruç tümü ile bu sisteme getirilen yılda bir aylık dinlenmedir. Fakat orucun asıl mûcizevî hikmeti karaciğer üzerindedir. Zirâ karaciğerin sindirim sistemi görevinden başka 15 görevi vardır. Sanki ömür boyu nöbet tutan bir görevli gibi yıpranır durur. Bu yüzden sindirim nedeni ile safra salınması onda diğer görevleri aksatma sorunları yaratır.

Oruç süresince karaciğer 4-6 saat istirahat etmektedir. Yukarıda izah ettiğim nedenlerle oruç dışındaki perhizler yeterli olmaz. Zirâ onda bir gramlık yiyecek mideye girdi mi sindirim sistemi kompitürü harekete geçer ve karaciğer hemen faaliyete başlar. Bilimsel olarak denebilir ki, bu dinlenme senede bir ayı temsil etmelidir.

Çağımızın canına düşkün insanı her fırsatta kan tahlili yaptırarak kendini emniyette hissetmek ister. Halbuki karaciğer hücresi dile gelse “Bana yapacağın en büyük yardım oruçtur” diyecektir.

Orucun karaciğere yardımı bir yandan da kan kimyası yolu iledir. Karaciğerin en güç görevlerinden biri alınan besinlerle yakılan besinleri dengede tutma zorluğudur. Vücuda giren her besini depo etmek ya da kanda yanmasını biçimlendirmek zorundadır. Halbuki oruçta, özellikle gündüz besin alınmaması nedeni ile karaciğer bu besin depolama işinde fevkalâde rahatlar. Ve bu rahatlık sırasında vücut için hayâtî önemi hâiz globülinler hazırlar. Bu sâyede korunma sisteminiz güçlenir.

Orucun, çok hassas birer organ sayılan yutak ve yemek borusu üzerinde dinlendirici etkisi de paha bilmez bir nimettir.

Midenin oruçtan aldığı etkilerin tümü olumludur. Mide tüm salgılarında şartlı salgı salar. Bu nedenle aç kalınca asit birikimi olduğu halde, oruçken asit birikimi olmaz. Zirâ oruca niyetle birlikte asit salgısı durur. Mide kasları ve salgı hücreleri böylece Ramazan boyunca dinlenmiş olur.

Arızasız, hastalığı olmayan bir mide de, iftarda gayet güçlü olduğu için, hayatında hiç oruç tutmamışların mesnetsiz iddialarının tersine başarılı bir sindirim yapar.

Oruç bağırsaklara da hem salgı hem hareket eden kaslar açısından tam bir dinlenme sağlar. Bağırsakların iç derileri ardında temel savunma sistemimizin bir parçası olan PEYER plakları vardır. Oruçta bu plaklar tam bir revizyona tâbî tutulur. Böylece sindirim yolundan geçen hastalıkların tümüne karşı daha dayanıklı oluruz.

  1. Orucun Dolaşım Sistemine Getirdiği Nimetler:

Oruçken gündüz kan hacmi azalır. Bu olay kalbe ciddi bir rahatlık sağlar. Daha önemlisi hücre arasındaki suyun azalması doku basıncının azalmasına neden olur. Halk arasında küçük tansiyon denilen doku basıncı kalp için pek önemlidir. İşte oruçta küçük tansiyon daima düşüktür ve de kalp rahattır.

Yine günümüz insanı, çeşitli hayat şartları nedeni ile tansiyon yükselmesinden muzdariptir. Senede bir ay tutulan oruç özellikle küçük tansiyonu düşürür.

Orucun dolaşım sistemine en önemli etkisi damarlar üzerine olanıdır. Bilindiği gibi damarları yıpratan, eskiten nedenlerin başında özellikle besin artıklarının iyi yakılmaması gelmektedir. Halbuki oruçken iftara yakın saatlerde kandaki tüm besinler yakılır ve artık kalmaz. Böylece damarlarda yağ bezleri ve artıklar daralma yapmaz. Yine çağımızın temel sağlık sorunlarından olan damar sertliklerine oruç en büyük korunma tedbiridir.

Dolaşım sisteminin bir parçası sayılabilen böbrekler oruçta dinlendiğinden çok kıymetli bir organımız da oruçla sağlığa kavuşmuş olur.

  1. Orucun hücrelere etkisi:

Hücreleri en çok etkileyen olay hücre içi ve hücre arası su dengesini ayarlamadır. Oruçlu iken hücre arası su asgariye (en aza) ineceğinden hücre fonksiyonlarında ciddi bir istirahata, dolayısıyla sağlığa kavuşur.

Size hücre dilinden bir örnek vermek gerekirse: Hipofiz, Tiroid, Pankreas salgı bezleri Ramazanı hasretle beklemektedir. Hiç değilse bir ay soluk almaları için.

  1. Orucun Sinir Sistemine Etkisi:

İyice bilmelidir ki, oruçlu iken bazılarında görülen huysuzluk ve tiryakiliğin sinir sistemi ile bir ilgisi yoktur. Bu hal nefsden gelen bir tepkidir.

Oruçta asıl sinir sistemi tam bir rahatlama içindedir. Bir ibâdeti yerine getirme mutluluğu bizdeki gerginliklerin, huysuzlukların hemen hemen tümünü yok eder. Daha içten bir teslimiyetle kederlerimiz bile kaybolur.

Günümüzün en önemli tıp sorunlarından olan stresler böylece büyük ölçüde kalkar.

Orucun bütün gün bizi cinsel arzulardan uzaklaştırması da sinir sistemi üzerindeki pek çok olumsuz etkiyi kaldırır.

Abdest ve orucun müşterek özellikleri ile çok ciddi bir düzene kavuşan beyin dolaşımı sinir sistemindeki sağlığın pek açık bir müjdecisidir.

Daha önce değindiğim gibi, tüm sinir sistemine etkili iç salgı bezlerindeki dinlenme de, orucun bu sisteme sağladığı yararların bir parçasıdır.

Ramazan boyunca ibâdet zevki ile huzura kavuşan bilinçaltı adeta yıkanmış gibi sinir sistemindeki gerginlikleri tümü ile siler.

  1. Kan yapımı ve orucun hikmetleri:

Kan kemik iliğinde yapılmaktadır. Vücutta kan ihtiyacı belirdikçe refleks kemik iliğini uyarır. Özellikle zayıf ve kansızlarda ve de kent biçimi yaşayışta kemik iliği çok tembeldir. Bu yüzden sarı benizliler gün geçtikçe artmaktadır.

Oruçlu iken kanda besinler en az düzeye düşünce; kemik iliği uyarılır. Bu yüzden, kanlıların tersine, böyle kansızlar oruç tuttuklarında daha kolay kan yaparlar. (Elbette ciddi bir kan hastalığı olanlar tıbbî kontrollerini hekimlerin tavsiyesine göre yaparlar)

Oruçlu iken karaciğer dinlenmiş olduğundan kemik iliğinin kan yapmak için ihtiyaç duyduğu maddeleri daha iyi ve sağlıklı hazırlar.

Orucun bu çok yönlü biyolojik hikmetleri nedeni ile zayıflar oruç tutunca şişmanlar. Aksine şişmanlar da oruç tutunca genel sağlıktaki olumlu etkileri nedeni ile zayıflar.

 

KAYNAK: Nurbaki, H. (1989). Hayat getiren nimet oruç. Kur’an-ı Kerim’den Âyetler ve İlmî Gerçekler (s. 98-102). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.

Ramazanın Zorluğu

Şu konuşmalar çok yaygın:

“Bu ramazan hiç zorlanmıyorum çok şükür.”

“Hava çok serin, güneş yakmıyor, susamıyorum.”

“Oruç çok rahat geçiyor, hiç sıkıntı çekmiyorum.”

“Oruçla birlikte hava da serinledi, rahatladık; bu da Allah’ın bir lûtfu…”

Önce garipsedim. Nasıl bir bakışımız var oruca dâir? Keşke biraz zorda kalsaydık…

Çünkü oruç bu, insanın zorlanması lâzım. Oruç, üzerimize yapıştırdığımız fazlalıklardan kurtulmak için var. Ve bu fazlalıklardan ancak zorlanarak kurtulabiliyoruz. Bir şeyden vazgeçerken sıkıntı yaşamıyorsak ondan vazgeçmemizin mânevî gelişim açısından bize pek katkısı yok.

Fakat sonra şuna inandım: Herkesin tuttuğu oruç, oruç. Herkesin din anlayışı ve Allah algısı farklı olduğu gibi oruç algısı da farklı. Birisi tüm gün yemeyip içmiyor, bu konuda bir zorluk içinde değil ve bunun için de şükrediyor belki ama aslında o kişi yememe içmeme konusunu sadece bir zorunluğu yerine getirmek için yapıyor. Esas tuttuğu nokta gırtlağı değil; kimi öfkesini tutuyor, kimi nefretini, kimi de şehvetini. Yemek yesin yemesin bu konuyla meşgul değil…

Şunu çok iyi bilmek lâzım ki, oruçtaki açlık ve susuzluk sadece bir şekli yerine getirmek için var. Bu şekil, bizi zihnî olarak bir noktaya taşıyor ve sürekli o noktada, yani oruçlu olduğumuz ve dikkatli olmamız gerektiği noktasında asılı kalmamızı sağlıyor. Yani açlık ve susuzluğun esas vazifesi orucumuzun korunmasını sağlamaktan ibâret.

Evet, şu da bir gerçek; ister öfkeni tut, ister gırtlağını, ister kıskançlığını… Ramazan ayı sonlandıktan sonra belki her şey eski hâline dönecek.  Belki de bir aylık eğitim/terbiye yoluyla çok büyük bir dönüşüme mazhar olamayacağız. Ama belli kalıplar, şekiller, kanunlar içine girerek neyi ne kadar başarabildiğimizi test etmek son derece değerli. Zira bu test, hayatımız boyunca istediğimiz dönüşümleri gerçekleştirebilmek için bir farkındalık ve bir özgüven yaratabilir. Bu, Allah’ın bize sunduğu bir örnek. Sanki “Benim koyduğum bir aylık kanunla sen şunları yapıp şunları yapmayabildin, hadi şimdi serbestsin, kendi kanununu kendin koy ve kısa süre ile gerçekleşen mûcizeyi hâl haline çevir” gibi bir hitap var…

Ya çeviremezsek?

Bu soruya vereceğimiz cevap önemli. Zira vereceğimiz cevapta Allah-İnsan ilişkisine dâir bakış açımız gizli. Yani aslında bakış açımız bütün ibâdetlerimizin özünü ve hakikatini teşkil ediyor vesselâm.

 

 

Hâlden Anlamak

Ramazan bereket, Ramazan paylaşmak… Ramazan lokmanı şükre katık ederek başkasına sunmak…

 

Her yıl olduğu gibi bu Ramazan da evimizi nurlandıracak misafirler diledim Allah’tan. Ve Allah etrafımdaki dostların yanısıra bir tane de uzaklardan, Bosna’dan gönderdi Ramazan nasibi. Birgün telefonum çaldı ve bir hafta süreyle İstanbul’u ziyaret edecek Bosnalı bir gence ev sahipliği yapıp yapamayacağımız soruldu. Ertesi gün ondokuz yaşında, orucunu –seferî olmasına rağmen- aksatmamakta kararlı, tertemiz bir genç çaldı kapımızı: Fadıl.

 

11 Temmuz 1995. Avrupa’nın orta yerinde, Srebrenica’da bir katliam yaşandı. Aynı gün içinde genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden, yalnızca müslüman oldukları için yaklaşık 9000 kişiyi öldürdüler. 23 yaşındaydım. “Vah tüh”lerle karşılasam da nihayetinde benim için bir televizyon haberiydi Srebrenica. Ben neye üzülüyordum ki o zamanlar? Yüzümdeki sivilceye mi? Sınavımdaki düşük puana mı? Yoksa karşılık alamadığım aşkıma mı? Fadıl’ın annesi, kocasını Srebrenica’da şehit verirken henüz 21 yaşındaymış. Hayata sıfırdan başlarken kucağında bir yaşındaki oğlu ve eşinin aldığı şehâdet mertebesinin tesellisi varmış yalnızca.

 

Ken’an Rifâî Hazretleri’nin annesi Hatice Cenan Sultan, şu öğütle büyütmüşler oğullarını: “Oğlum, insanları öyle seveceksin, öyle seveceksin ki, doğumlarıyla çoğalacak, ölümleriyle azalacaksın.”

 

Bu sözü ilk duyduğumda içindeki fevkalâdeliği anlayamamıştım: İnsanların doğumlarıyla çoğalmanın ve ölümleriyle azalmanın çok da zor olmadığını sanmıştım. İyi niyetli ve duyarlı her insan gibi ben de bu konuda hassas olduğumu sanırdım. Değilmiş, hiç de öyle değilmiş… Mesele, yakın dosta, akrabaya gösterilen yakınlık değilmiş. Birisiyle aramız iyiyken, o kişiyi meşreben kendimize yakın hissediyorken duyduğumuz yakınlığın Hatice Cenan Sultan’ın bahsettiği sevmekle bir alâkası yokmuş.  Allah’ın kendisine ve tüm yaratılmışına karşı ünsiyet kazandırdığı o yâr-ı vefâdarın hâlindeki bu sevgi ve kucaklama, tıpkı Allah’ın rahmetinin hepimizi örtüşü gibi öyle ayırımsız ve o kadar karşılıksızmış ki.

 

Ramazan paylaşmak ama bana yakın gelip gelmediğine bakmaksızın herkesle paylaşmak. Ramazan aç ve susuz kalmak ama dünya üzerindeki tüm aç ve susuzların hâlini hâl etmeye çalışarak… Ramazan alışkanlıklardan kurtulmak, Ramazan kanaat etmeyi öğrenmek. Her yaradılmışı daha iyi anlayıp, daha çok sevebilmek için de bir fırsat olarak hâl edebilmek…

 

Hâlden anlayabilmek…

 

Bu Ramazan bunu farkettim. Keşke kalemimden dökülen tüm bu süslü sözleri kesip göğsüme taktığımda mânâları içime nakşolunabilseydi. Ama ne fayda… Her yer Hz. Şems gibi öğretmen dolu ama Hz. Mevlânâ gibi öğrenci nerede?

 

 

Gurbette Ramazan

İnsan yakınında sahip olduğu değerlerin kıymetini bazen bilemiyor. Bu yüzden belki uzaktaki daha kıymetli oluyor…

Amerika’da ailemden ve ülkemden uzakta geçirdiğim ilk ramazanda bu duyguyu yoğun olarak yaşadım. Amerika’daki ilk ramazanımda, iftar zamanı, ezan sesini duymak için pencereyi açmak istedim, ancak biliyordum ki pencereyi açtığım zaman duyacağım şey, derin bir sessizlikti. O zaman düşündüm, ülkemde her gün duymaya alıştığım ezan sesi ne kadar özelmiş ve güzelmiş… Ülkemde yaşarken, günlük koşuşturma içinde o ulvi sese ne kadar dikkat vermiştim acaba, diye düşündüm. Ramazanda kurulan iftar sofraları meğerse ne kadar özelmiş. Aile ve dost meclisinin bir masa etrafında toplanıp, ilk suyu yudumlama heyecanını birlikte yaşaması, masada bulunan fırından yeni çıkmış pidenin o muhteşem kokusu, iftar zamanında ev sahibinin yaşadığı o tatlı telaş ne kadar güzelmiş.İnsan bunların değerini, yokluğunda anlıyormuş.

Fakat sonra, birdenbire, nerede olursak olalım, yüce Rabbimizin bizimle beraber olacağı, zaman ve mekân kavramının sadece biz insanlar için mevcut olduğu düşüncesi aklıma geldi. Sahip olmadıklarımızın üzüntüsünü bir kenara bırakıp neye sahipsek onu en iyi şekilde yaşamalı ve değerlendirmeliyiz. Bu düşünce ile, daha sonraki günlerde, iftar saatinden önce teknoloji yardımıyla, internetten bir iftar program bulup hem onu dinleyip hem iftar yemeğimizi hazırlamaya başladım. Sonrasında da yine bilgisayardan gelen ezan sesiyle orucumuzu açmaya basladık. Bazı zamanlarda, gurbeti paylaştığımız arkadaşlarımızın iftar soframıza eşlik etmesiyle soframız daha şenlenmeye başladı.

Nerede olursak olalım, ramazanı idrak etmek ve hakkıyla yaşamak dileğiyle, ramazanınız ve bayramınız mübârek olsun.

 

Dilek Anderson