Sâmiha Ayverdi’den Ramazan Üzerine

Ramazanda İstanbul

Ramazanlarda İstanbul, görücüye çıkacak bir kız kadar heyecanlı hazırlıklarla içten içe coşar ve didinirdi. Evlerden konaklara, kenar sokaklardan cadde ve meydanlara kadar her köşenin kendine mahsus bir tavır değiştirişi, kendine bir çeki düzen verişi olurdu. Boş arsalara çeşitli eğlence çadırları kurulur, işi bozuk giden dükkânlardan birkaçı hemen boşaltılıp atış yeri haline sokulurdu. Dekor basitti: Dükkân önünü boydan boya kesen bir tezgâh hem tüfenk dolduran, hem de yeni yetişme müşterileri etrafına toplayan yüzüne bakılır iki Rum kızı. Dükkânın karşı duvarında ise, kurumuş yarasalar gibi, muayyen nişan delikleri olan üç beş manken. (1)

Ramazan hangi aya düşerse düşsün, at canbazları, sirkler, Pandomim, hokkabaz trupları da şehre o mevsimde akın ederlerdi. Kahvelerle çayhanelerde büyük temizlik, gene “ramazan”ı karşılayan haftalar içinde yapılır, hele mızrabı ve yayı bizi dertli, çılgın, perişan eden, mutî, muztarip, çaresiz kılan Tanburî Cemil Bey, bu çayhanelerde, daha çok, ramazanda çalardı. (1)

Ya evler…. Silen süpüren, ölçen biçen, takıp takıştıran evler… Evvelâ su içinde pembeleşen topuklarla tahtalar oğulur, camlar silinir, minder yaygılarından küp bezlerine kadar bütün eşyanın en yenisi seçilir; bakırlar kalaya verilir, iftarlıklar ve sahurluklarla dolan kilerler nizama konur, yalnız yukarıdan aşağı elden geçen evde, hemen tek ihmale uğrayan nokta, sokak kapısının tokmakları olurdu. Zira Türk, görünüşe omuz silken, babadan kalma bir zihniyetle en geç bu işi düşünür, ya da hiç hatırına getirmezdi Fakat bu ihmalde, biraz da çıplak kolunu evinden dışarı uzatamayan kadının çaresizliğini de aramak lazımdı. Bu yüzden de konak kapılarının iri pirinç halkalarını parlatmak, halayıkların değil, ayvazların ve uşakların vazifesi idi. (1)

 

Ramazan ve Oruç

Allah’ın insanlara, “Yap, yapma!” dediği hiçbir emri yoktur ki, beşerin maddesi ve mânâsı için faydalı olmasın. İşte oruç da bunlardan başlıcasıdır. Senede bir ay olsun, bünyeyi tehdit eden tokluğa karşı, açlık kılıcıyla muhârebeye girişmenin inkâr götürmez faydaları vardır. Uzviyette biriken ve kıl damarlarında yerleşen zararlı maddeleri def’eylemek ve hiçbir ilâcın atamayacağı zehirleri söküp çıkarmak, ancak perhize verilmiş bir kudrettir. (2)

Fakat orucun gerçek esprisinde, ferde ve cemiyete müteveccih olan emir oruçlu kimsenin aynı zamanda dilini ve gönlünü kin gibi, kibir gibi, yalan gibi, hilekârlık ve kalp kırıcılık gibi nefsânî hırslara karşı kapalı tutmasıdır. Bu, orucun gerçek yönü, mânevî cephesi ve asıl kazancıdır. Bu itibarla da oruç, bir ferâgat ve nizam silsilesidir. (3)

İnsanoğlunun, egosu elinden hürriyetini kurtarması, kendi kendinin esâretinden sıyrılacak bir kemâl ve cemâl durağına ulaşması, böylece de hayvânî ve nefsânî kuvvetleriyle çarpışıp onları yenmesi ve bendelikten azatlığa erişebilmesi, bir cenk ve cihat manzarasının ta kendisidir. Onun için de, bir irâde ve ruh terbiyecisi olan oruç, bir yandan mukavemeti ve tahammül kudretini arttırırken, açlık elemini duymak hususunda zenginle fakiri birleştirmek, öfke ve gazap ateşi üstüne sabır suyu dökmek gibi günlük hayatın basamaklarına kadar kolaylıkla iner. (2)

Ama ibâdeti, Allah’la kul arasında bir sır, bir ilâhî nimet bilmeden, idraksiz bir otomatizm havası içinde yerine getirenler için, orucun bir külfet olacağı tabiîdir. Halbuki ibâdetten maksat, kendini bilme yolunun üstündeki dikenleri kaldırmak, bizi bize yabancı, hattâ düşman kılan kibirleri, gururları, gösterişleri, riyâları temizlemektir. (2)

Tahkik ehli indinde oruç, üç ayrı derecede mütâlâa edilmiştir: Halkın orucu, kendini yemekten, içmekten ve diğer haramlardan korumak. Bir üst derecenin orucu; eli, ayağı, göz ve kulağı ile, bütün uzuvlarını maddî olduğu kadar mânevî yasaklardan da sakınıp Allah’tan gelen kahrı ve lutfu birlemek, her yerde Hakk’ı görerek, cümle mahlûkata muhabbet eylemektir. Daha bir üst derecenin orucu ise, Allah’tan gayrı her şeyden perhiz etmek, nefsin hevâ ve hevesinden geçip Hak muhabbeti lezzetini bulmaktır.

Ben beni terkeyledim gördüm ki ağyar kalmadı

Hep Hakk oldu cümle âlem şehr ü bazar kalmadı.

diyebilmek, işte bu ulu kişilerin kârı olmuştur. (2)

 

Kıssadan Hisse

Bir gün efendimize bir karpuz hediye getirmişler. Ömer’e “Haydi kes de yiyelim” buyurmuş. “Nasıl olur? Ramazan, oruçluyuz” demiş. Ebû Bekir gelmiş, bu sefer ona teklif etmiş. O da “Aman ya Resûlallah, şimdi ramazan” demiş. Ali gelmiş, “Kes şunu yiyelim” deyince, vurmuş bıçağı… Hepsi birden “Ne yapıyorsun, ramazan?” demişler. Ali “Ama bize ramazanı öğreten bunu emretti!” demiş. (4)

 

Kaynaklar

(1) Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2007, s. 40-42

(2) Sâmiha Ayverdi, Milli Kültür Mes’eleleri ve Maarif Dâvâmız, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2006, s. 331-334

(3) Sâmiha Ayverdi, O da Bana Kalsın, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2013, s.132

(4) Sâmiha Ayverdi, Mülâkatlar, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2005, s. 220.

 

Hazırlayan: Banu Yılmaz

 

 

 

 

The following two tabs change content below.

Banu Yılmaz

Öğrenci, arkadaş, dost, mimar, hayvansever, doğa sever, spor sever.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın