Editörden (Aralık 2013)

Merhaba Sevgili Dostlar,

 

Aralık sayımız nihâyet sizlere ulaştı. Bu sayıda konumuz “Muharrem Ayı”. Bu ayda hemen her peygamberin yaşadığı birçok olay var. Hz. Âdem’in cennetten kovulması, Hz. Havva ile Arafat’ta buluşmaları, Hz. Nuh’un yaşadığı selin başlaması ve bulundukları geminin karaya oturması, ayrıca gemi karaya oturduktan sonra gemide kalanlarla hazırlanan yiyecek… -biz bunu mâlûmunuz “Aşûre” olarak biliyoruz. Yine bildiğiniz üzere Hz. Yunus, Hz. Yusuf ve hemen her peygamber bu ayda önemli bir şeyler yaşamış. Hatta bu nedenle İslâmiyetten önce de hürmet edilen özel bir ay “Muharrem Ayı”…

 

Elbette bizim için, yani tüm İslâm âlemi için çok çok daha önemli bir dizi hâdise yaşanmış bu ayın ilk on günü içinde… Hz. Fatma ile Hz. Ali’nin âlemlerde kutlanan evliliklerinin kıymetli hediyeleri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizden Hz. Hüseyin’in, o Allah’ın sevgilisi olan sultanların ve âilelerinin şehâdet şerbetini içtikleri ay, bu ay…

 

Kendini insan olarak kabul eden hiç kimsenin bu hâdiseyi gözyaşı dökmeden, ciğerleri yanmadan dinlemesi, anması mümkün olamaz diye düşüyorum…

 

Özetle, sözün bittiği yerdeyiz… Biz kendi dilimizin döndüğünce, elimizden geldiğince ve gönlümüzün el verdiğince sizinle Muharrem Ayını paylaşmaya çalıştık. Kusurları bizlere, güzellikleri isimleri geçen, âlemlere nimet tüm o güzellere aittir. Hürmetlerimizle efendim…

 

 

Yosun MATER

Sohbetler (Aralık 2013)

“Bir gün Hz. Hüseyin, evlâtlariyle yemek yerken, köle elindeki sıcak çorbayı Hazret’in üstüne döktü. Kaynar çorbadan vücûdu müteessir olmuştu. Köleye bir şey söylemedi; fakat yüzüne sertçe baktı. Köle suçlu ise de hem ârif, hem de lûtuf ile muamele görmeye alışık olduğundan hemen ‘Allah öfkesini yenenleri sever’, âyetini okudu. Hz. Hüseyin derhal ‘Gayzımı yendim’ buyurdu. Bundan cesaret alan köle, bu defa da ‘Allah affedenleri sever’ âyeti ile sözüne devam edince, Hz. Hüseyin yine tereddütsüz ‘Seni affettim’ cevâbını verdi. Köle iyice yüz bulmuştu ‘Allah ihsan edenleri sever’ âyetini de okuyunca Hz. Hüseyin büyük bir cömertlik ve anlayışla ‘Seni azat ettim yâ köle!’ buyurdu.

İşte Ehl-i Beyt’i sevmek, onların yoluna gitmek demektir. Yoksa kuru kuruya muhabbet iddiasında bulunmanın hiçbir faydası olmaz. Düşünün ki kölelik müessesesinin hüküm sürdüğü bir devirde, hizmetkârına karşı geniş haklara sahip olan bir efendi, karşısında o hizmetkâr, sevabı dolayısiyle değil, günâhı sebebiyle hem affa mazhar oluyor, hem de hürriyetine kavuşuyor.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 11)

 

***

“Hz. Hasan, bir gün Harem-i Şerif’te iken koşa koşa gelmiş, Efendimizin kucaklarına oturmuş. Başlamış mübârek saç ve sakallarıyle oynamaya… Resûlullah Efendimiz ‘Allahım, ben bunu seviyorum. Seveni de severim!’ buyurmuş.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 382-383)

 

***

“Resûlullah buyuruyor: ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır.’ Oraya erişmek istiyorsan bu kapıyı seç. Ali, aşka mazhardır. Ali’den aşk tecellî etmiştir. Hakk’a giden başka yollar da vardır. Fakat aşk yolu bambaşkadır. Onda mekânlar aşmak, merhaleler geçmek vardır. Âbidin yüz yıllık yolunu âşık bir âhiyle geçer.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 561)

 

***

Fuzûlî’nin adı Mehmed imiş, 900 târihinde Hille’de doğmuş. 963’de Kerbelâ’da vefat etmiş… Kitabında bir duâsı vardı, ‘Yâ Rabbî, beni dünyâda da Ehli Beyt’in gölgesinden ayırma!’ diye… Şimdi Kerbelâ’da, Ehli Beyt’in Kubbe-i Saadetinin dışarısına gömmüşler. Güneş, Türbe-i Saadete vur­dukça sabah ve akşam, gölgesi mezarına düşer.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 165)

 

 

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Kerbelâ Hâdisesi ve Ehli Beyt Ahlâkı Üzerine”

Ehli Beyt’i sevmek, Peygamber’i sevmek demektir. Peygamber’i sevmek de Allah’ı sevmek demek; Allah’ın sevdiğini sevmek demek, Ehli Beyt’i sevmek demek. Dolayısıyle Allah onlardan tecelli ediyorsa, biz Ehli Beyt’e ve Hz. Peygamber’e bakmakla vazifeliyiz. Hocam Ken’an Rifâî Hazretleri şöyle buyuruyorlar: Allah yaptıklarına, ettiklerine, lûtfettiklerine bu dünyada bize verdiği zevklere hiçbir ecir, karşılık istemiyor. Sadece Ehli Beyt’e sevgi istiyor. Ve Allah’ın emri ile ehlibeyte sevgi farzdır diyor. Yani Ehli Beyt’i sevmeyi Allah mecbur kılmıştır. Yani kendisini sevmekten daha mecbur kılmıştır. Çünkü Allah’ı sevmek kolaydır. Kıskanılmıyor ki, Allah elle tutulup gözle görülmüyor. Allah, sevgilimi sev ki beni sevmiş olasın diyor. Bu yüzden Ehli Beyt sevgisi çok önemli.

***

Nefsimiz Yezid’dir. Ruhumuz Hz. Hüseyindir. Biz dışarıda Yezid’e lânetler ediyoruz ama ruhumuza her eziyet edişimizde, nefsimizin her istediğini verdiğimizde, o zaman Yezid’i vücutta hâkim kılıyoruz. İşte Yezid’den vazgeçip Hüseyin’e hizmet edebilirsek o zaman Allah hakikaten bizi sevecek demektir.

***

Hz. Musa için Harun ne ise, Hz. Muhammed için de Hz. Ali o makamı temsil ediyor. Dolayısıyle Rabbiyet kapısı… Allah’a ulaşmak için öğrenme kapısı… Hz. Peygamber’de sonsuz bir af var. Nuru siyah ya, kara delik gibi! Bütün günahlarımızı içine çekiyor. Tevbe Sûresi’nde Allah ‘’sana bıraksaydım bütün günahları affederdin ya Muhammed’’ diyor. “O kadar rauf ve rahimsin!” Şimdi Hz. Ali Hz. Peygamber’e gelebilmek için, yani günahlarımızın affolabilmesi için, Ali kılıcının bizim nefslerimizi kesmesi lâzım. Önce Ali nefsimizi kesecek ki Peygamber bizi kendisine çeksin. O halde önce Ali gibi olan ilimle öğreneceğiz ki sonra ruh bizi kendine çekip diri yapacak.

***

Hz. İsa ve Hz. Hüseyin gibi çok acı çekerek ölenler, paratoner gibi acıyı üstlerine çekerek, o acılar karşısında nasıl yıkılmadıklarını, o acılar karşısında nasıl üzülmediklerini, insanlığa öğretirler ve biz de bunun karşılığında “ah, öf” dediğimiz hâdiselerin ne kadar basit ve küçük hâdiseler olduğunu görür ve kendimizden utanırız.

****

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin iki makamı temsil ediyorlar. Bu iki makam da çok önemli! Bu iki makam birbirine zıt gibi görünse de… Birisi cemâl, diğeri celâl… Biri Allah’ın cemâl tecellisi, Hz. Hasan. Onda râzı olmak var. Onun ismi Rızâ. O herseye râzı. Kim ne yaparsa yapsın, ben Allah yolunun hizmetçisiyim diyor. Onun mânâsı rızâ ve eşi tarafından zehirlenerek öldürülüyor. Ölüme de râzı, herşeye râzı… O memnun hayatından! Hz. Hüseyin’e gelince onun makamı, yanlışa, toplumun düzenini bozacak olana karşı hayır deme cesaretini gösterme seviyesini gösteriyor. Orada Firavun’da, Yezid’de ve Muâviye’de şer sıfatı tecelli ediyor. Bakın Yezid’in mektubu var, Hüseyin öldürülmeden ben ne bir damla içki içerim, ne bir damla yemek yerim diyor. Müslümanlık adına Hz. Hüseyin’i öldürüyor. Bu ne? Bu, nefsimizin kıskançlığı! Benden üstün olmayacak! Peygamber’in torununu öldürüyor, düşünün. Korkusuzca öldürüyor. Çünkü öbür âlemi tanımıyor, çünkü baştan aşağı nefs kesilmiş. Acı çektirerek, bütün aileyi parçalayarak yok ediyor. O bakımdan çok acı bir hâdise.

 

Hz. Hüseyin’i dâvet ettiği zaman Yezid, hiç silâhsız gidiyorlar. Ve çok küçük bir grup… Üç bin kişilik bir orduya karşı 50-100 kişi gidiyorlar, silâhsız. Karşısında koskoca bir ordu var. Bu gidişte, her şeyi bilerek gidiyor Hz. Hüseyin, ben bundan kat’î eminim. Fuzûlî anlatıyor, Hz. Hüseyin biliyordu, bilerek gitti diyor. Annesinden izin aldı, “anacığım, sana doyamadım” dediği annesinden… “Beni şurada alıversen anacığım” demiş. Onun üzerine, Hz. Peygamber’in huzurunda uyuyakalıyor. Peygamberimiz diyor ki “canım korkma, bana geleceksin ve susuzluktan sonra kevser şarabını benden içeceksin.” Yani öyle bir müjdelenmiş ki, öyle bir müjdelenmiş ki, o müjde her şeye karşı bir dayanma gücü! Ve Şaban ayının üçüncü günü hareket eder, ailesi ile Mekkeye gelir. Mekke’den Irak’a hareket eder. Muharrem ayının ikinci günü gelir. Birinci günü yılbaşıdır Muharrem ayının… İkinci gün gelir muazzam bir topraktır orası, negatif enerjili bir topraktır. Daha ayağını basar basmaz anlar. “Buranın adı ne?” der. “Kerbelâ” derler. Belâ yeri, adı üstünde yani… “Tamam, burada olacak her şey” der.

On gün, özellikle dördüncü beşinci günden sonra susuz bırakılıyor, sular zehirleniyor. Kucağında bebeği ağlıyor. Çünkü annesinin memesinden süt gelmiyor, su içmemiş ki anne… Çocuk ağlayınca çocuğu kırbaçlıyorlar… Siz bir baba düşünün: Hâdiseyi biliyorsunuz, ne olacağını biliyorsunuz: Ben olsam “ne olur önce beni al Allahım” derim, “beni al, görmeyeyim.” Ama o tek tek, hepsinin öldürülüşünü görerek, şehit oluşunu görerek vefat ediyor. Bu akıl alır bir hâdise değildir. Son dakikaya kadar da mürşidilik vazifesi yapmıştır. Karşı tarafı uyarmıştır, “yapmayın” demiştir. En son babasının kılıcı elinde, dedesinin atı altında, birkaç kişiyi öldürünce Allah’tan nidâ gelmiş “Ya Hüseyin, ben seni kahramanlık yapasın diye yollamadım, şehit olasın diye yolladım’’ diye. Böyle bir sultandan bahsediyoruz. Nehrin kıyısına gidiyor, herkes susuz, kadınlar ve çocuklar ve bir tek Zeynel Âbidin Hazretleri kalmış orada, suyu alıyor ama içmiyor. Yetmiş yerinden oklanıyor, mübârek kanı ile abdest alıyor. Onu öldürmeye gelen adama “sen benim kâtilim değilsin” diyor. Şimir adlı adam ona peygamberimiz tarafından rüyâsında gösterilmiş. O gelene kadar, sen benim katilim değilsin dediği adam orada Müslüman oluyor. “Ben ne yapıyorum?” diyor. Yani son âna kadar insanları Allah’a dâvet ediyor. En sonunda Şimir başını kesiyor ve o baş ile top oynuyorlar, top oynuyorlar! İnanılır bir felâket değil.

***

Peygamber veya peygamber âilesinin kanı yere dökülürse o kanın döküldüğü toprakta huzur ve mutluluk olmaz. Irak! Küdüs! Kudüs hâlâ Hz. İsa’nın kanını ödüyor, Hz. Hüseyin’in kanını da Irak hâlâ ödüyor. Böyle bir şey var. O mübârek başı bir rahip görüyor. Rahip ağlayarak diyor ki “Biz Hz. İsa’nın eşeğinin kemiğini saklıyoruz. Her gün önüne diz çöküyoruz peygamberimize ait bir şey diye. Siz nasıl peygamber torununu bu hâle getirebilirsiniz? Size bin dinar vereyim, bir gece o başı bana verin.” O başı zemzemlerle yıkarken, Müslüman oluyor, ağlıyor. Onun verdiği bin dinara bakarlarken paraların üzerinde “Allah zâlimlere cezâsını verecektir” âyetini okuyorlar.

***

Bizim tekkelerde eskiden Fuzûlî’nin Hadîkatü’s Süedâ’sı okunur, herkes ağlarmış bizim yaptığımız gibi şimdi. Bir gün bir bey dışarı çıkıyor, sigarasını içmeye. İçeride bu eser okunuyor. O sırada da dışarıda simitçi geçiyormuş, ukalâ bir tavırla simitçiye demiş ki: “Oğlum, Muharrem ayının onuncu gününde hâlâ simit mi satıyorsun? Bak, içeride Hz. Hüseyin anlatılıyor, herkes ağlıyor.” Simitçi ”Hüseyin mi dedin?” demiş ve düşmüş ölmüş. Diyor ki hocam Ken’an Rifâî, “Sen ben Hüseyin için ağlıyorum deme, Hüseyin için nefsini fedâ et! Ancak o zaman bu olayın hakikatini anlamış olacaksın.” O hâlde mesele, bu hâdiseden ibret almaktır, ders almaktır. Ben artık öyle olmayayım, ben Yezid olmayayım diye hareket etmektir. O yüzden Allah sevgilileri Hüseyin’dir. Onlara acı ve ıstırap çektirmek Yezid olmak demektir. Onun için Allah bizi bundan korusun.

***

Ehlibeytin, on iki imamın hayatlarına gelince, Zeynel Âbidin Hazretleri günde bin rekât namaz kılar, o kadar şükrederler, o kadar çok secde ederlermiş ki… O , düşünün, Kerbelâ’yı gören yegâne insanken… Hiç kin duymayan, her dakika şükreden, kimseden nefret etmeyen…

Diyor ki peygamberimiz, “İslâmiyet yetmiş üç fırkadır, yetmiş ikisi bölünecek. bir tanesi bölünmeyecek, o bendendir.” Fırka-i nâciye… Bir insana bakın; birliyorsa, tevhid ediyorsa, farklılıkları hoş görüyorsa, kin ve nefretten arınmışsa, yapanın-yaptıranın yalnız Allah olduğunu biliyorsa, vahdet-i vücûdun, tek vücûdun Allah olduğunu idrak ediyorsa, başka bir güç olmadığını kabul ediyorsa bu insan Peygamber’in yolundadır. Bölünmez, kavga etmez. Ama diğer bütün gruplar kavga eder. Burada Hallâc-ı Mansur’un çok güzel bir anlatımı var. Diyor ki öldürülmeye giderken, ”nasıl kızayım, bunlar da seni memnun etmek için beni öldürüyorlar Allahım.”

Herkes Allah’ı memnun etmek üzere hareket eder, yaradılmış her varlık… Ama farkında değildir! Allah’ın takdirini uygular, farkında değildir. O zaman orada hatâ ve abes aramak bizim eksikliğimiz. Her şey düzen içinde… Anlatabiliyor muyum? Birsey daha var: Hz. Hüseyin’in Allah’a hiç mi nazı geçmez? Peygamber’in hiç mi nazı geçmez? Eğer Hz. Hüseyin durumdan mağdur olsaydı, bu kadar mı Allah indinde değeri yok, bu kadar mı güçsüz, bu kadar mı üzerine âyet inmiş bir sultanken gücü yok da hâdiseye râzı oluyor? Şu kadarcık bir sözü kıyâmeti kopartır, ben size o kadarını söyleyeyim. Ama o râzı. Bakın dünyadaki bütün düzen rızâ üzerine kurulmuştur. Çok önemli bir şey bu! Âmâk-ı Hayâl’de peygamberlere sormuşlar “mutluluk nedir?” diye, yalnız bizim peygamberimiz hâlinden memnun olmaktır” demiş. İşte mutluluk budur…

***

Oniki imamın tamamı zehirlenerek ya da katledilerek öldürülmüştür. Çoğu, ömürlerini hapislerde geçirmişlerdir. Bir gün bir şikâyet görmüyorsunuz. Gelmeyene gideceksin, sevmeyeni seveceksin, sana kötü muâmele edenleri affedeceksin. Bütün oniki imamda ortak bu var! Sana yüz çevirene sen bakacaksın, sen herkesi kucaklayacaksın, sen herkesten memnun olacaksın, yapanın yaptıranın Allah olduğunu bileceksin. Ve ilimde en üst seviyede, vericilikte en üst seviyede, râzı olmakta en üst seviyede olduklarını görüyoruz.

Onikinci imam Mehdi’dir. Mehdi kaybolmuştur, çok küçükken mânâ alemine gitmiştir. Bunun sebebi de, burada bitmedi, her devirde bu oniki imam tekrarlanacak, gelecek ve Peygamber’in vârisi olacak mânâsındadır. İşte Mevlânâ gibi, Ahmed-er Rifâî gibi, işte Abdülkadir Geylânî gibi. Bu mânâyı onlardan seyredin, bu orada bitmedi mânâsındadır. Yoksa eğer o kaybolmasaydı, vücûden o âleme gitmeseydi, görünseydi, o zaman orada bitmiş kabul edecekti insanlık âlemi. Ama Kur’an’daki Hz. İsa’nın geleceğine dâir âyet de bu anlama gelir. İsa makamı, kemal noktasında en yüksek makamdır. Peygamber, onun vücud giymiş hâlidir. Dolayısıyle o makama sahip peygamberin vârisleri, her zaman gelecektir demek istiyor. Ve Peygamberimizin bir hadisi var, “benim bu gelecek olan kişilere özlemim var, onları seviyorum” diyor. Yani Peygamber’in o kadar tam vârisi bu kişiler.

***

Ehli Beyt’in bize öğrettiklerini, bir kere daha tekrarlayalım… Gelmeyene gidelim, sevmeyeni sevelim, bize kötü muâmele edene iyi muâmele edelim. Herkese yardım edelim ayırımsız, kim olursa olsun ayırımsız yardım edelim. Mutlaka yardımımız doğru yere gidecektir, öyle gözükmese de gidecektir. Affedelim, kucaklayalım… Herkesi affedelim ki Allah’a “beni de affet Allahım” diyebilelim.. Böyle bir gücümüz olsun… Yaradılanı sevmeden Yaradan sevilemez. Ancak yaradılanı severek Yaradana ulaşabiliriz. Bunları yaptığımız zaman Ehli Beyt ahlâkına sahip oluruz. O zaman da, onları seviyoruz deme hakkını elde ederiz. Çünkü sevmek yolunda gitmektir, sevmek onlar gibi olma gayretini göstermektir, sevmek nefsini vermektir, nefsini sevdiğin uğruna vermektir. Allah cümlemize nasip etsin.

 

Not: Yukarıdaki metin, Cemâlnur Sargut’la Aşka Yolculuk programının 11 Mart 2012 tarihli bölümünün bir kısmının deşifre edilmiş hâlidir.

Fatma Anamıza

FATMA ANAMIZA

 

Asuman Sargut Kulaksız

 
Ey eli şifâlı, kalbi duâlı,

Ayağının altı cennet mekânı,

Hasan’a, Hüseyin’e, Ali’ye sevdâlı,

Ey sen: güzelden olma, güzelden doğma…

 

Gencecik yüreğinde merhamet, sevgi,

Körpecik dimağında hakiki bilgi,

Yaratandan dolayı yaratılmışa ilgi,

Ey sen: güzelden olma, güzelden doğma..

 

Seninle sevdim kadın olmayı,

Mihnet âleminde sabırla, aşkla durmayı,

Her olanda bir hayır, bir mânâ bulmayı,

Ey sen: güzelden olma, güzelden doğma…

 

Sevgin kaplamış her yeri, her zamanı,

Elin korur asırlardır her Müslümanı,

Senin hakkın için ayırmadan yârı, ağyârı,

Derim ki: hepsi güzelden olma, güzelden doğma…

 

Muharrem-i Şerif Hakkında

Muharrem ayı, eski hicrî veya kamerî dediğimiz ayın hareketine göre hesap edilen aylardan ilkidir. Bu bakımdan Muharrem ayının birinci günü bizim yılbaşı diye bildiğimiz hârika bir geleneğimiz teşekkül etmiştir. Ama bu son 50-60 sene içinde unutulmuştur.

Muharrem’in birinde büyükler tarafından bereket parası verilirdi. Bu, âile arasında olduğu gibi, dervişân arasında da olabilirdi. Bu, hem yeni bir senenin muhâsebesi, eski senenin yeni bir sene ile karşılaştırılması, hem de yeni senede kazanılacak hayâtın her yönden bereketli olmasının ilk tembihi idi. Çünkü hayat çok kazançlı olabilir ama, bereketli olmayabilir. Hayat çok sıhhatli geçebilir ama, sıhhatinin bereketi olmayabilir. Çok mutlu, gülerek eğlenerek geçmiş bir hayat olabilir ama, hiç ama hiç bereketi olmayabilir. Mühim olan maddî ve mânevî rızkın bir arada yürümesidir. Bereketin bizde ifâde ettiği mânâ :

  1. Mutlaka hayırlı olması,
  2. Faydalı olması,
  3. Allah’tan gelir olması.

Yâni Allah’tan geldiğinin idrak edilmesidir. Haram, işe karışmayacak. Bu rızıktan hem faydalanılacak, hem de faydalandırılacak. Ömür ve sıhhat için de bu böyle. Böylece bereketli olup hayırlı işlerde kullanılacak. Aksi halde yaşanmış hayat, diğer canlıların yaşadığı hayattan farksız hâle gelir. Burada şunu belirtmekte fayda var. Biz de yeni yılı elbette kutlarız. Ama bir hafta boyunca Noel’i kutlamak şeklinde değil. Öyle olursa tıpkı Kurban Bayramı’nı bir Hıristiyan’ın kutlaması gibi abes olur. Gāyet tabiî ki, buna karşı çıkılır. Ama kabul ettiğimiz takvim yılının ilk gününü kutlar, onun muhâsebesini yapabiliriz.

Muharrem ayının ikinci önemi, peygamberler târihi açısından ortaya çıkar. Meselâ bu ayda Hz. Âdem’in cennetten çıktıktan sonraki tövbesi, ilk defa kabul olunmuş, Hz. Yunus balığın karnından, Hz. İbrâhim ateşten kurtulmuştur. Hz. Mûsa’nın Mısır’dan çıkması ve Hz. Nuh’un tufandan kurtuluşu da sayılabilir.

Peygamber Efendimiz Medîne’yi teşrif ettikleri zaman Medîne’de Yahûdiler var ve onlar Muharrem’i çok iyi biliyorlar. Muharrem’in onuncu günü oruç tutuyorlar. Müslümanlar Peygamber Efendimiz’e Kur’an-ı Kerîm’de Nuh ile ilgili âyetler olduğunu, Nuh Peygamber’le alâkalı olayların anlatıldığını, bu sebeple Muharrem’de oruç tutmak istediklerini söylüyorlar. Hz. Peygamber, “Tutulabilir, fakat Yahûdilere benzememek şartı ile. Yâni ya 9-10’unda, ya da 10-11’inci günlerde iki gün oruç tutabilirsiniz” buyuruyorlar.

(…)

Peygamber Efendimizin, “Muharrem’in 10. gününden sonra günlerinizi bereketlendirin, ailenizin rızkını arttırın” şeklinde birçok hadisleri vardır. Ama İslâm tarihi noktasından 10 Muharrem’de özellikle Ehli Beyt’in, Peygamber soyuna saygısı olan insanların çok acıklı bir hâdise ile karşılaştıklarını görüyoruz.

10 Muharrem’de Hz. Hüseyin Efendimizin şehâdeti var. Hz. Hüseyin Efendimizin, kâinat istese de kılına bile dokunulmazdı. Ama ilâhî takdir ile ortaya çıkması gerekli hâdiselerden biri. Ancak bizim bundan alacağımız ve bütün nesillerin alacağı dersler var. Onun için de İslâm târihi ile berâber Türk târihini çok iyi bilmek lâzım. Çünkü geleceğin anahtarı geçmişte gizlidir. (…)

İslâm, târihi açısından biliyorsunuz Peygamber Efendimiz Hz. Îsâ gibi bir peygamber değildir. Hz. Îsâ zulüm altında sâdece zulme boyun eğmeyi öğretmiştir. Başka yapacak bir şeyi yoktu. İlk zamanlarda biri sana tokat atarsa öbür yanağını da çevir demek mecbûriyetinde idi. Çünkü insanları yakıyorlardı. En basit eğlenceleri, bugün arkeolojik kazılarda bulunup medeniyet eserleri diye ortaya çıkarılan arenalarda, zavallı köleleri günlerce aç bırakılan vahşi hayvanlara parçalattırmaktı. Bir insanı haç şeklindeki ağacın üzerine yatırıyorlar, ellerinden, ayaklarından ve göğsünden çiviliyor sonra ağacı havaya dikiyorlardı. Bunu o kadar ustalıkla yapıyorlardı ki, damarları deliyorlar, insanları yavaş yavaş kan kaybettirerek öldürüyorlardı. Ama dünyâya sorarsanız Grek, Roma ve sonra batı medeniyeti vardır. Dünyânın en vahşi kabilelerinde bile böyle zulüm yoktur.

Peygamber Efendimiz, Asr-ı Saadette geldikleri zaman bütün peygamberlerin ana vasıflarını üzerinde toplamış en büyük insan olarak geldi. Onun için de sâdece dînî yol gösterici değil aynı zamanda devlet başkanı idi. Devlet kurmuştu, ilk anayasayı Peygamber Efendimiz yaptı ve uyguladı. Bu hukûkî bir anayasa idi. Yahûdi, müşrik ve Müslümanlar arasında üçlü bir şekilde tatbik edilmiştir.

Asr-ı Saadet, her şeyin vahiy ile halledildiği, her müşkülün Peygamber Efendimiz’e sorularak çözüldüğü, hiç kimsenin de itiraz etmediği huzur içinde yaşanan bir devirdi. Harp var, şehitler var, işkenceler vardı. Ama Müslümanlar da mevcuttu. Çünkü ikilik ve nifak yoktu. Peygamber Efendimizin irtihallerinden hemen sonra, Hz. Ebu Bekir büyük şahsiyeti ile kargaşayı örtüyor. Arkadan Hz. Ömer devri, tam bir fütûhat devri. Çölde yaşamış insanların eline altın ve ülkeler yağıyor. Hz. Ömer altı milyon kilometrekarenin tek hâkimi. Bütün Arap Yarımadası’na hükmediyor ve tek elbisesi var. Harp ganîmeti olarak gelen elbise hakkı ile oğluna elbise yaptırıyor.

Hz. Osman son derece iyi niyetlidir. Ama idâreci değildir. İstismar edilir. Muâviye, vahiy kâtibi olacak kadar akıllı bir adam. Günde elli vakit namaz kılıyor. Bunu Hz. Peygamber’e söylediklerinde “Beş vakit kılsın, sonunda bıkar” buyuruyorlar. İfrata varan her hâdise pişmanlıkla sonuçlanır. Onun için derler ki, birine borç vereceğin zaman arkasını aramayacağın kadar ver.

Sonunda Hz. Osman şehit edilir. Hz. Osman’ı şehit edenler arasında sahâbe çocukları da vardır. Hz. Osman’ı kapıda Hz. Hasan, Hz. Hüseyin Efendilerimiz korumaktadırlar. Lâkin Hz. Osman’ı damdan girerek şehit ederler.

Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra ortaya üçlü bir İslâm çıkar. Bugün maalesef otuz türlüsü var. Bugünü değerlendiremezsek geçmişi anlatmanın hiç faydası yok. Bu üçlü İslâm anlayışından birincisi gerçekten saf Müslümanlar. Peygamber Efendimizin getirdiği İslâm’ı yaşayan Hz. Hüseyin’in etrâfında toplanan Mekke ve Medîneliler. İkincisi, Hâricîler, yâni Bedevîler, inanmış ama, îmânını bildiği ile takviye edememiş insanlar. Bunlar her şeyi sâdece ilk cümlesi ile anlayanlar. Namaz kılmayan adam kâfirdir diyor ve İslâm adına kafasını kesiyor. Üçüncüsü, Muâviye’nin etrâfında toplanan İslâm’ın ilk devirlerinde çok fedâkâr davranan, bunun nîmetlerinden biz de istifâde edelim, saltanat paraya tâbi olacak, bunu bileğimizle hak ettik diyen ve hızla maddeye yönelen bir grup. Bu iki grup arasındaki mücâdele, Peygamber Efendimizin Hz. Ali hakkında söylediği bütün hadisler bilindiği, Allah’ın aslanı olarak bütün İslâm tarihinde Hz. Ali’nin yeri belli olduğu halde Muâviye’yi büyük bir grup destekledi. Hz. Ali, Sıffin’de savaşı kazandığı halde Kur’an-ı Kerîm sahifelerini mızraklarının ucuna takıp, Kur’an-ı Kerim için harp ediyoruz diyerek karşı tarafı tesir altında bıraktılar.

Daha sonra Hz. Ali Efendimizi Hâriciler üç tâne kātil tutarak şehit ederler. Hâricilerden biri Muâviye’yi biri Hz. Ali’yi, diğeri hakem olan Amr’ı öldürecekti. Muâviye sabah namazına gitmediği için kurtulur. Hz. Ali namaza giderken, evdekilerle helâlleşir ve zehirli bir kılıçla şehit edilir. (…)

Hz. Ali’den sonra Muâviye, Şam’da duruma tamâmen hâkim olmuş, Hz. Hasan hilâfetten ferâgat ettiği halde iktidar hırsı ile onu zehirlettirmiştir. Geriye bir tek Hz. Hüseyin kalmıştır. Bütün Peygamber evlâdı da yetmiş küsur kişi. Hiç bir hilâfet iddiası yok. Hatta kendisine halîfe olarak uymak isteyenleri kabul etmiyor. O zaman Muâviye ölmüş yerine Yezid geçmiştir. Yezid “Ne olursa olsun Peygamber çocuğudur, benden üstündür” diye Hz. Hüseyin’i öldürme karârı alır. Hz. Hüseyin, yanına hiç silâh ve asker almamak şartıyla yalnız âile efrâdı ile, bugünkü Irak’ta bulunan Kûfe’ye doğru konuşup anlaşmak amacıyla yola çıkarlar. Hz. Hüseyin’e “Yezid’in babasına güvenilmezdi, Yezid’e hiç güvenilmez” derler. “Bilirim ama kaderimin îcâbıdır, gitmemezlik edemem” der.

Yetmiş iki silâhsız insan Irak topraklarında “belâ toprağı” denen yere geldiklerinde yirmi bin kişi tarafından çevrilirler. İki taraf da Müslüman; ezan okuyor, namaz kılıyorlar ve savaşıyorlar. Yetmiş iki kişi akla gelmez zulümlerle karşılaşıyor. Bunlardan biri Ali Ekber, Hz. Hüseyin Efendimiz’in büyük oğlu. Ali Ekber atına biner yirmi bin kişiyi yarar, elindeki kırbayı doldurur. Kırbayı delmek için ok atarlar. Kırbayı korumak için sağına aldığında teber denilen balta ile sağ kolunu, sol koluna aldığında sol kolunu keserler. Dişleri arasına alıp geri dönmek istediğinde kırbayı delerler ve kan revan içinde döner, bir damla su içmemiştir. Hz. Hüseyin Efendimiz atından düşmüş perîşan ve susuz bir halde. Âile efrâdı yok olma tehlikesi içinde feryat ediyorlar. O sırada biri gelip Hz. Hüseyin Efendimiz’i vurup vaad edilen parayı almak ister.

Hz. Hüseyin :

-Elini günâha bulama der.

Adam birden uyanır. Bu halde bile benim iyiliğimi düşünen çok büyüktür Beni affet der, elini öper ve mücâdele etmek ister. Mücâdelede yirmi – otuz ok yarası alır. Hz. Hüseyin Allah yaptığını görür der ve şahadetini teslim eder.

İnsan son anda kurtulur mu kurtulur. Yeter ki, büyüğe hizmet etmeyi becerebilsin. Daha sonra dişleri öne fırlamış tıpkı bir hayvanı andıran insan, Hz. Hüseyin Efendimiz’i şehit eder. Bütün erkekler yok edilir. Sâdece beşikteki Zeynel Âbidin kurtulur ve Ehli Beyt sülâlesi oradan devam eder.

Bize göre bu bir takdîr. Îtiraz etmeyiz. Lânet etmekle de vakit geçirmeyiz. Önemli olan ibret alabilmektir.

Bu devirde de Hz. Hüseyin ve Muâviye vardır. Önemli olan sen hangi noktadasın? İnsanın nefsânî arzuları çalışmasına, vatanına olan hizmetine mâni olacak noktada ağır basıyor mu? İçimizdeki Hüseyin çalışma, hizmet aşkıdır. Her türlü güzellik, doğruluk Hz. Hüseyin’dir. Kendimize âit arzu ve isteklerimiz, kinimiz, gururumuz, Muâviye’yi temsil eder. Hangi yöndeyiz? İnsan senelerce Muâviye’ye küfredip onun ordusunda kalmış olabilir. Allah bizi bundan korusun.

Fuzûlî’nin eseri olan “Saadete Ermişlerin Bahçesi”nde şöyle anlatılır: Rivâyete göre Hz. Hüseyin doğduğu zaman Cenâb-ı Hak tarafından Cebrâil iki vazife ile Hz. Muhammed’e gönderilir. “Git resûlümü bu doğan çocuktan ötürü tebrik et ve sonra şehitlik için başsağlığı dile!” Cebrâil Hz. Muhammed’e önce tebriklerini sonra tâziyesini bildirir. Hz. Muhammed hayretle:

-Ey Cebrâil kardeşim. Kutlamanın sebebini anladım ama hangi şehit için başsağlığı diliyorsun?

Cebrail cevap verir:

-Bu mazlumu senden sonra Kerbelâ çöllerinde cefa kılıcı ile şehit edecekler.

Hz. Muhammed bu haberi alınca ağlamaya başlar. Yanında Allah aslanı Ali vardır. Hemen ellerine kapanıp sorar:

-Ey güzeller güzeli. Niçin mübârek gözlerinden yaşlar iniyor?

Hz. Muhammed aldığı haberi can kardeşi Ali’den saklamaz, olduğu gibi anlatır ki şimdi Allah aslanı da ağlamaktadır.

Bu sefer kadınlar sultanı Fâtıma sorar:

-Ya Ali seni böyle sel sel ağlatan nedir?

Hz. Ali, Resûl’dan dinlediğini Fâtıma anamıza olduğu gibi anlatır. Hz. Fâtıma gözlerinden inen yaşlarla aziz babasının önüne diz çöker.

-Babam, babam! Ali’nin senden öğrenip bana anlattıkları nedir? Hz. Muhammed boynunu büker:

-Bana da Cebrâil anlattı!..

-Yâ Resul bu iş ne vakit olur? Resul cevap verir:

-Benden, senden, Ali’den ve Hasan’dan sonra.

Hz. Fâtıma, iyi ama diye kendi kendine sordu? Bu musîbet vukua geldiğinde benim mazlumum için kim tâziyette bulunsun? Rivayet ederler ki bu suale hatiften şöyle cevap gelir:

-Ey kadınların en güzeli ve en azîzi! Âhir zaman ehlinden. Peygamber soyuna bağlı olanlar senin oğluna, kıyāmete kadar ağlayacaklar.

Evet, Müslümanlıkta mâtem yoktur. Ama Hz. Peygamber torununa ve hânedan soyuna yapılan zulümlerden, çektikleri sıkıntılardan dolayı, hürmeten 1 Muharrem’den 10 Muharrem’e kadar bol su harcanmaz, temizlik, çamaşır, banyo gibi işler yapılmaz, yeni bir şey alınmaz, hediyeleşilmez, düğün ve eğlence yapılmaz.

Muharrem’i Anlamak

Ben bu ülkedeki pek çok Müslüman evlâdı gibi Muharrem nedir bilmeden büyüdüm. Muharrem yalnızca Hz. Nuh’a selâm olarak halvete sokulan fasulye, nohut ve buğdayın başka malzemeler de eklenerek oluşturduğu aşûre nefâsetiyle yer etti zihnimde. Evdeki en büyük tencerenin en yüksek dolabın tepesinden indirilişi, sayısız kâsenin yanyana dizilişi, aşûrenin üzerinin süslenişi ve tepsilere konularak ılık hâliyle komşulara dağıtılması… O dağıtma sorumluluğunu almış olmak, “büyüdüm” pasaportunu alarak komşulara duyurmakla eşti benim için. Açılan her kapının ardındaki teyzeler hep aynı sözü mırıldanırlardı: “Allah kabûl etsin.” Sonra sıra komşulara gelirdi. Sırayla bizim kapımız çalar ve çeşit çeşit kâseler içinde bizlere aşûreler gelirdi. Bu sefer “Allah kabûl etsin” sözü annemin dilinden dökülürdü. Aşûre, komşular arasındaki ortak lisânın tekrarı gibiydi ve her seferinde aynı söze bağlanırdı: “Allah kabûl etsin…”

 

Sonra yıllar geçti. Yetişkinliğimin vizesi, ağır aşûre tepsisini dağıtmakla sınırlı kalmadı. Hayatı anlamaya, bilmeye çalışan, etrafla ilgili meselesi olan bir genç olarak “barış, kardeşlik, hümanizm” sözleri dolandı dilime. Ama Muharrem hâlâ yalnızca aşûre demekti. Ve televizyonun karşısına geçerek o çok düşkünü olduğum tatlıyı kaşıklarken, meydanlara toplanıp açık sırtlarını zincirle döven insanları seyrederdim.  İnsanların kendilerine bilerek çektirdikleri bu acıların, ağzıma sakız ettiğim hümanizm sözleriyle hiç bağdaşmadığını düşündüğüm için bunları karalar, lânetler, aslını bilmeden konuşur da konuşurdum. Ne bilirdim ki, o insanlar Allah sevgilileriyle yakınlaşma niyazlarının bir simgesi olarak döverlermiş sırtlarını. “Allah kabûl etsin” diye…

 

Sonra ezelden beri beni sahiplendiğine emin olduğum mürşidimle karşılaştım. O büyük sultan Muharrem’i anlattı bana.

 

72 Peygamber evlâdının o belâ toprağında nasıl günlerce bir yudum suya muhtaç bırakılarak paramparça edildiğini anlattı. Hz. Hüseyin Efendimiz kadar tasarrufu bol bir sultanın istese bu zuhûru anında değiştirebilecekken yine de kaderinin icâbına uyduğunu… Sonunu çok iyi bildiği o yolculuğa çıkışındaki teslimiyeti… Bir baba olarak tüm âilesinin paramparça edilişine nasıl tanıklık ettiğini… Müslüman geçinen Yezid ve yandaşlarının şehâdetinin ardından Efendimizin mübârek başıyla nasıl oynadıklarını… O ilâhî mukadderâtın gerçekleşmesinde hepimize ebede kadar ibret olacak ne dersler olduğunu…

 

Hocam, işte bunun için yüzyıllardır Hz. Peygamber ve onun Ehl-i Beytine yakınlık duyanların Muharrem’i daha farklı geçirdiklerini anlattı.

 

Dinlediğimde beynim uyuştu, içim daraldı. Koşarak uzaklaşmak istedim, unutmak istedim. Sonra beni Allah sevgisiyle tanıştıran ama Muharrem’i bilmeden yetiştiren değerlime gittim: “Muharrem” dedim. “Biz Alevî değiliz ki” dedi. İçimde bir bulantı hissettim. Tanıdığım en saf müslümanlardan biriyken o değerlim, 10 Muharrem’i bir “Alevî ritüeli” olarak biliyordu yalnızca. O’na kızamazdım, çünkü böyle öğretilmişti.

 

Yoluma devam ettim. Her yıl Muharrem’i daha bir farklı karşılamaya başladım. Daha az su kullanmaya, yeni bir işe başlamamaya, hediyeleşmemeye, eğlence yapmamaya özen gösterir oldum. Muharrem adının kökündeki “haram ay” ifadesine uygun olarak bu şekilleri “haram” olarak zihnime kaydettim. Daha az su içerek kendimce onların susuzluğuna ortak olmaya başladım. Sonra yine bir an durup farkettim ki Muharrem’in mânâsını anlamama bu “haramlar” da yetmez. Salt bu şekillere takılarak özü kaçırmaktan Allah’a sığındım. Ehl-i Beyt’e hürmet ve muhabbeti bunlarla sınırlı tutmaktan edep etmeye karar verdim.

 

Kelime olarak aynı kökten gelen ihramda da haramlar var; saç kesilmez, koku sürülmez. Ama bu şeklî yasaklardan daha önemlisi, nefsimizin arzu ve isteklerini yok edebilmek, “aradan çekilebilmek” ve Yaradan’la şirksiz şekilde bir ve beraber olabilmektir.  O zaman –haram ay- olarak Muharrem’in de, bu 72 mübârek insanın yaşadığı trajedinin de daha derinde başka mânâları olmalı. Kerbelâ’nın Haram ayında gerçekleşmiş olması tesâdüf olmamalı. Ahmed er-Rifâî Hazretleri’nin buyurduğu gibi cevizin kabuğu var, bir de özü var. Özüne inince bir de ince deri var ki onu da sıyırınca hiç acılık kalmaz, süt gibi kalan özün özü meydana çıkar. Kerbelâ vakasını anlamaya çalışırken de kabukta kalmamalı, özün özüne gidebilmeli.

 

Hz. Hüseyin’in rûhum ve Yezid’in nefsim olduğunu, Kerbelâ’nın aslında her gün her an içimde ve çevremde defalarca yaşandığını ah bir anlayabilsem… Hz. Kenan’ın dediği gibi nefsin Yezid’ini içimde arasam… Yüzlerce sene evvel gelen Yezid’e lânet etmekle uğraşmasam… Nefsimin Yezid’ini tekâmül ettirebilsem… Kendimi aradan çekebilsem….

 

İşte o zaman Muharrem yasaklarımın gerçek mânâsı zuhûr edecek. O zaman Hz. Hüseyin Efendimizin cihadı bendeki anlamını bulacak. Muharrem nefsimle cihadımın ayı olacak. Ehl-i Beyt’le kuracağım râbıta gerçek olacak. Hz. Hüseyin Efendimiz belki de benden râzı olabilecek…

 

Allah kabûl edecek…

 

 

 

Başlıksız

“Mâh-ı Muharrem oldı meserret harâmdur

Mâtem bugün şerî’ate bir ihtirâmdur”

 

(“Muharrem ayı geldi, sevinç haramdır. Bugün yas tutmak şeriata saygının bir ifadesidir”)

Hadîkatü-s Süedâ – Fuzûlî

 

Kaynaklarda “muharrem” kelimesinin Arapça’da yasak mânâsına gelen haram kelimesinden türetildiği belirtilmektedir. İslâm tarafından hicrî yılbaşı olarak kabul edilmiş, Câhiliye Devrinde dahî hürmetli olan bu ay, yasak ay olarak kabul gördüğü için savaş, husûmet gibi mevzular bu aya saygıdan ötürü vukû bulmamış. Ne kadar ironik değil mi?!

Bu ay içinde neredeyse her peygamber Allah’ın bir mûcizesine tanık olmuş, sayısız önemli olay cereyan etmiş; lâkin sanki hiçbirisi ümmet-i Muhammed-i âl-i abânın en küçüğü, Ey Ehli Beyt! Allah sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” (Ahzab, 33) âyetinin şerefli muhatabı, Kerbelâ’nın “galiptir, bu yolda mağlup” lideri Hz. Hüseyin’in (r.a.) şehâdeti kadar etkili olmamıştır. Vukû bulduğu tarihten günümüze kadar etkisini İslâm coğrafyasında hissettirmiş, üstüne sayısız kitap, şiir, ağıt, mersiye yazılmış, bir ümmeti belki de kıyâmete kadar fikir olarak sonsuza kadar bölmüş. Kendi karısının verdiği zehirli tatlı yüzünden öldürülen abisi veya câmi avlusunda suikaste kurban giden babası, kendisinin şehâdeti kadar tesir etmemiş İslâm coğrafyasına. Susuz kalan bebeler, birbirlerinin gözleri önünde can veren kardeşler, babalar, dostlar, Kûfe’de, Şam’da sanki bir zafer âbidesiymiş gibi gezdirilen Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in okşadığı, öptüğü, sevdiği, Kerbelâ’nın kızgın çöllerinde garip bırakılmış o mübârek vücuddan esir alınmış baş, daha çok etkilemiş vicdanları sanki. Etkilemiş etkilemesine de müslümanlar sadece etkilenmişlikleriyle kalakalmışlar, tıpkı şanlı kitap Kur’an’da anlatılan târihî öykülerin sûretinde kalıp mânâlarını anlamaya çalışmadıkları gibi, bu büyük olayın da mânâsından bir ders çıkaramamışlar, yüzyıllarca ve günümüzde de zâhirî kavgalarına devam etmiş, bâtınî kavgalarını unutmuşlar.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) inananlara büyük “cihad”ı, yani nefse karşı durmayı öğütlemiş, bunun da herhangi bir zâhirî cenkden daha zor olduğunu, zamanla kor hâline geldiğini, bir müminin esas gayesinin nefsine karşı dik durarak ahlâkını bütünlemesi, namaz, zekât, oruç gibi ibâdetlerin bu kutsal hedef için araç olduğunu bildirmiştir. Bu böyle olmasaydı der miydi zaten Efendimiz (s.a.v.) “Ben güzel ahlâkı tamamlamaya geldim” diye?

Ken’an Rifâî Hz. (k.s.) de şöyle buyurmuşlar: “Ehl-i Beyt’e muhabbet, onların yolundan gitmekle olur“. Hattâ örnek olarak “Sana Hz. Hüseyin (r.a.) için ölüm teklif etmek değil, bir sigaranı bırak, hattâ içtiğini yarıya indir desem yine yapamazsın. Bir dumana esâretten kurtulamıyorsun, ötesini sen var kıyas et” demişlerdir. Kerbelâ hâdisesini anlatan yazar Ahmet Turgut, kitabı Aşkın Şehidi’nin önsözüne şu kıtayı nakşetmiş: “Kerbelâ’yı uzaklarda arama. Bu hikâyenin Yezid’i sana her dem kötülükler emreden ve yeryüzünde nifak çıkartıp kan döken nefsindir. Zoru gördükçe dostlarını yarı yolda koyan Kûfeliler, maslahat gözeten aklındır. Arına paklana yücelen ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan Hüseyin, Allah katından sana üflenen ruhtur. Unutma! Seni yaratan Yezid’i de, Kûfelileri de, İmam Hüseyin’i (r.a.) de var edendir.”

Bugün hâlen Suriye’de, Irak’ta, Kuzey Afrika’da, Müslüman coğrafyasının çoğunda bir taraf öldürürken “Allahu ekber”, diğer taraf ölürken “Allahu ekber” ve biz buna şâhit olup izlerken “Allahu ekber” diyorsak, Allahım bizi affet! Biz ne Sana, ne de bizim idrâkimizi açmak için o Kerbelâ çölüne şehâdete doğru yola çıkan kutlu Peygamber’in (s.a.v.) mübârek torununa lâyık olamamışız. Lâyık olabilmek için, durup düşünmek için, nefsimizi dizginlemek, mânâyı anlamak için sen bizim idrâkimizi aç Allahım. Âmin.

 

 

Yaralı Yüz

Yaralı Yüz (Scarface) filminde en etkilendiğim sahnelerden biridir: Tony Montana gittiği lüks restoranda karısıyla kavga edip rezâlet çıkardıktan sonra esefle bakan insanlara şöyle hitap eder:

“…Sizin benim gibi insanlara ihtiyacınız var. O kahrolası parmaklarınızı bana doğrultup ‘İşte kötü adam’ diyebilmek için benim gibi insanlara ihtiyacınız var. Bu durumda siz ne olmuş oluyorsunuz? İyi insanlar mı?”

Küba’dan bir tekneyle kaçak giriş yaptığı Florida’da kısa sürede en büyük uyuşturucu patronlarından biri hâline gelen Tony, sonunda kendisinin de rahatsız olduğu bir hayatın ortasından etrafındakilere böyle bağırmaktadır. Etrafındakiler kimdir? İşte söylemek istediklerim tam da burada başlıyor…

Yezid’in Hz. Hüseyin Efendimizi ve silâhsız ailesini çok az insanın muhayyilesine sığabilecek bir mezâlimle katlettiği Aşûre gününü geride bıraktık. Bu olayın acı hâtırası hepimizin üzerinde bir hüzün bıraktı. Bu olayı tekrar düşündük. Yezid’in nasıl da zâlim olduğunu, insanlığın en çok utanacağı olayı gerçekleştirdiğini düşündük. Ona lânet ettik, böyle bir hâinliği, hele de Hüseyin Efendimiz gibi bir cemâl sultânına karşı nasıl da yapabildi diye düşündük. Ama farkında olmadan Yezid bize huzur verdi:  Biz onun kadar kötü değildik.

Tıpkı birkaç sene önce çokça konuşulan cinâyet davasında yargılanan Cem Garipoğlu gibi. Nasıl da mâsum bir genç kızı katletmiş, cesedini parçalara ayırmış ve çöp konteynerlerine atmıştı? Şüphesiz biz onun kadar da kötü değildik.  Biz şüphesiz Hitler kadar da kötü değiliz. Hatta biz, hapishaneleri dolduran kimseler kadar da kötü değiliz. Ancak üzerinde durmaya bile değmeyecek kusurlarımız var, onları da affedicilerin en affedicisi olan Allah (c.c.) affeder diye düşünüyoruz.

Cem’in annesinin bir gazeteye söylediği şu sözler üzerinde durulmaya değer: “Bir gün öncesinde aklımızın ucundan bile geçmeyecek bir olayın içinde bulduk kendimizi…” Ben Cem’in de bu olaylar olmadan bir gün önce Yezid hakkında bizler gibi düşündüğüne inanıyorum. Ama mukadderat, onun içindeki Yezid nüvesini fiiliyâta geçirdi. Olay günü tam olarak neler olduğunu bilmiyoruz. Belki kendisine de sorsanız, olanların mantıklı bir açıklamasını yapamayacaktır. Ne olduysa oldu, sonunda o da “iyi” insanlara huzur verenler sınıfına dâhil oldu genç yaşında.

Çok şükür, her an olmasa da bazı zamanlar Yezid’den aşağı kalmayan bir canavarın içimde uyukladığının farkına varıyorum. Efendim üzerimden elini bir an çekse, o sırada kader çarkları, mukadder olanı gerçekleştirmek üzere dönmeye başlasa, ben de diğer insanlara huzur verenlerden biri olurum. Bunu engellemek için en küçük bir şansım yok. Bunun şu ana kadar gerçekleşmemiş olması beni ne iyi ne de kötü olarak tanımlamaya yetmez. Efendimizin şu sözleri belki de buna işâret etmektedir: “Rahmân’ın iki parmağı arasında olmayan bir kalb yoktur. Allah dilerse onu doğru yola sevkeder, dilerse şaşırtır!” Şimdi söyleyin: Hangimiz Yezid’den daha iyiyiz?

Tony Montana’nın kime seslendiğini şimdi anlıyorum. Restoranın orta yerindeki masasından öfkeyle bana bakıyor. Utanarak yemeğime devam ediyorum, ondan tarafa bakmamaya çalışıyorum. Diğer müşteriler de benim gibi kendi işine bakıyor.

İçimizdeki Yezid’den utanç duyuyoruz…

Rızânın Zirvesi

Allah için sevdiğinden vermek, kadere râzı olmak, Allah deyip istikamet etmek, ne olursa olsun Allah’ın kurallarına uymak nedir diye anlamak isteyen, Kerbelâ vak’asına bakmalı kanımca.

Ailesinin ve kendisinin ‘Baş’ına gelecekleri bile bile yola çıkan ve Kerbelâ denen mevkide son nefesine veren Hz. Hüseyin, Allah için yok olmanın, emre itaatin, ezelde söylenilen “belî”nin mânâsının en güzel örneği benim için.  Evlâtlarının gözü önünde parçalanarak öldürüldüğüne şâhitlik eden bir baba, hanımlarının katlini seyretmiş bir eş ve kendi âkıbetini gayet net bilen bir kul olarak Hz. Hüseyin, şehâdet vakti geldiğinde namaza durmuş. Kerbelâ vak’asında beni en çok şaşırtan şeydir bu. Tüm anlatılanları kalbim kabul ederken, o anda kendi kanından abdest alıp namaza durmak beni hayrete düşürüyor. Teslimiyetin zirvesi, rızânın en üst mertebesi…

Biraz canı acıdığında hiddetlenen, sevdiklerine en ufak dil uzandığında şahin kesilen, yorgunum, hastayım, vaktim yok deyip ibâdetleri aksatan biri olarak Kerbelâ olayının tüm anları ibret iken, namaza böylesi ihtimam gösterilmesi kalbimi delip geçiyor.

Sonra düşünüyorum Allah sevdiğini böyle mi sınar? Allah’ın sevdiği, kaderine böyle mi râzı olur? Bu nasıl bir sevgidir? Bu nasıl bir aşktır? İçinde böyle bir Allah aşkı olan kimse nasıl olur da bu dünyada bizler gibi yer, içer, oturur, güler? Hangi birine hayret edeceğimi bilmeden bu düşünceler geçiyor aklımdan. Hangisine daha çok şaşırmalı?: Böyle bir kadere rızâya mı,  yoksa böyle bir rızâ ehlinin insanlar arasında beden giyerek dolaşmasına mı? Bu soruya da cevap bulamayan zihnim tekrar düşünmeye başlıyor…

Hz. Hüseyin benim için yumuşaklık ve hilim demek. Sükûnet ve huzur demek. Yine aklımın sınırlarını zorlayan bu meşrepte birinin böyle bir olayı yaşarken gösterdiği tavır… Bu kadar yumuşak meşrepli birinin Kerbelâ’da şâhit oldukları karşısında hâlâ bu sukûneti koruması, imânı…

Yaşadığımız olayların bizim turnusol kâğıdımız olduğunu düşünürüm hep. Olaylar gelir, bize dokunur geçer ve biter. Bizim bu olaylar karşısında verdiğimiz tepkiler kim olduğumuzu belirler. Tepkilerimizin rengi ve şekli, içimizde yaşadığımız fırtınalar veyâ huzur bizi bize imzalatır. Bu yüzden Kerbelâ olayına baktığımda, kan kokan o nehir akarken gürül gürül Kerbelâ’da ve Hz. Hüseyin’i düşündüğümde içimden kuvvetle geçen tek istek, olduğu gibi olan, içinin rengi dışında olan, hâli ile hakikati bir olan o sultânın önünde acz, aşk ve hürmet ile eğilmek. Ellerini bırakıp ayaklarına sarılmak ve ona yalvarmak, “hâlinizden bahşedin” diye…

 

Gel

Gel

 

Geliyorsun

Hep yoldasın

Mümkün olan senin gelişin

Celâl ve cemâl

Ne olursan ol yine geliyorsun

Geliyorsun gönüllere

 

Gönül ile hiçliğin tadı

Hiçlikle var olan

Var olanla hiçliğe doğrulan gönül

Hepsi bir

Hep bir

 

Balığın azabı denizden başkasıymış

Denizin kendisi ise balığa, rahim imiş

Sen varsın, sen yarsın

Deniz, balık hepsisin

 

Ben, sen değil biziz.

Biz de seniz

Sen ki kalemi oynatan

Sen ki kalem olan

Sen ki kalem

Sen ki sen

Aya bakınca semâda görünen semazen

Yolda gösterdi seni sendekine

 

Umut Alihan Dikel