Muharrem ayı, eski hicrî veya kamerî dediğimiz ayın hareketine göre hesap edilen aylardan ilkidir. Bu bakımdan Muharrem ayının birinci günü bizim yılbaşı diye bildiğimiz hârika bir geleneğimiz teşekkül etmiştir. Ama bu son 50-60 sene içinde unutulmuştur.
Muharrem’in birinde büyükler tarafından bereket parası verilirdi. Bu, âile arasında olduğu gibi, dervişân arasında da olabilirdi. Bu, hem yeni bir senenin muhâsebesi, eski senenin yeni bir sene ile karşılaştırılması, hem de yeni senede kazanılacak hayâtın her yönden bereketli olmasının ilk tembihi idi. Çünkü hayat çok kazançlı olabilir ama, bereketli olmayabilir. Hayat çok sıhhatli geçebilir ama, sıhhatinin bereketi olmayabilir. Çok mutlu, gülerek eğlenerek geçmiş bir hayat olabilir ama, hiç ama hiç bereketi olmayabilir. Mühim olan maddî ve mânevî rızkın bir arada yürümesidir. Bereketin bizde ifâde ettiği mânâ :
- Mutlaka hayırlı olması,
- Faydalı olması,
- Allah’tan gelir olması.
Yâni Allah’tan geldiğinin idrak edilmesidir. Haram, işe karışmayacak. Bu rızıktan hem faydalanılacak, hem de faydalandırılacak. Ömür ve sıhhat için de bu böyle. Böylece bereketli olup hayırlı işlerde kullanılacak. Aksi halde yaşanmış hayat, diğer canlıların yaşadığı hayattan farksız hâle gelir. Burada şunu belirtmekte fayda var. Biz de yeni yılı elbette kutlarız. Ama bir hafta boyunca Noel’i kutlamak şeklinde değil. Öyle olursa tıpkı Kurban Bayramı’nı bir Hıristiyan’ın kutlaması gibi abes olur. Gāyet tabiî ki, buna karşı çıkılır. Ama kabul ettiğimiz takvim yılının ilk gününü kutlar, onun muhâsebesini yapabiliriz.
Muharrem ayının ikinci önemi, peygamberler târihi açısından ortaya çıkar. Meselâ bu ayda Hz. Âdem’in cennetten çıktıktan sonraki tövbesi, ilk defa kabul olunmuş, Hz. Yunus balığın karnından, Hz. İbrâhim ateşten kurtulmuştur. Hz. Mûsa’nın Mısır’dan çıkması ve Hz. Nuh’un tufandan kurtuluşu da sayılabilir.
Peygamber Efendimiz Medîne’yi teşrif ettikleri zaman Medîne’de Yahûdiler var ve onlar Muharrem’i çok iyi biliyorlar. Muharrem’in onuncu günü oruç tutuyorlar. Müslümanlar Peygamber Efendimiz’e Kur’an-ı Kerîm’de Nuh ile ilgili âyetler olduğunu, Nuh Peygamber’le alâkalı olayların anlatıldığını, bu sebeple Muharrem’de oruç tutmak istediklerini söylüyorlar. Hz. Peygamber, “Tutulabilir, fakat Yahûdilere benzememek şartı ile. Yâni ya 9-10’unda, ya da 10-11’inci günlerde iki gün oruç tutabilirsiniz” buyuruyorlar.
(…)
Peygamber Efendimizin, “Muharrem’in 10. gününden sonra günlerinizi bereketlendirin, ailenizin rızkını arttırın” şeklinde birçok hadisleri vardır. Ama İslâm tarihi noktasından 10 Muharrem’de özellikle Ehli Beyt’in, Peygamber soyuna saygısı olan insanların çok acıklı bir hâdise ile karşılaştıklarını görüyoruz.
10 Muharrem’de Hz. Hüseyin Efendimizin şehâdeti var. Hz. Hüseyin Efendimizin, kâinat istese de kılına bile dokunulmazdı. Ama ilâhî takdir ile ortaya çıkması gerekli hâdiselerden biri. Ancak bizim bundan alacağımız ve bütün nesillerin alacağı dersler var. Onun için de İslâm târihi ile berâber Türk târihini çok iyi bilmek lâzım. Çünkü geleceğin anahtarı geçmişte gizlidir. (…)
İslâm, târihi açısından biliyorsunuz Peygamber Efendimiz Hz. Îsâ gibi bir peygamber değildir. Hz. Îsâ zulüm altında sâdece zulme boyun eğmeyi öğretmiştir. Başka yapacak bir şeyi yoktu. İlk zamanlarda biri sana tokat atarsa öbür yanağını da çevir demek mecbûriyetinde idi. Çünkü insanları yakıyorlardı. En basit eğlenceleri, bugün arkeolojik kazılarda bulunup medeniyet eserleri diye ortaya çıkarılan arenalarda, zavallı köleleri günlerce aç bırakılan vahşi hayvanlara parçalattırmaktı. Bir insanı haç şeklindeki ağacın üzerine yatırıyorlar, ellerinden, ayaklarından ve göğsünden çiviliyor sonra ağacı havaya dikiyorlardı. Bunu o kadar ustalıkla yapıyorlardı ki, damarları deliyorlar, insanları yavaş yavaş kan kaybettirerek öldürüyorlardı. Ama dünyâya sorarsanız Grek, Roma ve sonra batı medeniyeti vardır. Dünyânın en vahşi kabilelerinde bile böyle zulüm yoktur.
Peygamber Efendimiz, Asr-ı Saadette geldikleri zaman bütün peygamberlerin ana vasıflarını üzerinde toplamış en büyük insan olarak geldi. Onun için de sâdece dînî yol gösterici değil aynı zamanda devlet başkanı idi. Devlet kurmuştu, ilk anayasayı Peygamber Efendimiz yaptı ve uyguladı. Bu hukûkî bir anayasa idi. Yahûdi, müşrik ve Müslümanlar arasında üçlü bir şekilde tatbik edilmiştir.
Asr-ı Saadet, her şeyin vahiy ile halledildiği, her müşkülün Peygamber Efendimiz’e sorularak çözüldüğü, hiç kimsenin de itiraz etmediği huzur içinde yaşanan bir devirdi. Harp var, şehitler var, işkenceler vardı. Ama Müslümanlar da mevcuttu. Çünkü ikilik ve nifak yoktu. Peygamber Efendimizin irtihallerinden hemen sonra, Hz. Ebu Bekir büyük şahsiyeti ile kargaşayı örtüyor. Arkadan Hz. Ömer devri, tam bir fütûhat devri. Çölde yaşamış insanların eline altın ve ülkeler yağıyor. Hz. Ömer altı milyon kilometrekarenin tek hâkimi. Bütün Arap Yarımadası’na hükmediyor ve tek elbisesi var. Harp ganîmeti olarak gelen elbise hakkı ile oğluna elbise yaptırıyor.
Hz. Osman son derece iyi niyetlidir. Ama idâreci değildir. İstismar edilir. Muâviye, vahiy kâtibi olacak kadar akıllı bir adam. Günde elli vakit namaz kılıyor. Bunu Hz. Peygamber’e söylediklerinde “Beş vakit kılsın, sonunda bıkar” buyuruyorlar. İfrata varan her hâdise pişmanlıkla sonuçlanır. Onun için derler ki, birine borç vereceğin zaman arkasını aramayacağın kadar ver.
Sonunda Hz. Osman şehit edilir. Hz. Osman’ı şehit edenler arasında sahâbe çocukları da vardır. Hz. Osman’ı kapıda Hz. Hasan, Hz. Hüseyin Efendilerimiz korumaktadırlar. Lâkin Hz. Osman’ı damdan girerek şehit ederler.
Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra ortaya üçlü bir İslâm çıkar. Bugün maalesef otuz türlüsü var. Bugünü değerlendiremezsek geçmişi anlatmanın hiç faydası yok. Bu üçlü İslâm anlayışından birincisi gerçekten saf Müslümanlar. Peygamber Efendimizin getirdiği İslâm’ı yaşayan Hz. Hüseyin’in etrâfında toplanan Mekke ve Medîneliler. İkincisi, Hâricîler, yâni Bedevîler, inanmış ama, îmânını bildiği ile takviye edememiş insanlar. Bunlar her şeyi sâdece ilk cümlesi ile anlayanlar. Namaz kılmayan adam kâfirdir diyor ve İslâm adına kafasını kesiyor. Üçüncüsü, Muâviye’nin etrâfında toplanan İslâm’ın ilk devirlerinde çok fedâkâr davranan, bunun nîmetlerinden biz de istifâde edelim, saltanat paraya tâbi olacak, bunu bileğimizle hak ettik diyen ve hızla maddeye yönelen bir grup. Bu iki grup arasındaki mücâdele, Peygamber Efendimizin Hz. Ali hakkında söylediği bütün hadisler bilindiği, Allah’ın aslanı olarak bütün İslâm tarihinde Hz. Ali’nin yeri belli olduğu halde Muâviye’yi büyük bir grup destekledi. Hz. Ali, Sıffin’de savaşı kazandığı halde Kur’an-ı Kerîm sahifelerini mızraklarının ucuna takıp, Kur’an-ı Kerim için harp ediyoruz diyerek karşı tarafı tesir altında bıraktılar.
Daha sonra Hz. Ali Efendimizi Hâriciler üç tâne kātil tutarak şehit ederler. Hâricilerden biri Muâviye’yi biri Hz. Ali’yi, diğeri hakem olan Amr’ı öldürecekti. Muâviye sabah namazına gitmediği için kurtulur. Hz. Ali namaza giderken, evdekilerle helâlleşir ve zehirli bir kılıçla şehit edilir. (…)
Hz. Ali’den sonra Muâviye, Şam’da duruma tamâmen hâkim olmuş, Hz. Hasan hilâfetten ferâgat ettiği halde iktidar hırsı ile onu zehirlettirmiştir. Geriye bir tek Hz. Hüseyin kalmıştır. Bütün Peygamber evlâdı da yetmiş küsur kişi. Hiç bir hilâfet iddiası yok. Hatta kendisine halîfe olarak uymak isteyenleri kabul etmiyor. O zaman Muâviye ölmüş yerine Yezid geçmiştir. Yezid “Ne olursa olsun Peygamber çocuğudur, benden üstündür” diye Hz. Hüseyin’i öldürme karârı alır. Hz. Hüseyin, yanına hiç silâh ve asker almamak şartıyla yalnız âile efrâdı ile, bugünkü Irak’ta bulunan Kûfe’ye doğru konuşup anlaşmak amacıyla yola çıkarlar. Hz. Hüseyin’e “Yezid’in babasına güvenilmezdi, Yezid’e hiç güvenilmez” derler. “Bilirim ama kaderimin îcâbıdır, gitmemezlik edemem” der.
Yetmiş iki silâhsız insan Irak topraklarında “belâ toprağı” denen yere geldiklerinde yirmi bin kişi tarafından çevrilirler. İki taraf da Müslüman; ezan okuyor, namaz kılıyorlar ve savaşıyorlar. Yetmiş iki kişi akla gelmez zulümlerle karşılaşıyor. Bunlardan biri Ali Ekber, Hz. Hüseyin Efendimiz’in büyük oğlu. Ali Ekber atına biner yirmi bin kişiyi yarar, elindeki kırbayı doldurur. Kırbayı delmek için ok atarlar. Kırbayı korumak için sağına aldığında teber denilen balta ile sağ kolunu, sol koluna aldığında sol kolunu keserler. Dişleri arasına alıp geri dönmek istediğinde kırbayı delerler ve kan revan içinde döner, bir damla su içmemiştir. Hz. Hüseyin Efendimiz atından düşmüş perîşan ve susuz bir halde. Âile efrâdı yok olma tehlikesi içinde feryat ediyorlar. O sırada biri gelip Hz. Hüseyin Efendimiz’i vurup vaad edilen parayı almak ister.
Hz. Hüseyin :
-Elini günâha bulama der.
Adam birden uyanır. Bu halde bile benim iyiliğimi düşünen çok büyüktür Beni affet der, elini öper ve mücâdele etmek ister. Mücâdelede yirmi – otuz ok yarası alır. Hz. Hüseyin Allah yaptığını görür der ve şahadetini teslim eder.
İnsan son anda kurtulur mu kurtulur. Yeter ki, büyüğe hizmet etmeyi becerebilsin. Daha sonra dişleri öne fırlamış tıpkı bir hayvanı andıran insan, Hz. Hüseyin Efendimiz’i şehit eder. Bütün erkekler yok edilir. Sâdece beşikteki Zeynel Âbidin kurtulur ve Ehli Beyt sülâlesi oradan devam eder.
Bize göre bu bir takdîr. Îtiraz etmeyiz. Lânet etmekle de vakit geçirmeyiz. Önemli olan ibret alabilmektir.
Bu devirde de Hz. Hüseyin ve Muâviye vardır. Önemli olan sen hangi noktadasın? İnsanın nefsânî arzuları çalışmasına, vatanına olan hizmetine mâni olacak noktada ağır basıyor mu? İçimizdeki Hüseyin çalışma, hizmet aşkıdır. Her türlü güzellik, doğruluk Hz. Hüseyin’dir. Kendimize âit arzu ve isteklerimiz, kinimiz, gururumuz, Muâviye’yi temsil eder. Hangi yöndeyiz? İnsan senelerce Muâviye’ye küfredip onun ordusunda kalmış olabilir. Allah bizi bundan korusun.
Fuzûlî’nin eseri olan “Saadete Ermişlerin Bahçesi”nde şöyle anlatılır: Rivâyete göre Hz. Hüseyin doğduğu zaman Cenâb-ı Hak tarafından Cebrâil iki vazife ile Hz. Muhammed’e gönderilir. “Git resûlümü bu doğan çocuktan ötürü tebrik et ve sonra şehitlik için başsağlığı dile!” Cebrâil Hz. Muhammed’e önce tebriklerini sonra tâziyesini bildirir. Hz. Muhammed hayretle:
-Ey Cebrâil kardeşim. Kutlamanın sebebini anladım ama hangi şehit için başsağlığı diliyorsun?
Cebrail cevap verir:
-Bu mazlumu senden sonra Kerbelâ çöllerinde cefa kılıcı ile şehit edecekler.
Hz. Muhammed bu haberi alınca ağlamaya başlar. Yanında Allah aslanı Ali vardır. Hemen ellerine kapanıp sorar:
-Ey güzeller güzeli. Niçin mübârek gözlerinden yaşlar iniyor?
Hz. Muhammed aldığı haberi can kardeşi Ali’den saklamaz, olduğu gibi anlatır ki şimdi Allah aslanı da ağlamaktadır.
Bu sefer kadınlar sultanı Fâtıma sorar:
-Ya Ali seni böyle sel sel ağlatan nedir?
Hz. Ali, Resûl’dan dinlediğini Fâtıma anamıza olduğu gibi anlatır. Hz. Fâtıma gözlerinden inen yaşlarla aziz babasının önüne diz çöker.
-Babam, babam! Ali’nin senden öğrenip bana anlattıkları nedir? Hz. Muhammed boynunu büker:
-Bana da Cebrâil anlattı!..
-Yâ Resul bu iş ne vakit olur? Resul cevap verir:
-Benden, senden, Ali’den ve Hasan’dan sonra.
Hz. Fâtıma, iyi ama diye kendi kendine sordu? Bu musîbet vukua geldiğinde benim mazlumum için kim tâziyette bulunsun? Rivayet ederler ki bu suale hatiften şöyle cevap gelir:
-Ey kadınların en güzeli ve en azîzi! Âhir zaman ehlinden. Peygamber soyuna bağlı olanlar senin oğluna, kıyāmete kadar ağlayacaklar.
Evet, Müslümanlıkta mâtem yoktur. Ama Hz. Peygamber torununa ve hânedan soyuna yapılan zulümlerden, çektikleri sıkıntılardan dolayı, hürmeten 1 Muharrem’den 10 Muharrem’e kadar bol su harcanmaz, temizlik, çamaşır, banyo gibi işler yapılmaz, yeni bir şey alınmaz, hediyeleşilmez, düğün ve eğlence yapılmaz.