Muharrem’i Anlamak

Ben bu ülkedeki pek çok Müslüman evlâdı gibi Muharrem nedir bilmeden büyüdüm. Muharrem yalnızca Hz. Nuh’a selâm olarak halvete sokulan fasulye, nohut ve buğdayın başka malzemeler de eklenerek oluşturduğu aşûre nefâsetiyle yer etti zihnimde. Evdeki en büyük tencerenin en yüksek dolabın tepesinden indirilişi, sayısız kâsenin yanyana dizilişi, aşûrenin üzerinin süslenişi ve tepsilere konularak ılık hâliyle komşulara dağıtılması… O dağıtma sorumluluğunu almış olmak, “büyüdüm” pasaportunu alarak komşulara duyurmakla eşti benim için. Açılan her kapının ardındaki teyzeler hep aynı sözü mırıldanırlardı: “Allah kabûl etsin.” Sonra sıra komşulara gelirdi. Sırayla bizim kapımız çalar ve çeşit çeşit kâseler içinde bizlere aşûreler gelirdi. Bu sefer “Allah kabûl etsin” sözü annemin dilinden dökülürdü. Aşûre, komşular arasındaki ortak lisânın tekrarı gibiydi ve her seferinde aynı söze bağlanırdı: “Allah kabûl etsin…”

 

Sonra yıllar geçti. Yetişkinliğimin vizesi, ağır aşûre tepsisini dağıtmakla sınırlı kalmadı. Hayatı anlamaya, bilmeye çalışan, etrafla ilgili meselesi olan bir genç olarak “barış, kardeşlik, hümanizm” sözleri dolandı dilime. Ama Muharrem hâlâ yalnızca aşûre demekti. Ve televizyonun karşısına geçerek o çok düşkünü olduğum tatlıyı kaşıklarken, meydanlara toplanıp açık sırtlarını zincirle döven insanları seyrederdim.  İnsanların kendilerine bilerek çektirdikleri bu acıların, ağzıma sakız ettiğim hümanizm sözleriyle hiç bağdaşmadığını düşündüğüm için bunları karalar, lânetler, aslını bilmeden konuşur da konuşurdum. Ne bilirdim ki, o insanlar Allah sevgilileriyle yakınlaşma niyazlarının bir simgesi olarak döverlermiş sırtlarını. “Allah kabûl etsin” diye…

 

Sonra ezelden beri beni sahiplendiğine emin olduğum mürşidimle karşılaştım. O büyük sultan Muharrem’i anlattı bana.

 

72 Peygamber evlâdının o belâ toprağında nasıl günlerce bir yudum suya muhtaç bırakılarak paramparça edildiğini anlattı. Hz. Hüseyin Efendimiz kadar tasarrufu bol bir sultanın istese bu zuhûru anında değiştirebilecekken yine de kaderinin icâbına uyduğunu… Sonunu çok iyi bildiği o yolculuğa çıkışındaki teslimiyeti… Bir baba olarak tüm âilesinin paramparça edilişine nasıl tanıklık ettiğini… Müslüman geçinen Yezid ve yandaşlarının şehâdetinin ardından Efendimizin mübârek başıyla nasıl oynadıklarını… O ilâhî mukadderâtın gerçekleşmesinde hepimize ebede kadar ibret olacak ne dersler olduğunu…

 

Hocam, işte bunun için yüzyıllardır Hz. Peygamber ve onun Ehl-i Beytine yakınlık duyanların Muharrem’i daha farklı geçirdiklerini anlattı.

 

Dinlediğimde beynim uyuştu, içim daraldı. Koşarak uzaklaşmak istedim, unutmak istedim. Sonra beni Allah sevgisiyle tanıştıran ama Muharrem’i bilmeden yetiştiren değerlime gittim: “Muharrem” dedim. “Biz Alevî değiliz ki” dedi. İçimde bir bulantı hissettim. Tanıdığım en saf müslümanlardan biriyken o değerlim, 10 Muharrem’i bir “Alevî ritüeli” olarak biliyordu yalnızca. O’na kızamazdım, çünkü böyle öğretilmişti.

 

Yoluma devam ettim. Her yıl Muharrem’i daha bir farklı karşılamaya başladım. Daha az su kullanmaya, yeni bir işe başlamamaya, hediyeleşmemeye, eğlence yapmamaya özen gösterir oldum. Muharrem adının kökündeki “haram ay” ifadesine uygun olarak bu şekilleri “haram” olarak zihnime kaydettim. Daha az su içerek kendimce onların susuzluğuna ortak olmaya başladım. Sonra yine bir an durup farkettim ki Muharrem’in mânâsını anlamama bu “haramlar” da yetmez. Salt bu şekillere takılarak özü kaçırmaktan Allah’a sığındım. Ehl-i Beyt’e hürmet ve muhabbeti bunlarla sınırlı tutmaktan edep etmeye karar verdim.

 

Kelime olarak aynı kökten gelen ihramda da haramlar var; saç kesilmez, koku sürülmez. Ama bu şeklî yasaklardan daha önemlisi, nefsimizin arzu ve isteklerini yok edebilmek, “aradan çekilebilmek” ve Yaradan’la şirksiz şekilde bir ve beraber olabilmektir.  O zaman –haram ay- olarak Muharrem’in de, bu 72 mübârek insanın yaşadığı trajedinin de daha derinde başka mânâları olmalı. Kerbelâ’nın Haram ayında gerçekleşmiş olması tesâdüf olmamalı. Ahmed er-Rifâî Hazretleri’nin buyurduğu gibi cevizin kabuğu var, bir de özü var. Özüne inince bir de ince deri var ki onu da sıyırınca hiç acılık kalmaz, süt gibi kalan özün özü meydana çıkar. Kerbelâ vakasını anlamaya çalışırken de kabukta kalmamalı, özün özüne gidebilmeli.

 

Hz. Hüseyin’in rûhum ve Yezid’in nefsim olduğunu, Kerbelâ’nın aslında her gün her an içimde ve çevremde defalarca yaşandığını ah bir anlayabilsem… Hz. Kenan’ın dediği gibi nefsin Yezid’ini içimde arasam… Yüzlerce sene evvel gelen Yezid’e lânet etmekle uğraşmasam… Nefsimin Yezid’ini tekâmül ettirebilsem… Kendimi aradan çekebilsem….

 

İşte o zaman Muharrem yasaklarımın gerçek mânâsı zuhûr edecek. O zaman Hz. Hüseyin Efendimizin cihadı bendeki anlamını bulacak. Muharrem nefsimle cihadımın ayı olacak. Ehl-i Beyt’le kuracağım râbıta gerçek olacak. Hz. Hüseyin Efendimiz belki de benden râzı olabilecek…

 

Allah kabûl edecek…

 

 

 

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın