Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Kerbelâ Hâdisesi ve Ehli Beyt Ahlâkı Üzerine”

Ehli Beyt’i sevmek, Peygamber’i sevmek demektir. Peygamber’i sevmek de Allah’ı sevmek demek; Allah’ın sevdiğini sevmek demek, Ehli Beyt’i sevmek demek. Dolayısıyle Allah onlardan tecelli ediyorsa, biz Ehli Beyt’e ve Hz. Peygamber’e bakmakla vazifeliyiz. Hocam Ken’an Rifâî Hazretleri şöyle buyuruyorlar: Allah yaptıklarına, ettiklerine, lûtfettiklerine bu dünyada bize verdiği zevklere hiçbir ecir, karşılık istemiyor. Sadece Ehli Beyt’e sevgi istiyor. Ve Allah’ın emri ile ehlibeyte sevgi farzdır diyor. Yani Ehli Beyt’i sevmeyi Allah mecbur kılmıştır. Yani kendisini sevmekten daha mecbur kılmıştır. Çünkü Allah’ı sevmek kolaydır. Kıskanılmıyor ki, Allah elle tutulup gözle görülmüyor. Allah, sevgilimi sev ki beni sevmiş olasın diyor. Bu yüzden Ehli Beyt sevgisi çok önemli.

***

Nefsimiz Yezid’dir. Ruhumuz Hz. Hüseyindir. Biz dışarıda Yezid’e lânetler ediyoruz ama ruhumuza her eziyet edişimizde, nefsimizin her istediğini verdiğimizde, o zaman Yezid’i vücutta hâkim kılıyoruz. İşte Yezid’den vazgeçip Hüseyin’e hizmet edebilirsek o zaman Allah hakikaten bizi sevecek demektir.

***

Hz. Musa için Harun ne ise, Hz. Muhammed için de Hz. Ali o makamı temsil ediyor. Dolayısıyle Rabbiyet kapısı… Allah’a ulaşmak için öğrenme kapısı… Hz. Peygamber’de sonsuz bir af var. Nuru siyah ya, kara delik gibi! Bütün günahlarımızı içine çekiyor. Tevbe Sûresi’nde Allah ‘’sana bıraksaydım bütün günahları affederdin ya Muhammed’’ diyor. “O kadar rauf ve rahimsin!” Şimdi Hz. Ali Hz. Peygamber’e gelebilmek için, yani günahlarımızın affolabilmesi için, Ali kılıcının bizim nefslerimizi kesmesi lâzım. Önce Ali nefsimizi kesecek ki Peygamber bizi kendisine çeksin. O halde önce Ali gibi olan ilimle öğreneceğiz ki sonra ruh bizi kendine çekip diri yapacak.

***

Hz. İsa ve Hz. Hüseyin gibi çok acı çekerek ölenler, paratoner gibi acıyı üstlerine çekerek, o acılar karşısında nasıl yıkılmadıklarını, o acılar karşısında nasıl üzülmediklerini, insanlığa öğretirler ve biz de bunun karşılığında “ah, öf” dediğimiz hâdiselerin ne kadar basit ve küçük hâdiseler olduğunu görür ve kendimizden utanırız.

****

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin iki makamı temsil ediyorlar. Bu iki makam da çok önemli! Bu iki makam birbirine zıt gibi görünse de… Birisi cemâl, diğeri celâl… Biri Allah’ın cemâl tecellisi, Hz. Hasan. Onda râzı olmak var. Onun ismi Rızâ. O herseye râzı. Kim ne yaparsa yapsın, ben Allah yolunun hizmetçisiyim diyor. Onun mânâsı rızâ ve eşi tarafından zehirlenerek öldürülüyor. Ölüme de râzı, herşeye râzı… O memnun hayatından! Hz. Hüseyin’e gelince onun makamı, yanlışa, toplumun düzenini bozacak olana karşı hayır deme cesaretini gösterme seviyesini gösteriyor. Orada Firavun’da, Yezid’de ve Muâviye’de şer sıfatı tecelli ediyor. Bakın Yezid’in mektubu var, Hüseyin öldürülmeden ben ne bir damla içki içerim, ne bir damla yemek yerim diyor. Müslümanlık adına Hz. Hüseyin’i öldürüyor. Bu ne? Bu, nefsimizin kıskançlığı! Benden üstün olmayacak! Peygamber’in torununu öldürüyor, düşünün. Korkusuzca öldürüyor. Çünkü öbür âlemi tanımıyor, çünkü baştan aşağı nefs kesilmiş. Acı çektirerek, bütün aileyi parçalayarak yok ediyor. O bakımdan çok acı bir hâdise.

 

Hz. Hüseyin’i dâvet ettiği zaman Yezid, hiç silâhsız gidiyorlar. Ve çok küçük bir grup… Üç bin kişilik bir orduya karşı 50-100 kişi gidiyorlar, silâhsız. Karşısında koskoca bir ordu var. Bu gidişte, her şeyi bilerek gidiyor Hz. Hüseyin, ben bundan kat’î eminim. Fuzûlî anlatıyor, Hz. Hüseyin biliyordu, bilerek gitti diyor. Annesinden izin aldı, “anacığım, sana doyamadım” dediği annesinden… “Beni şurada alıversen anacığım” demiş. Onun üzerine, Hz. Peygamber’in huzurunda uyuyakalıyor. Peygamberimiz diyor ki “canım korkma, bana geleceksin ve susuzluktan sonra kevser şarabını benden içeceksin.” Yani öyle bir müjdelenmiş ki, öyle bir müjdelenmiş ki, o müjde her şeye karşı bir dayanma gücü! Ve Şaban ayının üçüncü günü hareket eder, ailesi ile Mekkeye gelir. Mekke’den Irak’a hareket eder. Muharrem ayının ikinci günü gelir. Birinci günü yılbaşıdır Muharrem ayının… İkinci gün gelir muazzam bir topraktır orası, negatif enerjili bir topraktır. Daha ayağını basar basmaz anlar. “Buranın adı ne?” der. “Kerbelâ” derler. Belâ yeri, adı üstünde yani… “Tamam, burada olacak her şey” der.

On gün, özellikle dördüncü beşinci günden sonra susuz bırakılıyor, sular zehirleniyor. Kucağında bebeği ağlıyor. Çünkü annesinin memesinden süt gelmiyor, su içmemiş ki anne… Çocuk ağlayınca çocuğu kırbaçlıyorlar… Siz bir baba düşünün: Hâdiseyi biliyorsunuz, ne olacağını biliyorsunuz: Ben olsam “ne olur önce beni al Allahım” derim, “beni al, görmeyeyim.” Ama o tek tek, hepsinin öldürülüşünü görerek, şehit oluşunu görerek vefat ediyor. Bu akıl alır bir hâdise değildir. Son dakikaya kadar da mürşidilik vazifesi yapmıştır. Karşı tarafı uyarmıştır, “yapmayın” demiştir. En son babasının kılıcı elinde, dedesinin atı altında, birkaç kişiyi öldürünce Allah’tan nidâ gelmiş “Ya Hüseyin, ben seni kahramanlık yapasın diye yollamadım, şehit olasın diye yolladım’’ diye. Böyle bir sultandan bahsediyoruz. Nehrin kıyısına gidiyor, herkes susuz, kadınlar ve çocuklar ve bir tek Zeynel Âbidin Hazretleri kalmış orada, suyu alıyor ama içmiyor. Yetmiş yerinden oklanıyor, mübârek kanı ile abdest alıyor. Onu öldürmeye gelen adama “sen benim kâtilim değilsin” diyor. Şimir adlı adam ona peygamberimiz tarafından rüyâsında gösterilmiş. O gelene kadar, sen benim katilim değilsin dediği adam orada Müslüman oluyor. “Ben ne yapıyorum?” diyor. Yani son âna kadar insanları Allah’a dâvet ediyor. En sonunda Şimir başını kesiyor ve o baş ile top oynuyorlar, top oynuyorlar! İnanılır bir felâket değil.

***

Peygamber veya peygamber âilesinin kanı yere dökülürse o kanın döküldüğü toprakta huzur ve mutluluk olmaz. Irak! Küdüs! Kudüs hâlâ Hz. İsa’nın kanını ödüyor, Hz. Hüseyin’in kanını da Irak hâlâ ödüyor. Böyle bir şey var. O mübârek başı bir rahip görüyor. Rahip ağlayarak diyor ki “Biz Hz. İsa’nın eşeğinin kemiğini saklıyoruz. Her gün önüne diz çöküyoruz peygamberimize ait bir şey diye. Siz nasıl peygamber torununu bu hâle getirebilirsiniz? Size bin dinar vereyim, bir gece o başı bana verin.” O başı zemzemlerle yıkarken, Müslüman oluyor, ağlıyor. Onun verdiği bin dinara bakarlarken paraların üzerinde “Allah zâlimlere cezâsını verecektir” âyetini okuyorlar.

***

Bizim tekkelerde eskiden Fuzûlî’nin Hadîkatü’s Süedâ’sı okunur, herkes ağlarmış bizim yaptığımız gibi şimdi. Bir gün bir bey dışarı çıkıyor, sigarasını içmeye. İçeride bu eser okunuyor. O sırada da dışarıda simitçi geçiyormuş, ukalâ bir tavırla simitçiye demiş ki: “Oğlum, Muharrem ayının onuncu gününde hâlâ simit mi satıyorsun? Bak, içeride Hz. Hüseyin anlatılıyor, herkes ağlıyor.” Simitçi ”Hüseyin mi dedin?” demiş ve düşmüş ölmüş. Diyor ki hocam Ken’an Rifâî, “Sen ben Hüseyin için ağlıyorum deme, Hüseyin için nefsini fedâ et! Ancak o zaman bu olayın hakikatini anlamış olacaksın.” O hâlde mesele, bu hâdiseden ibret almaktır, ders almaktır. Ben artık öyle olmayayım, ben Yezid olmayayım diye hareket etmektir. O yüzden Allah sevgilileri Hüseyin’dir. Onlara acı ve ıstırap çektirmek Yezid olmak demektir. Onun için Allah bizi bundan korusun.

***

Ehlibeytin, on iki imamın hayatlarına gelince, Zeynel Âbidin Hazretleri günde bin rekât namaz kılar, o kadar şükrederler, o kadar çok secde ederlermiş ki… O , düşünün, Kerbelâ’yı gören yegâne insanken… Hiç kin duymayan, her dakika şükreden, kimseden nefret etmeyen…

Diyor ki peygamberimiz, “İslâmiyet yetmiş üç fırkadır, yetmiş ikisi bölünecek. bir tanesi bölünmeyecek, o bendendir.” Fırka-i nâciye… Bir insana bakın; birliyorsa, tevhid ediyorsa, farklılıkları hoş görüyorsa, kin ve nefretten arınmışsa, yapanın-yaptıranın yalnız Allah olduğunu biliyorsa, vahdet-i vücûdun, tek vücûdun Allah olduğunu idrak ediyorsa, başka bir güç olmadığını kabul ediyorsa bu insan Peygamber’in yolundadır. Bölünmez, kavga etmez. Ama diğer bütün gruplar kavga eder. Burada Hallâc-ı Mansur’un çok güzel bir anlatımı var. Diyor ki öldürülmeye giderken, ”nasıl kızayım, bunlar da seni memnun etmek için beni öldürüyorlar Allahım.”

Herkes Allah’ı memnun etmek üzere hareket eder, yaradılmış her varlık… Ama farkında değildir! Allah’ın takdirini uygular, farkında değildir. O zaman orada hatâ ve abes aramak bizim eksikliğimiz. Her şey düzen içinde… Anlatabiliyor muyum? Birsey daha var: Hz. Hüseyin’in Allah’a hiç mi nazı geçmez? Peygamber’in hiç mi nazı geçmez? Eğer Hz. Hüseyin durumdan mağdur olsaydı, bu kadar mı Allah indinde değeri yok, bu kadar mı güçsüz, bu kadar mı üzerine âyet inmiş bir sultanken gücü yok da hâdiseye râzı oluyor? Şu kadarcık bir sözü kıyâmeti kopartır, ben size o kadarını söyleyeyim. Ama o râzı. Bakın dünyadaki bütün düzen rızâ üzerine kurulmuştur. Çok önemli bir şey bu! Âmâk-ı Hayâl’de peygamberlere sormuşlar “mutluluk nedir?” diye, yalnız bizim peygamberimiz hâlinden memnun olmaktır” demiş. İşte mutluluk budur…

***

Oniki imamın tamamı zehirlenerek ya da katledilerek öldürülmüştür. Çoğu, ömürlerini hapislerde geçirmişlerdir. Bir gün bir şikâyet görmüyorsunuz. Gelmeyene gideceksin, sevmeyeni seveceksin, sana kötü muâmele edenleri affedeceksin. Bütün oniki imamda ortak bu var! Sana yüz çevirene sen bakacaksın, sen herkesi kucaklayacaksın, sen herkesten memnun olacaksın, yapanın yaptıranın Allah olduğunu bileceksin. Ve ilimde en üst seviyede, vericilikte en üst seviyede, râzı olmakta en üst seviyede olduklarını görüyoruz.

Onikinci imam Mehdi’dir. Mehdi kaybolmuştur, çok küçükken mânâ alemine gitmiştir. Bunun sebebi de, burada bitmedi, her devirde bu oniki imam tekrarlanacak, gelecek ve Peygamber’in vârisi olacak mânâsındadır. İşte Mevlânâ gibi, Ahmed-er Rifâî gibi, işte Abdülkadir Geylânî gibi. Bu mânâyı onlardan seyredin, bu orada bitmedi mânâsındadır. Yoksa eğer o kaybolmasaydı, vücûden o âleme gitmeseydi, görünseydi, o zaman orada bitmiş kabul edecekti insanlık âlemi. Ama Kur’an’daki Hz. İsa’nın geleceğine dâir âyet de bu anlama gelir. İsa makamı, kemal noktasında en yüksek makamdır. Peygamber, onun vücud giymiş hâlidir. Dolayısıyle o makama sahip peygamberin vârisleri, her zaman gelecektir demek istiyor. Ve Peygamberimizin bir hadisi var, “benim bu gelecek olan kişilere özlemim var, onları seviyorum” diyor. Yani Peygamber’in o kadar tam vârisi bu kişiler.

***

Ehli Beyt’in bize öğrettiklerini, bir kere daha tekrarlayalım… Gelmeyene gidelim, sevmeyeni sevelim, bize kötü muâmele edene iyi muâmele edelim. Herkese yardım edelim ayırımsız, kim olursa olsun ayırımsız yardım edelim. Mutlaka yardımımız doğru yere gidecektir, öyle gözükmese de gidecektir. Affedelim, kucaklayalım… Herkesi affedelim ki Allah’a “beni de affet Allahım” diyebilelim.. Böyle bir gücümüz olsun… Yaradılanı sevmeden Yaradan sevilemez. Ancak yaradılanı severek Yaradana ulaşabiliriz. Bunları yaptığımız zaman Ehli Beyt ahlâkına sahip oluruz. O zaman da, onları seviyoruz deme hakkını elde ederiz. Çünkü sevmek yolunda gitmektir, sevmek onlar gibi olma gayretini göstermektir, sevmek nefsini vermektir, nefsini sevdiğin uğruna vermektir. Allah cümlemize nasip etsin.

 

Not: Yukarıdaki metin, Cemâlnur Sargut’la Aşka Yolculuk programının 11 Mart 2012 tarihli bölümünün bir kısmının deşifre edilmiş hâlidir.

The following two tabs change content below.

Cemâlnur Sargut

Son Yazıları: Cemâlnur Sargut (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın