“Dijital Dünyanın Evlâdı! Bu Tanımlar Seninle Konuşuyor!”
Mâruf el-Kerhî (ö. 200/815): “Tasavvuf, hakikatleri almak, insanların elindekilerden ümid kesmektir.”
Sor…! Hakikati almak denince, bir yerde olduğu ve bunu elde etmenin olanaklı olduğunu anlıyorsun değil mi? İstersen alabilirsin. İnsanların elindekilerden vazgeçmesi, elindekileri bırakması, elindekileri terk etmesi yerine “ümid kesme” fiilinin özellikle kullanılması, elimizde olanların varlığının sürekliliğine dâir ipucu verirken, onlarda “hakikat”in bulunamayacağını da delil değil mi? Hadi, “Elinde olanlar nelerdir?” ve “Hakikat nedir?” sorularını ayrı ayrı irdelele. “Hakikat nedir?” sorusunu henüz sormadıysan bile asırlar öncesinde sorulmuş olması seni şaşırtsın!
İçinde yaşadığımız evrenin, karşılaştırıldığında büyüklüğü bir mikron bile olmayan “ben” veya bir yaşam boyu “ben”in sahip olacağı maddî-mânevî kazanımlar sayesinde algılanması mümkün müdür? Dün seni mutlu eden lego oyuncağın bugün mânâsız geliyor ise cep telefonunda oynadığın oyun da yarın sana aynı oranda hatta daha fazla mânâsız gelecektir. Doğru mu? Sahip olunan son model bir bilgisayar sadece belli bir dönem için son modeldir. Sahip olunan son model bir araba yeni modeli piyasa sürülene kadar en iyisidir. Sahip olunan en son bilgi sadece Cern’den gelecek bir haber ile eskir. Neye el atsan andan öncesinde neye sahip olsan bir sonrasında kalacaksın. Bilgiye ulaşmadaki sınırsız kabiliyeti sahip olmak istediklerin için hapsettiğin yer “sen”sin. Bu âlemi algılamada elindekinin yetersizliğini gör. Sınırsıza doğmuş bir nesil, sınırlı ile yetinebilir mi? Sor!
Semnun el-Muhib (ö.297/909): “Tasavvuf, ne senin bir şeye sahip olman, ne de bir şeyin sana sahip olmasıdır.”
Sorgula…! Nelere sahipsin? Şükürler olsun ki, yaşadığın evin, okumaya hak kazandığın okulunun kıymetini bilirsin. Bunlar değil sorduklarım. Maddî olanları değil, -onlardan ümid kesmen gerektiğini gördük-, ötesini soruyorum şimdi. Bir şeye sahip olma hırsı modern dünyanın en önemli yalanı. Daha başarılı olursan daha çok sevilirsin. Daha güçlü olursan daha başarılı olursun. Daha katı ve ulaşılmaz olursan daha güçlü olursun. Denedin; oldun ya da olamadın bu değil önemli olan. Sorgulayacağın şey, varacağın sonuç olmalı! Daha başarılı, daha güçlü, daha katı olunca sıfatların konuşur, sen değil. Başarının esiri mi oldun? Güçsüzlüğe tahammülün var mı? Ya parasız kalmaya? An gelir, sahibi olmak için çırpındığın mânevi hazlar, sahibin olur. “En”lerin sahibi olmanın ardından “En”lerin kulu olmak geliyor. Dikkat! Bak ne diyor Muhib? Tasavvuf öyle bir yol ki, ne sahipsin ne sahip olunan. Özgürlüğü hissedebiliyor musun? Seni hiçbir şeyin sınırlayamayacağı tek yolu görebiliyor musun? Bırak –iyelik eklerini. “Muhib”in anlamına kilitlen: Âşık, seven. Sorgula: Bir şeye sahip değilsen, bir şey sana sahip değilse, yol nereyedir? Yolun “aşk” yoludur, evlât! “Muhabbet” yoludur… Sonsuzdur. Bitmez, tükenmez. Bir kez “aşk”a düştün mü görürsün, ne sen kalmış ne ben, ne sahip ne sahip olunan… Sorgula! Yolu sorgula!
Ebu’l Hüseyn el-Nuri (ö.295/907): “Tasavvuf, nefsin bütün hazlarını terk etmektir.”
Öğren…! Aşka yürümen için ipuçlarını verme vaktidir. Nefisle çoktan tanıştın ama artık adını koyma vaktidir. Koskoca galaksi, o galaksideki minicik dünya, minicik dünyanın içindeki noktadan küçük sen, dünyevî hazların için yaratılmış olamazsın değil mi? Mânâ bu kadar basite alınabilir mi? İnsan bu evrendeki en komplike canlı, biliyorsun. Donanımı en üst seviyede olan, içinde âlemin bütün sırlarını barındıran… Arada kendini kedi, köpek, ağaç, toprak gibi hissetmen çok normal. Onlar da içinde, sende kezâ. Her şeyin tek bir kapta toplanması, müthiş bir zenginlik. Bu zenginliklerin farkında olmalısın. Bu zenginlikleri uyum içinde yaşamalısın. Âlemin müthiş âhengini yansıtabilirsen, senden mutlusu yok. Hepsi uyum içinde olunca hârika! Ama unutma ki her uyum, uyumsuzluğu ile var. Gece, gündüz olmadan mânâsız. Yaz, kış olmadan… Bir diğerinin değerini anlamak için zıtlıklarla öğrenmek büyük şans. Karşıtlıklar senin içinde iki kavramda yer eyler evlât. Biri “ruh”, diğeri “nefs”. Seni yöneten duygulardan, hallerden bahsediyorum.
Önce şu soruma cevap ver: Davranışlarını belirleyen sebep nedir? Zor bir soru. Pek çok cevap da verebilirsin. Ama öğren ki ortak payda sadece iki tane. Korku ve ümit. Nefs her ikisi için de sağlam bir enstrüman. Korktuğun veya ümit ettiğin için yaptıklarını bir düşünsen ne çok örnek bulacaksın. Korku ve ümit “aklınla” değil, “kalbinle” dile gelir, fark ettin mi? Seni sen yapan davranışlarını yöneten merkez “kalb”in ta kendisi, öğren! Aklın pek kıymetli, hiç söz yok! Çünkü seçimlerinle yaşıyorsun ama kalbin bin kat kıymetli. Seni mutlu ve mutsuz eden o çünkü.
Hatırlatırım, “muhib” âşık demekti. Aşkın mekânı neresi? Kalp şüphesiz. Ve önümüzde iki seçenek var. Kalbini kime verirsin? Ruh da istiyor, nefs de. “Nefs nedir, anlamadım” deme sakın, zirâ içindeyiz. Şu dünyada yaptığımız her şey; arzuların, heveslerin… Ruh ne peki? Bak gördün mü, asıl soru farklıymış. Biri olmadan diğerini anlamak olmuyormuş. Her şeyi terk ettiğinde elinde kalana ruh desem… Sadece “sen” desem… Tüm sıfatlardan, eşyadan, maddeden yokluk hâli desem. Sınırsız, sonsuz, zamansız, mekânsız desem. Ruhunu kalbine oturt, yürü evlât. Nasıl mı? Cevabı “yolda” öğren desem!
Ebu’l Kasım el-Cüneyd el Bağdâdî (ö. 295/909): “Tasavvuf, kalplerin, zâtî zaaflardan kurtulana dek arındırılması, insanın doğal yapısından kaynaklanan huylardan ayrılması, beşerî sıfatlardan sıyrılıp nefsânî iddialardan uzak durmak, ruhânî sıfatları kuşanmak, hakikat ilimlerine bağlanmak, hayırlı olanı yapmak, ümmetin bütün fertlerinin iyiliğini istemek, hakikate riâyette ihlâs ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tâbî olmaktır.
Bul…! Sınırsız, zamansız yol demiştim. Kalbinin tahtına nefsini değil, ruhunu oturt demiştim. “Kurtul” diyor Bağdâdî nefsin hastalıklarından. Ruh kalbe hâkimiyet kurunca kalp bedeni ona göre yönetir. Nefs, malın mülkün, şânın şöhretin kölesi yaparken, ruh bambaşka âlemlerde seni bekler. Yola çıkmanı gözler. Onu beslemeni ister. Görünenle değil, görünmeyenle ilgilen. İçinde bulunduğumuz dönem, bilinen ile bilinmeyeni açıklayamaya yetmiyor. Artık bilinmeyen ile bilinene isim koyuyoruz. Düşün ki başın ağrısa sinyal veriyor, ilâç alıyorsun. Ama başının neden ağrıdığını sorduğunda, hatta neden hastalandığını sorduğunda cevap “stres”. Bilinmeyen, elle tutulmayan, kendi adını dışa vurmayan, başka adlarla ortaya çıkan bir şey! O zaman ilim nedir diye sormak gerek. Gördüğün algıladığın, ölçtüğün biçtiğin mi? İlim “idrak”tir evlât. İdrak etmek ise her babayiğidin harcı değil. İdrak ile doğuyorsun, o nimet sende var ama ne acı ki bir cep telefonu ekranında kaybediyorsun!
İlim hakikate ulaşmak için göstereceğin çabadadır. İlim, seni sen yapan değerin kaynağına ulaşmaktır evlât. Bu kaynak sana iki yolla anlatılmıştır. Bu kaynaklardan biri Kur’an, diğeri Kur’an’ın canlı örneği Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. En büyük kaynağın Kur’an. Düşün ki bir kaynak var; gelmiş, geçmiş, gelecek, tüm sırları söylüyor. Ne bir eksik ne bir fazla. Görünen şekillerde değil, yedi kat alt mânâsında ara gerçeği. Hakikate ulaşmak için fırsatın var. Nasıl bir derinlik nasıl bir zenginlik; bul!. Ne soruyor isen cevabı verilmiş. Lâkin yine bir yol gösteren lâzımdır. Canlı örnek ister insan. O da var evlât. Peygamberini tanı. Zarâfeti ve duruşuna ayrı bak, sosyal hayatına ayrı bak, ticârî ahlâkına ayrı bak; eşine nasıl davrandığına, yoksula nasıl yaklaştığına, imana nasıl dâvet ettiğine, ilme nasıl ulaştığına bak. İzle, oku, seyret, bul! Baştan aşağıya özümse, benimse. Ahlâkı, sevgiyi, aşkı, muhabbeti ondan, “okuma”yı ondan, yürümeyi ondan öğren ve daha önemlisi uygula! İşte ancak o zaman varoluşunun derinliğini, sendeki sıfatın, ne için bu dünyaya geldiğinin, neden bu âlemde bir nokta kadar yer kapladığının anlamını idrak edebilirsin. İdrak edenleri sor, sorgula, bul! İbn-i Arabî’yi ve Mevlânâ’yı iliklerine çekmeden ne kendini ne âlemi anlamlandırabilirsin. Bu büyük âlimlerin de rehberi birdir. Ölümlü olan vücudları gitmiş ama yüzyıllar geçmesine rağmen bilgelikleri hâlen bizledir. Sen demedin mi, çağ bilgi değil, bilgelik çağıdır. Bilge olan, uygulayandır evlât. Öğrendiğini yaşayan, yaşadıkça öğrenen, her seferinde yeni kapılar açılandır. Allah her kulun yanındadır. Ama yola çıkan kullarına açtığı perdeler farklıdır. Kim ki o perdeleri aralamayı başarır, bil ki bilge onun sıfatıdır. Bul evlât!
Yola çıkma vaktin gelmiştir…
** Yazarın Notu: Bu çalışma, Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Tasavvuf Kültürü ve Edebiyatı Yüksek Lisans Programı Tasavvuf Düşüncesine Giriş dersi kapsamında hazırlanmış metinlerden derlenmiş olup özünde Prof. Dr. Ebu’l-Alâ Afîfî’nin övgüye değer dili ve yöntemi ile kaleme aldığı “Tasavvuf: İslâm’da Manevi Devrim” adlı kitabında yer verdiği “Kronolojik Esasa Dayalı Sufi ve Tasavvuf Tarifleri”nden seçilen tanımlarla evlâtlarımıza seslenme çabasının ürünüdür.