TASAVVUFTA VAKİT KAVRAMI

Hepimizin hükmüne tâbi olduğumuz, bazen yetişemediğimiz, bazen geçmek bilmeyen, bazen ise su gibi akan zaman, hepimizin hayatında çok tanıdık bir kavramdır. Her şeyin hakikatini anlamaya çalışan mutasavvıflar zamanı da günlük hayattaki algımızdan farklı şekilde yorumlanmışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’de zaman kelimesi lâfzî olarak geçmemektedir. Ancak zaman ile ilgili olarak “asr”, “yevm”, “dehr”, “hin”, “sermed” gibi farklı ifadeler yer almaktadır. Asr Sûresi’nde Allah ‘asr’a yemin etmektedir. Hz. Peygamber ise, “Dehre sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır (veya Allah dehrdir)” buyurmuştur. Hadid Sûresi’nde “O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O her şeyi bilendir.” denmektedir. O, evvel ve âhir olan ise, şu an nedir? Şu an bir sonraki ânın evveli ve bir önceki ânın âhiridir. Öyle ise şu an da O’dur diyebilir miyiz?

 

İlk dönem sûfîlerinden Ebu Nasr Serrâc, el-Luma adlı eserinde vaktin geçmişle gelecek arasındaki ‘nefes’ olduğunu ifâde eder. Mutasavvıf için tek bir vakit vardır ki o da içinde bulunulan ‘an’dır. Geçmiş ve gelecek endişesi taşımadan ânın gereği neyse onu yapmak esastır. Bunu yapabilmek ise emin ve teslim olmayı gerektirir.

 

Ebu Ali Dekkâk ise bu hususta şöyle demiştir:  “Vakit, içinde bulunduğun haldir. Eğer sen dünyada isen (zihnin, kalbin dünyevî düşüncelerle dolu ise) vaktin dünyadır, eğer âhirette isen vaktin âhirettir. Eğer neşeli isen vaktin neşe, hüzünlüysen vaktin hüzündür.”

Mutasavvıflara göre akıllı kimse o an ne gerektiriyorsa onun hükmünce hareket eder. Sûfî, nefsin hükmünden kurtulup hâdiselerin arkasındaki hakîkati idrak ettiği anlarda diri, nefsine mağlup olduğu anlarda ise ölü hükmündedir. Kenan Rifâî, bu kişileri seyirlerini Allah’la yapan kimseler olmalarına rağmen, vaktin mahkûmu olarak tanımlar. Dereceleri büyük olsa da sağlam bir inanış ile şüphe ve ikilik (temkin ve televvün) arasında bocalarlar.  Bu kimselere “ibnü’l vakt” (vaktin oğlu) denilir.

Oysa her nefes Hak ile bir ve beraber olup vücut hükmünden kurtulmuş Allah velileri vardır ki Kenan Rifâî bu kişilerden şöyle söz etmektedir: “Zaman ve mekân bağlarından kurtulup Allah’ta bâki olma derecesine eren fâniler vardır ki, bunlara ârif-i vâsıl denir. Onlar zamanın hakikatine erdikleri için vaktin hükmü altından kurtulmuş, hatta zamanı kendi hükümleri altına almış velilerdir. Tasavvufta bu dereceye erenlere “ebu’l vakt” (vaktin babası, zamanın efendisi) denir.

İbn Arabî’ye göre ilâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir. Bu âlemde bulunan canlı ve cansız her şey zamanın hükmündedir. Kevn ve fesad (oluş ve bozuluş) âlemi olan bu evrende her şey zamanın hükmünce değişmeye, bozulmaya ve yeni bir forma geçmeye mecburdur. Eşya, insanlar, doğa sürekli değişir. Biz ise her an olan bu değişimi fark edemeyiz. Her şey aynı görünür. Oysa bu sadece bizim görmemizin eksikliğindendir. İbn Arabî yaradılışın Pazar günü başlayıp Cuma günü tamamlandığını, bizim ise tamamlanmış olan âlemi Cumartesi günü idrak ettiğimizi söyler. Ancak bu oluş ve bozuluş çok hızlı olduğu için bizim cüz’î aklımızın bunu idrak etmesi imkânsızdır. Mesnevî-i Şerif’te Mevlânâ şöyle demektedir:

“Bil ki her lâhzada ölüm ve ri’cat vardır. Mustafa: “Dünya bir andan ibarettir.” buyurur.

Cümle âlem her an yok olmadadır. Bir yandan da (her an zuhur ettiğinden) bâkî görünmektedir.

Âlemin varlığı her nefes gidip gelmededir. Tek nefes bile bu soyunup giyinmeden uzak değildir.”

Ucu ateşli bir dalı süratle sallarsan, o ateş noktası sana uzun (bir çizgi gibi) görünür.

Ömrün uzun görüntüsü de Allah’ın sunumunun sürat ve kudretindendir.

Bu sürat ömrü uzun ve dâimî gösterir.”

 

İbn Arabî vakti başka bir tanımında “Vakit, iki yokluk arasında var olan bir durumdur.” der. Öyle ise tek gerçek şu andır.

 

Her nefes ilâhî tecelliyi idrak ederek buna göre yaşayan zümrenin Allah katında mutlulardan olduğunu belirten İbn Arabî, onlar göz açıp kapama süresinde dahi Allah’tan gafil olmazlar, der. Ancak burada bir ayrım yapan İbn Arabî, bir grubun Allah’ın eşya hakkındaki hükmünden habersiz kaldığını söyler. Bunlar huzur sahibidirler, ancak hüküm sahibi değildirler. Ancak Allah’ın eşyadaki hükmünü bilen çok az sayıda şanslı kul vardır ki, bunlar hem huzur hem hüküm sahipleridir. Bu şanslı kullar mutluluk kazandıran “vaktin sahipleridir.” Bu kişiler Rablerinin huzurunda sürekli yakarış halindedirler, halleri ile dâimî namazda olan bu ârifler her nefes ve zamanın kendisine has isim tecellisini idraktedirler. Böylelikle sürekli Rabbleri hakkında sahip olmadıkları yeni bir bilgiyi elde ederler. Sâhib-i vakt dünyadaki her şeye her an şâhit olmaktadır, çünkü aslında bunlar ruhunun bir çeşit yansımasıdır. Kutub makamında olan bu kişiler Hz. Muhammed’in vârisidirler ve zaman ve mekân boyunca yaratılmış her şeye şâhit olmaktadırlar.

 

Kur’ân-ı Kerim’de İslâm’ın şartları ile vakit arasındaki bağlantı da dikkat çekicidir. İslâm’ın şartı olan ibâdetler (namaz kılmak, hacca gitmek, oruç tutmak ve zekât vermek) belirli bir zaman şartına bağlanmıştır. Vakit, farz olan bu ibâdetlerin olmazsa olmaz şartıdır.  Öte yandan namaz ve zekât bahislerinin pek çok âyette birlikte geçtiğini görmekteyiz. Örneğin Bakara Sûresi’nin 43. âyeti “Hem namazı dosdoğru kılın, zekât verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.” derken Tevbe Sûresi’nin 5. âyeti “Eğer tövbe eder, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse onları serbest bırakın.” demektedir. Benzer bir ifadeyi Meryem Sûresi’nin 55. âyetinde görmekteyiz:  “Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabb’inin katına hoşnutlukla ermişti.”

Hucrevî ve Ankaravî’ye göre malın zekâtı olduğu gibi, her nimetin kendine göre bir zekâtı vardır. Vakit de önemli bir nimet olduğu için zekâtının olması fevkalâde normaldir. Zekât ve vakit konusunda, İbn Arabî Fütûhât-ı Mekkiye’de fitre konusunu açıklarken “sadaka toplayıcısı”nı içinde bulunulan vakit olarak şerh etmiştir. Onun hoşnut edilmesi, getirdiği şeye göre hâlinin gereğiyle onu karşılamaktır, diyerek vakit ile zekât/fitre konularını ilişkilendirmiştir.

Namazın vaktinde kılınmasının önemini düşündüğümüzde içinde bulunulan vaktin zekâtının o vaktin namazını kılmak olduğunu söyleyebilir miyiz?

İslâm’ın diğer bir şartı olan kelime-i şehâdet getirmek için, diğer 4 şartın aksine, belirli bir zaman farz kılınmamıştır. Kelime-i şehâdette Allah’ın ilâhlığına şâhitlik ettiğimizi söyleriz. Oysa kaçımız her an gerçekleşen, vücut bulan tecellileri idrak ederek vakti olması gerektiği gibi yaşayabiliyoruz? Biraz önce belirttiğimiz üzere andaki tecellileri idrak ederek Allah’ın hükümlerine her an şâhitlik edenler ancak insan-ı kâmillerdir ki, bu halleri ile gerçek şehâdeti gerçekleştirmektedirler. Bu şehâdet herhangi bir zaman ve mekân ile sınırlanmamıştır. Bizlerin kelime-i şehâdeti taklit iken onlarınki hakikidir.

Daha önce belirttiğimiz üzere, Serrac, vaktin geçmişle gelecek arasındaki ‘nefes’ olduğunu söylerken, pek çok ilk dönem sûfîsi tarafından vakit, içinde bulunulan hal olarak tanımlanmıştır. İbn Arabî ise “İlâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir. Kendisi ile olduğun şey senin istidâdındır.” demektedir.

Öyleyse aldığımız her nefes sırasında nasıl bir idrak seviyesinde isek, içinde bulunduğumuz ânı o mertebeden yaşıyoruz. Bu durumda dünya üzerindeki herkesin vaktinin aynı olması mümkün değildir ki, bu, aklımıza sûfîler tarafından çokça kullanılan “Allah’a giden yollar mahlûkların nefesleri sayısıncadır.” ifadesini getirmektedir: Herkes istidâdına, isim ve sıfatların kendi üzerindeki etkisine göre vaktini yaşıyorsa, yanlış, abes, çirkin bir şey olması mümkün müdür? Öyle ise her şey yerli yerindedir ve tam da olması gerektiği gibidir.

The following two tabs change content below.

Yeşim

Allah istedi bir gün doğdum, kader ne icap ettirdiyse yaşadım ve Allah'ın takdir ettiği vade gelinceye kadar da onu yaşayacağım. Gerisi teferruat. Allah kendisinden razı olanlardan ve kendisinin razı olduklarından kılsın.

Son Yazıları: Yeşim (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın