GÜLHANE’DE BİR GİZLİ HAZİNE: ÜNSÎ HASAN ŞA’BÂNÎ

Gülhane Parkı’nın karşısındaki tramvay durağının hemen arkasında Sirkeci’ye kıvrılan köşede, her gün önünden onbinlerce insanın gelip geçtiği -ama belki de hiç farkında olmadığı- kırmızı tuğlaların arkasında medfûn bir gizli hazine: Ünsî Hasan Hazretleri.

1645 yılında Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde doğan Ünsî Hasan Efendi; ilk öğrenimini memleketi Kastamonu’da yaptı. Daha sonra İstanbul’a gelerek medrese öğrenimi gördü ve yirmi yaşında müderris oldu. Genç müderris, 1665’li yıllarda Ayasofya Camii’nde Beyzavî Tefsiri ile Mesnevî-i Şerîf okutmaya, meclisine gelenlerin soruların cevaplayıp müşkillerini halletmeye başladı.

Ünsî Hasan Efendi, tasavvufa intisabından önce zühd ve takvâ sahibi, ilmiyle âmil ve medrese tahsili ile meşgul olan bir şahsiyetti. Babasının bir Bayramî olması münasebetiyle sûfîyane hayata yabancı değilse de, böyle bir yaşantının içinde de değildi.

Bir arkadaşı vasıtasıyla Üsküdar’daki Eski Vâlide Tekkesi’nde Karabâş-ı Velî Hazretleri’yle tanışan Ünsî Hasan Efendi, intisabından sonra çetin bir mücâhedeye girdi. Onun bu mücâhede azmi hakkında şeyhi Karabâş-ı Velî’nin, “Otuz iki bin âdem elime yapışıp bey’at etmişdir ve altı yüz seksen beş halifem vardır, içlerinde Ünsî Hasan Efendi gibi ârif-i billâh, sâhib-i sır ve vâkıfü’l-hakâyık bir başkası yoktur.” dediği rivayet edilmiştir.

Hasan Ünsî Efendi, mânevî mertebelerden tevhîd-i zâta gelip Hû esmâsını sürmeye başlayınca şeyhi Karabâş-ı Velî tarafından siyah tâc-ı şerif giydirilerek, kendisine kisvenin ta’zim, tekrîm ve hıfzında aşırı özen göstermesi tembih edildi. Ünsî, kendisine bu makamın telkin edilmesinden kısa bir süre sonra da hilâfete mazhar oldu (1664).

Aydınoğlu Tekkesi’ne nakledilinceye kadar evlenmemiş olan Hasan Ünsî, daha sonra dostlarının ısrarı ile saliha bir hanım ile evlendirildi. Ünsî’nin bu eşinden Fâtıma isminde bir kız çocuğu oldu. Ancak Fâtıma büyüyüp bulûğa erdikten sonra babasını terk ederek Tophane’de Firûz Ağa Hamamı’nda dellâke oldu ve ömrünü bu meslekte geçirdi. Ünsî Hazretleri cemâl yönü ağır basan bir şeyh olmakla birlikte, kızının zâviyeyi terk etmesinden pek mahzûn oldu ve bundan sonra celâl üzere yaşadı.

Seksen bir yıl gibi uzun bir ömür sürmüş olan Hasan Ünsî, 10 Safer 1136/1723 Pazartesi akşamı saat 6:00’da dünyasını değiştirdi. Gülhane Parkı’nın karşısında Aydınoğlu Tekkesi adıyla bilinen üzeri kurşun kaplı kârgir taş türbede medfûndur.

Hasan Ünsî, aynı zamanda kendi vefatına tarih düşüren veya konuşmalarında vefat tarihini ima eden ender sûfîlerden birisidir. Vefatına düşürdüğü tarihlerden birisi şudur:

“Bildi ömri târihin oldı Hasan gamdan esen
Bih ni’am dâr muttakîn-i evc zihî cay-ı hasen.” (1136/1723)

Ünsî, bir rubâîsinde de yaşını bildirmiş ve hangi yılda vefat edeceğini lâfzen beyan etmiştir:
“Bin yüz otuz altı senesi vifâk
Erişdim seksen bire bi’l-ittifâk
Çün ömür bunda tamâm oldu hemân
Hicret etdim dosta bundan bi’r-rifâk.”

Devrinde İstanbul şeyhlerinin en saygınlarından olan Hasan Ünsî, zühd ve takvâ ehli bir sûfîdir. Münzevî yaşamayı seven, duâsı makbul hâl sahibi kişilerdendi. Aydınoğlu Tekkesi’ne geçtikten sonra kırk bir sene içinde sadece üç kez dışarıya çıkmıştı.

İslâmiyet’in emirlerine uymakta çok titiz davranan Ünsî Hazretleri, sevdikleriyle sohbet ederken ezan okunsa hemen; “Önce namazı kılalım, sonra sohbetimize devâm ederiz.” derdi. İkindinin ve yatsının sünnetlerini terk ettirmez; öğle ve yatsının son sünnetlerinin de dörder rek’ât kılınmasını tembih ederdi. Teheccüdü asla terk etmez, talebelerinden biri kalkmasa onu îkâz ederdi. Nefsiyle mücâdelede önde giden talebelerini kıymetli tutardı.

Ömrünü sürekli riyâzet ve mücâhede ile geçiren Ünsî, kendi ifadesiyle, “altmış sene ayaklarını uzatıp yatmamış”, geceleri kâim, gündüzleri sâim bir kâmildir. Dervişlerine, “Ben riyâzet ve mücâhede üzere ömür geçirdim, nice günler aç kaldım ve yirmi yaşımdan beri bir yanım üzere yatmadım ve ayaklarımı uzatmadım, bunlardan maada nice meşakkat ve mihnetler çektim ki, söylesem inanılmaya.” derdi.” Gerek sülûkunda ve gerekse sülûkundan sonra aç ve susuz çok büyük emekler çektiğini anlatmaktadır.

Mâneviyat yolunda büyük bir mücâhede potasından geçen ve nefsini güzel ahlâk ile bezeyen Ünsî’nin kapısı, sadece gönül hastalarına değil, beden hastalarına da açıktı. Öyle ki, nefesi hastalara şifâ ve bakışları sulûk ehline kimya idi. Dile getirdiği husus sûrete bürünür, ağzından çıkan her söz vücûda gelir; tasarruf ehli, sûri ve mânevî keşif sahibi bir kâmildi.

Sohbetlerini şeriat makamı üzere yapar, ahadiyyet ve vahdet-i vücûd sırlarını dile getirmez, sadece îmâ ile yetinirdi. Meclisinde tevhîd sırlarıyla ilgili olarak kimseye bir söz söyletmezlerdi. Başına Halvetî-Şa’bânî erkânı üzere siyah tâc sarınır, üzerinden de beyaz risâle sarkıtırdı. Eski, fakat temiz bir elbise ve ayağında eski bir pabuçla dolaşırdı. Gösterişli ve kıymetli nesnelere itibar etmezdi. Dervişlerine alaca kaftan, süslü ve pahalı giyecek giymemelerini tavsiye ederdi. Ancak giyen olursa her hangi bir şey söylemezdi. Sırtına geçirdiği elbiseyi parça parça oluncaya dek çıkarmazdı. Bir elbisesini kırk beş sene giydiği bilinmektedir. Onu da, ısıtmadığı için çıkarmak zorunda kalmıştır.

Hasan Ünsî, genellikle seccâde üzerine, nâdiren de minder üzerine oturur ve yastığa dayanmazdı. Sürekli abdestli dolaşır, her abdest aldığında ayaklarını yıkar, mest giyip üzerine mesh etmezdi. Ömründe soyunup yatmamış, gece veya gündüz kimse uyurken görmemiştir. Vakitli vakitsiz yanına ne zaman gidilse, “Hû ” diyene kapısını açardı.

Hasan Ünsî irşâd ile görevlendirilip İstanbul’a gönderildikten sonra, 1664’ten 1683 senesine kadar yani on dokuz seneden fazla Acem Ağa Camii’nde oturmuş, bu tarihten sonra da Saçlı Emir veya Aydınoğlu Tekkesi diye anılan tekkede bulunmuştur.

Tarihî seyri içinde çok önemli bir konuma sahip olan Aydınoğlu Tekkesi, 1509 yılında Tebriz’li Muhyiddîn Mehmet Efendi tarafından yaptırılmıştır. Evveliyatında Halvetî tekkesi olan mekân, bir dönem Kadirî, Hasan Ünsî’nin nakliyle Şa’bânî, daha sonra Cerrâhî, en nihayet de Enverî Tekkesi olarak görev îfâ etmiştir. Tekkenin son şeyhi olan İzzî Efendi’nin postta olduğu sıralar tekke ve zâviyeler ilgâ edilince, Aydınoğlu Tekkesi de kapanmıştır. Tekke hakkında İslâm Ansiklopedisi’nin “Aydınoğlu Dergâhı ve Mescidi” maddesinde Baha Tanman tarafında detaylı bilgi verilmektedir.

Şeyh Hasan Ünsî’nin bilinen dört eseri bulunmaktadır:

Dîvân:
Şiirlerinde “Ünsî” mahlâsını kullanan Hasan Ünsî’nin bizzat telif ettiği tek eseri Dîvân’ıdır. Divan’da hece ve aruzla yazılmış dört yüzden fazla şiiri bulunmaktadır. Ömrünün son günlerinde dervişi İbrahim Hâs’a, dağınık haldeki şiirlerinin, vefatından sonra yazılış sırasına göre tertibini vasiyet etmiştir. Dîvân’ın bilinen iki nüshası bulunmaktadır. Bu eser, “Ünsî Hasan Şa’bânî – Dîvân-ı İlâhiyat” adıyla yayınlanmıştır.

Kelâm-ı Azîz:
Bu eser Ünsî’nin sohbetleri sırasında tutulan notlardan meydana gelmiştir. Eserin başında İbrahim Hâs tarafından kaleme alınmış olan Karabâş-ı Velî ve Ünsî’nin biyografileri bulunmaktadır. Bazı sohbetlerden Ünsî’nin erkânı ile ilgili bilgiler de elde edilmektedir.

Sırr-ı Ahadiyyet:
Kaynaklarda Ünsî’nin Sırr-ı Ahadiyyet isimli bir eserinden söz edilmektedir. Arapça olan bu risâlede ahadiyyet, vâhidiyyet ve yaradılış sırrı açıklanmaktadır.

Etvâr-ı Seb’a:
Bu risale de tıpkı Sırr-ı Ahadiyyet’teki gibi Hasan Ünsî’nin bir sohbetinden Arapça olarak derlenmiştir, nefsin yedi tavrı ele alınmaktadır.

Halvetî–Şa’bânî yolunun zirve şahsiyetlerinden Pîr-i Sânî Karabâş-ı Velî’nin terbiyesinde yetişmiş olan Ünsî Hasan Efendi, aynı yolun müstesna, ancak bir o kadar da meknuz bir mürşididir. Gayretini tasavvufî eserden çok insan yetiştirmeye teksîf eden hazret, yerini halifesi İbrahim Hâs’a bırakarak Hakk’a yürümüştür. Himmetleri üzerimizde hâzır olsun.

 

 

Kaynakça

Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatcı, Şeyh Hasan Ünsî (ö.1136/1723), www.tasavvufdergisi.net
(10 Aralık 2016).

İbrahim Hâs, İnsan-ı Kâmil Sözleri, Haz. Mustafa Tatcı ve İbrahim Özay, H Yayınları, 2004, İstanbul.

İbrahim Hâs, Tasavvufî Mektuplar, Haz. Mustafa Tatcı, H Yayınları, 2005, İstanbul.

İbrahim Hâs, Tasavvufî Konuşmalar (Risâle-i Mükâleme-i Hâs), Haz. Mustafa Tatcı, H Yayınları, 2016, İstanbul.

İbrahim Hâs Şa’bânî, Hasan Ünsî Halvetî ve Menâkıbnamesi, Haz. Mustafa Tatcı, H Yayınları, s. 89, 2016, İstanbul.

M. Baha Tanman, Aydınoğlu Tekkesi, DİA, C: 4, s. 238-239, 1991, İstanbul.

Muhammed Bâkır Köse, www.dünyabizim.com (Erişim Tarihi 16 Ocak 2017).

Ünsî Hasan Şa’bânî, Dîvân-ı İlâhiyat, Haz. Mustafa Tatcı, Sahhaflar Kitap Sarayı, 2004, İstanbul.

Ünsî Efendi Hazretleri, www.evliyalarımız.com (10 Aralık 2016).

Ünsî Hasan Şa’bânî, Kelâm-ı Azîz (Bir Erenin Söyledikleri), Der. İbrahim Hâs, Çev. ve Sad. Mustafa Tatcı ve Cemal Kurnaz, Sûfî Yayınları, 2011, İstanbul.

 

 

Ercan Tanrıtanır’ın 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda sunduğu bildirisinin özet versiyonudur. 

MODERN FİZİKTE VE İBN ARABÎ DÜŞÜNCESİNDE FİZİKSEL GERÇEKLİK, ZAMAN VE MEKÂN KAVRAMLARININ KARŞILAŞTIRILMASI

 

Dış dünya (âlem, fiziksel gerçeklik) ve onun temel yapı taşları olan mekân ve zaman gibi kavramların mâhiyeti, bilen insanın zihninden bağımsız nesnel bir varlığa sahip olup olmadığı binlerce yıldır düşünürlerin tartışma konusudur. Fiziksel gerçekliğin tahkik edilmesinde genel olarak üç farklı yöntem kullanıldığını söyleyebiliriz: Deneysel (ampirik) araştırma, akıl yürütme (mantık kullanma) ve ruhânî (mânevî) tecrübelere dayanan sezgisel bilgi edinme. Dünyayı deneysel yöntemlerle araştırma ve temel işleyiş kurallarını belirleme vazifesini tarihsel olarak fizik bilimi üstlenmiştir. Akıl yürütme yöntemini felsefe, sezgisel yöntemi ise çeşitli mânevî-mistik okulların mensupları, İslâm’da ise sûfîler kullanmışlar. Son dönemlerde Hinduizm, Taoizm, Zen Budizm gibi Uzak Doğu düşünce okullarının genel öğretilerinin Batı dünyasının entelektüel çevrelerinde popülerleşmesi birçok bilim adamını bu öğretilerin yazılı metinlerini farklı açılardan incelemeye yönlendirmiş oldu ki, bu tür çalışmaların sonucunda eski zaman düşünürlerinin binlerce yıl önce ileri sürdüğü görüşlerle modern bilimin güncellenmiş en son fiziksel realite tanımı arasında hayret verici benzerlikler olduğu ortaya çıkarıldı.

Zaman ve mekân aslında nesnelerin ve olayların düzenliliği ile onların eşzamanlılığı ve ardışıklığı ile ilişkili kavramlardır; tanımlanmaları Antik Yunan döneminde başlamış, Platon ve Aristo’nun eserlerinde ise zirve bulmuştur. Tarih boyunca felsefe ve fizik ilminin bu alanda ürettiği tüm teorileri iki temel kategoride toplayabiliriz: a) Zaman ve mekânı maddeden bağımsız, mutlak olarak kabul edenler ve b) zaman ve mekânı maddî cisimlerin ve proseslerin varoluş şekli olarak kabul edenler, onların fiziksel gerçekliklerinin olmadığını iddia edenler. Her iki gruba ait olan teoriler hem felsefe hem fizik açısından son yıllarda çeşitli monografilerde çok defa ayrıntılı olarak tahlil edilmiş, bu konseptlerin birinin diğerinden üstün olmadığı ve her ikisinin de yetersiz olduğu sonucuna varılmıştır. Lâkin, ta Antikçağ’da ortaya atılmış ve bilimin bu kadar gelişmesine rağmen hâlâ cevaplanamamış sorular vardır: Zaman ve mekân hareketten bağımsız olarak var mı? Zamanın akış hızı sâbit mi değişken mi? Her an sadece şimdiyi –ânı- yaşadığımıza göre geçmiş ve gelecek var mı, varsa nerede? Zaman tek boyutlu mu çok boyutlu mu? Zaman sürekli mi (sınırsız bölünebilir mi), yoksa ayrık mı? Evren kaç boyutludur ve onda hangi geometri geçerlidir? Modern Fiziğin Genel Görelilik, Kuantum Mekaniği, Süpersicim ve Holografik evren gibi meşhur teorilerinin yanısıra, akademik çevrelerce çok bilinmeyen son dönem Rus teorik fizikçilerinden N. A. Kozyrev’in “Zaman Teorisi”, G. İ. Şipov ve A. E. Akimov’unFiziksel Vakum Teorisi” de dahil günümüzde vardığı son noktada zaman, mekân, kütle ve determinizm gibi tüm temel klasik fizik kavramları anlamlarını kaybetmiş ve yerini gerçekliğin dinamik, ayrıştırılamayan, birbirine bağlı ve bölünemeyen birliğine vermiştir.

Bu bakış açısının karşılığı İslâm tasavvufunda Şeyh-i Ekber Muhyiddîn İbn Arabî’nin Vahdet-i Vücut düşüncesidir. Onun geliştirdiği kozmoloji ve zaman nazariyesi modern fizik ilminin zaman-mekânın bileşik olması, onların sadece bir hologram olabilme ihtimali, mekânın çok boyutluluğu gibi hipotezleri ile ciddi anlamda örtüşmektedir. Bilindiği üzere, sûfîler âlemi ve insanı anlamak için rasyonel aklı yetersiz görmüşler ve hakiki bilgiye –mârifete ulaştıracak idrak aracı olarak keşfî bilginin kaynağı olan kalbi kabul etmişler. Muhyiddîn İbn Arabî keşfî yöntemle ulaştığı bilgilere dayanarak zamanı, genel olarak, mümkün dünyaya ve bütün âleme nispeten var olmayan hayâlî bir sıfat olarak tanımlamış, buna rağmen sultan olarak nitelemiş ve onun bilgisini elde etmeyi en yüksek ilimlerden saymıştır.

İbn Arabî varlığın 4 temel unsuru olarak cevherü’l-süvar (öz, cevher), araz (cevherin sûreti), zaman ve mekânı gösterir. Ona göre, Allah dünyayı zamanın dışında yaratmıştır, ancak zaman dünyanın bir parçasıdır. Dünyadan önce sadece Allah vardı ve O’ndan gayrı hiçbir şey yoktu, zaman da yoktu, bu yüzden zamansal öncelik ve sonralık soruları burada geçersizdir. İbn Arabî zamanın Nefs-i Küllî’nin iki kuvvetinden oluştuğunu ve tabii zaman ve fevk-i tabii zaman olarak ikiye ayrıldığını söyler: İlki tabiatın altındadır, gök cisimlerinin hareketi ile ilişkilidir, ikincisi ise tabiatın ötesinde olan mânevî hallerin değişmesi şeklinde ortaya çıkar ve onun başlangıcı maddî dünyaya göre daha öncedir.

İbn Arabî’ye göre, sene (360 gün), ay (28 gün), hafta (7 gün) ve günden (24 saat) oluşan dört zaman dairesi dünya yaratıldığında Allah tarafından ayarlanan aslî zaman birimleridir. Gözlemlenen (takvimi) kamerî ayla ve yılla aradaki farklar, Ay’ın, Dünya’nın, Güneş’in ve diğer gezegenlerin çeşitli devirsel hareketlerinin ve çekim kuvvetlerinin birbirine etkisinden ortaya çıkmıştır. “Dünyadaki her şey İlâhî Sıfatlara dayanmak zorundadır” diyen İbn Arabî yaratılışın temel zaman dairesi olarak kaynağı Allah’ın 7 sıfatı olan haftayı gösterir. Haftanın günleri birbirinden farklıdır ve her güne bir İlâhî Sıfat hükmetmektedir. İlâhî hafta Pazar günü Semi sıfatı ile başlar, Pazartesi Hayat (Hay), Salı Basar, Çarşamba İrâde, Perşembe Kudret, Cuma İlim, Cumartesi ise Kelâm sıfatının hükmü altındadır ve adı “yevmü’l-ebed”dir. İbn Arabî yaratıcı haftayı bileşik olan zaman-mekânın temel birimi olarak kabul eder ve dünyanın altı ilâhî günde her an yeniden yaratıldığını ve sadece Cumartesi gününde sergilendiğini söyler. Her yaratılış haftasında sadece bir zaman-mekân noktası yaratılmaktadır, bu dünya resmi sonra insanın hayâline (berzahına) verilir, hayâlimiz birbirini tâkip eden resimleri kıyaslayarak her günü (anları) tertip eder ve hayâl bu değişimi (hareketi) zaman ve mekânda algılar. Ona göre, müşâhede ettiğimiz günlerin düzeni ile onların semâdaki asıl akışı aynı şey değildir, bizim günümüz Zodyak feleğinin dünya etrafındaki tam bir devri ile tanımlanır ve aslında İlâhî günlerin komplike bir şekilde sıralanmış toplamından oluşmuştur. Bu çok önemli bir husustur ve modern bilimde hiçbir karşılığı yoktur. İbn Arabî düşüncesinde tüm feleklerin tam bir devrine gün denilmektedir ki, bununla o feleğin dünyadaki mevcûdatı etkilediği zaman dilimi kast edilir.  O zaman çok sayda farklı günler vardır, en uzun gün gündüzü ve gecesi olmayan ve hiçbir zaman tekrar edilmeyen, sonsuz Dehr’dir. En küçük gün ise zamanın bölünmez en küçük süreci olan yevmü’l-ferd veya yevmü’l-şe’ndir ve o her anda (her lâhzada) bir dünyevî küresel güne eşittir. Her yevmü’l- şe’nde Allah dünyayı belli değişiklerle yeni bir sûrette tekrar yaratmaktadır (tecdid-i halk ilkesi) ve dünyadaki mevcûdatın varlığının gözlemlediğimiz sürekliliği aslında bir illüzyondur. İbn Arabî’ye göre, en küçük ferdî gün aynı zamanda Nefes günüdür, bütün evren Hakk’ın kelimeleri olarak Nefes-i Rahmânî tarafından tıpkı kelimelerin harflerden terkip edilmesi gibi tesis edilmiştir. Bu görüş tüm fiziksel âlemin hipotetik sicimlerin yarattığı titreşimlerden oluştuğunu öngören Sicim Teorisi ile ciddi benzerlikler sergilemektedir.

Enteresandır ki, Gelenekselci Okul’un kurucularından Rene Guenon da Veda öğretisine göre, mevcûdatı oluşturan 4 temel unsurun tek bir ana maddeden – Akaşa’dan (Etherden) türemiş olduğunu söyler. Akaşa tüm uzayı muhit olarak doldurmuştur ve temel niteliği sesle ilgili olmasıdır. Zamanın ölçülebilir hâle gelmesi için mekânla bir nevi kombine edilmesi gerekir ve bunun sonucu da harekettir. Hareket zamanın uzaysal ifadesidir diyebiliriz, duyular arasında ise bize zaman sezgisini veren özellikle işitmedir. Seslerin başlangıcı ve sonu var, süresi var, ama elle tutulup gözle görülen bir varlıkları yoktur. O zaman, sesler için mekânsal varlığı olmayıp sadece zamansal varlığı olan nesneler diyebiliriz. Einstein’in izâfiyet teorilerine göre, ışık hızıyla hareket eden nesneler için zaman akmaz, durağan olur, bu da ışığın zamansal varlığının olmadığı, sadece mekânsal varlığının olduğu anlamına gelir. Fiziksel cisimlerin hem mekânsal hem zamansal varlıkları vardır. Rüyalar, düşünceler ise zaman ve mekân ötesi nesneler gibi algılanabilir.

Bu alandaki araştırmalar İbn Arabî’nin geliştirdiği Varlık âlemi modelinin son dönem fizik teorilerinin ortaya attığı iddiaların neredeyse tamamını desteklediğini gösterir. Âlemin sadece duyularla ve salt rasyonel mantığa dayanan akılla algılanması sonucunda üretilen sayısız fizik ve felsefe teorilerinin karmaşasına karşılık keşfi bilgi net ve sistemli bir dünya görüşü sunuyor. Demek ki, çeşitli bilgi araçlarından alınan bilgiler onların doğru hiyerarşisi dikkate alınırsa birbiri ile çelişki oluşturmaz. Âlemi doğru anlamak için onların tümüne ihtiyacımız bulunmaktadır.

KAYNAKLAR

 

  • G. J. Whitrow. The Natural Philosophy of Time. Ruscaya çeviri, URSS Yayınevi, Moskova, 2003.
  • Lyublinsakaya L. N., Lepilin, C. V. Disiplinlerarası Araştırma Bağlamında Zamanla İlgili Felsefi Sorunlar. Progres-Tradisiya Yayınevi, Moskova, 2002.
  • F.,Çapra,  Fiziğin Tao’su. Çev. Kaan H. Ökten. Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1991.
  • Michio Kaku. Hyperspace: A Scientific Odyssey Through Parallel Universes, Time Warps, and the 10th Dimension. ODTÜ Geliştirme Vakfı.
  • Greene Brian. Evrenin dokusu. Tübitak Yayınları. https://sbayraktar1.files.wordpress.com/2015/08/brian-greene-evrenin-dokusu.pdf
  • M. E. Kılıç, Şeyh-i Ekber. Sufi Kitap, İstanbul, 2010, s. 233-235
  • Muhammed Hacı Yusuf, İbn Arabî, Zaman ve Kozmoloji. Nefes Yayınevi, İstanbul, 2013. s. 95- 107, 110- 115, 117- 120, 125-138, 153-164, 169-171, 237-241.
  • M. E. Kılıç. İbnü’l Arabî. Diyanet İslam Ansiklopedisi, DİA: 1999, cilt: 20, s. 506
  • Muhyiddin İbn Arabî. Fütuhat-ı Mekkiye. Çev: Ekrem Demirli. Litera Yayıncılık, İstanbul, 2007.
  • Rene Guenon. Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar. İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s. 90-96.                                                

 

Saadet Mammadova’nın 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda sunduğu bildirisinin özet versiyonudur. 

Editörden (Ocak-Şubat-Mart 2018)

Merhaba Her Nefes Dostlarımız,

 

Birkaç aylık aradan sonra yine bir aradayız, çok şükür. Ocak-Şubat-Mart 2018 sayısında konumuz “Kadın ve Tasavvuf” olarak planlandı. Bizler de sizinle 9 Şubat 2013 tarihinde ebediyete intikal eden kıymetli büyüğümüz mutasavvıf-yazar Meşkûre Sargut Hanımefendi’nin sene-i devriyesinde, onun anısına Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nde gerçekleştirilen “Kadın ve Tasavvuf” konulu sempozyumdan da esinlenerek kadın mutasavvıfların yaşama bakışımızı nasıl değiştirdiklerini paylaşmak istedik. Bu müstesnâ programı 9-11 Mart 2018 tarihlerinde yine Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün organizasyonuyla gerçekleştirilen I. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu izledi. Dünyada ilk kez yapılan böyle önemli bir toplantıyı dergimize taşımak istedik ve bu sempozyumda sunulan çalışmaların bazılarını da içeriğimize dâhil ettik. 2018 yılı içindeki diğer sayılarımızda da bu çalışmaları sizlerle paylaşmaya devam edeceğiz.

 

Uzun zamandır kültürümüze can olan tasavvuf ilmi ve edebi, artık akademilerde de yaşamaya başladı. Ulusal ve uluslararası platformlara taşınan akademik tasavvuf çalışmaları, kıymetli büyüğümüz, hocamız Cemâlnur Sargut Hanımefendi’nin de hocası Ken’an Rifâî’den nakille söylediği gibi, bir yanardağın patlaması nasıl el ayası ile kapatılarak durdurulamazsa, öyle yükselecek ve dünyaya yayılacak. Dâim hay ve diri büyüklerimizin himmetleriyle, münbit Anadolu toprağına ayak basmış ve üzerinde çalışma yapılmamış pek çok önemli mutasavvıfımız hakkında çalışmalar yapılacak ve inşaallah tasavvuf araştırmaları ile ilgili daha birçok kurumsal yapı oluşturulacak. Dileriz ki, bu vesileler ile Yunus Emre Hazretleri’nin dediği gibi biz de “Yaratılmışı severim yaratandan ötürü” diyebiliriz. Karşılıksız sevmeyi, hoşgörüyü yaşamayı öğrenir ve hâlimizle öğretebiliriz.

 

Allah bizleri onların yollarından ve nimetlerinden ayırmasın inşaallah!

Yeni sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Yosun Mater

 

Sohbetler (Ocak-Şubat-Mart 2018)

Gece, Kandilli dağlarının arkasından ay doğuyordu.

 

“Baksanıza çocuklar, ay doğuyor. İşte, şu ilk görünen parçacık, Âdem. Biraz daha yükselince Nûh, İbrahim, Mûsâ, Îsâ, nihayet bedir hâli, zuhûr-ı Muhammed gibidir.

Şimdi bunların nur cihetiyle, yâni ay olmaları îtibâriyle asılları hep birdir. Aralarında fark yoktur. Lâkin ayın henüz doğarken neşrettiği hafif ve zayıf ziya ile bedir hâlindeki şavkı bir midir?”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 10-11)

 

 

****

Sabîha Hanımefendi’nin akrabasından münevver, uyanık ve aynı zamanda imanlı bir hanımın vefâtından konuşuluyordu:

— “Allah’ın feyzi kime erdiyse elbette mahrum kalmaz. İş, velev bir zerre olsun o nurdan nasibi almaktadır.

Camille Flammarion bir kitabında şöyle der: İnsan, dünyâya gel­diği vakit iki âlemle de merbûtiyeti vardır. Buradan öldüğü vakit râbıta o âlemle başlar. Yâni rûh cesetten çıkınca bir yeni hayat başlar. İnsanın bu dünya âlemindeki yaşayışı ve işlediği ameller, öteki âlem için hazırlıktır.

Ne güzel bir söz!

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 167)

 

 

***

 

Allah’ın sevgililerinden biri Fırat nehrine düş­müş, boğuluyormuş. Her ne kadar gayret etmişse de kurtulamamış. Nihayet “Yâ Rabbî” demiş. “Çalıştım çalıştım kurtulamadım. Eğer beni buradan kurtarırsan sana üç kul hüvallâhü okurum.”

 

Bu sözü söyledikten sonra da sudan kurtulup çıkmış. Lâkin ahdini yerine getirmek üzere kul hüvallâhü diye sûreyi okumaya başlayan bu zat ‘ahad’e gelince, yeniden başlangıca dönmek suretiyle bir türlü devam edemez ve hep yeniden sûrenin başına dönermiş. Bunun sebebini merak eden birisi, bir türlü akıl erdiremediği bu tekrarlamanın neden ileri geldiğini sorduğu zaman o zat “Kul hüval­lâhü diyorum, ahad’e gelince Hak bana soruyor: Evvel söylediğin ben; peki ahad kim? diyor. Onun için yeni baştan alıyorum. Yine kul hüval­lâhü deyip ahad’e gelince yine soruyor. Ben de tekrar ediyorum. İşte ye­di senedir de böylece okuyup okuyup gidiyorum!” demiş.

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 330)

Meşkûre Annem

Annemin mürşidiyle tanışmam 18-19 yaşlarında Kubbealtı Vakfı’nın bir kermesinde elini bana uzatmasıyla olmuştu. Zâhirde tâlip istermiş gibi görünse de aslında onu kapısına çeken, el uzatan mürşittir. Yüzüne yayılan gülümsemesi, yumuşacık, insanı saran, kadife hissi veren bakışları ve aydınlık yüzü, gönlümde o zamana kadar âşinâ olmadığım bir teslimiyet duygusu uyandırmıştı. “Cuma günü derse başlayın” sözü de bize heyecan ve mutluluk yüklü bir müjde olarak gelmişti. Uzun yıllar boyunca ne derslerdeki zevkimiz ne onun yumuşak azametine duyduğumuz heyecanımız azalmadı. Aksine, usta bir çömlekçi zarafetiyle, eline teslim edilen Hak ve Efendi emâneti olarak kabul ettiği öğrencilerini istidatları miktarınca aşkla yoğurdu, kalıba soktu. Bir gün bir sohbet arasında “Kızım, karşımıza bir kibritle tutuşacak benzin gibi çıra meşrepler de geliyor ama bizim vazifemiz odunları tutuşturmak, hem de tütmeden yakmak” buyurmuşlardı.

Genel yapı olarak hissettiğimiz, yumuşaklık hâli idi. Son derece sâkin, dengeli, mütevâzi yapısında her şeyin hakkıyla yerli yerine konuşunu görebilirdik. Hayatın her ânının hakkını verirdi. Günlük hayatına uzun süreler tanıklık etme fırsatını bulan bizler, mürşidi tarafından üzerine ince ince işlenmiş nakışı her zaman görürdük. Hiçbir zaman meydanda kendisi olmaz, işlerin her birinin, üzerinde vazife olduğunu ve hakikatte her nefes Efendisiyle olduğunu hissederdik. Annesinin kucağında kundağıyla girdiği Efendisinin kapısından ve onun yolundan, ömrünün sonuna kadar bir nefes ayrıldığını görmedik.

Dilinde söylediği ne ise, hâli de öyleydi. Mürşidinin “Allah aşkından gayrı gözünden bir damla akmasın” emrini sonuna kadar tuttuğunu gördük. Gelen hâdise ne kadar acı olursa olsun, bir damla gözyaşı akıttığına şâhit olmadık. Eşinin vefâtında, torununun vefâtında hep bu hal üzereydi. Ağır bir baş zonası geçirdiği dönemde bize “Hastalıklar da vücutta misâfirdir” demiş ve eklemişti: “Sıkıntıları ve zahmetleri ruhumuz duymuyor ama beden hissediyor. Esas olan, şikâyet etmemektir. Misâfir bizden memnun ayrılsın.”

Hak’tan gelen her sıkıntıya “sevgilidendir” diye rızâ gösterirdi, mânevî vazifelerinin hakkını da lâyıkıyla verdi. O zamanlar ne şartlar bu kadar rahat, ne de imkânlar bu kadar genişti. Bütün ders ve sohbetler onun evinde yapılır, telefonla müşkülünü soranlar, ziyârete gelenler eksik olmazdı. Bütün bu trafiğin içinde evinin düzeni hiç bozulmaz, eşine eşlik, evlâtlarına annelik, torunlara anneannelik hakkıyla yapılırdı.

Misâfir ağırlanırken bahçede oynayan torunlar ya da akşam yemeği ihmal olunmazdı. Misâfirler için ne ikram edileceğinden ayaklara verilecek terliğe kadar her şeyi düşünür, hâne halkına tembihlerdi. Eve gelen misafir, bir dergâha gelmişçesine karşılanır, evin hallerinden -çocuk mu uyuyor ya da hasta mı var- hiç haberi olmaz, lâyıkıyla ağırlanırlardı.

Sohbetlerde âdetâ salon genişler, kapıdan her girene yer bulunurdu, biz gençler her defasında bu mûcizeyi hayretle takip ederdik. Kimi zaman sohbet o kadar aşklı olurdu ki, evin sallandığını, deprem olduğunu sanırdık. O sohbetlerde sadece mânevî eğitim almazdık, hâlinden, tavrından, usûl erkân, muâmelât ve edep öğrenirdik. Tekke âdâbı, huzurda olma âdâbı, öğrendiklerimizdendi. Bize “Mürşit huzurunda edeple bir saat oturmak, kırk yıl nâfile ibâdetten üstündür” derdi. Her Cuma günü heyecanla koşarak gittiğimiz sohbetten mânâyla dolmuş, arınmış, sorularımıza cevap almış, hatâlarımızı görmüş olarak çıkardık. Hatâlar aslâ yüze vurulmazdı; ruhumuzun içine bakan bir bakışından ve “değil mi canım?” diyerek anlattığı bir hikâyeden nasibimizce alacağımızı alırdık. Gençlere özellikle çok önem verirdi, bizlerin koşarak sohbete gelişinden çok memnun olurdu ve bizim sorumluluğumuzu gencecik yaşına rağmen Cemâlnur Abla’nın omuzuna vermişti. Her Cumartesi günü ve Perşembe gecesi bizimle bıkmadan çalışırdı; muhtemelen biz o zamanlarda farkında olmasak da hatâlarımızın ve yanlışlarımızın düzeltilmesinden Cemâlnur Abla sorumlu olurdu.

İhvânın büyüklerinden defalarca işitmişizdir, “Meşkûre’nin üzerine hiç güneş doğmadı” derlerdi. Hakikaten sabah namazına kalkar, namazdan sonra Efendisine ve Vâlide Sultan’a niyaz ederek her zaman oturduğu koltuğuna oturur, ihvânın duâ listesini alır, namaz sonrası âdeti olduğu üzere müşkülü olanlara adadığı Yâsinleri okurdu. Hepimiz bilirdik ki nazlı bir sultandı, duâsı geri çevrilmez, kabul olunurdu. Biz de onun evlâdı olmanın rahatlığı ile her işimiz için duâ istemeye koşardık.

Eve gelen misâfirlere hemen ikramda bulunulmasını arzu ederdi. Hediyeleşmeyi sever, hediyeyi hediye eder, huzûrundan kimseyi maddî-mânevî eli boş göndermezdi. Öyle samimi ve o kadar güzel hediye edişi vardı ki! Bir Amerika seyahati sonrası hepimize birer hediye getirmişti O hediyeyi aldığımızda her birimiz kendimizi  çok özel hissetmiştik. Bizler de bu âdetini bildiğimizden ona hediye edebileceği eşyalar almaya gayret ederdik. Maaşını aldığı gün ilk önce fakir fukarânın hakkını ayırır, burslarını verir, kalanı ile geçinirdi.

İddialaşmayı, münâkaşayı, hele hele itirâzı hiç sevmezlerdi. “İtiraz şikâyeti getirir, şikâyet kalpten rahmeti götürür” derlerdi. Huzurunda ilk öğrendiğimiz ders, “Dervişlik neden ve niçini terketmektir” olmuştu.

İlhan (Ayverdi) Teyze ve Türkân (Erkmen) Teyze’yle birlikte olmayı severlerdi. Bir gün “Kızım, İlhan ve Türkân’la ruhum dinleniyor” demişlerdi. Salı günlerini heyecanla bekler ve o gün Sâmiha Anne’yle buluşmaya giderlerdi. Bizler de Sâmiha Anne’den gelecek haberleri almak üzere Cuma gününü iple çekerdik.

Ramazanlar bizim için çok özeldi. Hepimiz toplanır, dâvetli olduğumuz ihvâna iftara giderdik. Ama en güzeli Meşkûre Anne’nin evinde olanlardı. Mübârek sultan, usulca evi bize terk ederdi; bizler iftardan sahura kadar sohbet eder, namazlarımızı kılar ve sahurdan sonra dağılırdık. Evi uzak olanlar orada kalır, kimimiz divanda, kimimiz onun yatağında uyurduk.

“Evlâtlarım, ihvânımın hizmetçisidir” buyururlardı. İnanılmaz bir hâfızası vardı. İhtiyâcı olan bütün telefon numaralarını neredeyse ezbere bilir, çok ender rehber kullanırlardı. Aktüaliteyi takip eder, film seyretmeyi çok sever ve mutlaka birçok ibret ve ders çıkarırdı.

Hayatı boyunca mürşidine olan saygı ve sevgisinin üzerine hiçbir şeyi koymadı; öyle ki, mürşidinin ailesine Ehli Beyt’e hürmet edercesine âilenin en küçük ferdine kadar hürmet eder, ilgi ve alâka gösterirdi. Efendisinin konağının dergâh kısmının tekrar yapılması gündeme geldiğinde inanılmaz heyecanlanmıştı. O kısım tamamlanıp açılana kadar kuruş kuruş ihvanla birlikte para toplamış, dergâh-ı şerifin ihyâsı için bir nefes durmadan çalışmıştı. Efendisinin dilinden söyleme ve anlatma görevini aldığı günden vefâtına kadar bir gün ara vermeden, bir gün aksatmadan sohbetlere devam etti. Ne ölümler ne hastalıklar ya da herhangi bir başka sebep ona ara verdirmedi, yüzünü ekşitmedi, bir an, bir nefes mürşidinin mânâsından ayrılmadı.

Allah bizlere de iki cihanda ona lâyık evlâtlar olmayı nasib etsin ve hocalık hakkını inkâr ettirmesin inşaallah.

Arzu Karslıoğlu

Kadın Değil, Er!

Râbia el-Adeviyye 8. asırda yaşamış Basralı meşhur kadın sûfîdir. İslâm coğrafyasında bilindiği kadar, Batı’da da ilk çalışılan ve en çok bilinen kadın sûfîlerdendir. O, dünyevî olanı terk etme anlayışı ile ilâhî aşk anlayışını birleştirmiş ve böylece dönemindeki diğer sûfîlerden farklı bir yol izlemiştir.

Râbia el-Adeviyye hakkında en kapsamlı bilgileri aktaran Ferîdüddin Attâr’dır. Bu yazıda Attâr’ın “Tezkiretü’l Evliyâ” adlı eserinden bazı menkıbelerine yer vereceğim.

Râbia, dönemindeki zâhidlerin yolunu tutarak dünyevî olan her şeyi terk etmiş, ibâdet ve taat ile Allah yolunu tutmuştur. Fakat bu yolda o kadar ilerlemiştir ki, yapan ve yaptıranın Allah olduğunu ve niyaz edilecek tek mercinin Allah olduğunu her hâli ile göstermiştir. Bir menkıbesinde Râbia, hac için çölü geçer, bu arada yükünü taşıyan merkebi ölür. Etrafındakiler eşyasını taşımak istese de o buna karşı çıkar ve “Ben yola çıkarken size tevekkül etmiş değildim. Yolunuza devam ediniz” der. Bir yandan da Allah’a nazla niyaz eder. Bu niyazın sonunda merkebi ayağa kalkar ve Râbia’nın yükünü taşımaya devam eder.

İlâhî aşk ile aşk kesilmiş olan Râbia, bir menkıbede halvethânede huşû ile ibâdet eder ve uyuyakalır. Gözüne bir çöp girmesine rağmen, gark olduğu ilâhî aşk ile bunu hiç hissetmez. Hz. Râbia, bu aşk ve tevekkül ile hiçlik makamına erişmiştir. O’na, bu dereceye ve hiçlik makamına nasıl eriştiğini sorarlar. Râbia, bulunan ve mevcut olan her şeyi O’nun uğrunda kaybetmekle eriştiğini söyler. Yani artık ikilik kalkmıştır. Kendisine evlenmek isteyip istemediği sorulunca şöyle der: “Nikâh akdi vücudu olanlar hakkında bahis konusudur. Burada vücud nerede? Zîra ben, ben olarak var değilim, O olarak varım, O’nun hükmünün gölgesindeyim, nişanın (ve hitbenin) de ondan olması lazımdır.”

Attâr, Hz. Râbia’nın Meryem-i Safiyye’ye nâib bulunan, erenler nezdinde kabul gören bir zat olduğunu söylemiştir. Neden bir kadın erenler nezdinde kabul görür sorusu sorulacak olursa da, “Allah sizin sûretinize bakmaz” hadisi ile cevap verir ve devam eder: “Ameller sûrete göre değil, niyete göredir … Dinin üçte birini Hz. Ayşe’den almak câiz ise, onun haleflerinden, yani veli hanımlardan dini öğrenmek ve feyz almak da câizdir … Allah yolunda bir kadın er olursa, artık ona kadın denilemez. Nitekim Abbase-i Tusi yarın Arasat’ta Allah ‘Ey erler!’ diye nidâ ettiği zaman, bu saffa ilk adım atacak kişi Hz. Meryem’dir” demiştir.

Kısacası, vücudunu aşk ateşi ile yakmış yok etmiş, dünya nimetlerinden medet ummamış, rızâ ve tevekkülün son noktasına gelmiş zatların sûretlerine bakılmaz. Erkek veya kadın olarak yaratılsalar da, asıl önemli olan onların er olup olmamalarıdır.

“Meşkûre Sargut: Aşk, Kâmil İnsan ve Tevhîd”

Âliye M. Kurşun’un 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda Sunduğu Bildirisi 

 

Hatice Meşkûre Sargut, 6 Mart 1925 tarihinde İstanbul`da, Fâtih Eğrikapı`da dünyaya gelmiştir. Çerkez kökenli olan annesi Şâdiye Tınaz ev hanımıdır. Bulgaristan göçmeni olan babası Remzi Tınaz Bey, Osmanlı Devleti’nin donanmasında deniz subayı olarak görev yapmıştır.

Muallâ ve Süheylâ isimli iki kız kardeşten sonra dünyaya gelen Meşkûre Sargut`a “kendisinden dolayı şükredilen” mânâsındaki ismini anne ve babasının mürşîdi Ken`ân Rifâî Hazretleri vermiştir.

Meşkûre Sargut, resmî tahsîline altı yaşında, Fâtih`te bir mahalle mektebinde başlamıştır. Devâmında Hayriye Lisesi’nde, sonra İstanbul Kız Lisesi’nde eğitimini tamamlamıştır. Buradan mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyâtı bölümünde Hâlide Edib Adıvar gibi hocalarla öğrenimini sürdürmüştür. 1942 yılında, Hz. Ken`ân Rifâî`nin talebesi Dr. Ömer Faruk Sargut Bey’le evlenmiştir.  İkinci sınıfı bitirdikten sonra eşinin arzusu üzerine okulu bırakmıştır. Bu evlilikten on sene sonra, 1952 yılında Cemâlnur, 1954 yılında Âsuman isimli iki kız evlâdı dünyaya gelmiştir.

Hayatını İslam`a ve  bu dinin doğru yaşanmasına adayan Meşkûre Sargut, onlarca talebesini ve “Duygulu Gönüllere Hitap”, “Mevlânâ Diyor Ki”, “Hak ve Halk Yolunda Mevlânâ”, “Ârifler Bahçesinden” isimli neşredilmiş kitaplarını bizlere eserleri olarak bırakmıştır.

Eserlerini incelediğimizde, Meşkûre Sargut’a göre, yaradılışın aşkla başladığını, bu aşkın öğreticisinin hakîki âşık olarak nitelendirdiği kâmil insan olduğunu ve aşkın netîcesinin tevhîd olduğunu görmekteyiz.

Kâmil insanla ilgili düşüncelerini eserlerinden hareketle şu şekilde özetleyebiliriz: Ney’den murâd Hz. Muhammed’in (s.a.v) hakîkatidir. Hz. Muhammed’in vârisi olan kâmil insanlar da birer ‘ney’dir.[1] Kemâl ehlinin esrârına vâsıl olmak isteyenlerin kendi zanlarını bırakmaları bir şarttır. Zîra ancak bu şekilde onun Hâlik ile birleşmiş olduğuna şehâdet edilebilir ve Hz. Muhammed’in “Beni gören Allah’ı görür” sırrından gâfil olunmaz.[2] Hakîki âşık, kâmil insandır. Onun bağrı yanmış, içi mâsivâdan boşalmıştır. O, mâşuğun elinde bir kamış gibi onun dileğini terennüm eder. Kâmil insan Allah’tan ayrı değildir.[3] Meşkûre Hanımefendi’ye göre, kalbinde muhabbet besleyerek, kâmil insanın eteğine yapışanların aşk yolunda mücâhedesi çok çabuk olmaktadır.[4]

Sargut, aşkı Hz. Muhammed’in yolu olarak değerlendirmektedir.[5] O, Allah’ın kalbe koyduğu en büyük lûtfu ve en asil duygudur ki, ona lâyık olan Allah’a lâyıktır. İnsanın nefsini yokluk mertebesine eriştiren yegâne kuvvet aşktır. Aşk, dağınık fikirleri tek noktada toplamaya muktedirdir ve insanın hırsına, tamahına, şehvetine bir kalem çizer. Aşk, insana vaktini ve kalbini kazandırır. Kalbini gerçeğe, vaktini insânî düşünce ve hareketlere bağlar. Sargut’a göre, hakîki âşık sevdiği bir, gördüğü bir, taptığı bir olandır.[6]

Seksen sekiz yaşında, geçirmiş olduğu akciğer rahatsızlığı sonucunda bir süre hastahanede tedâvi gördükten sonra  9 Şubat 2013 tarihinde vefât eden Meşkûre Sargut, kâmil insan eliyle yok olduğunu ve yeniden aşkla var oluğunu, kendisi için gayrının kalmadığını yıllar önce mürşîdi Hz. Ken’ân Rifâî’ye söylemiş olduğu iki mısrâya sığdırarak şu şekilde ifâde etmiştir:

Gâh var olup Cemâl`e dururum

Gâh yok olup Cemâl`in olurum

 

 

[1] Meşkure Sargut. Duygulu Gönüllere Hitap. İstanbul:Adil Ceylan Matbaası,1950, s.3.

[2] a.g.e., s. 9-10.

[3] a.g.e., s. 29-31.

[4] a.g.e., s. 17-19.

[5] Meşkure Sargut.Hak ve Halk Yolunda Mevlana.Konya:Azim Yayınları,1958, s. 4.

[6] a.g.e., s. 34.

“Hannah Hauxwell: Hayatın Pahası Üzerine”

 

Hannah Hauxwell geçtiğimiz Ocak ayının 30’unda 92 yaşında vefat etti. Bir dergide okuduğum yazı üzerine varlığından haberdar oldum. Hannah, günümüzde alışılmışın çok dışında bir hayat sürmüş. En son beraber yaşadığı yaşlı amcasının vefatından sonra, yaklaşık kırk yıl tek başına çiftliğini çekip çevirmiş. Fakat çiftlik gelişmiş ülkelerden biri olan İngiltere’de olmasına rağmen, sunduğu imkânlar çok iptidâî imiş. Merkezî ısıtma sistemi yok, elektrik yok, şebeke suyu yok. Çiftlik, kışlarının sertliği ile meşhur Cotherstone yakınlarında. Kar yağışının ardı arkası kesilmediği uzun kışların ardından rengârenk ve canlı doğasının tadını çıkarmak için kısa bir yaz mevsimi var.

Hannah’nın hayatı birçok insanın merakını cezbetmiş. Zamanında hakkında belgeseller yapılmış, gazete makaleleri yazılmış. Hatta bir keresinde büyük bir şeref olarak Kraliçe’nin misafiri sıfatıyla saraya davet edilmiş. Bu ilgiden çok memnun olmasına rağmen, Hannah hep çiftliğine dönmeyi tercih etmiş. Tâ ki artık çok sevdiği ineklerine bakamayacak duruma gelene kadar.

Yazıyı okuduktan sonra hemen hakkındaki meşhur belgeseli bulup ailece seyrettik. Isıtması olamayan evde kışlar o kadar soğukmuş ki bir keresinde takma dişlerini koyduğu su dahi donmuş. Karla kaplı uzun kış günlerinde hayvanlarına yiyecek saman getirebilmek için tek başına kilometrelerce yürümek zorunda kalıyormuş. Her ne kadar çiftliğini çok sevse de, sert kışlar hakkında çok dürüst konuşuyor Hannah: “Yazları çok seviyorum fakat kışları amacım sadece hayatta kalabilmek. Kışlar çok zor ve nefret ediyorum”. Gerçek anlamda bir yaşam mücadelesi olan sert ve uzun kışlarına rağmen Cotherstone’u o kadar seviyor ki “Beni tanımak isterseniz ben burasıyım” diyor. O ineklerini, inekleri de onu seviyor. Fakat yaptığı iş çok ağır ve altından kalkamayacak bir yaşa geldiğinde çiftliğini satıp elektriği ve sıcak suyu olan bir eve geçmek zorunda kalıyor. İneklerini sattığı sahnede hepimiz çok duygulandık, yedi yaşındaki oğlum gözyaşlarına boğuldu. Ne inekler, ne de Hannah birbirlerinden ayrılmak istemiyordu birbirinden fakat artık yaşlı kadın onlara bakamayacak kadar elden ayaktan düşmüştü.

Bu yaşlı hanımefendinin hayatında beni en çok etkileyen yüksek seviyedeki farkındalığı oldu. İnternet devrinden çok önce, hakkında yapılan belgeseller sâyesinde eşine az rastlanılır bir şöhrete sahip olmuş. Bu şöhret şüphesiz ki onu yaşadığı hayatının meşakkatlerinden kurtarabilirdi. Fakat başta benden ve tanıdığım birçok insandan farklı olarak, kendisine bahşedilen değerlere karşı yüksek bir bilinci var. Onu canından bezdiren kışlara rağmen Cotherstone’u olduğu gibi sevmekten başka bir çaresinin olmadığını biliyor.

Hannah ileri seviyede bir eğitime sahip. Yaşlı amcası ona org çalmayı öğretmiş. Kendisiyle konuşan gazetecileri çok büyük bir dikkatle dinliyor. Verdiği cevaplar sanki bir şiirden alınmış parçalar gibi. Dengeli ve kısık bir ses tonuyla konuşuyor. Zamanının büyük bölümünü hayvanlarıyla başbaşa geçiren biri için çok yüksek bir belâgatı var. Şehre gelse çok daha rahat bir hayatı olabilir, oradaki insanlarla iletişimde hiçbir sıkıntısı olmazdı. Yine de o çiftliğini seçmiş.

Hannah’ı tanımaktan bana kalan kâr, ne istediğini, ne aradığını bilmenin önemi oldu.

Günümüzün kıstasıyla Hannah’ın sürdürdüğü yaşamın bedeli yılda 250 Pound. Hannah’ın terazisi ise çok farklı. Benim gibilerden çok başka bir şeyi ölçtüğü muhakkak.

“Anladım ki BenimYolum Bu Yol, Hedefim Şark”

Semanur Bal’ın 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda Sunduğu Bildirisi
 

Annemarie Schimmel engin bilgisi ve objektif kişiliğiyle tasavvuf tarihine önemli katkılarda bulunmuş, Doğu ve Batı kültürünü en güzel şekilde hem hayatında hem de eserlerinde birleştirmiştir. Son yüzyılın en dikkat çekici şarkiyatçılarından olup çalışmaları tasavvuf literatürünün temel kaynaklarından sayılmaktadır. Bu yazıda 1954-1959 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görev yapmış olan Schimmel’in burada bulunduğu döneme dair kısa bir bakış sunmaya çalışacağız.

1922’de Almanya’da dünyaya gelmiş olan Schimmel, çocukluğundan itibaren okumaya olan merakını evlerindeki mütevâzı kütüphane ile gidermiştir. 7 yaşında okuduğu bir Şark masalı ile “yıldırım gibi çarpıldığını” belirterek, “Şark hedefimdi artık”[1] demiştir. Şark memleketlerine duyduğu merakla bu memleketlerin haritalarını alıp tetkik etmiş ve lisanlarını öğrenmek istemiştir.[2] 13 yaşına geldiğinde ise artık defterinde elle çizilmiş Türkiye haritası, coğrafî resimler, camiler, padişah portreleri, tezhip ve minyatür örnekleri bulunmaktadır.[3] Lise yılları boyunca Şark’a olan ilgisini okuduğu kitaplar ve öğrendiği lisanlar ile pekiştirmiş, üniversite eğitiminde kimya ve fizik bölümüne kaydolmuş, zorunlu derslerinden kalan zamanı şarkiyat dersleri ile doldurmuştur. Tam da bu yıllarda İkinci Dünya Savaşı başlamış ve bulunduğu bölge Sovyet kontrolüne geçince Schimmel de arkadaşları ile kamyonlara bindirilip Amerikalıların oluşturduğu gözaltı kampına, ardından Marburg’a nakledilmiştir. Bu zor dönemde Schimmel’in bavulunda iki kıyafetinin dışında doçentlik tezi, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin üç cildi, Serrac’ın Arapça Kitâbü’l-Luma’sı ve Goethe’ye ait Doğu-Batı Divânı bulunmaktadır. İlk doktorasını Berlin Üniversitesi’nde, ikinci doktora çalışmasını ise Marburg Üniversitesi’nde tamamlamıştır.

1952 yılında Arapça ve Farsça el yazmalarını incelemek ve araştırma yapmak amacıyla İstanbul’da iki ay kalmıştır. Onun için İstanbul, tasavvuf ve edebiyat kültürüyle iç içe ‘eşsiz bir şehir’ olmuştur.[4] Salı günleri Maçka Kahvesi’nde Behçet Necatigil, Salâh Birsel, Cahit Külebi, Haldun Taner, Samim Kocagöz gibi o dönemin önde gelen edebiyatçılarıyla buluşmasını ve şiir hakkında yapılan tartışmaları bulunmaz bir fırsat olarak görmüştür.[5] Çok geçmeden hayranı olduğu Yahya Kemal ile tanışmış, “Divan edebiyâtından, Osmanlı tarihinden ve problemlerinden bahsederken, nefesini tutarak onu dinlemiş”[6], Almanca’ya tercümesini yaptığı “Endülüs’te Raks” şiirini kendisine takdim etmiştir.[7] Dostlarının teşvikiyle, İstanbul, Yeditepe ve Hayat dergilerinde Cemile Kıratlı imzasıyla denemeler yazmaya başlamış ve kendisine Annemarie diyenlere cevaben “İsmim Cemile’dir, bana Annemarie diye hitap etmeyin” [8] demiştir.

Schimmel 1954’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi Kürsüsü Profesörü olarak göreve başlamış ve fakültede bu kürsünün kurulmasına öncülük etmiştir.[11] Burada beş yıl Dinler Tarihi dersi vermiş ve bu ders notlarının derlenmesi ile ‘Dinler Tarihine Giriş’ adlı bir ders kitabı hazırlamıştır. Nezihe Araz bu vazifenin başlaması ile ilgili olarak “Cemile, bir insanın arzulayabilme kudretinin bütünü ile bir tek şey arzuluyordu: Türk üniversitelerinden birinde vazife almak! Böyle bir vazife almasaydı bile, onun arzusunun şiddeti bu vazifeyi icad ve ihdas edebilirdi.”[12] demiştir. Bir yandan derslerini en mükemmel derecede verebilmek için uğraşırken, diğer yandan aralıksız olarak çeviri yapmış ve makaleler yazmıştır. “Çocuklarım” dediği makalelerini Ayverdi’ye göndermeyi ihmal etmemiştir.[13]

Schimmel, bu dönemde pek çok ilahiyatçı yetiştirdiği gibi, kendisinin İslâm hakkındaki kanaatinin de bu çevrede ve öğrencilerinin etkisinde şekillendiğini bizzat dile getirmiştir.[14] Bir röportajında Müslüman talebeleri ile karşılıklı bir verim ortamı bulunduğunu belirtirken en mühim noktanın bu olduğunu vurgulamış ve sözlerini “İlginç olanı, Müslümanların bizden daha iyi Hristiyanlığı bilmeleridir! Bu bizi, Müslüman ve Hristiyanların hangi noktada müşterek değerler taşıdığına götürecektir. Pek tabii bununla beraber farklılıkların da görmezlikten gelinmesi doğru değildir.” diyerek tamamlamıştır.

Schimmel, velûd bir yazar olmanın bütün özelliklerini taşımaktadır. Bildiği onyedi dilden sekizi ile tercümeler yapmış ve Batı’da hâkim olan, İslâm dini ve Doğu’ya ait eksik ve hatâlı bilgileri, bizzat ilk kaynaklardan edindiği ve aslına mutâbık bilgilerle düzeltmiştir. Sunduğu tebliğlerle Doğu’yu Batı’ya, Batı’yı Doğu’ya tanıtan yazılar yazmıştır.[15] Ayverdi bu vazife için “Zira sen ne yalnız Almanya’nın ne de Türkiye’nin malısın. Sen insanlığa mal olmuş anonim bir irfan âbidesisin.”[16] demiştir.

İnsanın yaradılış gayesinin kendi hakikatine erişmesi olmasından yola çıkarak, Schimmel’in o zamana dek sahip olduğu ilmi Türkiye’de yaşama ve zevk etme fırsatı bulduğunu ve mektuplarından anlaşıldığı üzere Ayverdi ile âdetâ bir mürid-mürşid yakîn ilişkisi içinde bu ilmin hakikatine müdrik olduğunu görüyoruz. Kur’an sesi ile kendinden geçme isteğini, Şark âhenklerine, mûsıkîsine, sanatına gark olma talebine binâen Garb’a ait şeylerin kendisine garip geldiğini[17] belirttiğinde Ayverdi’nin “Senin için tefrih (kuluçka) devresi artık bitti. İnkişaf (aşikâr olma) ve kemal çağı başladı.”[18] demesinden, kendisinin içinde bulunduğu seyr-i sülûku izleyebiliyoruz. Schimmel’in mektubundaki “Senin iyi bir müridin miyim?”[19] sorusu ile bu yolculuktaki teslimiyetini ve “hissen ve hayalen hep sizinle alışverişteyim”[20] sözleri ile aradaki râbıtayı gözlemlemek mümkündür.

Sonuç olarak, Schimmel’in ömrünü İslâm’ı anlamaya–anlatmaya ve yaşamaya adadığını, bu sûretle de Batılı dinleyiciyi hiç tanımadığı, tehlikeli mistik bir lâbirentten emin adımlarla geçirerek hakikat bahrine ulaştırdığını söyleyebiliriz.[21]

[1] Annemarie Schimmel, Doğudan Batıya, (çev. Ömer Enis Akbulut), Sufi Yayınları, İstanbul, 2017, s. 21

[2] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 219.

[3] a.g.e., s. 223.

[4] Şule Bilman, “Ukbaya Kayan Yıldız: Annemarie Schimmel”, Tasavvuf Dergisi, Ankara, 2003, Yıl:4. Sayı:11,  s. 501.

[5] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 156.

[6] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 156.

[7] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 156.

[8] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 224.

[9] Annemarie Schimmel, Doğudan Batıya, (çev. Ömer Enis Akbulut), Sufi Yayınları, İstanbul, 2017, s. 132.

[10] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 31.

[11] Senail Özkan, “Annemarie Schimmel”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, Türk Diyanet Vakfı, C: 36, s. 229.

[12] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 224.

[13] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 26.

[14] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 159.

[15] Mustafa Kara, “Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya Bakan Bir Alim Prof. Dr. Annemarie Schimmel”, Tasavvuf Dergisi, Yıl: 4. Sayı: 11, s. 489.

[16] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 62.

[17] a.g.e., s. 118

[18] a.g.e., s. 120

[19] a.g.e., s.158

[20] a.g.e., s. 39

[21] Senail Özkan, “Sufi Arayan Sufi: Annemarie Schimmel”, Tasavvuf Dergisi, 2003, Yıl: 4, sayı: 11, s. 517.

 

Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) ve Tasavvuf Kültürü

Deniz Mater’in 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda Sunduğu Bildirisi

Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) 1966 yılında Türk Ev Kadınları adı ile mutasavvıf-yazar Sâmiha Ayverdi’nin fikrî önderliğinde, Sabahat Gülây’ın başkanlığında kurulmuştur. Kuruluş gayesi tüzüğünde “millî varlığın korunması ve geliştirilmesinde kadının büyük mesuliyetine uygun çalışmalar yapmak” olarak geçer. Dernek, kültür, eğitim ve sosyal alanlarda faaliyet göstermektedir. Genel merkezi Ankara’dadır. Ayrıca İstanbul, Bursa, Isparta, Kütahya, Konya, Manisa, Gaziantep ve Antalya’da da şubeleri bulunmaktadır.

Faaliyetlerine 1966’da millî şahsiyeti oluşturan değerler üzerinde durarak ve kültür programları düzenleyerek başlayan dernek daha sonra Türk Kadınları Kültür Derneği adını almış ve kamu yararına çalışan dernek statüsünü kazanmıştır. Kısa adı TÜRKKAD olarak tescil edilen dernek, konferanslar, paneller tertiplemiş, kültür, tarih, geleneksel sanatlar, mûsikî, güzel ve doğru Türkçe konuşma ve Osmanlıca kursları organize etmiştir. Millî ve mânevî değerlerimizle geçmişte iç içe olan tasavvuf anlayışının ürettiği kültüre eğilen TÜRKKAD, zamanla ülkemizde ve dünyada tasavvuf alanında akademik çalışmaları destekleyen bir sivil toplum kuruluşu (STK) haline gelmiş, Amerika’da North Carolina Üniversitesi, Çin’de Pekin Üniversitesi, Japonya’da Kyoto Üniversitesi’nde ve İstanbul’da Üsküdar Üniversitesi’nde İslâm ve tasavvuf araştırmaları ile ilgili kürsülerin oluşumuna katkıda bulunmuştur.

Tasavvuf Kültürü: Anadolu İrfanı

Bu yazıda TÜRKKAD’ı kuran irâde, tasavvuf kültürü açısından incelenmektedir. Tasavvuf kültürü ise kısaca tasavvufun yaşandığı bireylerce, onların târihî buluşma mekânlarında üretilmiş ve kazanılmış kültür olarak tanımlanabilir.

Sâmiha Ayverdi’nin eserlerindeki tasavvuf kültürünü incelediğimizde, karşımıza kendi deyimiyle ‘millî kimliğin sınır bekçisi olan dil, din, tarih, sanat ve her çeşit kültür sahası’[1] çıkmaktadır. Ayverdi aileye ve toplumda kadının yerine sıkça değinir. Ona göre gelenek ve töremiz içinde aile, toplumun en küçük ama en sözü geçen birimidir. Toplum hayatında dikkat çektiği hususlardan bir başka konu ise “millet olarak iç­timaî hassasiyet ve basiretimizin âbideleşmiş delille­rinden biri olan vakıflar”[2] ve millet olarak hayırseverliktir.

Tüm bu görüş ve düşüncelerin TÜRKKAD’a mayasını verdiği düşünülürse de burada üzerinde özellikle durulacak olan “Allah kelimesinin yüceltilmesi” anlamına gelen ‘Îlâ-yı Kelimetullah’dır. Ayverdi bunu şöyle ifade eder: “Bu anlayışın özünde her şeyden önce insanın kendi iç dünyasını düzene koyması, süflî hırs ve heveslerden kendini temizlemesi, benlik dâvâsından kurtulması, mânâsını zenginleştirmesi, dünyaya geliş sebebini idrak etmesi, kendisi ile barışık olması, güzel ahlâk sahibi örnek bir insan olarak yaşaması, rûhen sağlama basacak mânevî kemâle varması, bu ölçüler içerisinde şahsiyetini vatan toprağı sevdası, devlete hizmet aşkı, millî kültüre ve tarihe sahip çıkma şuur ve idraki ile bütünleşmiş olması düşüncesi ve fikriyâtı vardır.” [3]

Sâmiha Ayverdi’ye göre Îlâ-yı Kelimetullah olan anlayışta tevhidin dünyaya yayılması sözkonusudur. Tevhid, tasavvufta Allah’ın birliğine inanma olarak tanımlanır.[4] Tevhidi yaşamak ise, çoklukta birliği görmek, farklılıkları kabul ederek hoş görmektir. Ayverdi “Sadece İslâm ümmetleri değil tüm topluluklar tevhid anlayışını temel prensip alıp bu tercihi düşünce ve davranışlarında ön plana çıkarırlarsa zaten kendiliğinden birbirine destek, yardımcı, yumuşak, doğru ve saygılı olurlar.”[5] der.

TÜRKKAD’ın Gayesi: Birleştiricilik (Tevhid)

Madde ve mânâ kuşun iki kanadıdır diyen Ayverdi, birini kaybedenin öteki ile uçamadan sadece yerinde çırpınacağını belirtir.[6] Onun liderliğinde oluşan bir sivil toplum kuruluşu olan TÜRKKAD’ın da kuruluşundan beri mânâ kanadı İslâm tasavvufudur. İdeali ve amacı tasavvufun tevhid akîdesidir yani ‘birleştiricilik’tir

TÜRKKAD’ın tevhid anlayışı ile ‘birleştirici’ gayesine şu örnekler verilebilir:

  • Kuruluşundan itibaren TÜRKKAD aileyi ve toplumu ‘birleştirici’ olması sebebi ile kadına ve kadının eğitimine odaklanmıştır. Türk millî varlığının korunması ve geliştirilmesi için millî şahsiyeti oluşturan değerler üzerinde duran eğitim ve kültür programları düzenlemiş, konferanslar, paneller tertiplemiş, kültür, tarih, geleneksel sanatlar, mûsikî, güzel ve doğru Türkçe konuşma kursları açmıştır. Böylece millî hâfıza ile nesilleri ‘birleştirici’ bir rol de üstlenmiştir.
  • İstanbul Şubesi Başkanı Cemâlnur Sargut’un liderliğinde TÜRKKAD tasavvuf alanında akademik çalışmaları desteklemiş, Amerika, Çin, Japonya ve Türkiye’de üniversitelerde tasavvuf kürsü ve enstitüleri kurmuştur. TÜRKKAD Amerika’daki ilk kürsünün ardından, Çin’de ve Japonya’da Türkiye ile bağlantılı olarak aslında İslâm ve tasavvufta düşünce üretiminde Avrupa merkezli, oryantalist düşünce yapısını aşan bir paradigma getirmiş[7] bir bakıma Doğu ile Batı’yı birleştirmiştir.
  • TÜRKKAD tasavvuf alanında ulusal ve uluslararası çapta konferans ve sempozyumlar düzenleyerek toplumun her alanından katılımcıyı; akademisyenleri, çalışan, ev hanımı, emekli, kadın, erkek, genç, yaşlı farklı meslek gruplarından, ekonomik sınıflardan ve hatta değişik politik tercihlerden pek çok insanı bir araya getirmektedir.
  • TÜRKKAD, Mesnevî dersleri veya kültür programları gibi eğitimlerle de Türkiye’nin pek çok köşesinde yerel toplumu ‘birleştirici’ faaliyetler sürdürmektedirler.
  • TÜRKKAD’ın oluşturduğu ortam ve kurduğu merkezlerden yayılan tasavvuf eğitimi insanın iç dünyasında ‘birlik’ için fırsat yaratır. Ayverdi’nin Îlâ-yı Kelimetullah gayesinde belirttiği gibi insan önce kendi içinde birliği yakalayarak halka hizmete soyunabilir. İçte birliğin sağlanması için, insan kendini affetmeyi, sevmeyi, kendinden önce başkasını düşünmeyi, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamayı öğrenir. Halka hizmet vesilesiyle de kendi meseleleri ile uğraşmaktan çok, başkasına hizmetle kendini bile unutup kendindeki birliği sağlar.[8]

TÜRKKAD, tasavvuf terbiyesi ile yetişen liderler, çalışanlar ve gönüllüler için hem bir kişisel gelişim ocağı hem de “Hakk’a hizmet halka hizmettir” prensibiyle topluma hizmet etmeleri için bir çatı oluşturmuştur.

TÜRKKAD’ın ektiği tohumlar gönül bahçelerini baharda tutsun, kalplerde papatyalar, ihlâs yaseminleri, Hakîkat-i Muhammedîye gülleri,  tevhid lâleleri bezenmeye devam etsin.

[1] Sâmiha Ayverdi, O da Bana Kalsın, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı-183, 2014), s. 89.

[2] a.g.e. s. 244.

[3] İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı-23,2002), s. 595.

[4] Kubbealtı http://www.lugatim.com/s/TEVHİD

[5] Sâmiha Ayverdi, O da Bana Kalsın, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı-183, 2014), s. 148.

[6] İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı-23, 2002), s. 237.

[7] Cemil Aydın, Söyleşi 1st International Symposium of Kenan Rifai Center, Kyoto  http://kerimvakfi.org/vakfin-calismasi/1-uluslararasi-kenan-rifai-tasavvuf-arastirmalari-merkezi-sempozyumu-kyoto-universitesi/  Erişim Tarihi: 17 Aralık 2017.

[8] Cemalnur Sargut, Söyleşi, Tarih: Ocak 2018.