Yeşil Smoothie

Malzemeler:

1 adet soyulmuş, çekirdeği çıkarılmış, donmuş mango

¼ soyulmuş, çekirdeği çıkarılmış, donmuş avokado,

½ kiwi

1 kase kıyılmış karalahana

½ salatalık

½ misket limonu veya limon suyu

1 bir büyük fincan hindistan cevizi suyu

1 tatlı kaşığı chia tohumu

 

Hazırlanışı:

Bütün malzemeyi smoothie karıştırıcısına koyun ve 45 saniye kadar karıştırın.

Âfiyet olsun.

 

Editörden (Eylül-Ekim 2017)

Her Nefes Dostlarımıza Merhaba,

 

Yeni sayımızda, yeni bir konuyla yine biraradayız çok şükür. Eylül-Ekim 2017 sayımızın konusunu “Eğitim ve Tasavvuf” olarak belirledik. Gönlümüzden dilimize, kalemimize düşen hislerimizi ve düşüncelerimizi siz dostlarımızla paylaşmak istedik.

 

Yüce Rabbimiz bu âlemi yaratırken her an yeni bir şe’nle dirilen, sınırsız ilmini bize göstermiş, gösteriyor. Mübârek Peygamberimiz de öğrenmeye ve ilime verdiği kıymeti “İlim Çin’de bile olsa gidin alın” hadis-i şerifi ile bizlere hatırlatıyor. Aynı zamanda bu hadis-i şerif ile öğrenmenin, ilmin önemine ve kıymetine işâret ediyor. Dolayısıyla yüce dinimiz öğrenmeye, öğrenene ve öğretene büyük kıymet veriyor.

 

Bu durumda bize sadece öğrenmek ve inşallah öğrendiklerimizi yaşamaya çalışarak göstermek düşüyor. İşte bu sayıda bu konuyu beraberce düşünelim istedik. Biz öğrenmede neredeyiz? Hayatı ve kendimizi ne kadar öğrendik? Ne kadar anlayabildik? Bu soruları ve daha birçok başka soruyu kendimize, gönlümüze sorduk. Kendimize, hayatlarımıza, aldığımız eğitimlere göz attık. Farkına vardığımız, varamadığımız durumları kendimizce ve elbette dilimiz döndüğünce irdeledik. Sizlere iletmeye, sizlerle paylaşıp dertleşmeye çalıştık. İnşaallah bu vesîle ile siz ezelî gönül dostlarımız da bizim bu hasbî hâlimizi beğenir ve kendi hâlinizi bizlerle paylaşırsınız. Lütfen bize yazın ve konularımıza dâir görüş ve önerilerinizi paylaşın.

 

Kusuru şahsımıza, beğendiğiniz her şey, yegâne öğretene, El-Alîm isminin sâhibine âit olmak üzere Eylül-Ekim 2017 sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Sohbetler (Eylül-Ekim 2017)

Victore Pauchet’nin tekâmül nazariyesine âit bir makalesini okuyorduk. Bilhassa şu sözler dikkatimizi çekmiş bulunuyordu: Muvaffak ve mes’ut olmak isterseniz her hafta, her ay, her sene temin ettiğiniz terakkiyi hesap etmelisiniz. Siz kendiniz hem terbiye eden, hem de terbiye olan bir varlık bulunduğunuzdan tekâmülünüz hayvanların ve nebatlarınkinden farklıdır:

“Muharrir demek istiyor ki, herkes behemehal nefsini hesaba çekmelidir. Eğer neticeden hoşnut olursa memnun olmalı, yoksa beğenmediği hallerini ıslâha çalışmalıdır. Sonra: Siz hem terbiye eden hem de terbiye olansınız, sözü de; Siz çobansınız ve sürünüzden mes’ûl-sünüz hadîs-i şerifine temas ediyor.”

Makaleyi okumaya devam ettik: İdare edilmeye muhtaç iseniz, insan terbiyesiyle uğraşan bir mütehassısın yardımı size faydalıdır. Bu terbiye sizde şevk ve heves uyandırdığı takdirde, bu yardım, şuurlu bir şahsiyet meydana getirmek için gereken malzemenin nefsinizde mevcut olduğunu gösterir. Siz bir müteahhitsiniz. Varlığınızın bütününün planını hazırlayacak bir mimara ihtiyâcınız var; o, size ihtiyaç hissedilecek tafsilâtı verecek ve çalışmalarınızı sevk ve idare edecektir. Fakat tekrar ederim ki onun fikirlerini herhangi bir muhakemede bulunmadan, izahlarını hiçbir fikir yürütmeden âbidenin yerden yükseldiğini göreceğiniz âna kadar noktası noktasına kabul de menfaatiniz icâbıdır.

– “Bu sözlerin anlatmak istediği fikir şu: Bir kimseye ya doğrudan doğruya Rahmanın cazibesi gelip onu kendinden almış olmalı veyahut o kimse terbiyesiyle uğraşan bir mütehassıs diye kastettiği kâmil insanı bularak onun terbiye ve irâdesine kendini teslim etmelidir.

 

Sermâye bu yolda hemen

Teslim olur buna inan

Sıdk ile Allah’a dayan,

Etmez mi gör ihsan sana!”

 

Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 195-196.

Kahrın da, Lütfun da Hoş

Sûfîler dünyaya gelmekten maksad Allah’ı bulmaktır derler. Ne var ki âleme gelir gelmez bu vazîfemizi unutup dünyanın sefâsının peşinden koşup cefâsından da kaçıyoruz. Dünya hayâtını bir imtihan yeri olarak gören kişi, bu âlemin en iyi eğitim sistemi olan tasavvuf müfredâtı ile yol alırsa Allah’a ulaşmak için doğru bir yol seçmiş olur.

Tasavvuf eğitim sistemi için önce iyi bir öğretmen lâzımdır. Bu sistemde kitaplardan öğrenilecek bir şeyler olsa bile asıl olan, hocadır. Hoca, talebesini seviyesine göre kişisel bir müfredâta ve eğitim sürecine tâbi tutar. Bu arada her bir talebenin öğreneceği şey ve öğrenme süresi farklı olabilir. Talebenin ezelî nasibi ve kapasitesi önemlidir.

Tasavvuf eğitiminde hakikat birdir; bu dünyada iki gibi görünen her şey aslında birdir. Yani iyi ve kötü, acı ve tatlı, güzel ve çirkin halinde görünen şeyler aslında birdir. Mevlânâ’nın bir hikâyesinde bahsettiği gibi aslında beşer şaşıdır. Şaşı iki tane şişe olduğunu ne kadar iddia ederse etsin, aslında bir tane şişe vardır. Hikâyede şaşı, şişelerden birini kırar ve başka şişe olmadığını görür. Yani aslında şişe birdir, ama şaşı diğer şişenin de var olduğunu sanmaktadır.

Bunun farkına varmak bile insana büyük bir rahatlık verir. En azından cefâ gibi görünen şeylerin aslında birer imtihan olduğu ortaya çıkar ve ne zaman ki cefâ ve sefâ kişi için bir olur, işte o zaman bu eğitimin meyveleri de dâimî huzur ve kesin bir îman olur. Yunus Emre Hazretleri’nin şiirinde de dediği gibi Allah’ın kahrı da lutfu da hoş gelir.

 

Hoştur bana senden gelen,

Ya hil’at ü yahut kefen,

Ya taze gül, yahut diken..

Kahrın da hoş, lütfun da hoş.

 

Gelse celâlinden cefâ,

Yâhut cemâlinden vefâ,

İkisi de cânâ safâ:

Kahrın da hoş, lütfun da hoş.

 

Huzura Giden Yoldaki Engelleri Kaldırmak

Batı’nın etkisinde kalmış, pozitivist rasyonalist bir eğitim sisteminde yetişiyoruz. Hal böyle olunca, bilgi edinme yolunda akıl ve mantık vazgeçilmez araçlarımız oluyor. Aristotelesçi, ‘Siyah siyahtır, Beyaz da beyazdır.’’ mantığı ile düşünmeye alıştırıldığımızdan, bir şey ya Şu’dur ya da Bu’dur demek zorunda kalıyoruz. Duyu organlarımızın sınırlı verileri ile üretilen sınırlı bilgileri gerçeklik olarak alıyoruz. Bu nedenlerle de hakikatîn (şimdilerde “fuzzy logic” denilen) çok katmanlı yapısını kavrayamıyoruz. Ne kendimize, ne de evrene dâir tatmin edici açıklamalar getiremiyoruz.

 

İnsana, âleme, varlık katmanlarına, yaratılışa, hayâta, hayatın amacına, ölüme dâir birçok sorumuz oluyor. Bu sorulara sınırlı bilgilerimiz ile cevaplar üretemeye çalışıyoruz. Bilimsel çalışmaları ve felsefe kuramlarını da okuyor ancak tam olarak tatmin olamıyoruz. Modern kapitalist dünyanın sunduğu teknoloji, tüketim ve haz tuzakları ile kendimizi uzunca bir süre oyalıyoruz ancak bir türlü huzuru, dinginliğini, ruh sâkinliği bulamıyoruz. Zamanla depresyondan şizofreniye türlü ruhsal hastalıkların pençesinde can çekişiyoruz.

 

Nasıl aşacağımızı bilemediğimiz, her geçen gün biraz daha bizi biz olmaktan çıkaran bir benlik ile yaşamaya çalışıyoruz. Nefsimiz bize emrediyor, biz de sorgusuz itâat ediyoruz. Her istediğini verdiğimiz, verdikçe büyüyen, büyüdükçe yine isteyen ve bizi ele geçiren bir güce köle olduğumuzu anlayamıyoruz.

 

Sûfîler bizi yakıp küle döndüren bu ateşi söndürebilecek tek şeyin, bir öğretmenin terbiyesine girmek olduğunu söylerler. O öğretmen ki, insanı nefsinin esâretinden kurtaracak yolları öğretebilecektir. İnsan bu öğretmenin gösterdiği şekilde nefsinin emrinden kurtulup onu kınamaya başlar.

 

Tekâmül ile insan kendini bilmeye başlar. Kendini bilen de Rabbini bilebilecektir (‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’): Hz. Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin öğrettiği ve geleneğimizde hâkim olan öğreti de budur. Onlar gibi ârifler modern bilimin terminolojisinde bulunmayan bir bilgi türü olarak kalbî bilgiyi kabul ederler. Bu bilgi türüne keşif adını verirler. Bu biliş tarzının, kalbi her türlü kin, nefret, haset gibi kirlerden arındırarak mümkün olabileceğini söylerler. İbn Arabî’ye göre, bir insan şeylerin doğrusunu kalbi ile anladığı ölçüde Allah’ı ve evreni anlayabilir.  Tasavvuf ilmini diğer tüm ilimlerden ayıran temel özellik de budur. Yani bir bilgi türü olarak kalbî bilgiyi kabul etmesi onu eşsiz bir ilim yapar. Bu nedenle ehline göre tasavvuf ilmi, ilimlerin anasıdır. Bu anlamda tasavvuf ilmi insanı aklı aşan bir bilme seviyesine götürür ve hikmet’i elde etmeyi öğretir. Kenan Rifâî Hazretleri, “Hikmet; Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi yerli yerince yaratma, her şeyi layık olduğu yere koyma sırrı ve âlemin insanlar tarafından anlaşılmayan gizli amacı mânâsındadır. buyuruyorlar. Anlaşılıyor ki, hikmet, en üst bilme seviyesidir. Bu bilme seviyesine de ancak tasavvuf ilmi ile ulaşılabilir.  

 

Modern insanın bunalımına çâre olarak üretilmiş her türlü kişisel gelişim aracı, kendini tanıma adı verilen psikoloji ve felsefe dersleri de aslında kendini bilmek üzerine kuruludur. Bu nedenle özünde tasavvuftan beslenen metotlarla birlikte doğrudan tasavvuf ilmi de öğrenilmelidir. Bu anlamda Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nde herkesin kendine göre seçebileceği birçok eğitim programı bulunmaktadır. Enstitünün, her insanın kendini tanımaya, dolayısıyla Rabbini tanımaya başlayacağı muazzam eğitimlerin verildiği bir yer olduğunu söylemek isterim. Sûfîler, “Huzurda isek huzur duyulur” derler. Huzura giden yoldaki engelleri ancak tasavvuf eğitimi kaldırabilir diyor ve huzurda olmayı dileyen herkesi tasavvuf eğitimi almaya dâvet ediyorum.

“Zorunsuz Eğitim”

“Zorunlu Eğitim” denilen sürecin eğitim ve öğretim kurumları olan okullarda 12 yıl olduğunu hepimiz biliyoruz. Her ne kadar adı “Zorunlu Eğitim” de olsa aslında yapılan “Zorunlu Öğretim”dir zîra eğitim beşikte başlayıp son nefese kadar süren “zorunsuz” bir süreç ve ömür boyudur. Bendeniz de zorunlu eğitim ve öğretim yıllarımı çok gerilerde bırakmış biri olarak zorunsuz eğitim sürecine ağırlık vermeyi tercih edenlerdenim.

Başlı başına bir eğitim ve öğretim kurumu olarak İslâmiyet’in de yaşanma şeklini ortaya koyan tasavvuf anlayışı bu “zorunsuz eğitim” sürecinde gönüllülük esasına dayanarak gönlü eğitmeyi ve güzelleştirmeyi hedef alır. Eğitimle öğretimin etle tırnak gibi birbirinden ayrılmadığı bu anlayış çerçevesinde yaygın eğitim bir yandan gelenekten kopmadan dışarıda devam ederken, Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü, bir örgün eğitim kurumu olarak ortaya çıkıyor. Cemâlnur Sargut Hocamızın ve Üsküdar Üniversitesi Rektörü sayın Nevzat Tarhan’ın işbirliği ile Üsküdar Üniversitesi çatısı altında kurulan Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün hedefi, dönemlik eğitim ve seminer programlarının yanısıra aslen yüksek lisans ve doktora programlarıyla tasavvufu akademik seviyede öğrenecek ve öğretecek insanların yetişmesine imkân hazırlamaktır. Allah’ın lûtfuyla, her yaştan ve çeşitli meslek gruplarından oluşan öğrenci kadrosuyla önce tezsiz başlayan yüksek lisans programının yanısıra, geçtiğimiz Temmuz ayında tezli yüksek lisans programı da açıldı.

Programa, “acaba altından kalkabilir miyim, bu yaştan sonra becerebilir miyim” endişesiyle başladığım halde, kendimi her sabah koşa koşa okula giderken, gündelik zevklerimi bir kenara bırakıp saatlerce ders çalışma zevkini yaşarken buldum. Çocukluk yaşlarımdan îtibâren içinde bulunduğum çevrenin, âile büyüklerimin tesiriyle bu kültüre hiç de yabancı olmamama rağmen, önce sertifika programları sonra da yüksek lisans programıyla başlayan ve devam eden talebelik sürecinde, dersler, muhtevaları ve alanında söz sahibi kıymetli ve muhterem hocalarımızın derin bilgi ve tasavvufî bakış açılarını paylaştıkları tecrübelerden -kabımız miktarınca- istifâde etmemiz imkânının sunulması, kıymetine paha biçilmez bir fırsat oldu benim için.

Enstitü’de diğer ilimlerle beraber İslâmiyet’in bir ve bütün olarak anlaşılması gerektiği, tatbîkî bir ilim olan tasavvufun kucaklayıcı ve kapsayıcı bakış açısı içerisinde târihî, kültürel, edebî zenginliği ile öğretiliyor. İslâm düşünce ve medeniyetinin temel kaynakları olan Kur’an ve sünnetin, başta Hz. Peygamber ve onu temsil eden insân-ı kâmiller tarafından nasıl yorumlandığı ve yaşanıldığı anlatılıyor.

Dünyanın çeşitli yerlerinde, alanında söz sahibi olan tasavvuf araştırmacılarıyla öğrencileri buluşturacak etkinliklerle köprüler kuruluyor.

Hülâsa Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü, tasavvuf eğitim ve öğretiminin akademik ortamdaki doğru adreslerinden birisi… Bu sadece benim değil diğer talebelerin de ortak kanaatidir. Ümidimiz, Türkiye’nin dört bir yanında bu amaca hizmet edecek programların açılması ve yaygınlaşmasıdır.

Hümeyra Livatyalı

Tasavvuf ve İlim

Hz. Ebu Hafs Haddad, “Tasavvuf, baştan aşağı edeptir” buyuruyor. O zaman akla, “Edep nedir?” sorusu geliyor. Bu sorunun cevâbını Hz. Ken`an Rifâî “Edep, her yerde Hakk`ın birliğini görmektir” diyerek veriyor. Bu târif, aynı zamanda bütün ilimlerin, bize sadece Hakk`ın birliğini anlatan birer vesîle olduğunu da söylüyor. Yâni, kimyanın, biyolojinin, matematiğin, felsefenin, astronominin ve diğer bütün ilimlerin gāyesi bize ‘Bir`i anlatmaktır. Bu vesîleleri Bir`den gayrı görmek ise, kişiyi o ilmin hakîkatinden uzaklaştırır. Ne güzel hâdisedir, bir keresinde Meşkûre Sargut Hanımefendi Konya`da Selçuk Üniversitesi’nde bir konuşma yapmak üzere dâvet ediliyor; konuşmasında “İmansız ilim, insanı ahlâksız yapar” buyurduklarında bütün profesörler kendisini ayakta alkışlamışlardı.

Peki, neden bu kadar çokluk? Hz. Ali`nin, “İlim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmıştır” sözündeki gizli mânâ nedir? Bu mânâyı yine Hz. Ken`an Rifâî “Sohbetler” isimli eserinde şu şekilde şerh etmektedir: “Meselâ benim zihnimde bir hikâye var. Onu gazetede neşretmek istiyorum. Fakat hikâyeyi yazacağım yerde, kâğıda bir nokta koyup gönderiyorum. Gerçi bu nokta ile hikâyemi, kendime göre ifâde etmiş oldum. Fakat herkes tarafından anlaşılması için mutlaka o noktanın tafsil edilmesi, yâni hikâyenin yazılması lâzımdır.”

Meşkûre Sargut, “Mevlânâ Diyor ki” isimli eserinde “Her kazanç bu âlemdedir, irfan mektebi burasıdır. Binâenaleyh dünyâya gelmenin hakîkî mânâsını sezip bu mânâyı tahsil edenler, hakîkat ile âşinâlık kurarlar ki, Hak ile olmanın sırrı da budur.” buyuruyor.

İşte bütün ilimlerin gayesi, insanlık ilmini tahsil etmektir. İnsan olmak, nefsin şedîd arzularından âzâde olmaktır ki, “Rabbini bilen, nefsini bilir” sırrına da gebedir. Esasen Rabbini (Öğreticisini) bilen de bu âleme bir irfan mektebi gözüyle nazar eder, her ilimden hakîkî âlim olan Allah`a ulaşır. Bu âlemde her şey ona öğretmen olur.

Ne buyurmuş Koca Yunus:

İlim ilim bilmektir, 
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır.

Okumaktan murat ne,
Kişi Hak’kı bilmektir. 
Çün okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir.

İlahe Kurşun

Patates Püresi

Malzemeler:

 

4 Büyük boy patates

Deniz tuzu

200 ml Süt

200 gr Sade tereyağ

 

Hazırlanışı:

Patatesleri üç ya da dört parçaya bölerek düdüklü tencerede haşlayın. Durulayıp kabuklarını soyun. Patates ezicisi ile nemi gidene kadar ezerek püre haline getirin

Sütü bir tencerede kaynatın, ısıyı azaltın ve püreyi içine koyun. Sonra tereyağını ekleyin ve tuz serperek homojen bir kıvam elde edene kadar karıştırın.

Âfiyet olsun.

Sohbetler (Temmuz-Ağustos 2017)

– Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş diyor Hazret-i Niyâzî…

“Dert olarak kabul edilecek şey, bâtın derdi yâni mânevî dertlerdir. Burada Niyâzî Hazretleri: Ben derdime derman aradım, yâni aslıma, cânânıma kavuşmaya ve kopup geldiğim vatanıma ulaşmaya yol aradım, dediler ki, derman kendindedir. Mâdemki cânânının derdini kendine dert edinmişsin, şu halde ona yana yakıla kavuşursun, demek istiyor.”

 

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 565)

 

*******

– Aşk, Hakk’ın tuzağıdır. Onunla kulları avlar. Aşk ile alış verişi olmayan kimseye yazık… diye bir söz okudum. Îzah buyurur musunuz?

“Cenâb-ı Hak sevgili kullarını ikiye ayırmıştır. Bir kısmını ibâdet ve tâatine, bir kısmını da aşkına tahsis etmiştir.

Aşk demek, Allah’ın muhabbetinden başka bir muhabbetin gönlünde yer etmesine müsâade etmemek demektir. Ne mutlu o kula ki Allah onu muhabbet âleti ile avlıyor.

Ne yazık o kimseye ki ne ibâdet ne aşk ehlidir. Geçici ve hayâlî olan dünya zevklerine sarılarak aslından uzaklaşır ve mevhum gölgelerin arkasından koşar.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 596)

 

*******

Kolay kazanılmış paradan sadaka vermekle, güç kazanılmış paradan sadaka vermek arasında bir fark var mıdır?

“Elbet kendi helâl kazancından sadaka vermek daha hoştur. Amma dili ile hayır yapmak, insanları hayra teşvik etmek de sadaka-dır. Kezâ bedeni ile başkalarına hizmet ve yardım da sadakadır. Sadaka, mutlaka kesesinden fedâkârlık yapmakla olmaz. Allah nâmına yapılan her iyilik bir sadaka demektir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 596)

 

******

– İrfânın alâmeti nedir?

– “Ârif olan, sözünden de, özünden de, gözünden de, hareketinden de bellidir. İrfan demek Allah’ı bilmek demektir. Yâni Allah’tan başka fâil, ondan başka mevcut görmemektir. Her nereye baksan ol güzel Allâh’ı görmek, işte irfan budur.

Sanma zâhit savm u salât ile biter işin

İnsan olmaya lâzım olan irfan imiş.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 598)

Vefa Apartmanı

Geçen yıl Türk Edebiyatı Vakfı’nda çalıştığım sırada, Ahmet Kabaklı tarafından başlatılan ve 45 yılı aşkın süredir her hafta devam eden Çarşamba Sohbetlerinden birine Sadık Yalsızuçanlar’ı konuşmacı olarak davet etmiştim. Sadık Yalsızuçanlar da kendisine “Bir Vefa Hikâyesi: Tevfik İleri” konuşma başlığını seçmişti. Bu vesileyle kendisinin Vefa Apartmanı adlı kitabına dalmış, satırların altını çize çize çalışmaya başlamıştım. 

İnsanların millî ve mânevî değerleri ağzında sakız gibi dolaştırıp aynı zamanda yine nasıl sakızdan beter çiğneyip attığını gördüğümden beridir içimde fırtınalar kopuyordu. Çok uzak değil, daha yüz yıl öncesinde bile bu millet ne acılar çekmiş, ne emekler vermişken gördüğüm bîgâneliği kabullenemiyordum. Vefa Apartmanı tam o sırada yetişmişti içimin sıkıntısına. Gerçek ve yalan arasındaki kısacık hayat çizgisinde helâli haramı bilmiş, yanlışın karşısında her zaman doğru durmuş, her cefâyı sıdk ve vefâyla karşılamış örnek bir âileyle başbaşaydım. Tevfik İleri Beyefendi öyle vatan âşıklısıydı ki, Sadık Yalsızuçanlar kitabında ona “Sevgilinle memleketin birdi. ‘Seni seviyorum.’ derken eşine mi, memleketine mi sesleniyordun fark edilmiyordu.” diye hitap ediyordu.

Vefa Apartmanı’nda en etkilendiğim yerlerden biri ise şu bölümdü: “Hastalığın erittiği bedenine rağmen umut dolu ve aydınlık çehresiyle yüreğindeki memleket aşkı… Bunu bir türlü anlayamıyorum. İnsan, vatanına nasıl bu kadar âşık olabilir? Fethi Bey’in dostluk söyleşisinde geçtiği gibi, herkesin köşe dönmek için çırpındığı, ihâleler peşinde koştuğu bir zamanda, bunu anlamak ne kadar güç. Bir kadına âşık olunabilir, paraya, üne, tutkuya… Peki, insan memleketine âşık olur mu? Uğrunda her şeyden vazgeçer mi?” 

Tevfik Bey ve âilesi, hangi koşullarda olunursa olunsun insanın ilkelerinden sapmadan nasıl yaşayabileceğini gösteriyorlardı. Vatan, millet sevgisi nasıl bir esası, nasıl bir temeli teşkil ediyor; bize hatırlatıyorlardı. Kitaba devam ettikçe anlıyor ve görüyordum ki vatan aşkını yaşayamayan, ne ilâhî aşkın anlamını ne de herhangi bir şeyi gerçekten sevmenin ne demek olduğunu anlayamıyordu. Sevgide sahtecilik burada doğuyordu. Evlenmek üzere olduğu nişanlısına “Seninle birlikte memleketimizin müşterek zevklerini tadarak dolaşacağız…” diye hitap eden bir Tevfik İleri’yi, eşinin hüznünü Hazret-i Hatice gibi vakumlayıp çekmeye çalışan Vasfiye İleri’yi tanımamanın eksikliği ne büyüktü…  

Sadık Bey o gün vakfın sohbet salonunda bu güzel âileyi bizlere türlü anılarla yakînen tanıtırken, gözüm Türk Edebiyatı Vakfı Kurucusu Şeyhülmuharrîrîn Ahmet Kabaklı’nın duvara asılmış, vatanımızı annemizle bir tutan yazısının üzerinde tekrar tekrar gezinmişti. O da diyordu ki: “Kendi Gök Kubbemiz’in altındadır benim dünyam. İslâm’ın aydınlığı içinde, gönül ülkümüzün güneşi altındadır. Tarihimizin altın tozları serpilmiş vatanımız eşsizdir. Başka analar içinde anamız nasıl en güzelse, anamızın güzelliği nasıl zenginlik ve estetik ölçülere vurulamazsa, başka vatanlar içinde bizim vatanımız da en güzeldir. Onu sevmek, onarmak, işyerleri, fabrikalar, yeşillikler ve çiçeklerle donatmak görevimiz var, fakat sevmemek, beğenmemek hakkımız değildir.”

Onların vatan ve millet sevgisi öyle bir sevgiydi ki, anne, baba, evlat, kardeş, eş sevgisi dahî onun temelinde birleşmişti. Allah’a îmânları bu sevgiyi, bu sevgi de îmânlarını parlatıyor, Hak ve halk sevgileri onlarda birbirini tamamlayan bir bütün hâlinde görülüyordu. Türlü dünya zevklerinin içinde gezip kaybolmak yerine bu insanlar millet hakkı için, ezan hakkı için, cefâlârı selâm gibi karşılamayı seçmişler ve birer tevhid meşâlesi hâline gelmişlerdi. Aile sevgisinin, vatan sevgisinin ve Allah sevgisinin nasıl birlendiğini görmek için onlara bakmak yeterliydi…