Efendim, önce merhabalar… Çok mutluyum tabiî; altmış üç yıllık aşkım, hayâlim bugün gerçekleşiyor ve şu anda ciddi söylüyorum, dünyada mücâhid olarak İslâm’a hizmet eden dört kişiyle aynı masada olmaktan da çok büyük şeref duyuyorum. Bu dostlar İslâm için çalışıyorlar. Benim gibi ömürlerini İslâm’a adamışlar.
Carl (Ernst) hatırlıyor mu bilmiyorum ama bizim Carl ile kardeşliğimiz 2000’li yıllarda başladı. Carl’a ilk defa Annemarie Schimmel’den bir şiir okuduğum zaman yanıma yanaştı ve “siz bu şiiri nereden biliyorsunuz?” dedi bana. Ben de hocama atfedilmiş bir kitaptan, Annemarie Schimmel’in Sâmiha Ayverdi’ye atfettiği “Ruhum Bir Kadındır” adlı bir kitaptan okuduğumu söyleyince gözyaşlarıyla yanaştı ve aynı sene kendisi Kenan Gürsoy’un da bulunduğu bir toplantıda, zannederim Milano’da, rahiplerin önünde hocamdan bahsettiler. Yani 2000 senelerinde ilk karşılaşmamızdan sonra Carl’ın kafasında oluşan şuydu: Kenân er-Rifâî büyük bir mutasavvıf ve ancak onun tasavvuf anlayışı dünyaya hakikî İslâm tasavvufunu yayacaktır. Ben onda bunu anladım. Hocamın şu sözleri Carl’ın bu görüşünü teyit eder gibi… Diyor ki Hocam: “Tasavvuf, insanlıkla beraber başlayan ama din kaydından müstakil bir yapılanmadır. Dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyetidir. Kemâl noktasını İslâm dini ile bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini bütün dinleri kapsıyorsa İslâm tasavvufu da böyledir.” Şimdi burası çok etkileyici: “İndifâ eden -yani patlayan- bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yeryüzüne akmasını engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur.” İşte bugün görüyoruz ki, tasavvuf, Çin’den, en doğudan en batıya, Allah’ın mânâsını anlatmak üzere çeşitli şekillerde yayılıyor. (…)
“Uygur Türkleri İslâm kürsüleri sayesinde ilk defa haklarını koruyorlar”
Çin gerçekten benim hayâlimdi. Zira en doğuydu. Amerika en batıydı. Niye en doğu? Çünkü tabiî ki peygamberimizin hadisi Çin’i kapsıyordu: “İlim Çin’de bile olsa arayınız.” Ama aynı zamanda İbn Arabî Hazretleri’nin “Son insân-ı kâmil Çin’den gelecektir” sözü de beni çok etkilemişti. Ben Allah’ıma her gün şükrediyorum Chittick’ler gibi dostlarım olduğu için. Kendileri gerçekten İslâm’ı çok iyi anlayan, çok iyi bilen, çok iyi anlatan ve onu İbn Arabî teknesinden bize sunan büyük öğretmenler. Kendileri Çin’de başlattıkları Konfüçyüs ve İslâm zevkini, Profesör Weiming Tu’nun da yardımıyla Çin’e yaydılar. Kendileri bilmiyorlar ama bu sene Çin’de yaptığımız büyük programda Çinli öğrencilerin bana gelerek şöyle söylediklerini duydum: “Ne kadar mühim bir iş yapıldığını tahmin dahî edemezsiniz. Çin, İslâm’ı sadece namaz kılmak, oruç tutmaktan ibâret sanıyordu ve maalesef Vahâbî İslâm burada gelişiyordu. Ama şu anda biz Chittick’lerin başlattığı derslerin, Aavani’nin devam ettiği gerek İbn Arabî yorumlarının gerek Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî çalışmalarının sayesinde asıl dinin mânâsını öğrenmeye başladık. Çin Müslümanları dini bu kürsüde öğrenmeye başladılar. Bu şekilde de öyle bir bize gelecek çizildi ki biz gidip William Chittick ile çalışıp Çin’in her yerine dağılıp İslâm’ı anlatmak istiyoruz.”
İşte gözlerimi yaşartan bu konuşmalardı. Bir taraftan da Chittick’in de bahsettiği gibi oradaki Türk Müslümanların, Uygur Türklerinin yalvarışları vardı “Mesnevî yollayın bize, Türkçe biliyoruz… Mesnevî okuyacağız… Bize haklar tanınmayacak mı?” (…) İslâm Bölümü’nde Pekin Üniversitesi’nde bunu sordular. Profesör Tu bana dedi ki “Bu bir mucizedir hocam. İlk defa Uygur Türkleri haklarını koruyorlar” dedi. Bu da İslâm kürsüleri sayesinde oluşuyor. Bu kürsüleri biz açmış değiliz. Bu kürsüleri Kenan er-Rifâî’nin muazzam vizyonu açtı. Onun akıl almaz görüşü ve asırlara etki eden mânevî bilinci açtı.
“Kenan er-Rifâî bugün kürsüler açmak üzere bizi âdetâ hizmete yönlendirmektedir”
(…) Omid Safi, bir hikâyeden bahsetti. Türklerle, yani Rum ilinde yaşayan Türklerle Çinliler arasındaki hikâyeden… Bu hikâyeyi Mısrî Niyâzî Hazretleri şöyle yorumluyor İrfan Sofraları adlı kitabında. Diyor ki: “İnanılmaz bir resim yaptı Çinliler. Bu resim aynı maddî ilim gibiydi. Sonsuz bir güzellik taşıyordu. Maddî ilim insanı etkiler, vurur. Bu resim de öyle güzeldi. Karşı tarafta Rum ilinde yaşayan Türkler duvarlarını yonttular. Bu duvar neydi? Mânevî ilim ihtivâ eden gönülleri idi. İşte maddî ilimler, mânevî ilim ihtivâ eden gönüllerden aksedince ortaya bir şâheser çıkıyordu.” Hocamın Fransızcayla, Arapçayla, Farsçayla ve bütün lisanlarla öğretmeye çalıştığı gönül ilmi her kuşun sesine hitap edecek şekildeydi. O, devrin Süleyman’ı gibi mührün sahibiydi. O, “Dehr Allah’tır” hadisinin tecellisi idi. Dehr Allah’tır… Peygamber’in kalıpları yıkan bu hadisi “Zaman, Allah’tır” diyordu. Evet, niye zaman Allah’tır sözü bizi şaşırtıyordu? Allah bazen ağaçtan “Ben sizin Allah’ınız değil miyim?” diye konuşan Allah değil miydi? Zamanın içinden tecelli eden kimdi? Onun isim ve sıfatlarıydı. Öyleyse zamanı yaratan kâmil insanlardır. Onlar zamanın babalarıdır. Onların zamanları sonsuzdur. Onlar her zamanın insanlarıdır.
Bunun en güzel örneği Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin anneme ilk yazdırdığı defterin Konfüçyüs oluşuydu. İlk defterin toplamı Konfüçyüs’ün öğretileridir ve bunun Hazreti Mevlânâ ile mukayeseleri ile anlatmıştır. Ben bunu Profesör Tu’ya söylediğimde büyük bir şaşkınlıkla, “nasıl bir kürsü kuruluyor burada, akıl almaz…” dedi. Görülüyor ki bütün dinleri kapsayan ama İslâm dininin şer’î mânâsında ayağını sabit tutan, öbür ayağıyla tıpkı Mevlânâ’nın söylediği gibi yetmiş iki milletle bir ve beraber olan Hazreti Kenan er-Rifâî bugün dünyanın her yerinde kürsüler açmak üzere bizi âdetâ hizmete yönlendirmektedir.
Altmış üç yaşındayım, otuz dört kiloyum, birçok insan için mucizeyim ben. Ama gerçekten Allah aşkı ile dolmak insanı her an harekete geçiren bir şey oluyor. Bunu yapan Kenan er-Rifâî Hazretleri’dir, Onun bize verdiği enerjidir. Eylül’ü (Yalçınkaya) Harvard’lara beş kuruşsuz yollayan, Cangüzel’i (Zülfikar) Amerika’ya hiçbir şekilde ne yapacağını bilmeden gönderen, Fahir’ciğimi (Zülfikar) orada bambaşka işlerde çalıştırtan ama İslâm’a hizmet için gayrete getiren, bugün burada gördüğünüz sayısız öğrencisinin simsiyahlar içinde, boyunlarında eflâtun fularlarıyla hizmetten başka hiçbir şey düşünmeden yalnız Allah aşkı ile hizmetlerini sağlayan, işte bu enerjidir. Bu enerji, dün orada iki kürsü kurduysa yarın başka şeyler yapacak.
“Dünyaya İslâm tasavvufu anlayışının Osmanlı kültüründen yayılmasını sağlamak istiyoruz”
Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin bize öğrettiği şekilde (…) neler yapmak istiyoruz? (…) İlk önce Oxford’da bir kürsü açmak istiyoruz. Bu kürsü, kürsü değildir. Doktorasını bitirmiş genç araştırmacıları tasavvuf alanında araştırmalar yapmaları için üç yıllık kadrolar istihdam edecek şekilde “fellowship” programı açacak bir kürsüdür, bir enstitü gibidir. Bu kişiler hem araştırma yapacak hem de diğer post-doktora programlarından farklı olarak ders açabilecekler. Bu dersler, master ve doktora şeklinde olacaktır. Bu teklifi bize yapan Oxford Üniversitesi’dir. Oxford Üniversitesi iki buçuk sayfalık yazılarında bizim tarafımızdan açılması istenen bu çalışmanın niye bizim tarafımızdan açılması istendiğini çok geniş bilgilerle anlatmıştır. Vahâbî zihniyetinin anlatmadığı gerçek İslâm tasavvufunun yayıldığı bu tür bir çalışmayı istemektedirler.
Benim bir inancım vardır. Allah, bir şeyi istiyorsa orada başarılı olan Allah’tır. Biz Allah’ın isteme vaktini bekliyoruz şimdi Oxford için. (…) Türkiye’de ilk defa ilâhiyat fakülteleri içinde olmayan bir enstitü kurmuş olmanın zevkini yaşıyoruz. Üsküdar Üniversitesi içinde bir tasavvuf araştırmaları enstitüsü kuruldu. Bu enstitü üç amaç üzere çalışıyor. Bir: deminden beri konuşulan, İslâm’ın ana gayesi olan ve Carl’ın da çok güzel bahsettiği, günümüzün en büyük problemi olan ahlâk-ı Muhammedî’yi yaymak. Ve bu sebeple halka açık sertifika programları başlatıldı. Bu programlar tasavvuf tarihi, tasavvuf dersleri, tasavvufun mânâsı, Mesnevî ve İbn Arabî okumaları şeklinde devam ediyor. Akıl almaz bir teveccüh var. Programlarımız tıklım tıklım dolu. Hocalarımız, Allah razı olsun hizmet etmekte. Eylül döneminden itibâren aynı programların ikinci kısımlarını açmak, birincilerini de tekrar açmak suretiyle şu andan kontenjanları doldurmuş bir gruba hizmet etmek istiyoruz. Bu çalışma belki doktora ve master çalışması değildir ama daha geniş kitlelere hizmet amacıyla daha büyük bir çerçeveye yayılmaktadır.
İkinci yapmak istediğimiz, lisansüstü programları başlatmak. Buradaki en büyük amacımız ilk defa Türkiye’de, ilâhiyatta okumamış, farklı branşlardan gelmiş kişilere bu imkânı tanımak. Yani bir psikolog, İbn Arabî ya da Mevlânâ öğrenmeden, Arapça ve Farsça’nın inceliklerini bilmeden psikolojiyle, psikiyatriyle nasıl insanı iyi edebilir? Bu bence mümkün değil. Mevlânâ’yı tanımadan insanı iyi etmenin mümkün olmadığına artık bugün psikiyatristler de iman ediyorlar. Dolayısıyla psikologlara, sosyologlara, felsefecilere hatta bizim gibi âciz mühendislere insan olma tekniğini öğretecek bu yolu açmak bizim ana gāyemizdir. Burada ikinci bir gāye, gerçek anlamda konulara vākıf olmak için en azından okuyabilecekleri kadar Farsça ve Arapça öğretmektir. Bu kurslar devamlı açık duracak, -yaz kış- ve her öğrenmek isteyene Farsça ve Arapça öğretecektir. Farsça ve Arapça’ya vākıf olmak çok önemlidir ama biz biliyoruz ki Kur’ân sadece Farsça ve Arapça bilmekle öğrenilmez. Kur’ân, Allah lisanıdır. Gönül lisanı bilmekle öğrenilir. Demin James Morris’in hiç Türkçe bilmediğini düşünen insanlar, Türkçe sunumlarda nerede başını salladığını, nerede güldüğünü görünce onun gönül lisanına ne kadar vākıf olduğunu, işte bizim bu lisana ihtiyacımız olduğunu bir kere daha anlamışlardır.
Üçüncüsü çok önemli, arkadaşlar… Türkiye bir kaynak yuvası. Evet, Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin her tür çalışması, her şiiri -bugün Asuman Kulaksız ve Aylin (Yurdacan) tarafından tercüme edilen- her şiiri bir doktora programı için önemli kaynaktır. Fakat bunun dışında Süleymâniye Kütüphanesi’nde henüz halka açılmamış bir sürü el yazması eser var. Bugün henüz yüzde yirmisi biliniyor. Bunların hepsinin üniversitede okutulması, açılması ve batıdan gelen arkadaşlarımızın da yardımlarıyla bütün dünyaya İslâm tasavvuf anlayışının Osmanlı kültüründen yayılmasını sağlamak istiyoruz. İşte Kenan er-Rifâî’nin bize açtığı vizyon-misyon budur.
“Japonya, benim kızıl elmamdır”
(…) Biz kendimizden hiçbir şey yapamadıksa da şunu belki yapabilmişizdir. Kendimizden çok daha kaliteli tasavvuf öğrencileri yetiştirmeye çalıştık. Bugün onların birkaç konuşmasını izleyince ben de Sâmiha Anne gibi ellerimi açıp Allah’ıma onlardan dolayı şükrettim. Onlar, yarın öbür gün benim yaptıklarımı bin katıyla, milyon katıyla yapacaklardır. İman ediyorum ki Kenan er-Rifâî adı altında Japonya’da da bir kürsü açacağız. İnşallah Sachiko’nun (Murata) yardımlarıyla her zamanki gibi o sonsuz tevazuuyla, arkamda duruşuyla, Japonya’da da bir kürsü açacağız. Bu benim kızıl elmamdır. Dini ve İslâm dinini yaymak orada da nasip olacak.
Akademik olmadığımızı söyleyenlere gelince… Ben onlara “Biz akademik değiliz. Kenan er-Rifâî’nin akademi anlayışını anlatmaya çalışıyoruz” diye cevap veriyorum. Biz hiçbir şey değiliz. Biz âciziz; o muvaffakiyet, o güzellikler hocamıza aittir. Hocamız gerçek bir insân-ı kâmildir. Demin Asuman Kulaksız’ın ve Yekta’nın (Zülfikar) çok güzel anlattığı örneklerde olduğu gibi ve Turgut Alsırt’ın hakikaten gerçek bir mürşid-i kâmil olan Sâmiha Anne’yi harikulâde anlattığı gibi onların izinde, onların yaptığı gibi dünyaya Allah aşkını, Peygamber sevgisini ve ahlâk-ı Muhammedîyi anlatmak istiyoruz. İşte dünyayı kurtaracak olan bu tasavvuf anlayışıdır. (…) Efendim, gerçekten ciddi olarak hizmetçiyiz, hizmet edeceğiz. Bize hizmeti öğretenlerin ruhu şâd olsun. Allah benimle bu savaşta el ele, sanki -Turgut Alsırt’ın dediği gibi- kaynak bütünlüğü içinde, safları sıklaştırarak, el ele savaşan bütün batılı hocalardan, dostlarımdan ve bütün (…) dinleyenlerden ve öğrencilerimden razı olsun. Anneme şükran borçluyum. Onun mânâsı önünde de hürmetle eğiliyorum efendim. Teşekkürler ediyorum.
(Cemâlnur Sargut’un “Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nun son oturumunda yaptığı konuşmanın deşifresidir).