Semiha Cemâl Hanım’dan Hz. Kenan’ın Meşreb-i Şerifleri

En sevdiği şeylerden biri bilmek ya da bildiğini öğretmektir. Veya “istifâde etmeliyim ya da ettirmeliyim” der. “Güzellik ve iyilikleri kimde ve nerede görürseniz tereddüt etme, al” der ve yine “Etrafımdakilerin öğrenmek için gösterdikleri tehâlük, benim öğretmek için duyduğum hırs kadar kuvvetli değildir” der.

Noksanlığı aşkta dahî çekemez. “Kendi hakkında istediğin hayrı, her bir güzelliği, zevki, derûnî aşk ve nûru başkaları için de iste ki tam âşık olasın” der.

Kendisi güzel bir söz söylediği vakit yahut hoşa gidecek bir şey işittiği vakit, bütün sevdiklerine koşarak söylemek ister veya söylenmesini ister.

O, sözünde durur. Birkaç sene evvel söylediği sözün, kendi sözü olup olmadığını tanır. Nerede ve ne zaman söylediğini hiç unutmaz.

Hiçbir şeyi unutmaz yalnız kötülükleri unutur. İyilikleri hatırlamaya daha ziyade meyyaldir.

Ahdinde durmak onun şânıdır. Yapılan en küçük iyiliği unutmaz, nankörlük ve tecessüsü hiç sevmez.

Saatle hareketi sever. Kimsenin kendisi için zahmete girmesini istemez. Etrafındakileri dâimâ eziyet vermemeleri konusunda ikaz eder.

Riyâyı sevmez, yalanı sevmez. Etrafındakilerin ızdırâbına tahammül edemez. İntizâmı sever.

Son derece teşyi kuvveti vardır. Daha bir meseleyi konuşurken tatbiki cihetini (uygulanması yolunu) arar. Bir mesele etrafındaki uzun hayallerden sıkılır.

Kimsenin sözünü kırmaz, birisi küçük bir söz söylese de meclistekiler onu işitmese yahut ehemmiyet vermese, kim olursa olsun hemen alâkadar olur. Onu anlamak için sorar. İstihzâyı (alayı) sevmez, bir vakaya gülse bile hoşuna gittiği için güler. Hiçbir şeye istihzâ ederek güldüğünü kimse görmemiştir.

Sebatkârdır. Mesela bir kitabı tercüme için başlayınca onun üzerine düşer ve meydana getirinceye kadar aynı arzu ile devam eder. Bir şeye başladığı zamanki arzusu az zaman sonra asla geçmez.

Kabalığı sevmez; nezâketten, incelikten hoşlanır.

Şahsına karşı yapılan nankörlükleri unutur. Kini sevmez; kendine ihânet edenlere bile merhamet eder.

Kimsenin ayıbını yüzüne söylemez. Âdetâ o yapan kimseden daha fazla kaçınır.

Mâlâyânîden hiç hoşlanmaz. Eğer lüzumsuz, mâlâyânî bir söz konuşulursa hemen başını pencereye doğru çevirir. Kendilerine bir şey sorulup da cevabını verdikten sonra ikinci defa aynı mesele hakkındaki suale verdiği rey, artık o kimsenin gönlüne göre olur ve o söz artık kendilerinin sözü değil o gönül sahibinindir. Arzusunun aksidir.

Söz hak olduğu için büyük bir ehemmiyet verilmesi ve sözle oynanmamasını ister.

Dâimâ “ya hayır söyle ya sus” ihtârında bulunur.

O, yakınlarının küçük bir ihmâline bile tahammül edemez. Hatâlardan müteessir olması yakınlık derecesi ile mütenasiptir. Yakınlık derecesi ne kadar artarsa mes’uliyet o kadar çoğalır.

Altın Kapı

O’nun rahmetinin kuşatmadığı hiçbir şey, hiçbir yer yok.

Ama rahmetin bir kapısı var.

Dışında kalan bir şey yoksa, bu kapı ne içindir?

 

Hem içinde olmak, hem kapıdan girmek nasıl bir şeydir?

Veya hem içinde olup hem kapıdan bile girememek…

 

 

İdrâk etmekle, hissetmekle, aşk etmekle ama illâ bir şekilde fark etmekle alâkalı bir durum olmalı.

Hz. Mevlânâ’nın anlatımına göre, hepimiz ezel âleminde o birlik denizinin içindeki su gibiymişiz. Sonra Allah o denizden, beden testimize biraz su doldurmuş. Böylece vücut giymiş ve bu âleme gelmişiz. Diyor ki, şimdi sen o varlık testisini yokluk taşıyla kır. Kır ki, o su kaldığı yerde bulanıklaşıp kokuşmasın. Aksın, yine deryaya ulaşsın. E peki mâdem yine deryâyâ ulaşacaktı, neden bir testiye konup da uzaklaştırıldı dersen; çünkü başka türlü göremezdi. Denizin içindeki balığın deniz diye bir yer varmış, nerededir diye araması gibi, içinde olduğu denizi idrâk edemezdi.

Can acıtır ama söyler Hazret-i Mısrî Niyâzi:

Nûr iken adın Niyâzî koydular,

Şol ezelki îtibârın kandedir?

 

Evet, nerededir ezeldeki o îtibar? Nerededir? Aslım nedir? Nasıl aranır ki? Nasıl bulunur, nasıl anlaşılır? Sen zaten sensin. Ama kendini bilmezsin. İçinde olmak ama kapıdan girememek böyledir. Kapı haktır. Kapı Ali’dir. Kapı mürşittir. Ölü gibi yaşamakla dirilmek arasındaki geçiş yeridir, idraktir. Âlemlere rahmet olsun diyedir.

Âlemlere rahmet, Hz. Muhammed’in nurunun bizle olmadığı hiçbir yer-zaman yok. Ama onu bize gösteren bir Ali’si var. O’nun rahmetinin kuşatmadığı hiçbir yer yok. Ama o rahmetin bir kapısı var.

Benim kapım, güzel kapım, Ken’an Rifâî. Onu bana kapı kıldığı için güzel Allah’ıma sonsuz şükürler ederim.

Çağırdı Bir Güzel Kapıdan

Bir Haziran akşamı hicrete kalkıştı,

Affedişin, hoşgörünün, sevginin kapıları

Ardına kadar açıldı.

Korkusundan koşuyordu,

Umudunun gösterdiği istikamete doğru.

O’na koşuyordu

İçinden içine taşarcasına…

 

Özünde ne varsa ondan ibâret ya,

Oradan geleni arıyor,

Yeniden oraya dönmek için.

Buradaki istasyonda durduysa tren,

Sabredecek tüm gayretiyle çalışırken.

Ne yerde ne de gökyüzünde,

Yalnızca özünde arıyor artık…

 

Bir gün, o güzel hakkında konuşma fırsatı buldular,

O ise hizmete daldı.

Olduğu yerden sesler ise boğuk boğuk duyuluyordu…

Mühim olmadığını fark etti.

O zaten O’ndaydı ya…

Kulağından gireni özünde buluyordu…

Özünden çekip çıkacaktı nasıl olsa,

Acelesi yoktu…

 

Anlayanı da yoktu.

Anlaşılmaya dair kaygısı zaten yoktu.

Bir ihtimal verecekti, anlamaya ve anlaşılmaya…

Kendi anlayabilseydi kendisini,

Ucu bucağı olmayan anlam okyanusunda…

Hazır rüzgârlar eserken,

Gel, biz yelkenleri açalım…

 

Gün geldiğinde anlayacağız,

Nereye vardığımızı ve nereden yol aldığımızı…

Şimdi desem ki,

Yolların başı da sonu da aynı…

O güzelin ta kendisi…

Kendim bile kelâmımı anlamayacağım.

O halde yaşayalım da,

Hâlimizden anlayalım,

Anlamın anlamını…

“Dünyayı Kurtaracak Olan, Tasavvuf Anlayışıdır”

Efendim, önce merhabalar… Çok mutluyum tabiî; altmış üç yıllık aşkım, hayâlim bugün gerçekleşiyor ve şu anda ciddi söylüyorum, dünyada mücâhid olarak İslâm’a hizmet eden dört kişiyle aynı masada olmaktan da çok büyük şeref duyuyorum. Bu dostlar İslâm için çalışıyorlar. Benim gibi ömürlerini İslâm’a adamışlar.

Carl (Ernst) hatırlıyor mu bilmiyorum ama bizim Carl ile kardeşliğimiz 2000’li yıllarda başladı. Carl’a ilk defa Annemarie Schimmel’den bir şiir okuduğum zaman yanıma yanaştı ve “siz bu şiiri nereden biliyorsunuz?” dedi bana. Ben de hocama atfedilmiş bir kitaptan, Annemarie Schimmel’in Sâmiha Ayverdi’ye atfettiği “Ruhum Bir Kadındır” adlı bir kitaptan okuduğumu söyleyince gözyaşlarıyla yanaştı ve aynı sene kendisi Kenan Gürsoy’un da bulunduğu bir toplantıda, zannederim Milano’da, rahiplerin önünde hocamdan bahsettiler. Yani 2000 senelerinde ilk karşılaşmamızdan sonra Carl’ın kafasında oluşan şuydu: Kenân er-Rifâî büyük bir mutasavvıf ve ancak onun tasavvuf anlayışı dünyaya hakikî İslâm tasavvufunu yayacaktır. Ben onda bunu anladım. Hocamın şu sözleri Carl’ın bu görüşünü teyit eder gibi… Diyor ki Hocam: “Tasavvuf, insanlıkla beraber başlayan ama din kaydından müstakil bir yapılanmadır. Dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyetidir. Kemâl noktasını İslâm dini ile bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini bütün dinleri kapsıyorsa İslâm tasavvufu da böyledir.” Şimdi burası çok etkileyici: “İndifâ eden -yani patlayan- bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yeryüzüne akmasını engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur.” İşte bugün görüyoruz ki, tasavvuf, Çin’den, en doğudan en batıya, Allah’ın mânâsını anlatmak üzere çeşitli şekillerde yayılıyor. (…)

“Uygur Türkleri İslâm kürsüleri sayesinde ilk defa haklarını koruyorlar”

Çin gerçekten benim hayâlimdi. Zira en doğuydu. Amerika en batıydı. Niye en doğu? Çünkü tabiî ki peygamberimizin hadisi Çin’i kapsıyordu: “İlim Çin’de bile olsa arayınız.” Ama aynı zamanda İbn Arabî Hazretleri’nin “Son insân-ı kâmil Çin’den gelecektir” sözü de beni çok etkilemişti. Ben Allah’ıma her gün şükrediyorum Chittick’ler gibi dostlarım olduğu için. Kendileri gerçekten İslâm’ı çok iyi anlayan, çok iyi bilen, çok iyi anlatan ve onu İbn Arabî teknesinden bize sunan büyük öğretmenler. Kendileri Çin’de başlattıkları Konfüçyüs ve İslâm zevkini, Profesör Weiming Tu’nun da yardımıyla Çin’e yaydılar. Kendileri bilmiyorlar ama bu sene Çin’de yaptığımız büyük programda Çinli öğrencilerin bana gelerek şöyle söylediklerini duydum: “Ne kadar mühim bir iş yapıldığını tahmin dahî edemezsiniz. Çin, İslâm’ı sadece namaz kılmak, oruç tutmaktan ibâret sanıyordu ve maalesef Vahâbî İslâm burada gelişiyordu. Ama şu anda biz Chittick’lerin başlattığı derslerin, Aavani’nin devam ettiği gerek İbn Arabî yorumlarının gerek Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî çalışmalarının sayesinde asıl dinin mânâsını öğrenmeye başladık. Çin Müslümanları dini bu kürsüde öğrenmeye başladılar. Bu şekilde de öyle bir bize gelecek çizildi ki biz gidip William Chittick ile çalışıp Çin’in her yerine dağılıp İslâm’ı anlatmak istiyoruz.”

İşte gözlerimi yaşartan bu konuşmalardı. Bir taraftan da Chittick’in de bahsettiği gibi oradaki Türk Müslümanların, Uygur Türklerinin yalvarışları vardı “Mesnevî yollayın bize, Türkçe biliyoruz… Mesnevî okuyacağız… Bize haklar tanınmayacak mı?” (…) İslâm Bölümü’nde Pekin Üniversitesi’nde bunu sordular. Profesör Tu bana dedi ki “Bu bir mucizedir hocam. İlk defa Uygur Türkleri haklarını koruyorlar” dedi. Bu da İslâm kürsüleri sayesinde oluşuyor. Bu kürsüleri biz açmış değiliz. Bu kürsüleri Kenan er-Rifâî’nin muazzam vizyonu açtı. Onun akıl almaz görüşü ve asırlara etki eden mânevî bilinci açtı.

“Kenan er-Rifâî bugün kürsüler açmak üzere bizi âdetâ hizmete yönlendirmektedir”

(…) Omid Safi, bir hikâyeden bahsetti. Türklerle, yani Rum ilinde yaşayan Türklerle Çinliler arasındaki hikâyeden… Bu hikâyeyi Mısrî Niyâzî Hazretleri şöyle yorumluyor İrfan Sofraları adlı kitabında. Diyor ki: “İnanılmaz bir resim yaptı Çinliler. Bu resim aynı maddî ilim gibiydi. Sonsuz bir güzellik taşıyordu. Maddî ilim insanı etkiler, vurur. Bu resim de öyle güzeldi. Karşı tarafta Rum ilinde yaşayan Türkler duvarlarını yonttular. Bu duvar neydi? Mânevî ilim ihtivâ eden gönülleri idi. İşte maddî ilimler, mânevî ilim ihtivâ eden gönüllerden aksedince ortaya bir şâheser çıkıyordu.” Hocamın Fransızcayla, Arapçayla, Farsçayla ve bütün lisanlarla öğretmeye çalıştığı gönül ilmi her kuşun sesine hitap edecek şekildeydi. O, devrin Süleyman’ı gibi mührün sahibiydi. O, “Dehr Allah’tır” hadisinin tecellisi idi. Dehr Allah’tır… Peygamber’in kalıpları yıkan bu hadisi “Zaman, Allah’tır” diyordu. Evet, niye zaman Allah’tır sözü bizi şaşırtıyordu? Allah bazen ağaçtan “Ben sizin Allah’ınız değil miyim?” diye konuşan Allah değil miydi? Zamanın içinden tecelli eden kimdi? Onun isim ve sıfatlarıydı. Öyleyse zamanı yaratan kâmil insanlardır. Onlar zamanın babalarıdır. Onların zamanları sonsuzdur. Onlar her zamanın insanlarıdır.

Bunun en güzel örneği Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin anneme ilk yazdırdığı defterin Konfüçyüs oluşuydu. İlk defterin toplamı Konfüçyüs’ün öğretileridir ve bunun Hazreti Mevlânâ ile mukayeseleri ile anlatmıştır. Ben bunu Profesör Tu’ya söylediğimde büyük bir şaşkınlıkla, “nasıl bir kürsü kuruluyor burada, akıl almaz…” dedi. Görülüyor ki bütün dinleri kapsayan ama İslâm dininin şer’î mânâsında ayağını sabit tutan, öbür ayağıyla tıpkı Mevlânâ’nın söylediği gibi yetmiş iki milletle bir ve beraber olan Hazreti Kenan er-Rifâî bugün dünyanın her yerinde kürsüler açmak üzere bizi âdetâ hizmete yönlendirmektedir.

Altmış üç yaşındayım, otuz dört kiloyum, birçok insan için mucizeyim ben. Ama gerçekten Allah aşkı ile dolmak insanı her an harekete geçiren bir şey oluyor. Bunu yapan Kenan er-Rifâî Hazretleri’dir, Onun bize verdiği enerjidir. Eylül’ü (Yalçınkaya) Harvard’lara beş kuruşsuz yollayan, Cangüzel’i (Zülfikar) Amerika’ya hiçbir şekilde ne yapacağını bilmeden gönderen, Fahir’ciğimi (Zülfikar) orada bambaşka işlerde çalıştırtan ama İslâm’a hizmet için gayrete getiren, bugün burada gördüğünüz sayısız öğrencisinin simsiyahlar içinde, boyunlarında eflâtun fularlarıyla hizmetten başka hiçbir şey düşünmeden yalnız Allah aşkı ile hizmetlerini sağlayan, işte bu enerjidir. Bu enerji, dün orada iki kürsü kurduysa yarın başka şeyler yapacak.

“Dünyaya İslâm tasavvufu anlayışının Osmanlı kültüründen yayılmasını sağlamak istiyoruz”

Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin bize öğrettiği şekilde (…) neler yapmak istiyoruz? (…) İlk önce Oxford’da bir kürsü açmak istiyoruz. Bu kürsü, kürsü değildir. Doktorasını bitirmiş genç araştırmacıları tasavvuf alanında araştırmalar yapmaları için üç yıllık kadrolar istihdam edecek şekilde “fellowship” programı açacak bir kürsüdür, bir enstitü gibidir. Bu kişiler hem araştırma yapacak hem de diğer post-doktora programlarından farklı olarak ders açabilecekler. Bu dersler, master ve doktora şeklinde olacaktır. Bu teklifi bize yapan Oxford Üniversitesi’dir. Oxford Üniversitesi iki buçuk sayfalık yazılarında bizim tarafımızdan açılması istenen bu çalışmanın niye bizim tarafımızdan açılması istendiğini çok geniş bilgilerle anlatmıştır. Vahâbî zihniyetinin anlatmadığı gerçek İslâm tasavvufunun yayıldığı bu tür bir çalışmayı istemektedirler.

Benim bir inancım vardır. Allah, bir şeyi istiyorsa orada başarılı olan Allah’tır. Biz Allah’ın isteme vaktini bekliyoruz şimdi Oxford için. (…) Türkiye’de ilk defa ilâhiyat fakülteleri içinde olmayan bir enstitü kurmuş olmanın zevkini yaşıyoruz. Üsküdar Üniversitesi içinde bir tasavvuf araştırmaları enstitüsü kuruldu. Bu enstitü üç amaç üzere çalışıyor. Bir: deminden beri konuşulan, İslâm’ın ana gayesi olan ve Carl’ın da çok güzel bahsettiği, günümüzün en büyük problemi olan ahlâk-ı Muhammedî’yi yaymak. Ve bu sebeple halka açık sertifika programları başlatıldı. Bu programlar tasavvuf tarihi, tasavvuf dersleri, tasavvufun mânâsı, Mesnevî ve İbn Arabî okumaları şeklinde devam ediyor. Akıl almaz bir teveccüh var. Programlarımız tıklım tıklım dolu. Hocalarımız, Allah razı olsun hizmet etmekte. Eylül döneminden itibâren aynı programların ikinci kısımlarını açmak, birincilerini de tekrar açmak suretiyle şu andan kontenjanları doldurmuş bir gruba hizmet etmek istiyoruz. Bu çalışma belki doktora ve master çalışması değildir ama daha geniş kitlelere hizmet amacıyla daha büyük bir çerçeveye yayılmaktadır.

İkinci yapmak istediğimiz, lisansüstü programları başlatmak. Buradaki en büyük amacımız ilk defa Türkiye’de, ilâhiyatta okumamış, farklı branşlardan gelmiş kişilere bu imkânı tanımak. Yani bir psikolog, İbn Arabî ya da Mevlânâ öğrenmeden, Arapça ve Farsça’nın inceliklerini bilmeden psikolojiyle, psikiyatriyle nasıl insanı iyi edebilir? Bu bence mümkün değil. Mevlânâ’yı tanımadan insanı iyi etmenin mümkün olmadığına artık bugün psikiyatristler de iman ediyorlar. Dolayısıyla psikologlara, sosyologlara, felsefecilere hatta bizim gibi âciz mühendislere insan olma tekniğini öğretecek bu yolu açmak bizim ana gāyemizdir. Burada ikinci bir gāye, gerçek anlamda konulara vākıf olmak için en azından okuyabilecekleri kadar Farsça ve Arapça öğretmektir. Bu kurslar devamlı açık duracak, -yaz kış- ve her öğrenmek isteyene Farsça ve Arapça öğretecektir. Farsça ve Arapça’ya vākıf olmak çok önemlidir ama biz biliyoruz ki Kur’ân sadece Farsça ve Arapça bilmekle öğrenilmez. Kur’ân, Allah lisanıdır. Gönül lisanı bilmekle öğrenilir. Demin James Morris’in hiç Türkçe bilmediğini düşünen insanlar, Türkçe sunumlarda nerede başını salladığını, nerede güldüğünü görünce onun gönül lisanına ne kadar vākıf olduğunu, işte bizim bu lisana ihtiyacımız olduğunu bir kere daha anlamışlardır.

Üçüncüsü çok önemli, arkadaşlar… Türkiye bir kaynak yuvası. Evet, Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin her tür çalışması, her şiiri -bugün Asuman Kulaksız ve Aylin (Yurdacan) tarafından tercüme edilen- her şiiri bir doktora programı için önemli kaynaktır. Fakat bunun dışında Süleymâniye Kütüphanesi’nde henüz halka açılmamış bir sürü el yazması eser var. Bugün henüz yüzde yirmisi biliniyor. Bunların hepsinin üniversitede okutulması, açılması ve batıdan gelen arkadaşlarımızın da yardımlarıyla bütün dünyaya İslâm tasavvuf anlayışının Osmanlı kültüründen yayılmasını sağlamak istiyoruz. İşte Kenan er-Rifâî’nin bize açtığı vizyon-misyon budur.

“Japonya, benim kızıl elmamdır”

(…) Biz kendimizden hiçbir şey yapamadıksa da şunu belki yapabilmişizdir. Kendimizden çok daha kaliteli tasavvuf öğrencileri yetiştirmeye çalıştık. Bugün onların birkaç konuşmasını izleyince ben de Sâmiha Anne gibi ellerimi açıp Allah’ıma onlardan dolayı şükrettim. Onlar, yarın öbür gün benim yaptıklarımı bin katıyla, milyon katıyla yapacaklardır. İman ediyorum ki Kenan er-Rifâî adı altında Japonya’da da bir kürsü açacağız. İnşallah Sachiko’nun (Murata) yardımlarıyla her zamanki gibi o sonsuz tevazuuyla, arkamda duruşuyla, Japonya’da da bir kürsü açacağız. Bu benim kızıl elmamdır. Dini ve İslâm dinini yaymak orada da nasip olacak.

Akademik olmadığımızı söyleyenlere gelince… Ben onlara “Biz akademik değiliz. Kenan er-Rifâî’nin akademi anlayışını anlatmaya çalışıyoruz” diye cevap veriyorum. Biz hiçbir şey değiliz. Biz âciziz; o muvaffakiyet, o güzellikler hocamıza aittir. Hocamız gerçek bir insân-ı kâmildir. Demin Asuman Kulaksız’ın ve Yekta’nın (Zülfikar) çok güzel anlattığı örneklerde olduğu gibi ve Turgut Alsırt’ın hakikaten gerçek bir mürşid-i kâmil olan Sâmiha Anne’yi harikulâde anlattığı gibi onların izinde, onların yaptığı gibi dünyaya Allah aşkını, Peygamber sevgisini ve ahlâk-ı Muhammedîyi anlatmak istiyoruz. İşte dünyayı kurtaracak olan bu tasavvuf anlayışıdır. (…) Efendim, gerçekten ciddi olarak hizmetçiyiz, hizmet edeceğiz. Bize hizmeti öğretenlerin ruhu şâd olsun. Allah benimle bu savaşta el ele, sanki -Turgut Alsırt’ın dediği gibi- kaynak bütünlüğü içinde, safları sıklaştırarak, el ele savaşan bütün batılı hocalardan, dostlarımdan ve bütün (…) dinleyenlerden ve öğrencilerimden razı olsun. Anneme şükran borçluyum. Onun mânâsı önünde de hürmetle eğiliyorum efendim. Teşekkürler ediyorum.

 

(Cemâlnur Sargut’un “Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nun son oturumunda yaptığı konuşmanın deşifresidir).

Editörden (Mayıs 2015)

Merhabalar Canlar,

 

Mayıs 2015 sayımıza gecikme ile de olsa kavuştuk, çok şükür. Bu sayımızda konumuz birden fazla… Çin’de, din olmayan bir ülkede 2-8 Nisan 2015 tarihleri arasında yapılan “İslâm ve Çin Medeniyeti” konulu uluslararası sempozyumdan ve Üsküdar Üniversitesi bünyesinde kurulan Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü tarafından başlatılan “Tasavvufa Giriş Eğitim Programı”ndan bahsedeceğiz.

 

Ken’an Rifâî Hazretleri’nin yıllar önce söylediği “Tasavvuf bir gün akademilerde okutulacaktır” sözünün hayat bulduğunu ve kâmil insanların zamanın ötesini nasıl gördüğünü, bildiğini, canlı ve yaşanmış örnekleri ile anlatmaya çalışacağız. Kâmil insanın “Zamanın Babası” olduğuna bir kez daha şâhitlik edeceğiz inşaallah.

 

Şâhitlik denilince her iki konumuzun da ayrı ayrı târihî şâhitlikler olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Dinin yasak olduğu bir ülkede, dünyanın en önemli tasavvuf ve Konfüçyüs hocalarının bir araya gelmesi, Çin ve dünya için BİR İLK. Yine, farklı disiplinden gelen öğrenciler için ilâhiyat eğitiminden bağımsız olarak planlanan, ilâhiyat kökenli akademisyen hocalardan sanatçılara, mühendislerden psikologlara kadar farklı alanlarda eğitim görmüş kişiler tarafından aktarılan “yaşanabilir İslâm Tasavvufu” eğitimi de ülkemizde BİR İLK. Bu programı çok müstesnâ yapan bir diğer nokta öğrencileri: Tıptan, işletmeye ve sanata, mâliyeden fen ve mühendislik bilimlerine kadar farklı formasyonlardan gelen bu öğrencilerin yaşları da bir o kadar farklı. 17’den 60 yaşına kadar olan bireylerden oluşan, evlâtlar ile babaların aynı sıralarda oturduğu, tamamen farklı, sıradışı bir öğrenci grubuna sahip bir programdan bahsediyoruz.

 

Bunları biraraya getirince, şöyle söylemeden edemeyeceğim; “Evet, siz Her Nefes dostlarına gecikme  nedeni ile biraz mahcup olduk, doğru; ama fark ettim ki galiba tarihe şâhitlik ediyormuşuz, hoşgörün lütfen…” Bu şâhitliklerimizi biraz gecikme ile de olsa sizlerle ve elbette dilimizin döndüğü, gönlümüzün aldığı kadar paylaşalım dedik. Bu muhteşem zamanlara madden ve mânen katılan dostlardan, hislerini bizlerle paylaşmalarını ricâ ettik. Târihî şâhitlikler ile dolu dolu olan sayımıza, hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

 

Sohbetler (Mayıs 2015)

Hocamız sofrada, damadı Doktor Ziya Cemal Bey’e, Fener Rum Mektebi muallimlerinden Hami Bey ismindeki bir zat ile yapmış oldu­ğu bir konuşmayı anlatıyordu. Birkaç dil bilen ve okumaktan çok hoşlanan bu kimsenin ilmî tedkikleri olduğunu, bilhassa İslâm dîni hak­kında yaptığı araştırma ve tercümeleri Avrupa’ya göndermekte bulun­duğunu söyledikten sonra, Çin târih ve medeniyeti hakkındaki tedkikleri neticesi, bu milletin, binlerce sene evvelden beri târihî vak’aları gü­nü gününe kayıt ve muhâfaza ettiklerini de söylemiş. Bu kitâbelerin bi­rinde ‘Semavî bir hâdise oldu. Kamer süzüldü ve iki parça oldu’ diye kaydedilmiş bulunduğunu, vak’anın zamanını tedkik edince de Asr-ı Saâdet’te olan şakk-ı kamer (ayın ikiye bölünmesi) hâdisesinin târihiyle tamâmı tamâmına karşılaştığını söylemiş:
– “Ben de dedim ki: Resûlullah Efendimiz buyuruyor ki: İlmi Çin’de bile olsa arayınız.”
Güzîde Hanımefendi:
-Demek ki bu hadîs-i şerif bunun için söylenmiş.
– 
“Yine dedim ki bir İngiliz astronom da tedkiklerinden bahsede­rek, bir zamanlar ayın iki parça olduğunu tesbit ettiğini, bunun olsa olsa müslümanların iddia ettikleri şakk-ı kamer hâdisesinden ileri geldi­ğini söylemektedir.
Hâmî Bey, evet, dedi. İngilizlerin İslâmiyet hakkında ilmî tedkikler yapmakta olduklarını ve her gün fevc fevc İslâm’ı kabul edenler bu­lunduğunu, hattâ Lordlar Kamarası’nda bir müslüman âzâ grubu oldu­ğunu sözlerine ilâve edip İstanbul’da da bir ay zarfında üç yüz yirmi beş kişinin müslüman olduğunu söyledi.
Ne hoş nasibi ve ne güzel meşgalesi olan bir zat!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 301)
****
– “Ölüm, insanın ilmî kazançlarının imtihan yeridir. Herkes oraya imtihan edilmek üzere gider, tâ ki burada tahsil edilmesi îcap eden ilimden cevap versin, diye…
Eğer kendisine tevcih olunan suallere gereken cevâbı verebilirse daha âlâ mevkilere, yükselir. Yok eğer cevaptan âciz kalır da dönerse cehenneme  gider. Yâni cehennem gibi olan hicran ve firaka atılır.
İmtihana çekilenler de üç kısımdır. Tıpkı talebenin çalışkan, orta ve tembelleri olduğu gibi…  Çalışkan talebe, sorulan suallere kolaylıkla cevap verir: Sâdıklar ve âşıklar gibi. Ortalar, mü’minlerdir. Tembeller ise kâfirler.”
-Filozoflar: Felsefe, ölüme hazırlanmaktır, diyorlar.
– “Doğru, fakat çok defa ilmen bilip de tatbik edemedikleri bir söz… Gerçi bu düşünen kimselerin, bu tefekkür erbabının içlerinde bir kaynama, hakikati bilmek için bir merak ve hareket olduğu muhak­kak. Fakat bu kıpırdanış, ilmi ile âmil olmak ilminin gerektirdiğini iş­lemek demek değildir. Onun için sırasında filozofun bilgisi, değil başkalarını, kendini dahi tatmin edip huzura kavuşturamaz.
Meselâ insanlar eski zamanlarda yaprakla, deri ile setr-i avret ederler ve barınmak için de ağaç kovuklarına mağaralara girerlerdi. Ne için? Hep kendilerine uygun yaşama şartlarının temîni için, değil mi? Fakat ne ibtidâî ne basit vâsıtalar ile… Bugün ise sıcakta ve soğukta giymek üzere ne kadar çeşitli kumaşlar ve bu kumaşlardan yapılmış türlü türlü ne elbiseler var. Keza bugünün köşklerinde, konaklarında, saraylarındaki rahat ve düzen ile ağaç kovuğundaki emniyetsiz ve hu­zursuz barınış bir midir? İşte filozofun küllî akla yol bulamamış cüz’î aklı ile, ehlullâhın küllî aklın azameti içinde fânî olmuş aklı arasındaki fark! En fazla bil­diğim, aczimi bilmekliğimdir demiş olan filozoflara zamanlarının en­biyâ ve evliyâsı demek yerinde olur.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 24)
****

İngiltere’de Nicholson isminde bir ilim adamının dokuz senede üç cilt Mesnevî-i Şerîf tefsir etmiş olduğundan, tamamlaması için de da­ha pek çok yıllara ihtiyaç duyulduğundan bahsedildi.
–  “Bu zat, en aşağı yirmi sene araştırma ve incelemeden sonra an­cak tefsire başlamış demektir. Sonra da bir o kadar daha bu işle meş­gul olup uğraşacağına göre kendini, tamamen meslek edindiği bu işe vermiş oluyor. Eğer bir manevî zevk duymamış olsa, bunca intihap edi­lecek meslekler arasından böyle bir iş seçip onunla meşgul olur muydu? Cins cinsine meyleder, hükmü, hisler ve zevkler hakkında da geçer. Şimdi bu zâta nasıl olur da müslüman değildir deriz? Bu bir müslümandır hem de gerçek bir müslüman.”
–  Bu zat, bütün ömrünü tetkik ve tefsire hasr edeceğine, o ilmi bir kâmil insandan bir manevî tefsirciden öğrenseydi belki daha kestirme­den gitmiş olurdu.
–  “Niçin her şeyin hakkını vermiyorsun? Bu adama da tecellî ora­dan olmuş. Hem, herkesin derecesi de bir olamaz. Öyle yükseklere sıç­ramayın!
Esasen bu zâtın böyle bir işe sarılmış olması, kendi derecesinin hakikatini araştırması demektir. Hadîs-i şerîfte ‘Kim ki arar ve arama­sında ısrar ederse bulur!’ buyrulduğuna göre, bu adamın emekleri de aramak demektir. Elbet Allah mahrum etmez.

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 53)
 

Kalıpları Kırmak

ŞERİAT TARİKAT YOLDUR VARANA/ HAKİKAT MÂRİFET ANDAN İÇERU

Hz. Niyâzî-i Mısrî

 

 

Bütün âlem farklı form ve biçimlere bürünmüş, tek bir mânâyı anlatmaya çalışırken kendimize yakın hissettiğimiz bir şeklin kalıbına takılıp kalmak mânâyı bulma yolunda acınacak bir kısıtlama olur.

 

Sanki okyanusa varan ancak içinde durduğu kavanozu kıramadığı için suya karışamayan bir akvaryum balığının hâli gibi…

 

Bu dünyada bulunan insan adedince Allah’a uzanan yol varsa ve İslâmiyet bütün semâvî dinlerin kemal noktası ise, herkesi kapsamak ve kucaklamak değil midir aslolan? Her itikattaki yaratıcıya hürmet boynumuza borç değil midir? İslâm şeriatına tam ve sabit şekilde sahip çıkmak, ama bu şeriatın -cevizin kabuğu misâli- aslında yalnızca özü korumakla görevli olduğunun bilincinde olmak… Şeriatımıza dayanarak, Hz. Pîr’in buyurduğu gibi, yetmişiki milleti kucaklamak değil midir bu işin esası?

 

Değildir, bir kısmı için… Meseleyi şekilden ibâret sanan, kendisiyle değil etraf ile uğraşan, kendisinde değil de etrafında kusur arayan için her bir itikattaki insanı kucaklamak nasıl mümkün olur? İnsanlık makamından kastedilen ünsiyet (yakınlık) bir kısmımıza yalnızca kendi şeklî doğrularımızı zorlamak ve yine yalnızca bizim gibi yaşayanla ünsiyet kurmak gibi gelir. Sanki bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi inanmayan ve bizim gibi yaşamayanı hâşâ başka bir yaradan halk etmiş varsaymak şüphesiz ki daha kolay ve konforludur. Peygamber ümmetini kendi fırkamızın sınırlarınca bilmek, o koskoca Peygamber’e sınır koymak değil de nedir?

 

Zor olan, bu âlemdeki tüm yaratılmışları Mevcûd-u Mutlak’tan bilmek, gerekliliklerine iman etmek ve ayırımsız kabul edebilmektir. Zordur, pek zordur; bilirim… Zirâ başkasının yüzündeki ise bakmadan evvel kendi yüzümdeki isi bilirim, kendi kalıplarımın ışıldayan keskin yüzlerini farkederim.

 

Nisan ayının ilk haftasında Pekin Üniversitesi İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü, Kerim Vakfı ve Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi ortak girişimi ile Pekin Üniversitesi’nde organize edilen “İslâm ve Çin Medeniyeti” Uluslararası Sempozyumu dolayısıyla bir ilkin gerçekleşmesine tanıklık ettik.

 

Çin’e “ilmi” aramaya gittik; benim nasibime yine kalıplarımla yüzleşmek düştü. Dünya coğrafyasının en doğusu olan  Çin’de -Hz. Resûlullah Efendimiz tarafından müjdelenmiş şekilde- ruhumun doğabilmesi için, hay nefesinin üzerime üflenebilmesi için nefis perdelerimin kalkabilmesi lâzım gelir. Daha iyi, daha ayrıcalıklı, daha müslüman ve benzeri daha ne kadar ayrıştırıcı kalıp varsa hepsini ilmin çekiciyle kırmam gerekir ki perde kalksın içimdeki “Çin” vücud bulsun.

 

Pekin’de gerçekleşen sempozyum süresince benim gibi kimbilir daha kaç izleyici kendi tefekkürü ile hemhâl oladururken bir taraftan da günümüz Çin’i için başlayan bir değişimin adım adım ilerleyişine tanıklık edildi.

 

Siyasi erkin zorlamasıyla dinin yasak edildiği, ezanların susturulduğu, Kur’anların topraklara gömüldüğü ve camilerin öksüz ve boynu bükük bırakıldığı bir ülkede dinin tekrar yeşermesi için dört yıl önce atılan İslâm Kürsüsü tohumları gördük ki çoktan ağaç olmuş, dalları bekaya uzanır. Ağacın ilk meyveleri yetiştirdiği öğrenciler olmuş, şimdi de din anlayışından yoksun bırakılmış bir millete bir sempozyum aracılığı ile Ahlâk-ı Muhammedî anlatmaya soyunmuştur. Amerika, Kanada, Malezya, Türkiye ve Çin’den katılan pek çok akademisyen İslâm konuşmuş, İslâm anlatmış ve dinin tekrar kabarması için o toprağı mayalamıştır.

 

Kalıplar kırıldı bu iki günde. Ayna tutuldu yüzlere. Çin medeniyetinin düşünce iklimini şekillendirmiş olan döneminin âriflerinin öğretileri üzerinden benzerlikler kurularak Ahlâk-ı Muhammedî tatlı tatlı zerk edildi gönüllere. Hem de hazîrûnun çeşitliliğini kucaklayarak, kimsenin farklı olan inancını ya da inançsızlığını küçültmeden, reddetmeden…

 

Boynu bükük müslümanlar ilimlerini arttırabilsinler, dinden uzak yetişmiş olanlar ise güzel ahlâkın kavramlarını anlayabilsin ve bununla amel edebilsinler diye maya çalındı Pekin’e.

 

Ve bu çalışmanın fikir sahibi ve baş mimarı olan, minnacık bir vücutta tecelli etmiş okyanus gibi bir gönül her dakikasında mütebessim söyledi, dinledi. Kendinden bilmediği bu önemli hizmeti alnı ak ve muzaffer tamamlarken yalnızca bir izleyici olarak katılmışcasına başı öne eğik, ibret, takdir ve gözyaşı yüklüydü. Hiçbir kalıbın ağına takılmadan gelecek planları yapıyor ve Ahlâk-ı Muhammedî’yi dünyanın başka hangi köşesine zerk edebilirim diye düşünüyordu. Kolları hep sıvalı bir başka projenin temellerini atıyordu. Henüz birisi dahî bitmeden…

 

 

 

İslâmın Güleryüzü

Pekin’deyiz… Mao’nun kocaman heykelleri ve resimleri arasından Pekin Üniversitesi’ne uzanıyoruz. Onlarca yıl boyunca inanç hürriyeti elinden alınmış olan bir halk ile beraber “İslâm ve Kadim Çin Medeniyeti” başlıklı sempozyumun bir parçası olmaya geldik. Müslüman Çinliler’de bu etkinliğin yarattığı heyecan, bizim kalbimizdeki coşku ile kucaklaşıyor. Çinli Süleyman, yanımıza sokuluyor. Gözleri ışıl ışıl… “Ben” diyor, “Kenan Rifâî Kürsüsü kurulduğundan beri orada verilen bütün derslere girdim. İnşaallah ileride Mesnevî’yi Çince’ye çevirmek istiyorum.”

Pekin’deyiz… Ilık güneşli bir gün, Çin mimârîsinin estetik güzelliğini seyrederek üniversite içinde yürüyoruz. Adımlarımız günün mânâsını idrak edercesine enerjik, istekli. İlmi Çin’de bile olsa bulmamızı söyleyen o büyük peygamberin sevgisi, Nisan güneşine nispet edercesine sıcacık ısıtıyor bizi. Salon dolu. Türkiye’den bizimle gelen konuşmacılar, Türkçe, Çince, İngilizce simultane tercümeler, Çinli, İranlı, Amerikalı bilim adamları… Pekin Üniversitesi İslâm’ın güler yüzü ile pırıl pırıl parlıyor…

İslam tasavvufu ile Konfüçyüs öğretileri mukayese edilirken annem Meşkûre Sargut’un İslâmiyetten önce yaşamış kâmil insanlarla ilgili anlattıkları aklımda. Hocası Kenan Rifâî Hazretleri’nden öğrendiklerini bize büyük bir titizlikle, tekrar tekrar nakledip iyice aklımıza kazımış. Hazret’in ismi salonun her tarafından yankılanıyor. Bir kez daha her dâim huzurda olduğumuzu hatırlıyoruz… Ve Kendilerinin bir şiiri İngilizce olarak okunmaya başlıyor. Heyecan gözyaşı oluyor bu kez…

Hak suretidir âlem-i imkân ile âdem
Bundan güzeli nerde ki cennet’te mi sandın

Ner yer ne güzel menba-ı hüsn, insan güzeli
Sen de bu cemâli, huri gılmanda mı sandın

Her yerde, fakat ârifin kalbindedir Allah,
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın

Dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey
Mîzân ü sırâtı mutlaka orda mı sandın

Cennet ü dûzah, gamm ü sürür, zulmet ile nûr
Yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın

Bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen
İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın

Hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle
Noksânı meğer adl-i ilâhîde mi sandın

Fikrim bu benim, virdim ise her lahzada âh
Sen âh-ı ateş-sûzumu beyhude mi sandın

Yeniler her âh ile Ken’ân ahd-i elesti
Âhım acaba nefha-yı hâbîde mi sandın

Bir Çinli profesör Arap harfleri ile yazılan Çince Arapça ve Farsça karışımı bir dilden bahsediyor. Buna bir örnek olarak o dilde yazılmış Fâtiha Sûresi’ni ekranlara yansıtıyor. Pekin Üniversitesi’nde Fâtiha okunuyor. Şükür, şükür, şükür…

Pekin’deyiz…

Kenan Rifâî Hazretleri’nin himmeti ile gönüller aydınlanıyor. Kendi vücudumuzun içindeki Çin’e ulaşabilmeyi diliyoruz.

Ken’ân Rifâî İslâm Çalışmaları Kürsüsü ve İslam ve Çin Medeniyeti

Cemâlnur Sargut’un başlatmış olduğu inisiyatif ile Pekin Üniversitesi’nde 2011 yılı Kasım ayında bir İslâm Çalışmaları Kürsüsü kurulmuştur. Kürsü, 20. yüzyılın en önemli mutasavvıflarından olan Kenan Rifâî’nin ismini taşımaktadır. Pekin Üniversitesi 1.4 milyar nüfuslu Çin’in en büyük üniversitesidir. Kürsünün tesis edildiği enstitünün başında dünyanın en karizmatik bilim adamlarından birisi olarak kabul edilen Tu Weiming bulunmaktadır. Tu Weiming 34 yıl Harvard Üniversitesi’nde görev yapmış, daha sonra Çin hükümeti tarafından kendisine yapılan dâveti kabul ederek Pekin Üniversitesi’ne gelmiş ve İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü’nü kurmuştur. Tu Weiming, halen bu enstitü bünyesinde bulunmakta olan Kenan Rifâî İslâm Çalışmaları Kürsüsü’nü şu sözleriyle değerlendirmektedir: “Yapılan bu çalışmalar Pekin Üniversitesi câmiasının kültürel ve özellikle de ahlâkî değerlerinin dönüşümüne sebep olmuştur. Dolayısıyla katkı, sadece dersler sunma kabiliyeti değil, Çin’in hâlihazırda kendi içine bakma ve kendini anlamasına yönelik olarak İslâm’ın ahlâkî bakışını ve dinî soruları ortaya çıkarma kabiliyetidir (…) Bu hâdisenin en can alıcı noktası, İslâmiyet’in Çin kültürünün ayrılmaz bir parçası olmasının yanı sıra Hui Konfüçyüs diyaloğu olarak adlandırdığımız muhteşem bir Çin geleneğinin de bu sayede yeniden anlaşılıyor olmasıdır. Burada Çinli Müslümanlar, meselâ Uygurlar vardır ve bunun ötesinde geniş bir İslâm dünyası bulunmaktadır. Geleceğe baktığımız da ise Çin, entelektüel ve mânevî hassasiyetini İslâm dünyasına kanalize edecektir.”

Çin, kendi tarihi itibariyle iki önemli İslâm geleneğine hâmîlik etmektedir. Uygur Türkleri ve Çinliler kendi kültürleri ve dilleri ışığında kendi İslâm geleneklerini oluşturmuşlardır. Arapça kelime ve kavramların doğrudan Çinceye çevrilmesinde önemli güçlükler bulunmaktadır. Çinli mutasavvıflar Konfüçyüs geleneğindeki temel kavramların, İslâm’ın âlem anlayışı ile uyumunu fark etmiş, halkı İslâm’a çekmek ve Kur’an’ı öğretebilmek için İmam Gazâlî, Sühreverdi, Nesefî gibi mutasavvıfların önemli temel eserlerinden bölümlerin yer aldığı kitaplar hazırlayarak İslâm’ın temel kavramlarını halkın âşinâ olduğu Konfüçyüs öğretisindeki benzerlikleri kullanarak açıklamışlardır. Bunlara Han Kitab adı verilmektedir ve Hui Konfüçyüs adıyla bilinen Çin-İslâm geleneğinin temel kaynaklarını temsil etmektedir.

Çin yaklaşık 70 yıl ağır bir baskı döneminden geçmiş, bu süreç zarfında din ile ilgili kurumlar zarar görmüş, din adamları ve İslâm konusunda çalışan ilim adamlarının son iki jenerasyonu kaybolmaya yüz tutmuştur. Son yıllarda Çin’in gerek ekonomik gerekse toplumsal alanda refah düzeyi arttıkça, dinî açıdan da daha elverişli bir dönem yaşanmaya başlamıştır. Ancak bu süreç, Çin’i de tüm dünyada etkili olan modern İslâm akımlarının Vahâbî anlayışı ile karşı karşıya bırakmıştır. Şimdilerde Çin’i çok iyi tanıyan bir bilim olarak Tu Weiming Çin’in kendi gelenekleri üzerinden İslâm’a varabilmesinin yolunun kendi tarihi içindeki Hui Konfüçyüs geleneğinin yeniden canlandırılmasından geçtiğini açıkça ifade etmektedir. William Chittick, İstanbul’da gerçekleştirilmiş olan Rahmet Kapısı Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nda, kürsünün, Çin’in kendi geçmişini reddetmek zorunda kalmadan İslâm’ı öğrenebileceği, târihî bir fırsat yarattığını dile getirmiştir. Kürsüyü Çin’in kendi İslâm geleneğinin yeniden canlandırılabilmesi için konuya hâkim bilim adamlarının yetişeceği ve bu alanın birincil kaynaklarının yeni neslin okuyup anlayabileceği şekilde hazırlanacağı yegâne adres olarak göstermektedir.

Geçtiğimiz Nisan ayında ise bu eşsiz projeyi perçinleyecek çok önemli bir adım daha atılmıştır. Pekin Üniversitesi’nde, TÜRKKAD İstanbul Şubesi, Kerim Vakfı ve Pekin Üniversitesi İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü işbirliği ile “İslâm ve Çin Medeniyeti” başlıklı bir sempozyum düzenlenmiştir. Sempozyumda dünyanın çeşitli ülkelerinden 16 araştırmacı ve bilim adamının sunduğu tebliğlerin yanı sıra, açılış ve kapanışta Tu Weiming ve Cemâlnur Sargut’un önemli değerlendirmeleri olmuştur. Sempozyuma Türkiye’den Mahmud Erol Kılıç, Ekrem Demirli, Osman Nuri Küçük ve Semih Ceyhan, Amerika’dan Muhammed Khalil ve Kristian Peterson, Malezyadan Sloan Douglas Crow dâvet edilmiştir. Sempozyuma Çin’in önemli üniversitelerinden 8 bilim adamı katılmıştır. İlk oturum kürsünün son yıllarda hocalığını yürütmekte olan Gholamreza Aavani’nin yönetiminde, Cemâlnur Sargut’un İslâm Tasavvufu ve Konfüçyüs geleneğinin karşılaştırıldığı tebliği ile açılmıştır. Cemâlnur Sargut “İslâm’a göre bütün mahlûkat ve bütün yaradılış âlemi Hakk’ın güzelliğinin aksidir ve âlem Rahman’ın sureti üzere icat edildiği için kâmil insanın hakikati tabiat denen aynada ortaya çıkar. Yaratıcı tecellisi itibariyle kâmil insandır, bütün isim ve sıfatların ortaya çıkışıdır. Aynadaki görüntüsü olan tabiatta ise pasiftir” demişler, Yaratıcının ise zâtı itibariyle ihâta edilmekten ve tam olarak bilinmekten münezzeh olduğunu, varlık mertebeleri ile açıklanan bu bâtınî içeriğin kemâlini ancak İslâm’da bulduğunu ifade etmişlerdir.

Ardından Osman Nuri Küçük, İslâm tasavvufunda ve Lao-Tzu geleneklerinde insân-ı kâmil anlayışını karşılaştırdığı çalışmasını sunmuştur. Mahmud Erol Kılıç da yine İslâm ve Çin mâneviyatında insanın bâtınî seviyelerinin değerlendirildiği bir konuşma yapmışlardır. Semih Ceyhan “Son insân-ı kâmil Çin’den gelecektir” diyen İbn-i Arabî’nin Fusus’ta Şit fassında ele aldığı metaforu yorumlayan tebliğini sunmuştur. Oturum büyük ilgi görmüş, sunumların süresine eşdeğerde soru ve cevap bölümü eklenmiştir. Aavani, tartışma bölümünün sonunda İslâm’ın doğru anlaşılabilmesi için bâtıni yönüne vurgu yapmıştır. “Yatay ve dikey İslâm” olarak tanımladığı çerçevede, yalnızca tarihî perspektif, kural ve kaidelere bağlı olarak ele alınan yatay İslâm’ın zamanı ve farklılıkları kavramakta yetersiz kalacağını, bu kavrayışın ancak İslâm’ın bâtıni yönünün anlaşılması ve ön plana çıkarılması ile dinin ikame edilebileceğini söylemişlerdir.

Daha sonraki oturumda Sha Zongping, Wang Xi ve Yang Guiping tarafından, Konfüçyüs geleneği ve İslâm arasındaki etkileşimlerle doğmuş olan Çin-İslam Teolojisi, Çin-İslâm geleneğinin önemli mutasavvıflarından Liu Zhi’nin ve Zhen Jing Zhao Wei’nin görüşlerine yer verilmiştir. İslâm’ın Konfüçyüs geleneğine nasıl entegre olduğu ustalıkla ele alınmıştır.

Sempozyumun ikinci günü, Mohammed Rustom’un Çin İslâm’ının referans kaynağı olarak ele aldığı, Kur’an’ın İslâm mutasavvıflarının görüşlerine göre açıklandığı metinlerden oluşan “Han Kitab” konulu çalışması ve Kristian Peterson’un yine geleneksel Çin İslâm’ının köklerini açıklayan, Çin’in Kur’an’ı anlama yaklaşımları üzerine yaptığı önemli bir çalışması yer almıştır. Muhammed Rustom sadece metafizik düşüncenin devam eden önemini vurgulamakla kalmamış, aynı zamanda müslüman Çincesinin kullanımından ilhamla, İslâm’ı daha doğru anlamak için İngilizcede de benzer bir ıstılahın yapılabileceğine ve böyle bir İslâmî entelektüel projenin ne denli önemli olduğuna dair önemli pencereler açmıştır.  Ding Shiren, Çinlilerin İslâm’ı öğrenmesinde başlıca engel olarak kabul edilen Çince’nin Arapça harfleri ve kavramları ifade edebilmekteki güçlüklerini örneklendirdiği ilgi çekici bir bildiri sunmuştur.  Oturum Ekrem Demirli’nin sunduğu Peygamber Efendimiz’in “İlim Çin’de dahi olsa arayınız” hadisi için bazı atıflar ve değerlendirmeleri ile sona ermiştir.

Son oturum iki ayrı bölümde gerçekleştirilmiştir. İlk bölüm Aavani’nin Nasir al Din Tûsî’nin İslâm’ın bâtınî boyutunu vurgulayan çarpıcı görüşlerine yer verdiği bildirisi ile başlamıştır. Douglas Sloan Crow Çin’de müslüman ve müslüman olmayan Çinliler adına modernizmin karşı karşıya bıraktığı ahlâkî problemlerin ortaya çıkardığı medeniyet problemlerini tartışmaya açmıştır. Mohammad Hassan Khalil “İslâm ve ötekilerin kaderi” başlığı altında Gazalî’nin gayrimüslimlerin kurtuluşu konusunda öne sürdüğü kıstaslar ve bu kıstaslar üzerine kendisinden 8 asır sonra yaşamış olan Muhammed Raşid Rıza’nın değerlendirmelerini aktarmıştır. Oturumun ikinci bölümü Wang Jianping’in eski Çin medeniyetinden Hui Konfüçyüs geleneğine kadar farklılıkların nasıl buluşturulabileceğini vurgulayan, çatışır görünen sosyal sistemlerin ortak değerler çerçevesinde bir araya getirebileceğini anlatan bildirisi ile başlamıştır. Sempozyumun son tebliği Hua Tao tarafından sunulmuş, Müslüman Uygur Türkleri, Çinli Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar arasında son 15 yıldır kurulmuş olan köprülerin Çin’in bugününü ve geleceğini nasıl etkileyeceği anlatılmıştır. Oturum, konunun taraflarının karşılıklı bir araya gelmesini sağlamış olan bu sempozyumun önemine atıflar ve vurgular yapan etkili bir tartışma bölümü ile sona ermiştir.

*********

Pekin Üniversitesi azınlık statüsünde kabul edilen Uygur Türklerinin öğrenci ve öğretim üyesi olarak kabul edilmediği bir kurumdur. Çin hükümetinin siyasi hassasiyetleri ve ayrımcı prosedürleri katı bir şekilde uygulanmaktadır. Azınlıkların gittiği üniversitelerden öğrenciler Pekin Üniversitesi’nden dışarıdan olmak kaydıyla dersler alabilmektedir. Bu öğrenciler, açılmış olan İslâm araştırmaları kürsüsündeki tüm dersleri takip etmişlerdir. Kenan Rifâî İslâm Çalışmaları Kürsüsü profesörleri, Çin’deki en büyük azınlık üniversitesi olan Minzu Üniversitesi’nde de dönemlik dersler vermiştir. Kürsü, çalıştay ve sempozyumlar düzenleyerek azınlık üniversitelerinden bilim adamlarını biraraya getirmiş, Remin, Zhejiang, Ningxia ve Jiujiang Üniversitelerinde ortak çalışmalarda bulunmuş, Uygur Türkleri ile Pekin Üniversitesi arasında görünmez bağlar kurmuştur. “İslâm ve Çin Medeniyeti Sempozyumu” her yönüyle 2011 yılından bu yana yaratılmaya çalışılan hoşgörü ortamına bir ayna ve âdetâ tüm bu gayretlerin izlenebildiği bir tarihî sahne olmuştur. Bu köprüler Tu Weiming’in karizmatik bilim anlayışının, basiretinin, Kenan Rifâî Kürsüsü Seçkin Profesörleri William Chittick, Sachiko Murata ve Ghulam Reza Aavani’nin adanmış hocalıkları ve samimi imanlarının eseridir. Kürsünün ayakta durmasını sağlayan, isimlerini bu güne değin hiç geçirmemiş Özada ailesinin eseridir. Evvel emirde her şeyi yerli yerine koymasını bilen, hâdiselerin önünü sonunu görebilen, kimsenin bilemeyeceğini bilmekte olan eşsiz bir inisiyatifin eseridir.

*****************

Sempozyum sonunda Cemâlnur Sargut ve Tu Weiming birer değerlendirme konuşması yapmışlardır. Cemâlnur Hocam, başta Prof. Tu Weiming olmak üzere, kürsüye emeği geçen çok sevgili dostları Chitticklere ve Avaani’ye şükranlarını sunmuş, sempozyumun Çin’deki farklı İslâm geleneklerini bir araya getiren ve buluşturan yönüne vurgu yapmıştır. İslâm’ı tahkikin ahlâk-ı Muhammedî’nin yayılması ile gerçekleşebileceğini ve Çin kürsüsünün her anlamda amacına ulaştığını söylemişlerdir. Sözlerine Çin’i İslâm’a davet eden açık ifadeleri ile son vermişlerdir. Tu Weiming, sempozyumun birleştirici, karşısındakini anlamaya yönelik bir hoşgörü ortamı yarattığını, kültürler arasında iletişim imkânlarını artırdığını belirtmiştir. Çin’in bilhassa ekonomik anlamda tanımlanan Çin modernleşmesini anlamaya yönelik derin çabaları bulunduğunu ve şimdi Çin’in modernleşme dürtülerine karşı farklı arayışlar içinde olduğu görüşünü tekrar etmişlerdir. Modernleşme ve materyalizmin olumsuz tesirlerinden kurtularak kendisini anlamak isteyen her insanın mâneviyata ihtiyaç duyacağını, bir Çinli için müslüman olsun olmasın, İslâm’ın bâtıni boyutlarını öğrenmekle kendisini ve kendi geleneğini daha iyi anlayabileceğini söylemişler ve sözlerini “En yüksek mistik boyut, İslâm’ınkidir!” diyerek tamamlamışlardır.

Uzakdoğu’da Bir Zemzem Kuyusu

Çocukluğumda dünya bu kadar küçülmemişti; o yüzden daha da uzaktı herhalde Uzakdoğu… Ancak tarihin ve sosyolojinin genel geçer doğrular, bazı hayatlar için geçerli olmayabiliyor. Uzakdoğu’nun uzaklığı meselesi de, bizim ailemiz için başka bir anlam taşıyor.

Türkiye’nin iki büyük şehrinde yaşayıp yetişen annem ve babam, evliliklerinin ilk yılında, yurdun Doğu sayılabilecek bir şehrine, Gaziantep’e taşınmış ve hayatlarını orada kurmuşlar. Babamın bulduğu iş dolayısıyla verilen bu kararla, bizim ailemiz bir parça Doğu’ya yaklaşmış. Aslen Güneydoğu Anadolu Bölgesi olarak adlandırılan bu sıcak coğrafya, bu yeni kurulan ailenin, bir proje kapsamında Türkiye’de bir müddet çalışmak üzere Uzakdoğu’dan gelen bir başka aile ile tanışmasına vesile olmuş. Anneme ve babama göre yaşları daha ileri olan bu çift, Çinliymiş. Evimizde daha sonraki yıllarda “Changlar” olarak bahsedilen bu karı-koca ile Türkiye topraklarında gerçekleşen tanışmayla başlayan ilişki, mecburiyetler neticesinde aynı evin paylaşılmasına kadar ilerlemiş. Bu iki çift, o zamanlar, farklı büyüklüklerde yeteri kadar ev bulunmayan Gaziantep’te aynı evin farklı odaları ile tuvalet ve banyoyu aralarında paylaşmak suretiyle bir müddet birarada yaşamışlar. Ortaklaşa kullandıkları mutfak, farklı yemek anlayışlarının birarada var olduğu ve farklı araçların el değiştirdiği gerçek bir yaşama alanı olmuş. (Uzun yıllar çatal-kaşık çekmecemizde bulunan bambudan yapılmış Çin çubuklarının zarâfeti hâlen aklımdadır.) Aileye üçüncü üye olarak katılan ben, Ankara’daki doğumumun hemen ardından evlerine dönen annemle babamın kucağında “Changlar” ile karşılaşmış ve kendi evlâdı olamayan Chang Amca’nın titrek kollarında evimizin içine kadar sirâyet eden Uzakdoğu ile tanışmışım!

Daha sonraları “Milliyetçi Çin” olarak adlandırılan memleketlerinden gönderdikleri kart ve mektuplarla evimizin eski fotoğraf, mektup ve evrakların bulunduğu çekmece ve kutularını arada bir karıştırırken karşılaşır ve aile tarihimize dahil olan bu çiftin uzaklardan gönderdikleri fotoğraflarına bakarken bu tanışmanın sıradışı yanını düşünürdüm. Aynı ülkede, aynı şehirde ve hatta aynı mahallede bile değil, aynı evin içinde iki farklı yaşama kültürünü çok kısa bir süre için de olsa vâr etmiş bu iki çift, mensup oldukları kültürlerin farklı yanları mı yoksa ortak yanları üzerine mi bir farkındalık geliştirdiler? Birbirlerinin yaşayışlarında, davranışlarında ve muamelelerinde ne gördüler? “Öteki”ni mi, “ötedeki teki”ni mi?

***

Cemâlnur Hocamızdan son zamanlarda sıkça duyduğumuz bir kavram: Ötedeki teki… “Öteki” kavramının taşıdığı bütün dışlamayı ve negatifliği, yeni bir kavramsal proje ile gidermeyi amaçlıyor. Bu, kelimelerin taşıdıkları anlamı yeniden ve olumlu bir perspektifle tedâvi ederek düzeltme girişimi… Aslında zaten tasavvufî mânâda “öteki”, ontolojik olarak da ahlâken de var olamaz; zira hepimiz tek bir nefisten yaratıldık ve “bir”e âidiz. Muhakkak ki, birbirimizden farklıyız ama aynı “bir”den gelmek hasebiyle aynı varlığa mensubuz. Bu anlamda “ötedeki tek”, bizimle esâsen aynı özü taşıyan kardeşimizdir; “öteki” değil, “ötedeki tek”imizdir…

Şimdilerde Çin ve Çinliler, bizler için başka bir anlam taşıyor. 2011 senesinde Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün kuruluşu için Pekin’e giden ve Türk Kadınları Kültür Derneği adına imza atan Cemâlnur Sargut’un, insanı “ötedeki teki” ile elele tutuşturup kaynaştıracak, onu yaradılış mayasındaki öze yönlendirerek önce kendisi, sonra da etrafı ile kalıcı bir şekilde barıştıracak olan İslâm tasavvufunu dünya çapında prestijli bir üniversite olan Pekin Üniversitesi’nin çatısı altında, hocasının vizyonu ve ism-i şerîfi ile akademik bir çerçevenin hizmetine emânet etmesiyle birlikte, yeni, büyük ve heyecanlı bir macera başlamış oluyor. Kürsünün kuruluşunu tâkiben dünyanın kendi sahalarında önde gelen profesörlerinden olan William Chittick ve Sachiko Murata, kürsüde bir yıl boyunca dersler verip daha sonra yerlerini İranlı profesör Gholamreza Aavani’ye bırakıyorlar. Bu hocaların hizmetleri ile kürsü, kurulduğu günden bugüne,  dünyanın en eski medeniyetlerinden biri olan, komünizmin ağırlığını hâlen taşıyan ve bu yüzden de özellikle Müslümanlar için dinî kısıtlamaların hâlen devam ettiği Çin’de âdetâ İslâm adına açılmış bir zemzem kuyusu gibi kutsal bir vazife görmüş bulunuyor.

2015 yılı bu seyirde, yeni ve önemli bir başka safhanın başlangıcıdır.  Nisan ayında Pekin Üniversitesi İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü, Türk Kadınları Kültür Derneği ve Kerim Vakfı işbirliği ile Pekin’de düzenlenen “İslâm ve Çin Medeniyeti” başlıklı uluslararası sempozyum, İslâm ve Çin medeniyetlerinin buluştuğu zeminin Pekin Üniversitesi çatısı altında değerlendirilmesini sağlamış ve bu değerlendirme, özellikle Çin’in önemli entelektüellerinden olan Tu Weiming tarafından Çin kültürünün kendisine daha zengin bir bakış açısıyla bakması yönünde önemli bir gelişme olarak ifade edilmiştir ki, bu mülâhazanın özeti, Çin medeniyetinin kendi köklerine ancak İslâm tasavvufu ile ulaşabileceği ve ancak bu yolla kendini yeniden yapılandırarak yeni çağlara doğru bakabileceği anlamını taşımaktadır.

***

Aile tarihimizin bir parçası olan Chang Amca ve eşi ile hiç fotoğrafımız yok. Ancak onların doğup büyüdükleri coğrafyaya, bizim medeniyetimizin kaynağını oluşturan İslâm tasavvufunun daha sonra filizlenip boy verecek tohumundan yollamış olan Cemâlnur Hocamız ve Çinli arkadaşlarımızla sempozyum günü üniversite binasının önünde çektirdiğimiz fotoğrafla, onların akrabalarına, dostlarına ve bütün bir Çin medeniyetine gülümsüyoruz.