Uzakdoğu’da Bir Zemzem Kuyusu

Çocukluğumda dünya bu kadar küçülmemişti; o yüzden daha da uzaktı herhalde Uzakdoğu… Ancak tarihin ve sosyolojinin genel geçer doğrular, bazı hayatlar için geçerli olmayabiliyor. Uzakdoğu’nun uzaklığı meselesi de, bizim ailemiz için başka bir anlam taşıyor.

Türkiye’nin iki büyük şehrinde yaşayıp yetişen annem ve babam, evliliklerinin ilk yılında, yurdun Doğu sayılabilecek bir şehrine, Gaziantep’e taşınmış ve hayatlarını orada kurmuşlar. Babamın bulduğu iş dolayısıyla verilen bu kararla, bizim ailemiz bir parça Doğu’ya yaklaşmış. Aslen Güneydoğu Anadolu Bölgesi olarak adlandırılan bu sıcak coğrafya, bu yeni kurulan ailenin, bir proje kapsamında Türkiye’de bir müddet çalışmak üzere Uzakdoğu’dan gelen bir başka aile ile tanışmasına vesile olmuş. Anneme ve babama göre yaşları daha ileri olan bu çift, Çinliymiş. Evimizde daha sonraki yıllarda “Changlar” olarak bahsedilen bu karı-koca ile Türkiye topraklarında gerçekleşen tanışmayla başlayan ilişki, mecburiyetler neticesinde aynı evin paylaşılmasına kadar ilerlemiş. Bu iki çift, o zamanlar, farklı büyüklüklerde yeteri kadar ev bulunmayan Gaziantep’te aynı evin farklı odaları ile tuvalet ve banyoyu aralarında paylaşmak suretiyle bir müddet birarada yaşamışlar. Ortaklaşa kullandıkları mutfak, farklı yemek anlayışlarının birarada var olduğu ve farklı araçların el değiştirdiği gerçek bir yaşama alanı olmuş. (Uzun yıllar çatal-kaşık çekmecemizde bulunan bambudan yapılmış Çin çubuklarının zarâfeti hâlen aklımdadır.) Aileye üçüncü üye olarak katılan ben, Ankara’daki doğumumun hemen ardından evlerine dönen annemle babamın kucağında “Changlar” ile karşılaşmış ve kendi evlâdı olamayan Chang Amca’nın titrek kollarında evimizin içine kadar sirâyet eden Uzakdoğu ile tanışmışım!

Daha sonraları “Milliyetçi Çin” olarak adlandırılan memleketlerinden gönderdikleri kart ve mektuplarla evimizin eski fotoğraf, mektup ve evrakların bulunduğu çekmece ve kutularını arada bir karıştırırken karşılaşır ve aile tarihimize dahil olan bu çiftin uzaklardan gönderdikleri fotoğraflarına bakarken bu tanışmanın sıradışı yanını düşünürdüm. Aynı ülkede, aynı şehirde ve hatta aynı mahallede bile değil, aynı evin içinde iki farklı yaşama kültürünü çok kısa bir süre için de olsa vâr etmiş bu iki çift, mensup oldukları kültürlerin farklı yanları mı yoksa ortak yanları üzerine mi bir farkındalık geliştirdiler? Birbirlerinin yaşayışlarında, davranışlarında ve muamelelerinde ne gördüler? “Öteki”ni mi, “ötedeki teki”ni mi?

***

Cemâlnur Hocamızdan son zamanlarda sıkça duyduğumuz bir kavram: Ötedeki teki… “Öteki” kavramının taşıdığı bütün dışlamayı ve negatifliği, yeni bir kavramsal proje ile gidermeyi amaçlıyor. Bu, kelimelerin taşıdıkları anlamı yeniden ve olumlu bir perspektifle tedâvi ederek düzeltme girişimi… Aslında zaten tasavvufî mânâda “öteki”, ontolojik olarak da ahlâken de var olamaz; zira hepimiz tek bir nefisten yaratıldık ve “bir”e âidiz. Muhakkak ki, birbirimizden farklıyız ama aynı “bir”den gelmek hasebiyle aynı varlığa mensubuz. Bu anlamda “ötedeki tek”, bizimle esâsen aynı özü taşıyan kardeşimizdir; “öteki” değil, “ötedeki tek”imizdir…

Şimdilerde Çin ve Çinliler, bizler için başka bir anlam taşıyor. 2011 senesinde Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün kuruluşu için Pekin’e giden ve Türk Kadınları Kültür Derneği adına imza atan Cemâlnur Sargut’un, insanı “ötedeki teki” ile elele tutuşturup kaynaştıracak, onu yaradılış mayasındaki öze yönlendirerek önce kendisi, sonra da etrafı ile kalıcı bir şekilde barıştıracak olan İslâm tasavvufunu dünya çapında prestijli bir üniversite olan Pekin Üniversitesi’nin çatısı altında, hocasının vizyonu ve ism-i şerîfi ile akademik bir çerçevenin hizmetine emânet etmesiyle birlikte, yeni, büyük ve heyecanlı bir macera başlamış oluyor. Kürsünün kuruluşunu tâkiben dünyanın kendi sahalarında önde gelen profesörlerinden olan William Chittick ve Sachiko Murata, kürsüde bir yıl boyunca dersler verip daha sonra yerlerini İranlı profesör Gholamreza Aavani’ye bırakıyorlar. Bu hocaların hizmetleri ile kürsü, kurulduğu günden bugüne,  dünyanın en eski medeniyetlerinden biri olan, komünizmin ağırlığını hâlen taşıyan ve bu yüzden de özellikle Müslümanlar için dinî kısıtlamaların hâlen devam ettiği Çin’de âdetâ İslâm adına açılmış bir zemzem kuyusu gibi kutsal bir vazife görmüş bulunuyor.

2015 yılı bu seyirde, yeni ve önemli bir başka safhanın başlangıcıdır.  Nisan ayında Pekin Üniversitesi İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü, Türk Kadınları Kültür Derneği ve Kerim Vakfı işbirliği ile Pekin’de düzenlenen “İslâm ve Çin Medeniyeti” başlıklı uluslararası sempozyum, İslâm ve Çin medeniyetlerinin buluştuğu zeminin Pekin Üniversitesi çatısı altında değerlendirilmesini sağlamış ve bu değerlendirme, özellikle Çin’in önemli entelektüellerinden olan Tu Weiming tarafından Çin kültürünün kendisine daha zengin bir bakış açısıyla bakması yönünde önemli bir gelişme olarak ifade edilmiştir ki, bu mülâhazanın özeti, Çin medeniyetinin kendi köklerine ancak İslâm tasavvufu ile ulaşabileceği ve ancak bu yolla kendini yeniden yapılandırarak yeni çağlara doğru bakabileceği anlamını taşımaktadır.

***

Aile tarihimizin bir parçası olan Chang Amca ve eşi ile hiç fotoğrafımız yok. Ancak onların doğup büyüdükleri coğrafyaya, bizim medeniyetimizin kaynağını oluşturan İslâm tasavvufunun daha sonra filizlenip boy verecek tohumundan yollamış olan Cemâlnur Hocamız ve Çinli arkadaşlarımızla sempozyum günü üniversite binasının önünde çektirdiğimiz fotoğrafla, onların akrabalarına, dostlarına ve bütün bir Çin medeniyetine gülümsüyoruz.

The following two tabs change content below.

Melike Türkan Bağlı

Son Yazıları: Melike Türkan Bağlı (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın