Kalıpları Kırmak

ŞERİAT TARİKAT YOLDUR VARANA/ HAKİKAT MÂRİFET ANDAN İÇERU

Hz. Niyâzî-i Mısrî

 

 

Bütün âlem farklı form ve biçimlere bürünmüş, tek bir mânâyı anlatmaya çalışırken kendimize yakın hissettiğimiz bir şeklin kalıbına takılıp kalmak mânâyı bulma yolunda acınacak bir kısıtlama olur.

 

Sanki okyanusa varan ancak içinde durduğu kavanozu kıramadığı için suya karışamayan bir akvaryum balığının hâli gibi…

 

Bu dünyada bulunan insan adedince Allah’a uzanan yol varsa ve İslâmiyet bütün semâvî dinlerin kemal noktası ise, herkesi kapsamak ve kucaklamak değil midir aslolan? Her itikattaki yaratıcıya hürmet boynumuza borç değil midir? İslâm şeriatına tam ve sabit şekilde sahip çıkmak, ama bu şeriatın -cevizin kabuğu misâli- aslında yalnızca özü korumakla görevli olduğunun bilincinde olmak… Şeriatımıza dayanarak, Hz. Pîr’in buyurduğu gibi, yetmişiki milleti kucaklamak değil midir bu işin esası?

 

Değildir, bir kısmı için… Meseleyi şekilden ibâret sanan, kendisiyle değil etraf ile uğraşan, kendisinde değil de etrafında kusur arayan için her bir itikattaki insanı kucaklamak nasıl mümkün olur? İnsanlık makamından kastedilen ünsiyet (yakınlık) bir kısmımıza yalnızca kendi şeklî doğrularımızı zorlamak ve yine yalnızca bizim gibi yaşayanla ünsiyet kurmak gibi gelir. Sanki bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi inanmayan ve bizim gibi yaşamayanı hâşâ başka bir yaradan halk etmiş varsaymak şüphesiz ki daha kolay ve konforludur. Peygamber ümmetini kendi fırkamızın sınırlarınca bilmek, o koskoca Peygamber’e sınır koymak değil de nedir?

 

Zor olan, bu âlemdeki tüm yaratılmışları Mevcûd-u Mutlak’tan bilmek, gerekliliklerine iman etmek ve ayırımsız kabul edebilmektir. Zordur, pek zordur; bilirim… Zirâ başkasının yüzündeki ise bakmadan evvel kendi yüzümdeki isi bilirim, kendi kalıplarımın ışıldayan keskin yüzlerini farkederim.

 

Nisan ayının ilk haftasında Pekin Üniversitesi İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü, Kerim Vakfı ve Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi ortak girişimi ile Pekin Üniversitesi’nde organize edilen “İslâm ve Çin Medeniyeti” Uluslararası Sempozyumu dolayısıyla bir ilkin gerçekleşmesine tanıklık ettik.

 

Çin’e “ilmi” aramaya gittik; benim nasibime yine kalıplarımla yüzleşmek düştü. Dünya coğrafyasının en doğusu olan  Çin’de -Hz. Resûlullah Efendimiz tarafından müjdelenmiş şekilde- ruhumun doğabilmesi için, hay nefesinin üzerime üflenebilmesi için nefis perdelerimin kalkabilmesi lâzım gelir. Daha iyi, daha ayrıcalıklı, daha müslüman ve benzeri daha ne kadar ayrıştırıcı kalıp varsa hepsini ilmin çekiciyle kırmam gerekir ki perde kalksın içimdeki “Çin” vücud bulsun.

 

Pekin’de gerçekleşen sempozyum süresince benim gibi kimbilir daha kaç izleyici kendi tefekkürü ile hemhâl oladururken bir taraftan da günümüz Çin’i için başlayan bir değişimin adım adım ilerleyişine tanıklık edildi.

 

Siyasi erkin zorlamasıyla dinin yasak edildiği, ezanların susturulduğu, Kur’anların topraklara gömüldüğü ve camilerin öksüz ve boynu bükük bırakıldığı bir ülkede dinin tekrar yeşermesi için dört yıl önce atılan İslâm Kürsüsü tohumları gördük ki çoktan ağaç olmuş, dalları bekaya uzanır. Ağacın ilk meyveleri yetiştirdiği öğrenciler olmuş, şimdi de din anlayışından yoksun bırakılmış bir millete bir sempozyum aracılığı ile Ahlâk-ı Muhammedî anlatmaya soyunmuştur. Amerika, Kanada, Malezya, Türkiye ve Çin’den katılan pek çok akademisyen İslâm konuşmuş, İslâm anlatmış ve dinin tekrar kabarması için o toprağı mayalamıştır.

 

Kalıplar kırıldı bu iki günde. Ayna tutuldu yüzlere. Çin medeniyetinin düşünce iklimini şekillendirmiş olan döneminin âriflerinin öğretileri üzerinden benzerlikler kurularak Ahlâk-ı Muhammedî tatlı tatlı zerk edildi gönüllere. Hem de hazîrûnun çeşitliliğini kucaklayarak, kimsenin farklı olan inancını ya da inançsızlığını küçültmeden, reddetmeden…

 

Boynu bükük müslümanlar ilimlerini arttırabilsinler, dinden uzak yetişmiş olanlar ise güzel ahlâkın kavramlarını anlayabilsin ve bununla amel edebilsinler diye maya çalındı Pekin’e.

 

Ve bu çalışmanın fikir sahibi ve baş mimarı olan, minnacık bir vücutta tecelli etmiş okyanus gibi bir gönül her dakikasında mütebessim söyledi, dinledi. Kendinden bilmediği bu önemli hizmeti alnı ak ve muzaffer tamamlarken yalnızca bir izleyici olarak katılmışcasına başı öne eğik, ibret, takdir ve gözyaşı yüklüydü. Hiçbir kalıbın ağına takılmadan gelecek planları yapıyor ve Ahlâk-ı Muhammedî’yi dünyanın başka hangi köşesine zerk edebilirim diye düşünüyordu. Kolları hep sıvalı bir başka projenin temellerini atıyordu. Henüz birisi dahî bitmeden…

 

 

 

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın