Sohbetler (Ekim 2015)

Allah’ın varlığını tanıyamıyorum, diyorsun. Neyi tanıyamıyorsun? O varlığa şu vücûdun şâhit değil mi? Cenâb-ı Hak, “O günde biz onların ağızlarını mühürleriz, elleri ayakları onlar hakkında şehâdet ederler” buyuruyor.

Hak’tan ayan bir nesne yok.

Gözsüzlere pinhan imiş

O varlık her şeyde, her zerrede apaçık görünmektedir. Lâkin o kimsele­rin gözleri kör olduğundan bu hakikati göremezler.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 330-331)

*****************

Şehitten ve şehâdetten konuşuluyordu:

– “Şehit demek, Allah yolunda can veren demektir. Sen Allah yo­lunda can verenleri ölü zannetme (Âli İmran-169), diyor Allah. Kezâ, Hak yolunda nefsiyle mücâhede eden âşıkların göz yaşları da şehit kanlarıyle beraberdir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 439)

*****************

Dede Mehmet Efendi’nin refikası merhum Nezihe Hanım hakkın­da konuşuluyordu.

Münîre Hanımefendi:

-Ah Efendim, hiç kimse yok ki ondan memnun olmasın.,, herkes­ten, hakkında iyi sözler duydukça o kadar seviniyorum ki…

“Koca Nezihe! Kalplerin hüsn-i şehâdeti ne büyük şeydir. İşte o memnuniyet, o şehâdet, onun huzuruna delildir. Çünkü Allah kalplere nazar eder.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 127)

*****************

Filân kimse Allah’ını bilir, derler. Yâni Allah’ın var olduğuna ina­nır! Ne büyük lûtuf! Bir kimsenin müslüman olması için kelime-i şehâdet getirmesi lâzımdır. Fakat söz ile her şey biter mi? Kelime-i şehâdet getirmekle o İslâmiyet mekteb-i irfanına girdin ve ehliyetini isbat ettin. Ama orada kalma! Mektebe dâhil olduktan sonra durma iler­le. Bu neticeyi hemen bir günde hâsıl et, demiyorum. Hiç olmazsa yo­lunda bulun. O da bir şeydir. Yolunda bulunmanı da Allah hoş görür.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 159)

 

“Allah bizi aşk şehidi yapsın!”

Şehâdet,“Allah yolunda öldürüleni sakın ölü sanma, bilâkis onlar Rableri katında diridirler”âyet-i  kerîmesinde buyrulduğu gibi Allah’ın, kuluna ebedî diriliği nasip ettiği ve cemâlini görme lûtfuna eriştirdiği büyük bir makam… Bu sayımızda Cemâlnur Sargut Hocamızın sohbetlerinden ve tasavvuf derslerinden şehâdete ve şehâdetin hikmetine dâir bazı sözlerini sizlere takdim ediyoruz.

Şehâdet zaten bir şekilde Allah’ı çok rahat görebilmek, hissedebilmek ve idrak edebilmek demek. Bu âlem de şehâdet âlemi. Buraya gelme sebebimiz zaten idrakli olmadığımız bir âlemden idrak âlemine geçerek Allah’a şâhitlik etme fırsatını yakalamak.

***

Şehitler ve bütün Allah yolunda fânî olanların vücudu bu dünyada ölür ancak bu ölüm değil, ebedî bir diriliştir. Şehit olmak ne kadar büyük lûtuf… Çünkü şehit olmak yani bütün ömrümüzce beklediğimiz Allah’a şâhit olma makamına yükselmektir. O hiçbir şekilde temizlenmeden, abdest dahi aldırılmadan Allah’ına şâhit olma makamına erişir.

***

Allah’ın bize lûtfettiği insanlar onlar. Bizim bugünkü refahımız, huzurumuz ve mutluluğumuz için canlarını vermişler. Canlarını severek vermişler. Dünyada hiçbir din, şehâdeti bu kadar güzel idrak edemez. Türk insanının İslâm’ı yaşayışıyla şehâdeti idrâki her şeyden farklı. Çünkü Türk insanı, Osmanlı ve Türkiye, bütün mânâsını Hz. Peygamber üzerine kurmuş. Askeriyesine askeriye-i Muhammedî diyen tek ülke biziz. Ezân-ı Muhammedî diyen tek ülke biziz. Ehl-i Beyt’i camiinin içine yerleştiren tek ülke biziz. Adı sanı yokken camilerimizin her yerine Ehl-i Beyt adlarını yerleştiren tek ülke biziz. Ehl-i Beyt sevgisini öğreten tek ülke biziz.

Bu sevgiyi bize aşılayan, şehâdetin zevkini veren dedelerimizdir. Allah onlardan râzı olsun. Biz şehitliğin kıymetini idrak etmeye çalışıyoruz. Şehitlerin ölmediğini de idrak etmeye çalışıyoruz.

İki türlü şehitlik var: Birincisi, hakikaten savaşta şehit düşmek ki onları yıkamaya bile lüzum yoktur deniyor. Onlar ölmezler. Bir de mânen şehit olanlar; onlar da Allah aşkıyla coşan ve Allah aşkıyla ölen kişilerdir ki onlar Allah der, başka bir şey demezler. Onlar da mânevî şehittirler, onlar da ezelî ve ebedî diridirler. Biz Allah’a iki türlüsünden de hangisini nasip edecekse birisini bize nasip etmesini de diliyorum ben şahsen.

Kanûnî Sultan Süleyman’ın da şu sözünü unutamıyorum. Tam en son savaşına çıktığı zaman; Allah’ım, ne istediysem verdin. Bu âlemde başarının en üstününü bana nasip ettin ama hakiki başarı olan şehâdeti nasip et diyor. Gene Halid bin Velid, bir büyük İslâm komutanı… Bütün savaşlarında çok başarılı… “Vücudumun her zerresinde savaştan alınmış bir yara var ama -çok etkilendiğim bir söz bu- maalesef ben henüz bir köpek gibi yatağımda ölüyorum. Bir şehâdet makamını Allah bana lûtfetmedi” diyor. Yani şehitlik, onlar için ne kadar önemli… Bizse çocuklarımızı askerden kaçırıyoruz ki aman gitmesinler, aman işte parayla şöyle yapsınlar, böyle yapsınlar… Ben şehit olsun diye gitsin demiyorum ama ona, o vazifeyi yapmak bir erkeği ne kadar büyük bir seviyeye ulaştırıyor. Kadını da aslında…

Ben gitmeyenler için de özel rica ediyorum Çanakkale’ye gitmelerini. Görülmemiş bir yer; yani bu kadar tesirli bir yer olamaz. Ben orada mest oldum ve beni en çok şu etkiledi: En çok şehit Bursa’dan olmuş. O ne güzel bir ulvî şehir. Ne mutlu ve sevgili bir şehir Bursa.

Maşaallah ne mutlu o şehitlere… Hemen şunu hatırladım Uhud Savaşı’nda Peygamber Efendimiz “Hadi” dediğinde, gece herkes savaşa çıkıyor. Gece yani hiçbir hazırlıkları yok. Zaten savaş diye yapılan bir savaş yok İslâm’da yani. O korunma savaşları. Bir tanesi de, -siz bilirsiniz, gidenler çok duymuşlardır-, zifaf yatağından kalkıp geliyor, abdestini alamadan geliyor ve şehit oluyor. Karısı koşarak, çok ağlayarak geliyor. Üzülme diyorlar, tabii sen haklısın… Yok diyor, şehit olduğu için üzülünür mü diyor. Abdest almadan gitti ona üzülüyorum deyince, Peygamber Efendimiz “Bak” buyuruyorlar, “Gökyüzünde ona melâike abdest aldırtıyor.”

***

Bugün bir hanımefendi yazmış, 31 yaşında evladımı kaybettim, ciğerlerim yanıyor, çok mutsuzum, diyor. Çok mutsuzum bana iki cümle söyleyin, hani mucize gibi o iki cümlenin onu düzelteceğini düşünmüş. Hani ne söylenebilir ki böyle bir şeyde. Bir kere genç ölümler çok büyük şehâdet tecellisidir, genç ölümler. Peygamber böyle söylüyor. Birisi genç öldüğü zaman direkt Allah’a şâhit olma makamına yükselir. Bundan daha büyük bir lûtuf yok. Dedim ki, o vefat etmiş, şehâdet ânında siz orada perişansınız. O şâhitlikten dönüp size geliyor. Bunu ister misiniz, dedim. Yani üzüntüyle onu Allah’ından ayırmak ister misiniz? Eminim, inanın buna… Yani hayatta hiçbir şeye emin olmam ama insan için üzüldüğümüzde onu mânevî mânâdan bu dünyaya çekerek Allah’tan uzaklaştırdığımızdan eminim. Onun için ölen insan için üzülmek değil, duâ edip onun daha çok Allah’la bir arada olmasını sağlamak lâzım inşallah.

***

Şehâdet, işte ancak nefsin kötülüklerini yenmek, kesmekle nasip olan bir makam…

(…) Kur’ân-ı Kerîm’in Âl-i İmran Suresi’nde, “Allah yolunda öldürüleni sakın ölü sanma, bilâkis onlar Rableri katında diridirler. Öyle ki Allah’ın lûtfu inâyetinden kendilerine verdiği şehitlik mertebesiyle hepsi şâd olarak cennet nimetleriyle rızıklanırlar. Arkalarından henüz onlara katılmayacaklar hakkında, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun olmayacaktır müjdesini vermek isterler” denilmektedir. Şimdi burada da şunu anlatmak isterim. Bir gün radyoda Gülüm’le ilgili, kızımla ilgili bir şeyler anlatıyorum, bitti konu… Bir hanım telefon açtı, dedi ki hocam yirmi sene önce evlâdım şehit oldu ve bugüne kadar hiç ağlamamıştım. Sonra siz kızınızı anlatırken ilk defa ben ağladım ve ağlayınca da oğlum karşıma geldi. “Anne beni hiçbir şekilde bugüne kadar rencide etmemiştin. Çünkü ben şehâdet makamındayım. Allah’ımın mânâsıyla beraberim. Sen ağladığın için ben rencide olarak geldim. Anne beni bu duruma düşürme” diyor. Hâle bakın… Şehit o kadar memnun ki hâlinden… Sen şimdi kendi acınla evlâdını memnuniyetinden çekiyorsun bu tarafa. Onun için Allah bu idraki bizlere nasip etsin.

Hz. Mevlânâ’nın da söylediği gibi, biz de hayvan makamıyız. Hayvan makamı olan nefsimizi, insanlık makamı olan ruhumuzun önünde şehit etmeliyiz ki biz insan makamına yükselelim.

***

Evlâdı şehit olanları özel tebrik etmek lazım. Hatta bir gün çocuğu şehit olmuş bir hanım geldi bana. Çok acı içinde, çok haklı… Dedi ki, oğlum şehit oldu. Ne kadar şanslısınız, maşaallah dedim, çok kızdı bana. Gitti hocama, hocam da dedi ki “oh oh maşallah, ne kadar şanslısınız.” Kadıncağız iyice bize düşman olup çıktı gitti. Aradan on sene geçti, ben onu umrede gördüm. Siz haklıymışsınız, dedi bana. Anlamış. O ilk acıyla anlaşılamayabiliyor fakat sonra idrak ediyor ki insan, evlâdının şehit olması bir anne için en büyük lûtuftur, en büyük lûtuftur.

***

Allah diye ölen kişi şehittir. Orada gencecik çocuklar memleketleri için ve Allah aşkıyla ölüyorlarsa, (…) isterse harbe gidip de bağırsak bozukluğundan ölsünler, gene şehittirler. Yani ne olursa olsunlar… Hz. Eyüp’ün ölüm sebebi dizanteridir. Hz. Eyüp, İstanbul’u almak üzere gelmiş ve biliyorsunuz Akşemseddin Hazretleri’nin bulup da Eyüp Sultan Camii’sini yaptığı yerde, dizanteriden doksan küsur yaşında vefât etmiş. Şehit değil mi? Hem nasıl şehit, hem nasıl şehit… Yani orada Allah için ve gaye önemli; Allah için ölüyorsa bir insan, nerede ölüyorsa ölsün şehittir. Hangi dinde olursa olsun gene şehittir.

**

Hz. Hüseyin zulme uğrayacağını biliyordu. Bütün evlâtlarının tek tek parçalanacağını da biliyordu. Hiç itirazsız gitti, kabul etti. Neden? Çünkü evlâtlarını şehit makamında görmek istiyordu. Demek ki insan zulme uğradığı zaman mânevî şehit olur. Şehâdete yükselir. Ama dayanamıyorsa uzak dursun; ben daha o seviyede değilim Allah’ım, onun için biraz uzak durdum der.

***

Şehâdet ne demek, şehit kelimesi? Allah’ı görmek demek. Öyle ölenlere Allah daha hiçbir nefsânî arzusu kalmadan kendini görme zevkini nasip ediyor. Hangi dinde olursa olsun, bakın burada din farkı yoktur. Hangi dinde Allah için insan ölüyorsa o şehit mertebesindedir ve Allah tarafından kutsanır ve ezelî ve ebedî diridirler.

***

Hazret-i Ali, daha Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı tebliğ ettiği günden itibaren her gün sorarmış Peygamber’e, ne gün şehit olacağım diye… Şehit olduğu zaman, bizim görmek için çıldırdığımız cemâli direkt tecelli ediyor. Hiçbir şeysiz! Sorgusuz sualsiz! Böyle bir zevk var mı hayatta? Allah bizi aşk şehidi yapsın. Aşk şehidi yapsın, O’nu görmeyi nasip etsin. İşte Allah’la irtibat kuranın tek zevkidir O’nu görmek. Başka bir şey için niye yaşıyoruz ki… Ama Hazret-i Mevlânâ’nın bize sözü var, diyor ki: Miraç’ta Peygamber Efendimiz’e Allah şöyle dedi: Ben ümmetini üç kısma böldüm. Senin günahkârlarını affettim ya Muhammed! Senin müminlerini cennetimle mükâfatlandırdım. Ama bir de senin öyle bir grubun var ki, onlar çölde susuz kalmışçasına beni özlüyorlar. İşte onlara kendi cemâlimi nasip edeceğim.

Şehide Mektup

Şehidim,

Sen ki hayatının hiç de umulmadık bir ânında kuş olup göçüvermişsin bu diyardan, Allah’ın cemâline doğrudan tanıklık etmeye varmışsın, bil ki ekranın karşısındaki ağıdım sana değildir.

İslâm olmanın ilk koşulu olarak “kelime-i şehâdeti” her dile getirdiğimizde Allah’ın varlığına ve birliğine tanıklık ettiğimizi tasdik etsek de Cemâllullâhı müşahâde edebilmek için şu hayat yolunda bin türlü sınavı aşmakla görevlendirildik. Sen bunları tek celsede geçip de varmışsın o makama; ağıdımız sana olur mu hiç?

Anneciğin babacığın da bilirler mertebenin büyüklüğünü. Keyfinin bol, rahatının yerinde olduğuna imanları tamdır. Lâkin onlar seni dünya gözü ile bir daha göremeyecek olmalarına yanmaktadırlar. Senin özlemine ağlarlar.

Yok yiğidim, yok. Sen ki sûretini hiç tanımamış olsam da bu vatan toprağına kanı karıştığı için, kanı bayrağın kırmızısına çalındığı için sîretini sevdiğimsin. Allah tarafından mertebelerin en şereflilerine seçildiği için mübârek bildiğimsin. Ağıdım sana olur mu hiç?

Yine de tabutunun başında özlemine dayanamayan eşinin içinde sensizlikle açılmış çukura yanıyorum ben. Minicik evlâdının gözlerine yapıştırılan o hüzüne dayanamıyorum. Gerçi sevdiklerinin içinde açılan çukurları Allah elbet dolduracaktır, benimki olayların arkasındaki gerçek hikmeti görememektir.

Bir de dünya planında içimdeki bu üzüntü, zâlimin zulmü ile mücâdele için bana yakıt olacaktır. Birliğin, dirliğin kıymetini bilmeyi öğretirsin bana. Anadolu’da yüzyıllardır aynı bayrağın altında birlikte yaşamayı bilmiş farklı kökenden insanlar olarak vatana, bayrağa, toprağa ve ezân-ı Muhammedî’ye sahip çıkmanın ne derece elzem olduğunu farkettirirsin. Farklılıklarımız için hoşgörü mayasını kabartırken, bir olmaktan, birlik olmaktan ödün vermemenin şartını bildirirsin.

Haklarını helâl et şehidim. Ailen bize emânet olsun.

Şükür Secdesi

Cemâlnur Hocam’la belki türlü sebeplerden dolayı bir gün karşılaşacaktık. Ama yolumu onun yoluyla birleştiren ilk şey, en yakınımın şehâdet müjdesini aldığımda Allah’ıma şükür secdesi edebilmek olmuştu.

En yakınım, canımın canı olan erkek arkadaşım şehit olmadan önce, hocamın sohbetlerinde şehâdet mertebesiyle ilgili çok şey dinlemiştim. Bu sözler ben farkında olmadan içime öyle işlemişler ki, onun şehâdet müjdesini aldığımda hocamın tüm sözleri içimde birer birer canlanıverdi. Meşkûre Anne’yi de dinledim içimde: “Ne şanslısın kızım, hadi şükür secdesine…” Haberi alır almaz yaptığım ilk şey şükür secdesiydi ve bu, hayatımın dönüm noktalarından biriydi. Allah’ım içime tarifsiz bir huzur ve sükûn verdi. Zaten akıl-mantık işi de değildi hiçbir şey; Kerîm olanın lûtfuydu hepsi.

Bir gün işlemlerle ilgili bir vazifeyi gerçekleştirmek zorunda kaldığımda, ilk kez o zaman gerçekten ciğerime basıldığını hissederek yanmaya başladım. İçimden ve dilimden tek bir duâ dökülmüştü: Keşke Cemâlnur Hocamı bir kez görebilsem de “Sizin vesilenizle bana da şükür secdesi yapmak nasip oldu…” diyebilseydim dedim. O tek cümleyi söylediğim zaman beni anladığından emin olduğum hocamın gözlerine gülerek bakacaktım; bunu düşünmek bile beni dimdik ayakta tutuyordu. Aylar sonra Cemâlnur Hocam, Niyâzî Mısrî Hazretleri Sempozyumu için Malatya’ya geldiğinde, hocamı hayatımda ilk kez orada görebildim. Yakınına kadar da gittim ama hiç konuşmadım. Ne söylesem hafif kalacaktı içimdekilerin yanında. Hiçbir ifade bulamadım, sadece sustum. Hocam tebessümle yüzüme baktı. Ben de tebessüm ettim. Hepsi o kadardı.

İçimdeki hissiyat öyle yoğundu ki, ilk günden itibaren bu zevki, bu enerjiyi nasıl hizmete dönüştürebilirim derdine düşmüştüm. Güzel Allah’ım bana böyle bir şeref lûtfetmiş, bana şehit yakını olmayı nasip etmişti. En sevdiğimi en güzel şekilde yanına alıvermişti. Üzülecek olsam, kendim için üzülmüş olacaktım. Ben hep onun sevinciyle mutlu olmayı, onun mutluluğunu paylaşmayı istedim. Ben üzülsem o bunu hissedecekti, huzursuz olmasın diye içimden de dışımdan da hep gülümsedim. Allah’ımın onu ne kadar sevdiğini ve onun da yerinde ne kadar mutlu olduğunu düşündükçe bunun şükrünü eda etmek için ne yapabilirim, nasıl hizmet edebilirim sorusunun peşinde koşuyordum. Hâlâ düşe kalka da olsa, o sorunun peşindeyim. Allah’ım gerçekten şükredici ve kendine şâhit olan kullarından olmayı nasip etsin…

 

Şehitler, Allah’ın kıymetlileri…

Şehitler, Allah’ın sevgilileri…

Bir şehit tanıttı bana, Hz. Hasan’ı ve Hüseyin’i

Hz. Ali ve Fatma’yla bir şehit buluşturdu beni

Bir şehitti elimden tutan, beni hocamın kapısına bırakan

Bir şehit ki, müjdesi cihâr-ı yâr ile geldi.

İlker Yarbay

İş sebebiyle bir Cuma günü Bursa’daydım. Ne yapıp edip Cuma namazını Ulu Câmi’de kılabilmek için hazırlıklarımı yaptım. Câmi adı gibi ulu, çok büyük. Fakat Cuma namazına rağbet de o nisbette büyük oluyor çok şükür. İçerideki şadırvanın yanına serdikleri geçici halıların üzerinde bir yer nasib oldu, hutbeyi buradan dinleyebildim.

Bu câmide haliyle işinde mahir bir hoca vazifelendirilmiş. Hitâbeti çok hoş. Kıraati de Türkçe’si de billur gibi. Sözler tane tane dökülüyor dudaklarından. Namaz bitiminde cemaat kapıya doğru hareketlenmeye başladığında hocamız bir duyuru yapıyor. Dağlıca’da yeni şehit düşen İlker Yarbay’ın babası ve yakın ailesi bizlerle berabermiş. Dileyenlerin taziyelerini bildirebileceğini söyleyince, kalabalık, kapıları bırakıp mihraba doğru yöneliyor. Ben de sıraya giriyorum. Sırada babasının omuzlarındaki çocuklardan, elinde baston, bir gencin koluna girmiş sakallı dedelere kadar her yaştan müslüman mevcut.

Ortalığa vakur bir sessizlik hâkim. Bu muazzam kalabalığın içinde kendimi bir an çok tanıdık bir yerde hissediyorum. Sanki Mescid-i Nebevî’de peygamberimi ziyaret edecek gibi heyecanlıyım.

İlker Yarbay, benimle aynı yaştaydı. Tıpkı benim gibi iki de evlâdı vardı. İşini çok iyi yaptığı için bordo berelilerden yarbaylığa kadar yükselişi, tanıdıkları tarafından generalliğe kadar gidecek diye tahmin ediliyordu. Şehit düştüğü gün çatışmadan uzakta, güvenli bir yerdeydi. Fakat iki evlâdından ayırmadığı yavrucuklarının birer birer şehit düştüğünü duyunca “şehitlerimi orada bırakmam!” diyerek çatışmanın olduğu noktaya gitti. Allah ona peygamberleri gıpta ettiren makāmı hazırlamıştı. Ona pusu kurduğunu zanneden gāfiller ancak buna hizmet ettiler, o da şehâdet mertebesine erdi.

Kalbim giderek daha da hızlı atmaya başlıyor. Ulu Câmi’yi Mescid-i Nebevî’ye, bu ziyareti de Peygamber ziyaretine çeviren nedir? O sıra Mehmet Âkif’in muhteşem dizeleri geliyor aklıma:

Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

Bu dünyada sahip olduğu her şeyden, tüm makamlardan, evlâd-ı ıyâlinden geçerek yavrucuklarını düştükleri yerden kaldırmak için ölüme koşan İlker Yarbay, peygamberinin koynunda yatıyor. Muhakkak ki tecelli, o âlemler sultânının tecellîsi olacak: Aşk.

Sonunda sıra bana da geliyor. Önceden hazırlık yapmış olmama rağmen babam yaşındaki bu mübârek babanın önüne geldiğimde söyleyecek her şeyi unutuyorum. Hatırlamadığım sözler dökülüyor dudaklarımdan. Babası ise “Allah birliğimizi dâim etsin” diyor. Kimbilir, İlker Yarbay tuttuğum bu elleri kaç kez öpmüştür… Ne kadar öptüyse az olsa gerek. Ne güzel bir baba!

Câmiden çıkarken herkes gibi ben de kendime şöyle bir bakıyorum. Bu aşka, bu şehitlere lâyık bir millet olabilecek miyiz?

Allah birliğimizi dâim etsin.

Tanık Ol!

“Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”

(İnşirah, 5-6)

Coğrafya bir kaderdir. İnsanların karakterleri, yaşayış tarzları, bulundukları coğrafyalara göre farklılaşır. Dümdüz ovada yetişen, büyüyen insanla, Karadeniz ve Güney Doğu’nun sert yamaçlarında yaşamını idâme ettirmeye çalışan insanlar arasında ciddi karakteristik farklılıklar görebilirsin. Zor coğrafyalarda yetişen insanlar doğaya karşı sert mukavemet gösterdikleri için karakterlerinde de o zorluğu, sertliği barındırırlar bir ihtimalle. Pratik zekâ, çözüm kabiliyeti coğrafyanın zorluklarıyla doğru orantılı olarak artar, azalır. Düz ovadan su mu getirmek evine kolaydır, yoksa türlü dağları aşarak, patikalardan evine ekmek götürmek mi?

Biz, Türkler… Yazılı tarihin başladığı devirden beri hep bir “yurt” peşindeyiz. Peşinde olduğumuz yurtlar hep zor coğrafyalar olmuş. Bu zorluklarla mütemâdiyen karşılaşmamız bize diğer kavimlerden çok daha fazla tecrübe katmış. Bir devletin ardından diğerini hemen kurmuşuz. Kurduğu devletler de öyle eften püften bir kale içinde olan şehir devletleri değil, o çok özendiğin batıda olduğu gibi. Ne zaman bir devlet kurmuşsan, dünyaya hükmetmiş. Coğrafya kadar bu da kader değil de ne peki?

Vakti gelmiş İslâm’la “şereflenmiş”, îlâ-yı kelimetullah uğrunda hiç bilmediği yerlere gözünü kırpmadan koşmuş, “menfaat” denilen şeytânî duygunun M’sini bilmemiş, dünyanın öbür köşesine yetişmiş, muhtâca yardım etmiş, Hakk yolunda bu dünyadan göçmeyi “şehâdet şerbetini içmek” diye tanımlamış ki şerbet tatlı ve güzel bir şeydir, içmeye doyamazsın. Başka bir millet var mı “literatür”ünde seve seve, doya doya, belki bir fırsat olsa yine yeniden “şehâdet”e ermek isteyecek? E o zaman sen de şimdi o göçenlerin ardından, üzülme. Cennetle müjdelenene sevin hatta ve kendine de dile. Bir sebebi olduğunu düşün.

“Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” (Bakara, 154).

Bir sebebi olduğunu düşün.

Üzülme.

Evlâdının doğacağını bilmese bir ana çeker miydi o doğum sancısını?

Sen de bil.

Bir şey bilmediğini bil.

Teslimiyet ne güzel, ne mutlak.

Teslimiyette bil, bilinmeyeni.

İşte sana, bana, bize sesleniyor…

Duy da bul “Bilinmeyeni”.

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar, başlarına bir mûsibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler. İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.”  (Bakara, 155-157)

Şâhit Ol Yâ Kul!

Her şey olacağına varabilir, fakat bu beni hiç ilgilendirmez. Olacak olanla ilgili bir irâdem olmadığına göre ben durmam yürürüm; söylemem gereken neyse söyler, yapmam gereken neyse yaparım. Her şey olacağına varacak diye her şeyden elimi eteğimi çekip bir kenara çekilemem.

Bütün tasavvufî kavramları kendime göre eğip büküp yanlış anladığım gibi tevekkül kavramını da yanlış anlamış, tevekkül ettim diye yıllarca işleri Allah’a, kendimi miskinliğe havâle etmiş de olabilirim. Bu noktada karalar bağlayıp yas tutmamın, kendimi cezalandırmamın da bir anlamı yok. Tevekkülün “ne olmadığını” gördüğüme göre, ne olduğuyla ilgili kısmını dikkate alarak önüme bakıp yoluma devam etmeliyim.

Şu halde devemi muhakkak sağlam bir kazığa bağlamalı, ayağımı yorganıma göre uzatmalı, pilav yiyeceksem kaşığımı yanımda taşımalıyım. Çünkü bunlar tevekkülün cüz’î kısmını ifade ediyor. Fakat şunu da öğrendim ki tasavvufî bir yaşam tarzı benimsememiş insanlar da aynı tedbirlerle hareket ediyorlar. Görünen o ki hayatla, tedbirler üzerine kurulu cümleler üzerine hasbihâl etmek için illâ mutasavvıf olmak gerekmiyor. Peki fark nedir?

Fark şudur: Mutasavvıf Allah’a şâhittir. Bu sebeple işini Hakk’a bıraktığı ölçüde irâdesine de sarılır. Yani tevekkülü, Allah’ın her işe vekil olma mutlaklığına şehâdet ile başlayıp buna karşılık müvekkilin irâdesinden taviz vermeden yoluna devam etmesi ile ilerleyen bir süreç olarak görüp dünya içinde cennetin zevkini sürer.

Ben işimi Allah’a havâle ettim dedikten sonra o işle ilgili hiçbir çalışma içine girmiyorsam tevekkül etmiş değil, korkaklık ya da miskinlik yüzünden kendimi uykuya terk etmiş olurum. Allah’la bir ünsiyet kuramadan, kudretine şâhitlik edemeden bir tevekkül yaklaşımı içine girmekten ise hiç bahsetmeyelim…

Her Yerde Sen

Batı’nın en ucundayım,

Burada ezan sesleri göğü doldurmuyor

Güneş bir hayli geç doğuyor sabahları

Ve o denli geç batmasına rağmen geceleri çiğ düşüyor bahçeye

Şehâdet ederim ki sabah çiçekleri seni işaret ediyor ya Rabbim…

 

Batı’nın en ucundayım,

Sonbahar gelmiş buralara,

Akşam üstü denizin üstüne sis iner olmuş,

Gözümle gördüğüm mazarayı el ile çizmek mümkün değil,

Şehâdet ederim ki ağaçlar aşkından deliye dönmüş ya Rabbim…

 

Batı’nın ortasındayım,

Geleninin az olduğu bir şehir camisindeyim, yapayalnız

Bilirim, dolusu daha makbuldür mutlak ama

Müezzinin sesi kulaklarımda yalın, bahçe duvarına ilişmişim öylece,

Şehâdet ederim ki avlunun boşluğunda dans eden ruhlar seni söylüyor ya Rabbim…

 

Doğu’ya varmışım,

Ezan sesi şehrin gürültüsü ile çekişmede adeta

Sokaklar insandan geçilemeyecek kadar kalabalık

Sıcak yakıp kavuruyor ortalığı…

Şehâdet ederim ki pazarda gördüğüm çocuğun gözlerinde senin koruman var ya Rabbim…

 

Doğu’ya varmışım,

Geçerken önünden bir tekkenin,

Dans edişlerini görmüşüm dervişlerin

Misvak kokusuna benzer bir koku sinmiş üstüme başıma, ayaklarım ileri gitmemiş yüreğimin ağırlığından

Şehâdet ederim ki tefin sesi sana hasreti anlatıyor ey Rabbim…

 

Uzak Doğu’dayım

Sabah yürüyüşünde bir çiçek gördüm, henüz açmamış

Sıcak bir tas çay içtim sofilerin ibâdethaneye girişini izlerken

Yemyeşil bitkilerin güzelliğini seyrettim

Şehâdet ederim arkadaki dağların bize anlatmak istediği bir şey var ey Rabbim…

 

Uzak Doğu’dayım

Bir meyvenin alışılmamış renginde kaybolmuşum,

İnsanların tevâzuuna hayran

Burada da insanlar büyüklerine çok saygılı

Şehâdet ederim ki bu insanlar ile aramızda kardeşlik bağı var ey Rabbim

 

Her nereye gidersem gideyim,

Bir ben yok ki seni yüreğimde götürmeyeyim ey Rabbim

İnsan ola, kalp evinin kapısını aça hele,

Şehâdet ederim ki sen her yerde bizimlesin ey Rabbim!

 

Şâhit Miyiz?

Şehâdet kelimesini her namazda dillendiriyoruz: “Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.” Şehâdet, bildiğiniz üzre şâhit olmak demektir. Biz bir şeyi gördüğümüz zaman şâhit oluruz. Görmek sadece gözle mi olur? Biz Allah’ın varlığını ve birliğini maddî gözümüzle görebilir miyiz ki şâhit olalım?

Gözümüz maddî âlemin bile çok küçük bir yüzdesini görebiliyorken bizi yaratan sonsuz varlığı görmemiz nasıl mümkün olabilir? O zaman göz dışında başka bir şeyler olmalı Yüce Allah’ı görmek, duymak ve hissetmek için…

Allah, bize beş duyu bahşetmiştir. Her duyu organı başka bir organa tesir eder. Göz beyine, kulak ise kalbe tesir edermiş. Büyükler kalp gözü denen bir mehfumdan bahsederler. Vücudumuzda maddî olarak bulunmayan, ama mânevî olarak hissetmemizi sağlayan gönül gözünden bahsedilir. Bazen bir mûsıkî dinlerken veya ilâhî bir söz duyduğumuzda Allah’ın güzelliği ile sarhoş oluruz. Kulaklarımızdan kalbimize, oradan da bütün ruhumuza aşk seli yayılır. Bu, görmektir.

Bize şer gibi görünen hâdiselerde (farz-ı misal deprem gibi), Allah’ın azametini ve gücünü görüp şükrederiz. Bir büyüğüm İstanbul’daki 1999 depremi sırasında evi sallanırken “Celâlinle hoşgeldin” deyip Allah’ın gücünü görüp zevkle şâhitlik etmiştir.

Beş duyumuzdan biri olan koku ise Peygamber’in en çok sevdiği üç şey arasındadır. Koku kalbimize de hitap eden bir duyumuzdur. Kenan Rifâî Hazretleri, Allah’ı anlatırken gül örneğini vermiştir. Allah’ın isimleri, sıfatları ve bir de zâtı vardır. Gülün isimleri vardır: Beyaz gül, kırmızı gül gibi. Yumuşak, katmanlı gibi sıfatları vardır. Bir de içimize çekince bize hoş gelen kokusu vardır, bu da Allah’ın zâtıdır der Kenan Rifâî. Allah’ın zâtını göremeyiz, ama hissederiz.

Sonuç olarak, bu maddî dünyada mâneviyatımızı da besleyerek maddî beş duyumuzu gönül gözümüze giden araçlar olarak kullanabiliriz. Maddî bedenimizi doyurup mutlu ettiğimiz kadar mânevî dünyamızı da doyurup mutlu etmeliyiz ki, bu dünyada Allah’ın varlığına ve birliğine ve peygamberimizin O’nun kulu ve elçisi olduğuna şâhit olalım! Tabiî nasibimiz varsa…

Emir Sultan’da…

Muhibb-i Hak olur sana candan muhib olan,
Devlet bize muhabbetin olmuş şehâ hemin

Hayal olan bu dünyada bambaşka bir âleme yolculuk ettik. Emir Sultan Hazretleri’nin Medine’de, ceddi olan Resûl-ü Ekrem Efendimizden aldığı mânevî işaret ve gözüne dikilen üç kandille ulaştığı ve ebede mayaladığı Rum diyarı Bursa’da bir avuç insan ihsana uğramış olmanın ziyade zevkiyle başka bir âleme doğru yürüdük. Kendileri bundan bir süre evvel tasarruf etmiş, kabr-i şeriflerinin restorasyon görevini Cemâlnur Hocamıza vermişlerdi. Hocamız da maddî ve mânevî tüm zorluklarını lûtuf kabul ettiği bu görevi –işinin en ehillerini bir araya getirerek- gerçekleştirmiş ve bu hizmeti pîrimiz, efendimiz Hz. Kenan Rifâî’nin anısına ithaf etmişti.

Rahmetin yağmur olarak da vücuda geldiği bir Cumartesi günü nasipli bir grup insan olarak Emir Sultan Hazretleri’nin yenilenen kabr-i şerifinin başında toplandık. Zikrullah ile duâsını yaptık. Hocamızın hizmetin zevkini vücudunun her bir hücresiyle yaşayışını ve etrafına bu zevkle nüfuz edişini müşâhade ettik.

Aslında diğer nasiplileri tenzih ederek belirtmeliyim ki, bu bendesi oraya gitmekten maksadın bir şükür duâsından ibâret olduğu zannıyla tatlı bir sonbahar günü turistik bir gezinin neşesi ve gafleti içindeydi. Öyle de geçirdi gününü. Duâlara zevkle “âmin” dedi. Hâk-i pâyine yüz sürdü. Nice sonra farketti orada duâyı yapanın da, “âmin” diyenin de içinde bulunduğu grup olmadığını…

Gerçek diri olan cümle ehlullah, Allah’ın mükrim sıfatını giyerek o gün birbirlerine ikramda bulunmuştu. Restorasyondan maksad, Rifâî sultanının Emir Sultan’a ikramı imiş. Hizmeti ithaftan maksad Emir Sultan’ın Rifâî sultanına mukabelesi imiş. Açılış duâsını yapan da, zikrullahı çınlatan da o büyük ruhlarmış. Ve bu âlem insan-ı kâmillerin Allah’ın azametini ortaya koydukları bir sofra imiş.

Bizlere de yalnızca dilimizle tasdik etmek düşmüş. Bir de o bereket sofrasından nasiplenmek… Biz farketmesek de o büyük zatlar ruhumuzu doyururlarmış zaten. Yanlarına varanı hiç rızıksız bırakır mı onlar?

Ne diyebilirim ki, çok nasipliyiz vesselâm.

12 Eylül 2015 anısına…

 

[1] Bursalı Ahmed Paşa tarafından kaleme alınan Emir Sultan methiyesindendir.