Talebe

“Şu okul kur’asını inşaallah kazanırız. Yoksa özel okullar çok pahalı, devlet okulları da eskisi gibi değil. Ne yaparız bilmem…” diyor bir arkadaşım, kahvaltısını bitirmiş, çayını yudumlarken.

“Sanki bizim gittiğimiz okullar çok mu iyiydi?” diyorum cevap olarak. Hepimiz gibi evlâdı için endişelenen başka bir arkadaşım: “Ama bu nesil çok farklı, bize benzemiyorlar. Artık başka bir çağdayız, her şey çok hızlı gelişiyor!”diyor.

Hz. Ali Efendimiz’in sözleri geliyor aklıma: “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların zamanına göre yetiştiriniz!” Bu açıdan bakınca hak veriyorum arkadaşıma. Fakat zamanla değişmeyen bazı şeyler de yok değil.

Etrafımdaki tüm anne babalar, çocukları mümkün olan en iyi eğitimi alsın diye ellerinden ne gelirse yapmaya hazırlar.  Kendilerini yüksek mâliyetlere, çocuklarını da saatlerce sürecek servis yolculuklarına hazırlamışlar. Okullar ise yarı kâr, yarı başarı kaygısı ile daha çok şey vaad etmeye çalışıyor: Sınav başarısı, sportif başarı, yabancı dil, vs…

Peki, bu eğitimi almak zorunda bırakılan çocuklar buna ne kadar hazır? Ya da buna nasıl hazırlanıyorlar? Nâçizâne meslek hayatımda da gördüğüm kadarıyla mühendislik bölümlerinden mezun olan kimi gençlerin dahî iyi okul eğitiminden çok nasiplenemediklerine şahit oluyorum. En temel kavramları içselleştirmeden, sadece sınavları geçebilmek ve diploma alabilmek için ders görmüşler. Neyi neden öğrendiklerinin farkına varamamışlar. Böyle olunca da anne babalarının çok önem verdiği eğitim hayatlarından istifâde edememişler. Bu hâlde hangi okula gittiklerinin gerçekten ne önemi var?

Bu eğitim ticareti hengâmesinde biz ana babalar çok basit ve bir o kadar da önemli ve nesilden nesile değişmeyen bir kavramı atlıyoruz: Eğitimin ilk şartı, muhatabın bir “talebe” olmasıdır. Yani bu eğitimi isteyen, talep eden bir öğrenci olmalı. Bu noktada mânevî ve dünyevî eğitimin birbirinden çok farkı yok sanırım. İkisinin de ilk şartı aynı: bir Talebe…

“Allah’ın binlerce Şems’i vardır ama Mevlânâ gibi talebeyi bulmak kolay mı?” der Şems Hazretleri. Âlimler âlimi olmasına rağmen hocasının karşısında âdetâ bir ilkokul öğrencisi gibi tevâzu ile durması mürşidinin gözünde en övgüye değer özelliğidir. Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde bizlere ve gençlerimize en başta talebe olmayı öğretir. Talebe olabildikten sonra Şems Mevlânâ’ya, umman da çöle gelir…

Anne baba olarak çocuklarımıza pahalı bir eğitimden önce bunu vermeliyiz belki de. “Mürîd olmaktan aldığım zevki mürşid olmakta bulamadım” diyen Efendimiz Ken’an Rifâî Hazretleri gibi talebeliğin zevkini yaşamalı ve çocuklarımıza yaşatmalıyız.

Bir arkadaşım çocuğunun ders çalışma alışkanlığının olmadığından bahsediyor, artık sonuna geldiğimiz kahvaltı soframızda. Belki de bizleri örnek aldıklarından olabilir mi? Akşam eve geldiğimizde biz televizyon başında dizi izlerken çocuklarımız neden başka bir şey yapmaktan zevk alsınlar? Bizlerin de onların yapması gerektiği gibi ilgi duyduğumuz bir konuda ders yapmamız, kendimizi geliştirmemiz gerekmez mi? Mümkünse onlarla aynı odada…

Cemâlnur Hocam’ın ne kadar ders verdiğini, konferanstan konferansa koştuğunu az çok hepimiz görüyoruz. Fakat hepimizden daha çok ders çalıştığı gerçeği üzerine düşünebiliyor muyuz? Peygamber Efendimiz’in, hakkında “İlmin kapısı” buyurdukları Hz. Ali Efendimiz’in sözleri geliyor aklıma: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” Daha fazla söze hâcet yok sanırım; tavır bu olmalı.

Allah, tâlip olana mürşidini gönderir şüphesiz.

 

Sâmiha Ayverdi’den Çocuk Eğitimine Dâir Düşünceler

Aşırı tasarruf, baskı ve müdâhale, şahsiyet yapı­sının teşekkülünü zorlaştırır ve irâdeyi zayıflatır. Çocuklarınızı kontrol edin, fakat bunu onlara, mümkün olduğu kadar hissettirmeden ve ezmeden yapın.

***

Çocuk, dertlerini, sıkıntı ve üzüntülerini rahatça paylaşacağı sıcak bir aile havası içinde kendisini emniyette bulursa, belki de bu, hem çocuk hem ailesi için en kârlı ve hayırlı bir yol olacaktır.

***

Onlara, en körpe çağlarında, misaller ve hikâyeler yahut da yaşanmış hayat maceraları yolu ile haramı helâli, günâhı sevabı, hesabın kula değil Allah’a verileceğini, maddî mânevî mânâda cömert, fedakâr, vefakâr ve feragatli olmayı, vatan ve îman aşkını öğretin Evlâtlarınıza öğretmek istediğiniz bu değerleri, bilhassa, sıcak aile top­lantıları arasında söyleyin.

***

Karı koca arası, iki tarafın anlayışındaki muvâze­ne; esneklik ve basirete göre bulutsuz bir gök gibi pırıl pırıl aydınlık geçebilir. İnsanlar istemeyerek karşılarındakini kıracak veya gücendirecek bir harekette bulunabilir. Bunu tatlılık ve güzellikle geçiştirmek bilhassa evlâtlara aksettir­memek çocuk terbiyesinde üzerinde en fazla durula­cak noktalardan biridir. Aile içinde olsun, akraba, taallukat, eş ve dost arasında olsun insanların birbirleriyle yüzgöz olma­ması huzur ve selâmetin başlıca kaynağıdır.

***

Çocuklarınıza ellerinden geldiği kadar etraflarına iyilik yapmayı, şefkat ve muhabbet göstermeyi, hoş görmeyi ve affetmeyi, nankörlük etmemeyi akıllarından ve duygularından başkalarına pay çıkarmayı ve keseleriyle de iyilik et­meyi kendi yaşadığınız hayat yoluyla bizzat gösterip örnek olun. Kezâ, kendi çektiğiniz ıztırap ve acıları başkalarına çektirmemenin insanoğlunun varabilece­ği ulvî duraklardan biri olduğunu öğretin.

***

Kız olsun erkek olsun evlâdlarınıza evlerinizi sevdirin. Onları, kendi evlerinde meşgul edip eğlendirmek yoluna gidin. Bu, bir ciddî fedakârlığa mâl olsa dahi yapmak, hem analık-babalık hem de vatan ve îmân borcudur.

***

Çocuklara sofra âdabı hakkında bâzı öğüt­ler verilmesi îcap eder. Aile ile sofraya oturan çocu­ğun, yemeğin ortasında fırlayıp etrafta dönüp dolaş­ması hem ayıp hem de abestir. Onun için aile ile sof­raya oturan çocuk, gene büyüklerle beraber sofradan kalkacağını bilmelidir.

***

Annelerin, çocuklarına yalanın, üstlerine tatlı ve rengârenk maddeler sürülmüş bir acı şekere benzediğini, iç bulandırıcı ve bünyeyi ifsat edici olduğunu, hoş misal ve hikâyelerle îzah etmesi lâzımdır.

***

Dünyanın bir okul olduğunu ve hayatın sonuna kadar da imtihanın biri biterken ötekinin başladığını, onun için de, dâima uyanık ve kendi kendini hesaba çekenlerden olmanın, bahtiyarlığın ta kendisi olduğunu da gene siz gösterin.

 

(Bu derleme hazırlanırken Sâmiha Ayverdi’nin “Hâtıralarla Başbaşa” ve “Dünden Bugüne Ne Kalmıştır” adlı eserleri ile “Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları” başlıklı eserden yararlanılmıştır).

Görücü Usûlü

Doğrudur, ben bu devirde görücü usûlü ile evlendim…  Gel gör ki, benim görücüm vaktin sahibi idi. Gördü ama geleceği değil, geçmişimizi gördü. Hâl böyle olunca da bizim tez elden evlenmemiz ve Hak yolunda beraber yürümemiz nasip oldu.

 

Burada “tez elden” dememin sebebini şöyle açıklayayım: Hz. Muhammed, amcasının ellerinden bağlamış ve başlamış onu bir yolda sürüklemeye. Amcası söylendikçe, Hazret tebessüm ediyormuş: “Ah amcacığım, ben seni cehennemden alıp cennete götürmeye çalışıyorum, sen direniyorsun” demiş. İşte görücüye teslim olma kısmı var ki Allah hepimize nasip etsin inşaallah. Teslimiyet, bu yoldaki kestirmeler gibi geliyor bana. Teslim olduğun aşamada; sağa mı gitsem, sol daha mı kısa acaba gibi vesveselerden seni kurtarıp hemen bir sonraki durağa ulaştırıveriyor. Ama sana teslimiyeti verenin de o olduğunu unutmamak gerekiyor.

 

Daha bir yıl geçmedi ki, dünyaya bir evlât getirmek ve onu iman ile yetiştirmeye çalışmak durumu nasip oldu. Geldik mi bir sonraki durağa… Bu durak  benim için Truman Show filminden hiç farksız değildi. Kendimi bir anda, her sözümün, her hâlimin gözlendiği, kameraların beni hiç ama hiçbir ânımda yalnız bırakmadığı bir dünyada buldum. Evin-arabanın-sokağın her köşesine iki küçük göz yerleştirilmişti… Her hâlini, her duygunu gören, hisseden iki küçük göz. Her an kayıtta olması yetmiyormuş gibi kısa süre sonra küçücük bir kız çocuğu tarafından hareketlerimin tekrarını izliyordum. Bu sizi öyle bir noktaya getiriyor ki, o sultanların “iman ile – doğruluk ile yetiştirin onu” emri her an kulaklarınızda çınlıyor.

 

Sohbetlerde buyuruluyor ki, “Evlât, bir ilâhî emânettir. Yetişmesi, terbiyesi, ahlâkı, îmânı ve sıhhati için sen bir mürebbîsin. Analık babalık hakkı budur.” Hâl böyle olunca, o küçücük görünen büyük varlığa verdiğiniz en ufak sözün hiç zaman kaybetmeden yerine getirilmesi gerekiyor ki o da söz verdiğinde yerine getirilmesi gerektiğini öğrenebilsin. Onu dikkatle dinlemelisin ki, o da seni ve başkalarını dinlemeyi öğrenebilsin. Ona şefkatli olmalısın ki o da şefkatli olabilsin… Kısacası sen yapmalısın ki o da yapabilsin…

 

Biz bu yolda gece-gündüz düşe-kalka ilerlerken ikinci evlâdımız da dünyaya geldi ve bir sonraki durakta aldık soluğu. Bu arada bir sonraki duraktan kasıt, ilerleme, yol katetme mânâsında değil. İnşaallah O’na lâyık olma yolundayız ama bu yol zorlu, öyle kolayına geleni yapmakla teslim olmuş olmuyorsun!…

 

Neyse, hayattaki kameraların sayısı dört küçük göze çıkınca ben onun aslında iki ile, dört ile alâkası olmadığını, her yerde, her şeyde kamera olduğunu, her nefeste O’nu, mürşidimizi temsil ettiğimizi, her hatâda O’nun temiz sayfalarına kara lekeler oluşturduğumuzu yıllardır dinlememe rağmen ancak anlayabilmiştim… Bunu inşaallah her an hatırlar ve hiç unutmayız…

Semânur

Benim Ailem Bir Nar

Kalbim, neredesin? Medcezirler gibi atıyorsun.

Damarlarımda akıttığın kanın, ne kadar uyanık olduğundan emin değilim. Öldürüp diriltiveriyor ve ardından tekrar öldürüyorsun. Bu şekilde nasıl dâimî diri kalacağız?

Kanıma sesleniyorum. Vücudu yaşatıp gezgin hayatı sürdüren her bir kan pıhtısını, kalp ailesinin bireyleri olarak görebilir miyiz? Bugün çok soru soracağım. Çünkü içim, soruların kendisini cevaplarından daha çok merak ediyor.

Kampüse ulaşan tek sefer sıfatıyla seyir eden bir otobüsün ortasında, öğrenciler arasında ayakta bir öğrenci durur. Etrafına bir göz attığında içeride kendisi ile aynı sıfatı paylaşan bir sürü insan ile aynı havayı soluduğunu, aynı hisleri hissettiğini fark eder mi? Peki düşünmez mi, bu insanlarla aynı bütünün parçası olduğunu? Parça parça ayrılmış insan, kendi insanlığının farkına varsa ve o farklılıkların oluşturduğu bütüne inansa, onlarla ve kendisiyle bir olabilir mi?

Bir vesile ile kendinde bir olan, hayatında diğer kendi kendine yürüyenlerle de barışık olur. Dolayısiyle başkası ile karşılaştığında tebessüm edip selâm vermez mi? Verirse eğer o esnâda kendine gülümsemekte ve kendinden selâm almakta mıdır? Öyle mi, değil mi; onu da kendisi bilir.

Bu öğrenci kul, bir otobüs dolusu insan topluluğundan kendinden kendine yaşayan bir gezegen dolusu insanlar arasına karışacak oluversin. Kendisi otobüsten iner inmez ayakları toprak ile buluşur. Başının üstünde tuttuğuna tevazuundan ayak altındaymış gibi görünmek nasıl bir aşktır? Ayakları toprağı seyreden öğrenci, O’nu yerler ve gökler kadar sevememiş olduğu için utanmaz mı? Bunu işiten kulak, bir başkasını nasıl kendinden gayrı sayabilir? Nasıl öteki diye adlandırdığına hoşgörüsüz kalabilir?

Dağlar, okyanuslar ile çevrili ve seni alabildiğine kucaklayıp koruyan dünyanın üzerinde yaşayan onca insan seninle bir oluverse nasıl hissedersin? Genişleyen ufuk çizgisi var karşında. Sindire sindire bakmak gerek ona. Ne de olsa O seni en güzel, en derin bakışınla süzüyor. Kendinden sana bakıyor. Sen de öyle bakabilir misin?

Sevgi dolu bakışların kendine döndüğünü hissedebilir misin? Bir koku alıyor musun? Sevgi, sadakat, şefkat, hoşgörü, af kokuları ve daha nicesi süslüyor âlemi. Öyle bir âlem ki orası, mânâ dolu kocaman bir aile sanki.

Sen de bu aileyi nara benzettin mi? Narın kendisi, her bir nar tanesini kucaklamış. İçeridekilerin her birini en güzel meyvesiymiş gibi yetiştiren ve büyüdüklerinde, yani olduklarında kendisi gibi olmasına imkân veriyor. Bu imkân dahilinde nar olmak, bir araya gelmek midir? Etrafınla olabildiğince yakın olmayı istemek midir ki daha fazla nar tanesi içeride, bütünde olsun? Sen yakınlaştıkça sevgiyi hissedersin. O da sana yakınlaşır. Herkes birbirine bir olana dek böylece çekilmekte midir?

Sevene ve sevilene selâm olsun. Varlığınla tüm evrene heyecan veriyorsun. Sana dönüyoruz diye ölümü sevdiriyorsun. Seyrettikçe aşkı taşırıyor, sözlerin perdesini kaldırıveriyorsun. Zevkle şâhit oluyorsun ya her ana… İnsan da biraz tefekkür edince yaşadığın zevke şâhit olabilir mi? Bu zevkten zevklenmek mümkün müdür?

Nar tanesinden nara varacak yolculuğumda herkes ile birlikte olmaya gönüllüyüm. Senin zevkine kavuşurcasına daha nice sorularla birliğimize ve beraberliğimize yürüyelim inşaallah.

 

Aile Olmak

Deli kızıla çalan bir sonbahar günüymüş,

Yapraklar aşk ateşiyle renk değiştirmiş, her biri bir başlarına zikrediyorlarmış,

Rab, güneş ile beraber pencerelerden içeri doğmuş, var gücü ile odayı ısıtmaktaymış,

Sıcak, Eylül ayı için bir hayli sıcakmış.

Güllerin olmadığı o meşhur sokakta, balkonlar hep gül kokmaktaymış.

Yanına bir sinek kuşu ilişmiş kadının, yeşil mi yeşil tüyleri,

Gözlerinde gizli binbir mânâ,

Çiçeklerden bal toplamış âheste âheste, sanki o da aşk içinde zikretmekteymiş.

 

“Tut elimden, beraber yürüyelim bu yolu” demiş adam bir anda,

“Ben Allah yolundayım, sana gelemem” demiş kadın.

“Ben sana benim yolumdan yürü” demiyorum demiş adam bu sefer,

“Sen kendi yolundan, ben kendi yolumdan, yanyana, elele, vuslata doğru”.

 

Gel zaman, git zaman, bir bakmışlar bir sabah her yer bembeyaz,

“Karım” demiş adam, “Üzerime kar yağanım, eksiğimi kapatanım, gizli sığınağım”,

Ve “Efendim” demiş kadın, “Öğretmenim, öğretenim, bana ayna olanım.”

Bakışmışlar uzun süre…

Birbirlerine emânet edildiklerini idrak ederek bakışmışlar,

Aşk’ı görerek birbirlerinin gözünden bakışmışlar,

Aşk’ı özleyerek bakışmışlar,

Bir damla gözyaşı süzülmüş gözlerinden karşılıklı,

Üzerlerine yağmur yağmış âdetâ, sırılsıklam olmuşlar evin kuraklığında.

 

Bir kadın ve bir adam elele tutuşmuşlar,

Kendilerinden memnun, kendilerine bahşedileden râzı ve birbirilerine karşı sabırlı,

Yaratan’a yönelmişler yanyana,

Aile olmuş,

Bir hâl olmuşlar,

Aşk ile kavrulmuşlar,

Kendi seyri sülûklerında…

Huzur Yolu

Tasavvuf, bize dinin nasıl yaşanacağını anlatır. Aile içinde, başkalarıyla olan ilişkilerimizde, iş hayatımızda, kısacası hayatın her alanında bize nasıl daha doğru yaşayabileceğimizi İslâmî çerçeve içinde sunar. İslâm güzel ahlâktır ve güzel ahlâkı hayatımızın her alanına nüfuz ettirdiğimiz ölçüde huzurlu oluruz ve huzur veririz.

Âcizane düşünceme göre, insanın için en önemli şey huzurdur. Huzur, Allah’ın huzurunda olmaktır der, büyüklerimiz. Ne para ne büyük evler aslında huzur vermez. İnsanın içinde huzur varsa evinde bereket ve mutluluk hiç azalmaz. Farz-ı misal, bir kişinin yaşamındaki herşey aynı kalsın; işi, arkadaşları ve ailesi… Ne zaman o kişinin huzurunu alırsanız, hemen karanlıklara düşer. İnsanın huzuru kalmazsa, depresyon kara bir bulut gibi çöker üstüne. Ne kıymetini bilir elindekilerin, ne de mutlu olur ufak şeylerden; hattâ bu öyle bir hastalıktır ki, büyük şeylerden bile mutlu olmaz. Sanki içi kurumuştur. Ruhuyla  bağlantısı kesilmiş, susuz bir toprak gibi çatlamıştır içi. İşte insana bu huzuru verecek tek şey mâneviyattır.

Biz kuluz ve hayatın içinde savrulurken ihtiyacımız olan şey, bir yoldan gitmek gibi geliyor bana. Kimisi İsevîlik yolundan, kimisi Mûsevîlik, kimisi de İslâm’ın yolunu tutar. Sonuçta her yer Kâbe’ye çıkacaktır. Ama en zoru, maddî yoldan yürüyenler içindir âcizane görşüme göre…  Balçık çamurlu yollardır; yılanlar ve çıyanlar vardır oralarda. İşte o yolda yürüyen insan için aydınlık az, karanlık çoktur. Bitmek tükenmez bir kara soğuk vardır.

Aslında mutlu olmak zor değil ama maddî yoldan gidenler için mutlu olmak sadece kısa anlarla kısıtlı. Belki de insan huzursuz olduğu için mutluluk kısacık anlara sığıyordur. Biz hep büyük şeyler olunca mutlu olacağız zannediyoruz. Çocukları olan bilirler; çocuğun istediği bir oyuncağı alınca en fazla iki saat sonra sıkılıp bir kenara fırlatıyor. Aslında biz de çok istediğimiz bir şeyi aldıktan kısa bir süre sonra dolabın bir yerine koyup unutuyoruz. Oysa biz de aynı çocuklar gibi çok istemişizdir o eşyayı, ama hevesimiz hemen geçiyor. Maddî şeylerin kısacık ömrü var sanki. Karanlığımızda çakan bir şimşek kadar kısa. Sonra gene içimizdeki kuruluğa ve yalnızlığa geri dönüveriyoruz.

Tasavvuf sözle anlatılarak yaşanacak bir hayat tarzı değildir. Çünkü hayatın her alanına girip kuru toprağımızı yeşerten bir vitamin gibi içimize nüfuz etmeli ve bizim hakikatimizi ortaya çıkartmalıdır.   Bu yolu önceden geçmiş, bize ışık tutan kâmil insanlar da İslâmiyet’in özü olan güzel ahlâk ve Allah’la beraber olma sanatını öğretir bize. Bizi Allah’la tanıştırır, sonra Allah’a yaklaştırır ve bize yalnız olmadığımızı, yaradanımızın küçücük bir zerresi olduğumuzu öğretir. Bize de öğrendiklerimizi, mürşidimizden gördüklerimizi hâl etmek düşer. Allah öğrendiklerimizi hâl etmeyi ve örnek olabilmeyi nasip etsin inşaallah. Yolundan, yanından, huzurundan ayırmasın inşaallah.

Âmin!

Yaşat ki Yaşasın

“(Ve o kullar): Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla

ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl! derler.  (Furkan, 74)

Son zamanlarda ismini modernleşme koyduğumuz iblis, sağdan soldan her bireyi kuşatmaya başlar oldu. Pompalanan hayat standardı içinde serbest bireyler, sorumluluklardan çok, kişinin bireysel mutluluğunu ön plana alan bencillik projesi, kapitale bakarak çocuk yapsak mı yapmasak mı kandırmacaları, kadın-erkek eşitliği komedisi, göze çarpanlardan. Hepsi aslında basit bireysel problemler gibi görülse de dinimizin kutsal saydığı aile kurumunu hedef almakta, bilmem farkında mıyız?

Önce büyük konaklarımızdan aldılar, kalbi gibi kendisi de küçük 100 metrekarelik kümeslere tıktılar. İki nesil üstümüzle beraber yaşayıp “çaktırmadan” edep öğrendiğimiz, büyüğümüz geldiğinde ayağa kalkmayı borç değil, onur bildiğimiz evlerimizden kopardılar. Külden cüz’e ayırdılar. Şimdi de cüz’ün cüz’üne ayırmaya çalışıyorlar. Odalar küçüldükçe insanların çoğu da küçüldü. Selâm bile zaman kaybı olarak görüldü. Masadan aile reisi kalkmadan kalkılmazken, ayakta su içmek bile sünnete aykırıyken bunlar unutuldu, aile bir masada bile toplanamaz hale geldi. Çünkü kapital, senin oturup soluklanmanı istemiyor. Edebini, kadim medeniyetini unutmanı, kendisinin bize biçtiği hayatı yaşamamızı istiyor. Biz öyle yaşayacağız ki o da yaşayacak.

İnsan küçüldükçe, kapital büyüyor. Ümmet küçüldü, aile küçüldü, bireyler küçüldü. Hepsi birbiriyle iç içe ve beraber nefes alırken aralarındaki bağlar kopartılmaya uğraşıldı, kopartıldı. Etkin medya kanallarındaki dizi ve filmlerine bakın. Aile bağlarına, aile edebine dair olgu var mı? Ne varsa gayrimeşrû. Hiç babasıyla beraber cemaat olmuş namaz kılan bir aile görüyor musunuz? Mâlûm içecek firmasının Ramazan reklâmlarında kullanmaktan çekindiği ezân-ı Muhammedî ile oruç açan bir Türk ailesi izlediniz mi hiç filmlerimizde? Evlenip helâl bir yuva kurmak “banal”, tek gecelik ilişkiler, “beraber” yaşamalar daha “mantıklı” görüldü. Anlayacağın okuyucu, aile diye bir şeyi kurabildiysen, en azından şu devirde bunu yaşıyorsan Allah’ına hamd et.

Böyle bir devirde nasıl “Müslümanca” yaşayacağız, aile kuracağız diye sorarsak, çâresiz değiliz çok şükür. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) eşsiz hayatından ne kapsak fayda! Allah’ın da buyurduğu gibi Allah’ın resûlünde bizim için pek çok güzel örnek vardır.

“Ey Ali, kızımı sana câriye olarak veriyorum, ama unutma sen de onun kölesisin.”

Şimdilerde tutturmuşlar, kadınlar erkekler eşittir lâkırdısı gidiyor. Ne eşitliği efendim; köle efendisiyle eşit olabilir mi? Senin baktığın dar pencereden bakacak olsam, biz erkekler sizlerin köleleriyiz. Siz sadece bize kadınlığınızla sorumluyken, başka bir sorumluluk yüklenmezken, zavallı erkekler sizlerin köleleri. Mutlu oldunuz mu sayın hümanist, feminist dostlar? Şıracı ve bozacılar. İslâm varken hümanizm, feminizm de neymiş, ondan da ayrı bir mevzu çıkar şüphesiz. Sırf bu hadisi öğrenen, hayatında uygulamaya çalışan aileler mutsuz olabilir mi? Kadın eziklik hisseder mi veya erkek hanımına yüksekten bakabilir mi? Zevcin zevcesine ve zevcenin zevcine yükümlülüğü işte ancak bu kadardır. Bunun üstüne yüklediğimiz bizim egomuz ve nefsimiz. Masa toplayıp kaldırmayı kendine yediremiyorsan, bunun Peygamber sünneti olduğunu hatırlarsak belki o pis egomuzu yener de uygularız belki en güzel cinsim!

“Müminlerin imanca en mükemmeli, ahlâkça en güzel olanı, aile fertlerine yumuşak davranandır.”

Her şeyin başı edep ya, hani işte o edebin ucundan azıcık nasiplensek bile faydalarını hayatımızın her alanında görüyoruz, çok şükür. İş hayatında, bir yere girerken çıkarken, evimizde, sokağımızda, yolda yürürken, insanlarla konuşurken vs… O edebin bir kuplesi de aile bireylerini aslında Allah’ın birer emâneti olarak görmek ve bu minvalde onlara muâmele etmek değil mi? Allah kendisi buyurmamış mı “Onlar emânetlerini gözetirler” diye? Biz eşlerimize ve çocuklarımıza böyle yaklaşırsak ve onlardan da aynı bu şekilde karşılık görürsek mutsuz bir aile olmamız mümkün olabilir mi? Kısacası Allah’ın herhangi bir emrine itaat edenin, bu doğrultuda hareket edenin mutsuz olması mümkün olabilir mi?

Sorumluluk çok büyük. Nedensiz yaratılmadık. Çocuklarımıza iyi birer baba ve anne olmak demek, onların da kendi çocuklarına iyi anneler veya babalar olmaları demek. Müslüman bir aile olmak demek, mahallemize örnek olmak demek, mahallenin Müslüman ailelerinin sayısının artması demek. Haneler aile olursa, hanelerden sokaklar, sokaklardan mahalleler, mahallelerden beldeler, beldelerden de belki ümmet… İşte o ümmet, senin ağzına bakıyor. Sen düzgün olacaksın ki o da düzelecek… Sen iyi bir aile kuracaksın, sünnete göre yaşayacaksın ki o ümmet de yaşayacak. Ne demiş büyük Şeyh?: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Sen kendini “yaşat”, öyle bir yaşat ki ailen yaşasın. Ailen yaşarsa, ümmet de yaşayacak. İnşaallah!

Selâm ve duâ ile…

İstanbul Günleri-2: Beyazıt ve Halk-ı Cedid

Geçen ay “Şehzadebaşı ve Mâzi Tahassürü” ile başladığımız yazı dizimize bu ay da İstanbul’un başka bir semti Beyazıt ile devam ediyoruz. Eğer geçen ay tanışmadıysak hemen takdimi tekrarlayayım. Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un semtlerini geziyoruz. Arzum, Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak, sizi biraz gezdirmek ve biraz düşündürmek.

O’nun fikir kuşu bize yol göstersin, olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

***

“İstanbul Geceleri” kitabının sırasını izleyerek bu ay Beyazıt’tayız. Toplu taşıma araçlarını kullanıyor ve navigasyonsuz, sora sora ulaşmaya çalıştığımız Beyazıt’ta ilk hedefimiz Beyazıt’ın gün görmüş ihtiyar çınarını bulmak. Sâmiha Anne bize Beyazıt’ı sanki bu çınardan dinlemiş de anlatmış kitabında. Biz de soralım çınara da öğrenelim.

Metro çıkışından sonra az bir yürüyüşle Beyazıt Meydanı olması gereken inşaat alanına çıktık. Çevrede binalar barikat gibi pervazlarla çevrilmiş. İstanbul Üniversitesi’nin heybetli kapısı ucundan tanınıyor. İşte Beyazıt Câmii… Evet, doğru geldim. Burası Beyazıt Meydanı. Sizin de İstanbul’da kendinizi büyük bir şantiye alanındaymış gibi hissettiğiniz oluyor mu bazen? Adı kentsel dönüşüm olsun, restorasyon çalışması olsun, ne çok inşaatla karşılaşıyoruz. Geçen ayki gezimizde Şehzadebaşı Külliyesi restorasyondaydı. Şimdi de Beyazıt Câmii ve Medresesi restorasyonda; hakkıyla gezemeyeceğiz galiba bu yerleri.

Olsun, işte oradalar! Sâmiha Anne’nin kitabını yazmasından neredeyse 60 yıl sonra Beyazıt’ın sâdık nöbetçi çınarları, asırlardır olduğu gibi vazife aldığı noktada bizi bekliyorlar. İki tanesi câminin dibinde, karşıdaki diğer üç tanesi çay bahçesinde. Her birini dikkatlice süzüyorum. “Sâmiha Ayverdi’nin söz ettiği uzun ve kısa dalının âhenksizliğinden doğmuş âhengi ile bize usulsüzlük içinde usulden dünyada örnek olan hanginizsiniz?” diyesim geliyor, zira çıkaramadım. Tek tek gövdelerinden çıkan ağaçların yüksekteki dalları sanki birbirini kuçaklayan kollar gibi dolanmış, gökyüzünü kaplamış, tam bir âhenk, bir birlik, benim gördüğüm… Derler mi “Artık bu zamanda âhenksizlik içinde âhenk gören göz mü kaldı? Biz de zamanla yenilendik, birlik türküsünü âşikâr etmek için âhenk tuttuk, kol kola verdik.” Öyle olsun bakalım, o halde biriniz değil, topunuz rehberimiz olun, anlatın bize Beyazıt’ı.

İlk olarak Sahaflar Çarşısına girelim mi? Eksiden Hakkâklar Çarşısı’ymış burası. Hakkâk, maden, taş, tahta üzerine şekiller özellikle mühür kazıyan sanatkârmış. Zamanında okuma-yazma bilen-bilmeyen herkesin bir mühürü varmış. Şimdiki zamanın imzası gibi. Düzenli, âdil esnaf loncalarının gözetiminde ahlâklı namzetler belirlenir, ustalar bunları çırak olarak yetiştirir, çıraklar ustalarının izni ile tezgâh sahibi olabilirmiş. Sâmiha Anne’nin dediği üzere o zamanlar “para ve hırs, sanat ve meslek haysiyetinin kalesine gedik açmamış…“

Zamanla sahaflar, bu çarşıda hakkâkların yerini almış ve çarşı günümüze kadar gelmiş. Eski kitapçı olarak bildiğimiz sahaf, aslında yazma ve basma eserler alıp satan kitapçı demekmiş, ama şimdiki çarşıda neredeyse hiç sahaf yok gibi. Daha çok test kitapları veya herhangi bir kitapçıda bulacağınız pek çok yeni kitap var burada. Yine de şansımı deneyeyim dedim. Sâmiha Anne’nin 1970’lerden beri basılmayan bir kitabını sordum. “Semiha” Ayverdi’nin o kitabı yokmuş, başka kitapları varmış. “Sâmiha” Ayverdi’nin hangi kitapları var diye sorunca kitapçı beni ikinci kere düzeltti: “Semiha” Ayverdi’nin falanca kitabı var, dedi. Güldüm. Öğrendiğime göre Sâmiha Anne isminin Semiha Cemal ile karıştırılmasından çok hoşlanırmış; eminim bu kısa konuşmayı duysaydı hoşnut olurdu.

Beyazıt ve Vezneciler, bir zamanlar kâğıtçı ve mürekkepçi dükkânları ile doluymuş. Buraların kâğıdına buranın mürekkebi ile ne fermanlar, ne hatt-ı hümâyunlar, ne fetvâlar yazılmış. Sahaflar Çarşısı’nda hat malzemeleri satan bir dükkâna giriyorum. Hat sanatı son yıllarda tekrar ilgi görmeye başlamış, tarihî sanatlarımıza tekrar sahip çıkmamız ne güzel.

Dükkândaki satıcıyla muhabbet ediyoruz. Bana kamış kalemleri, kamış kalemlerin açılışını, üzerinde kesildiği kemik, boynuz, fildişinden yapılan maktâları anlatıyor. Mürekkepler ve kâğıtların yapılışı da başlı başına hikâye. Hind âbâdisi, Buhara, Alikurna, Hataî, kâğıt çeşitleri. Onların boyanması, bir yanlışlık olduğunda silinip düzeltilmesi için nişasta veya yumurta ile aharlama… Aharlanan kâğıdı bir nevi ütüleme olan mühreleme… Her adımı başka emek, başka sanat; durun, daha mürekkep kâğıda değmedi bile…

Sâmiha Anne’nin “İbrahim Efendi Konağı” kitabında anlattığı komşulardan Hattat Aziz Efendi’yi anmak geçti içimden. Pembe bir odada görmüştüm onun fotoğrafını ve birkaç eserini… Ekrem Hakkı Ayverdi’nin kamış kalem ve makta koleksiyonu da sergileniyordu aynı salonda. Öğrenecek ve anlatacak ne çok şey var bu hat sanatı hakkında, ama ikindi okundu, hadi Beyazıt Câmii’ne…

***

Bizans devrinin en büyük meydanında II. Beyazıt tarafından 1505’de yaptırılan külliye, câmi, türbe, aşhane, mektep, medrese, hamam ve kervansaraydan oluşmaktaymış. Câmi de diğer binalar gibi restorasyonda olduğundan sadece küçük bir kısmında namaz kılmamız mümkün oldu. Restorasyondan sonra uğrayıp câmii biraz daha fazla görmeyi umuyorum.

Beyazıt Câmii avlusuna çıktık, “İbrahim Efendi Konağı”nda ve “İstanbul Geceleri” kitabında detayları ile anlatılan bu avluda kurulan Ramazan sergilerinden nasıl söz etmeden geçebiliriz? Sâmiha Anne ne güzel anlatmış sergide gördüklerini: “Her biri şeker dizisi gibi sıra sıra, renk renk tesbihler… Fildişi, nâka, kuka, öd ağacı, gergedan boynuzu, mercan, bağa, narçin, sandal, gül, abanoz, amber, necef, şahimaksud, akik, kantaşı, sarı kehrubar, limonî kehrubar, ateşi sıkma kehrübar, Erzurum kehrübarı, kedigözü, yüzsürü, yıldıztaşı, yeşimtaşı tesbihler ve bunları satan ciddi, dürüst ve ağırbaşlı efendi adamlar…”

Bugün de tesbih satıcıları ağaçların altına kurdukları tezgâhlarında sıra sıra mallarını sergiliyorlar. Satıcılara durmadan tesbihlerin nelerden yapılmış olduğunu soruyorum. Sabırla anlatıyorlar kuka, fildişi, deve kemiği, zeytin ağacı…Hattâ ateşi kehrübarın siyah olduğuna bakıp ukalâlık bile ediyorum: “Neresi ateş bunun?” diye. Sallayınca kırmızımsı yansımaları şaşkınlıkla görüyorum. Bir kez daha her şeyin ve herkesin sandığımız gibi olmadığını hatırladım, sanki Mesih Paşa İmamı hikâyesindeki Tahir yanımdan gülümseyerek geçti. Sonunda tesbih satıcısından en küçüğünden bir kuka ve bir de venge ağacı tesbih aldım. Aklım da kehrubarlarda kaldı.

Sâmiha Ayverdi’nin Beyazıt Câmii avlusu Ramazan sergilerinden aktardığı bir anısı da,  çocukların gönlünü çelen rengârenk sorguçlu hacıyatmazlar… Bunlar her çocuğu çağırdığı gibi ona da her geçişinde göz kırparlarmış, evde birkaç tane olmasına karşın her seferinde yeni bir tane ile daha ödüllendirilsin istermiş. Sâmiha Anne bu hacıyatmazlardan söz ederken bize Bilâl’in hikâyesini de hatırlatmış “İki Âşinâ” kitabında.

Peygamber zamanında, Bilâl-i Habeşî, Ümeyye bin Halef’in esiri idi. Çok merhametsiz bir efendi olan İbnü’l Halef, esiri olan Bilâl’e son derce eziyet eder ve döverdi. Bu adamın öfkesinin esas sebebi Bilâl’in kendisi gibi müşrik olmayıp İslâmı kabul etmiş bulunması idi ki, Bilâl yerde dayak yerken bile yılmadan başını kaldırır ve her sopadan sonra “Allahü ahad”  (Allah birdir) diye bağırarak efendisinin öfkesini arttırırdı. Bir gün dövülmesine şâhit olan Hz. Ebu Bekir, Bilâl’i sahibinden satın aldı ve azat etti.

***

Söyleyin Beyazıt’ın görmüş geçirmiş çınarları, gezimizi sonlandırmadan önce var mı bize başka anlatacaklarınız? Varsa nedir?

Yeryüzü devamlı bir değişme, dağılıp toparlanma oyunu mu oynamakta diyorsunuz? Ölmek, dirilmek, eskimek, yenilenmek, kıyametin bir türlüsü mü? Siz de eskidiniz ama tekrar yeşerdiniz, yenilendiniz, değil mi? Sâmiha Anne’nin dediği gibi “…gözleri gönüllerine açık olanlar, halk-ı cedid’i (yeniden doğuş, diriliş) her an görür ve yaratılış aleminin her lâhza bir başka libasa bürünüp bir gunâ boy gösterişini seyrederler.”

“Biz bir tarih, bir an’ane, bir görüş, bir nizam, bir üslûp, bir medeniyet kaybettik. Amma dirilişe inanıyoruz” diyor Sâmiha Ayverdi. Acaba milletimiz için Halk-ı cedid” nüktesinin ayan olması tahminimizden yakın mı? Son on beş yılda katlanan millî gelirimiz, yeniden kıymet bulan tarihî sanatlarımız, sizin benim gibilerin eski semtleri hatırlamakla tarihimizi tekrar öğrenmeye talip olması… Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi gibi pek çok üniversitede devlet desteği ile inovasyon, ekonomik ferahı sürdürecek yeni fikirler geliştirme imkânları… Televizyondan veya internetten heyecanla takip ettiğimiz, bebe uyutmak için değil, adam uyandırmak için diriliş masalları…

Yeni bir yıla başlarken “Halk-ı cedid” bize müjdeleniyorsa fert olarak bu yolda gayret kemerini nasıl kuşanırız, üzerimize düşeni nasıl yaparız diyebilirsiniz. Gelin, Sâmiha Anne’nin sözlerine kulak verelim:

“Kendimize kendimizde mahfuz (saklı) olan hayat ve beka iksirine yeni baştan dudak değdirelim. Tâ ki yokluğun bağrından varlık başkaldırsın ve gebe olan zaman, hâmil olduğu halk-ı cedid’i bir kere daha doğurup beşiğinde sallasın… “

 

Not: “Halk-ı Cedid”le ilgili düşüncelerinizi, Beyazıt anı veya fotoğraflarınızı paylaşmak isterseniz: elifkdinler@gmail.com veya Instagram elifkdinler