İstanbul Günleri-2: Beyazıt ve Halk-ı Cedid

Geçen ay “Şehzadebaşı ve Mâzi Tahassürü” ile başladığımız yazı dizimize bu ay da İstanbul’un başka bir semti Beyazıt ile devam ediyoruz. Eğer geçen ay tanışmadıysak hemen takdimi tekrarlayayım. Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un semtlerini geziyoruz. Arzum, Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak, sizi biraz gezdirmek ve biraz düşündürmek.

O’nun fikir kuşu bize yol göstersin, olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

***

“İstanbul Geceleri” kitabının sırasını izleyerek bu ay Beyazıt’tayız. Toplu taşıma araçlarını kullanıyor ve navigasyonsuz, sora sora ulaşmaya çalıştığımız Beyazıt’ta ilk hedefimiz Beyazıt’ın gün görmüş ihtiyar çınarını bulmak. Sâmiha Anne bize Beyazıt’ı sanki bu çınardan dinlemiş de anlatmış kitabında. Biz de soralım çınara da öğrenelim.

Metro çıkışından sonra az bir yürüyüşle Beyazıt Meydanı olması gereken inşaat alanına çıktık. Çevrede binalar barikat gibi pervazlarla çevrilmiş. İstanbul Üniversitesi’nin heybetli kapısı ucundan tanınıyor. İşte Beyazıt Câmii… Evet, doğru geldim. Burası Beyazıt Meydanı. Sizin de İstanbul’da kendinizi büyük bir şantiye alanındaymış gibi hissettiğiniz oluyor mu bazen? Adı kentsel dönüşüm olsun, restorasyon çalışması olsun, ne çok inşaatla karşılaşıyoruz. Geçen ayki gezimizde Şehzadebaşı Külliyesi restorasyondaydı. Şimdi de Beyazıt Câmii ve Medresesi restorasyonda; hakkıyla gezemeyeceğiz galiba bu yerleri.

Olsun, işte oradalar! Sâmiha Anne’nin kitabını yazmasından neredeyse 60 yıl sonra Beyazıt’ın sâdık nöbetçi çınarları, asırlardır olduğu gibi vazife aldığı noktada bizi bekliyorlar. İki tanesi câminin dibinde, karşıdaki diğer üç tanesi çay bahçesinde. Her birini dikkatlice süzüyorum. “Sâmiha Ayverdi’nin söz ettiği uzun ve kısa dalının âhenksizliğinden doğmuş âhengi ile bize usulsüzlük içinde usulden dünyada örnek olan hanginizsiniz?” diyesim geliyor, zira çıkaramadım. Tek tek gövdelerinden çıkan ağaçların yüksekteki dalları sanki birbirini kuçaklayan kollar gibi dolanmış, gökyüzünü kaplamış, tam bir âhenk, bir birlik, benim gördüğüm… Derler mi “Artık bu zamanda âhenksizlik içinde âhenk gören göz mü kaldı? Biz de zamanla yenilendik, birlik türküsünü âşikâr etmek için âhenk tuttuk, kol kola verdik.” Öyle olsun bakalım, o halde biriniz değil, topunuz rehberimiz olun, anlatın bize Beyazıt’ı.

İlk olarak Sahaflar Çarşısına girelim mi? Eksiden Hakkâklar Çarşısı’ymış burası. Hakkâk, maden, taş, tahta üzerine şekiller özellikle mühür kazıyan sanatkârmış. Zamanında okuma-yazma bilen-bilmeyen herkesin bir mühürü varmış. Şimdiki zamanın imzası gibi. Düzenli, âdil esnaf loncalarının gözetiminde ahlâklı namzetler belirlenir, ustalar bunları çırak olarak yetiştirir, çıraklar ustalarının izni ile tezgâh sahibi olabilirmiş. Sâmiha Anne’nin dediği üzere o zamanlar “para ve hırs, sanat ve meslek haysiyetinin kalesine gedik açmamış…“

Zamanla sahaflar, bu çarşıda hakkâkların yerini almış ve çarşı günümüze kadar gelmiş. Eski kitapçı olarak bildiğimiz sahaf, aslında yazma ve basma eserler alıp satan kitapçı demekmiş, ama şimdiki çarşıda neredeyse hiç sahaf yok gibi. Daha çok test kitapları veya herhangi bir kitapçıda bulacağınız pek çok yeni kitap var burada. Yine de şansımı deneyeyim dedim. Sâmiha Anne’nin 1970’lerden beri basılmayan bir kitabını sordum. “Semiha” Ayverdi’nin o kitabı yokmuş, başka kitapları varmış. “Sâmiha” Ayverdi’nin hangi kitapları var diye sorunca kitapçı beni ikinci kere düzeltti: “Semiha” Ayverdi’nin falanca kitabı var, dedi. Güldüm. Öğrendiğime göre Sâmiha Anne isminin Semiha Cemal ile karıştırılmasından çok hoşlanırmış; eminim bu kısa konuşmayı duysaydı hoşnut olurdu.

Beyazıt ve Vezneciler, bir zamanlar kâğıtçı ve mürekkepçi dükkânları ile doluymuş. Buraların kâğıdına buranın mürekkebi ile ne fermanlar, ne hatt-ı hümâyunlar, ne fetvâlar yazılmış. Sahaflar Çarşısı’nda hat malzemeleri satan bir dükkâna giriyorum. Hat sanatı son yıllarda tekrar ilgi görmeye başlamış, tarihî sanatlarımıza tekrar sahip çıkmamız ne güzel.

Dükkândaki satıcıyla muhabbet ediyoruz. Bana kamış kalemleri, kamış kalemlerin açılışını, üzerinde kesildiği kemik, boynuz, fildişinden yapılan maktâları anlatıyor. Mürekkepler ve kâğıtların yapılışı da başlı başına hikâye. Hind âbâdisi, Buhara, Alikurna, Hataî, kâğıt çeşitleri. Onların boyanması, bir yanlışlık olduğunda silinip düzeltilmesi için nişasta veya yumurta ile aharlama… Aharlanan kâğıdı bir nevi ütüleme olan mühreleme… Her adımı başka emek, başka sanat; durun, daha mürekkep kâğıda değmedi bile…

Sâmiha Anne’nin “İbrahim Efendi Konağı” kitabında anlattığı komşulardan Hattat Aziz Efendi’yi anmak geçti içimden. Pembe bir odada görmüştüm onun fotoğrafını ve birkaç eserini… Ekrem Hakkı Ayverdi’nin kamış kalem ve makta koleksiyonu da sergileniyordu aynı salonda. Öğrenecek ve anlatacak ne çok şey var bu hat sanatı hakkında, ama ikindi okundu, hadi Beyazıt Câmii’ne…

***

Bizans devrinin en büyük meydanında II. Beyazıt tarafından 1505’de yaptırılan külliye, câmi, türbe, aşhane, mektep, medrese, hamam ve kervansaraydan oluşmaktaymış. Câmi de diğer binalar gibi restorasyonda olduğundan sadece küçük bir kısmında namaz kılmamız mümkün oldu. Restorasyondan sonra uğrayıp câmii biraz daha fazla görmeyi umuyorum.

Beyazıt Câmii avlusuna çıktık, “İbrahim Efendi Konağı”nda ve “İstanbul Geceleri” kitabında detayları ile anlatılan bu avluda kurulan Ramazan sergilerinden nasıl söz etmeden geçebiliriz? Sâmiha Anne ne güzel anlatmış sergide gördüklerini: “Her biri şeker dizisi gibi sıra sıra, renk renk tesbihler… Fildişi, nâka, kuka, öd ağacı, gergedan boynuzu, mercan, bağa, narçin, sandal, gül, abanoz, amber, necef, şahimaksud, akik, kantaşı, sarı kehrubar, limonî kehrubar, ateşi sıkma kehrübar, Erzurum kehrübarı, kedigözü, yüzsürü, yıldıztaşı, yeşimtaşı tesbihler ve bunları satan ciddi, dürüst ve ağırbaşlı efendi adamlar…”

Bugün de tesbih satıcıları ağaçların altına kurdukları tezgâhlarında sıra sıra mallarını sergiliyorlar. Satıcılara durmadan tesbihlerin nelerden yapılmış olduğunu soruyorum. Sabırla anlatıyorlar kuka, fildişi, deve kemiği, zeytin ağacı…Hattâ ateşi kehrübarın siyah olduğuna bakıp ukalâlık bile ediyorum: “Neresi ateş bunun?” diye. Sallayınca kırmızımsı yansımaları şaşkınlıkla görüyorum. Bir kez daha her şeyin ve herkesin sandığımız gibi olmadığını hatırladım, sanki Mesih Paşa İmamı hikâyesindeki Tahir yanımdan gülümseyerek geçti. Sonunda tesbih satıcısından en küçüğünden bir kuka ve bir de venge ağacı tesbih aldım. Aklım da kehrubarlarda kaldı.

Sâmiha Ayverdi’nin Beyazıt Câmii avlusu Ramazan sergilerinden aktardığı bir anısı da,  çocukların gönlünü çelen rengârenk sorguçlu hacıyatmazlar… Bunlar her çocuğu çağırdığı gibi ona da her geçişinde göz kırparlarmış, evde birkaç tane olmasına karşın her seferinde yeni bir tane ile daha ödüllendirilsin istermiş. Sâmiha Anne bu hacıyatmazlardan söz ederken bize Bilâl’in hikâyesini de hatırlatmış “İki Âşinâ” kitabında.

Peygamber zamanında, Bilâl-i Habeşî, Ümeyye bin Halef’in esiri idi. Çok merhametsiz bir efendi olan İbnü’l Halef, esiri olan Bilâl’e son derce eziyet eder ve döverdi. Bu adamın öfkesinin esas sebebi Bilâl’in kendisi gibi müşrik olmayıp İslâmı kabul etmiş bulunması idi ki, Bilâl yerde dayak yerken bile yılmadan başını kaldırır ve her sopadan sonra “Allahü ahad”  (Allah birdir) diye bağırarak efendisinin öfkesini arttırırdı. Bir gün dövülmesine şâhit olan Hz. Ebu Bekir, Bilâl’i sahibinden satın aldı ve azat etti.

***

Söyleyin Beyazıt’ın görmüş geçirmiş çınarları, gezimizi sonlandırmadan önce var mı bize başka anlatacaklarınız? Varsa nedir?

Yeryüzü devamlı bir değişme, dağılıp toparlanma oyunu mu oynamakta diyorsunuz? Ölmek, dirilmek, eskimek, yenilenmek, kıyametin bir türlüsü mü? Siz de eskidiniz ama tekrar yeşerdiniz, yenilendiniz, değil mi? Sâmiha Anne’nin dediği gibi “…gözleri gönüllerine açık olanlar, halk-ı cedid’i (yeniden doğuş, diriliş) her an görür ve yaratılış aleminin her lâhza bir başka libasa bürünüp bir gunâ boy gösterişini seyrederler.”

“Biz bir tarih, bir an’ane, bir görüş, bir nizam, bir üslûp, bir medeniyet kaybettik. Amma dirilişe inanıyoruz” diyor Sâmiha Ayverdi. Acaba milletimiz için Halk-ı cedid” nüktesinin ayan olması tahminimizden yakın mı? Son on beş yılda katlanan millî gelirimiz, yeniden kıymet bulan tarihî sanatlarımız, sizin benim gibilerin eski semtleri hatırlamakla tarihimizi tekrar öğrenmeye talip olması… Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi gibi pek çok üniversitede devlet desteği ile inovasyon, ekonomik ferahı sürdürecek yeni fikirler geliştirme imkânları… Televizyondan veya internetten heyecanla takip ettiğimiz, bebe uyutmak için değil, adam uyandırmak için diriliş masalları…

Yeni bir yıla başlarken “Halk-ı cedid” bize müjdeleniyorsa fert olarak bu yolda gayret kemerini nasıl kuşanırız, üzerimize düşeni nasıl yaparız diyebilirsiniz. Gelin, Sâmiha Anne’nin sözlerine kulak verelim:

“Kendimize kendimizde mahfuz (saklı) olan hayat ve beka iksirine yeni baştan dudak değdirelim. Tâ ki yokluğun bağrından varlık başkaldırsın ve gebe olan zaman, hâmil olduğu halk-ı cedid’i bir kere daha doğurup beşiğinde sallasın… “

 

Not: “Halk-ı Cedid”le ilgili düşüncelerinizi, Beyazıt anı veya fotoğraflarınızı paylaşmak isterseniz: elifkdinler@gmail.com veya Instagram elifkdinler

The following two tabs change content below.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın