İslam ve Çin Medeniyeti: Sempozyuma Dâir…

 

Pekin Üniversitesi’nde yapılan İslâm ve Çin Medeniyeti Sempozyumu’na katılarak tebliğ sunan akademisyenler ile kısa röportajlar yaparak sempozyum ve düşündürdüklerine dâir görüşlerini ve değerlendirmelerini alma imkânı bulduk. Bu röportajları sizlerle paylaşıyoruz.

 

Tu Weiming (Çin/ Pekin Üniversitesi İleri Beşerî Bilimler Enstitüsü): 2001 senesinden beri medeniyetler arası diyalog konusuyla derinden bir ilişkim oldu. Hattâ İslâm ve Konfüçyüs diyaloğu ile ilgili ilk büyük toplantımızı Malezya’da, Kuala Lumpur’da 1995 senesinde yaptık. Fakat bundan önce Cambridge’de bir toplantı yapmıştık. Bunun Çin’de de sürdürülmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Aslında Çin’deki Konfüçyüs ve İslâm diyaloğu, bundan 15-16 sene önce başladı. Ancak bu diyalog sadece mutlak bir gereklilik arzetmekle kalmıyor. Bu, sonunda inşaallah bir diyalog medeniyetini başlatacak bir harekettir. TÜRKKAD’ın Çin’de özellikle tasavvufî bir bakışaçısı taşıyan bir İslâmî Çalışmalar kürsüsü kurulması konusundaki katkılarıyla birlikte, şu anda burada dinin sadece yüzeysel bir incelemesi değil, derinlerdeki ruhu hakkında bir inceleme yapılması sözkonusu oluyor. Başlarda sadece sınırlı sayıda kişiye ulaşılabiliyordu fakat bu, yalnızca hoşgörü, birbirini kabul etme, saygı ve karşılıklı öğrenme anlamında değil, aynı zamanda karşılıklı atıflaşma (birbirine referans verme) anlamında da ileride daha da gelişecektir. Artık farklılıkların kutlanmasının zamanının geldiğini düşünüyorum. Farklılık, âhenk için bir önşarttır. Yüzeyde benim için çok büyük farklılık arz eden bir şeyi anlamaya çalışmak anlamına gelen İslâm dinini öğrenmek, benim kendi Konfüçyüs geleneğimi daha geniş bir bağlamda anlamama yarayan bir tecrübe oluyor.

 

Çin’de Çince konuşan Müslümanlar olan Hui’ler var. Bundan başka sadece Çince konuşan değil, Çince konuşmayan Müslümanlar da var; örneğin Şincan’daki Uygurlar… Ama bundan da büyük olan İslâm dünyası var.  Bazı klasik Çinli Müslüman düşünürler, ikili bir süreç kullanmışlardır. Önce, Çinli bir entelektüel topluluğa, Çin elitine İslâm’ı tanıtıyorlardı. Yani Müslümanların sadece yaşayışlarını değil, Çin kültürünün bir parçası olarak onların dinî anlayışlarını da anlamaya çalışıyorlardı. Daha sonra da Çin’i daha büyük kitlelere, İslâm dünyasına tanıtmaya çalıştılar. 18. yüzyılda bu çabanın kıymeti çok iyi anlaşılmamış olsa da, şu anda 19. yüzyıldan önce ve 18. yüzyılda yapılanların önemi daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır. Şimdi ise Budizm, Konfüçyüsçülük ve Taoizm hakkındaki felsefî ve mânevî tefekkürün canlanmasıyla ve bunlara İslâm ve Hristiyanlık’ın da eklenmesiyle birlikte bu beş din, Çin’in kendisini anlamasında oldukça merkezî bir hâl aldı. Sonuç olarak bu katkı, gerçekten takdire şâyân.

 

Gholamreza Aavani (İran/ Pekin Üniversitesi Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü Eski Öğretim Üyesi): Çok iyi bir konferans oldu. Çok iyi ve çok gerekliydi çünkü bugün İslâm ve diğer medeniyetlerin diyaloğuna çok ihtiyacımız var. Tabiî ki Çin çok önemli. Çünkü hem Çin çok büyük bir medeniyet ve geleneksel olarak İslâm’la çok iyi ilişkileri olmuş hem de burada yaşayan çok sayıda müslüman var. Burada kendilerince bir hayat kurup yaşamlarına devam etmek istiyorlar. (…) Bu iki gün boyunca konunun târihî, kültürel, siyâsî, etnik vb. boyutları hakkında hârika tebliğler sunuldu ve çok iyi tartışmalar yapıldı. İki ya da üç oturum sonunda bir saati aşan tartışmalar yapıldı ve katılımcılar ve dinleyiciler akademisyen oldukları için çok hareketli ve güzeldi. İyi sonuçlar çıkarıldığını düşünüyorum. Eğer bu tebliğler yayınlanabilirse çok iyi bir hizmet olur ve ümit ediyorum, başka açılardan da fayda sağlanabilmesi için gelecekte de bu çalışmalar devam eder.

 

Şu an müslümanlar için önemli olan, gerçek İslâm’ın tanıtılmasıdır. Tabiî ki İslâm çok eski bir din. Fakat bizler yeni bir çağdayız ve her şey çok değişti. İslâm’ı olduğu gibi tanıtmalıyız. İslâm bugün çok gereklidir. Bu herkesi müslüman yapmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Bu mümkün değil. Bu tüm lisanları tek bir dil haline getirmek gibi bir şey… Çünkü bu dünyada sadece Allah birdir. İki tane Tanrı yoktur. Fakat bu dünya çokluklar dünyasıdır. Birçok dil, renk ve çeşit var. Varlığın güzelliği buradadır; çoklukta… Dinlerin çokluğu sözkonusudur, fakat “dikey” bir İslâm var: “el-İslam”. Bu Allah indindeki dindir, bizim indimizdeki değil…. Bu, Peygamber tarafından tebliğ edilmiştir. Allah indindeki din bizim indimizdeki dinden farklıdır. Bizim atalarımızın farklı inançları oldu, onlar çok büyük insanlardı. Fakat büyük insanların büyük hatâları olur. Biz hatâları tekrar etmemeliyiz. Meselâ tekfîr (bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetme) . İslâm’da tekfîr yoktur. (…) İslâm herkesin müslüman olmasını beklemez. Bu mümkün değil. (…) Kur’an’da tüm peygamberlere iman şarttır. Bu yüzden İslâm’a göre tüm dinler barış içinde yaşar. (…) İslâm kadar diğer dinlere hoşgörülü başka bir medeniyet bulamazsınız.

 

Kristian Petersen (Amerika Birleşik Devletleri): Bu diyalogların olmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Birincisi Çin’de İslâm lâyık olduğu şekilde araştırılmamış. Bugün Çin’de 20 ilâ 30 milyon müslüman yaşıyor. Bu birçok Ortadoğu ülkesi nüfusundan fazla. Çin’de ne olup bittiğiyle ilgilenmemek, İslâm hakkında sadece Ortadoğu perspektifinden bir fikir geliştirmek anlamına gelir. Çin’de ne olduğunu göstermenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu tip konferanslar beynelmilel akademisyenleri diyalog için biraraya getirmesi açısından çok güzel. Çok değerli olduğunu düşünüyorum.

 

Muhammed Hassan Khalil (Amerika Birleşik Devletleri): Çok güzel bir konferans olduğunu düşünüyorum. Biliyorsunuz, insanlar, Çinli müslümanlar ya da Çin’de İslâm hakkında pek düşünmüyorlar. Burada Çin’de zengin bir İslâm tarihi ve zengin bir müslüman topluluğu olduğunu görüyoruz. “Medeniyetler çatışması” kavramı hakkında söylenenleri biliyorsunuzdur. Dünya hakkında basit bir yaklaşım olan “siyah ya da beyaz” görüşü ile mücadele edebilmek için bu tür programlara ihtiyacımız var. Sonuçta çok güzel bir konferans oldu.

 

Osman Nuri Küçük (Türkiye): Öncelikle bu konferans köklü iki medeniyetin birbirlerini daha yakından tanıması, birbirlerini daha yakından görmesi, gelecekte uzlaşı zeminlerine zemin hazırlaması bakımından önemli bir girişim. Çin tabiî doğunun medeniyet kuşaklarından, kavşaklarından birisi. Kadim bir gelenek. Bunun özellikle bizim kültürümüzde, İslâm tasavvufuyla derinden alâkası, yakından bağlantısı var. M.Ö. 2000`li yıllarda yaşamış olan Lao Tzu`nun İbni Arabî ile yapılan mukayeseli çalışmalarda hemen hemen aynı şeyleri farklı kelimelerle söyledikleri, “rivâyet muhtelif, amma mânâ bir” dedikleri türden yaklaşımların ortaya çıktığını görüyoruz. Bu anlamda, özellikle günümüzde medeniyetler çatışmasından söz edilen bir ortamda bu çatışmanın en ciddi sac ayaklarından birisini medeniyetlerin birbirini tanımamasının oluşturduğunu ve bu tanımamazlıktan kaynaklanan kültürel farklılıkların daha sonra gönül düşmanlıklarını ve peşinden siyasal ve kültürel farklılıkları getirdiğini görüyoruz. Meşhur bir söz var bildiğiniz gibi: “İnsan bilmediğinin, tanımadığının düşmanıdır.” Kültürler arasındaki bu uzlaşının ilk yolu kültürlerin birbirlerini tanıması. O yüzden yine bu topraklara ait olan, Çin medeniyetine ait olan Konfüçyüs’e sorulur, “Üstad, eğer imkânınız olsa neyi düzeltirdiniz?” diye. Müridleri, öğrencileri, etrafındaki insanlar daha iddialı cümleler beklerken, Konfüçyüs’ün söylediği şu olur: “Dili, lisanı düzeltirim.” “Neden?” diye sorduklarında, Konfüçyüs şu cevabı verir: “Eğer lisan doğru konuşulmaz ise, bir nesil yaşadıklarını diğer nesle doğru aktaramaz ve insanlar arasında karmaşa yaşanır.”

 

Bugün üçüncü dünya ülkeleri diye nitelenen ülkeler arasında da (belki ekonomik olarak gelişmiş ülkeler arasında da) en temel sorunun “kavram kargaşası” denilen sorun olduğunu söyleyebiliriz. Yani, insanlar arasında yeterince iletişim kurulamıyor. Dile dayalı iletişim bile kurulamıyor ki, mistik geleneklerde bunun daha ötesinde bir iletişim türünden daha bahsedilir. Bu, gönüle dayalı iletişim türüdür. Hz. Mevlânâ bunun, yani gönül dilinin, sadece işaret dilini, yazı dilini ve beden dilini kullanan normal iletişime göre binlerce kat daha güçlü olduğunu söyler. Dolayısıyla, bu sempozyumun bu gönül diline atılan önemli bir zemin ve tuğla olduğu, önemli bir sac ayağı oluşturduğu kanaatindeyim. İnşaallah bu sac ayağı ve bu zemin, ileride yapılacak başka çalışmalarla gelişerek, serpilerek devam eder. (…)

 

Semih Ceyhan (Türkiye): 2006 yılından itibaren TÜRKKAD’ın düzenlemiş olduğu başarılı organizasyonlardan bir yenisine daha şâhit olduk, Türkiye’den oldukça uzak bir ülke olan Çin’de… Tabiî bu başarının arkasında, Pekin Üniversitesi’ne bağlı başında Profesör Tu Weiming’in olduğu İleri Beşerî Bilimler Enstitüsü’nün (IAHS) de katkılarını göz ardı etmemek lâzım. Organizasyon çok başarılıydı. Bu sebeple bütün TÜRKKAD mensuplarına ve Pekin Üniversitesi’nden bu organizasyonda emeği geçen bütün yetkililere teşekkür etmeyi bir borç telâkki ederim.

 

Her aşamada -sempozyumun öncesinde, hazırlık aşamasında, sempozyum süresince ve sempozyum sonrasındaki aktivitelerde- herkes elinden geldiğince çok yakın bir ilgi gösterdi. Tabiî bu bir konu olarak, İngilizce’de “Comparative Studies” dediğimiz yani İslâm ve Çin medeniyetlerinin karşılaştırmasını esas alan bir alan. Çok geniş bir alan. Başka teşkilâtlar da bildiğim kadarıyla Türkiye’de buna dâir başka organizasyonlar yaptılar. Bu sempozyumu bir altyapı çalışması olarak değerlendirmek lâzım. Sempozyum olarak bırakmamak lâzım. Bunun üzerine bir şeyler inşâ etmenin gerekli olduğu kanaatindeyim. (…). Bu Çin’de gerçekleştirilmiş bir organizasyon. Belki bunun bir ayağı da, -Türkiye’deki ilgililerin, gerek akademik çevrelerden gerekse de ilgili kesimin ilgisini çekecek şekilde, yine aynı başlıkta da olabilir farklı bir başlıkta da olabilir- yine İslâm ve Çin medeniyetlerini karşılaştırıcı, Türk halkınının bilgilendirilmesine, aydınlatılmasına yönelik bir faaliyet olarak gerçekleştirilebilir. Böylelikle, İslâm ve Çin arasında, tasavvuf ve irfan temelinde bir köprü oluşturulmaya çalışılabilir. Tasavvufî İslâm anlayışının, irfan anlayışının  çok önemli bir motor güç olduğu kanaatindeyim. Bunun üzerinde çok durmak lâzım. Buradan bir açılım sağlamak lâzım. (…)

 

  1. asırda Çin Tasavvufu yani Çinlilerin ortaya koyduğu tasavvuf literatürüne baktığımızda, bizim de, yani Türk insanının da yakından tanıdığı Abdurrahman Câmî gibi, onun Leva’ih’i gibi eserler tercüme ediliyor. Yani, ortak noktalarımız var. (…) Yani Tasavvuf tarihi açısından, İslâm Tarihi açısından bu ortak noktalar üzerinde daha fazla durmak lâzım. Meselâ bu konuda yayın faaliyetleri de yapılabilir. TÜRKKAD’ın yayın faaliyetleri de var; bu çerçevede meselâ Tu Weiming’in, Sachiko Murata’nın ve William Chittick’in hazırladıkları, “Liu Zhi” üzerine bir İngilizce kitap var. “Liu Zhi” 17. asırda Çince’de tasavvuf üzerine çok önemli eserler üretmiş bir sûfîdir. Tu Weiming, William Chittick, Sachiko Murata’nın hazırladığı bu İngilizce eser Türkçeye kazandırılabilir. Bunun dışında yine Murata’nın “The Tao of İslam” eseri tercüme edilebilir. Yani bu yayın faaliyetleri genişletilebilir. Şunu söylemek istiyorum, İslâm ve Çin medeniyeti arasındaki bizim en ortak bağlantı noktamız olan sûfî İslâm anlayışı üzerinden, o irfânî anlayıştaki o sinir uçlarına dokunarak bunu geliştirmek lâzım. Bu daha sonra yavaş yavaş gelişir. Bunu sahiplenen başka kurumlar da olabilir. İşte atölye çalışmalarına dönebilir, daha akademik faaliyetlere de dönebilir, popüler faaliyetlere de dönebilir… Böylelikle, yani biz şu gerçeği gayet iyi biliyoruz ki, İslâm’ın gerek Batı’da gerek Doğu’da intişârında, yayılmasında sûfîlerin çok büyük bir önemi, rolü olmuştur. Bu rolü dâimâ gündeme getirmek lâzım. İnşaallah yakın ve uzak vâdede -Çin’de olur, başka topraklarda olur, Afrika’yı önemsemek lâzım mesela… Afrika çok münbit alandır. Çok ihmal edilmiş bir alandır. Yani aynı Uzakdoğu gibi… Onun üzerine de çeşitli faaliyetler yapılabilir. Yani inşaallah bunların çok bereketli sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim. Bunun için gönülle, muhabbetle, vicdanla, ciddiyetle bu işlerin üzerine eğilmek lâzım. Muhakkak sonuç verecektir. (…)

 

Ekrem Demirli (Türkiye): Doğrusu ilk kez bu tarz bir organizasyona şâhit oluyorum. Yani genellikle yurtdışına akademik toplantılara gidiyoruz fakat Türkiye’den bir kurumun yurtdışındaki bir kurumla irtibatlı olarak organize ettiği böyle bir konferansa ilk kez katılmış oluyoruz. Muhtemelen Türkiye için de nâdir örneklerden birisi olabilir; kendi alanımızla ilgili söylüyorum. Bu bakımdan ilk başta bazı endişelerim vardı doğrusu, ancak organizasyon çok güzel oldu, çok başarılı yapıldı.  (…)

 

Şunu açıkça ifade etmek lâzım: Bence akademik düzeyi çok yüksek bir toplantı oldu. Gerek Türkiye’den ve Amerika’dan, yurtdışından gelen hocalar, gerek Çin’den katılanlar bence çok güzel konuşmalar yaptılar, çok iyi değerlendirmeler yaptılar. Bir konu bütünlüğü oluştu. İlk kez Türkiye ve Çin arasında ya da İslâm ve Çin arasında ilk kez bu tür bir karşılaştırma yapıldı. Bu çok önemli bir şeydir. Yani bir şeyin ilk olması ve bu seviyede yapılması, gerçekten büyük bir başarıdır. Bu bakımdan bence –şahsen kendi adıma söyleyeyim- beklentimin çok üzerinde bir toplantı oldu. Bunu açık yüreklilikle söylemek istiyorum. Muhtemelen Türkiye’de de bu kanaatimi paylaşacağım. Bu açıdan TÜRKKAD yetkililerini –başta Cemâlnur Hanım olmak üzere- bütün arkadaşlarımızı tebrik ediyorum. Çok başarılı bir iş yaptılar. Katılan bilim adamlarını, tebliğcileri tebrik ediyorum; çok başarılı bir çalışma yaptılar. Bu, tabiî çok önemli bir başlangıç noktası; bunun arkasının gelmesi çok önemli… Gerçekten Çin’de Pekin Üniversitesi’ne bir birim açmak kolay bir şey değil tabiî. Bunun arkasının gelmesi lâzım. Kayıtlara geçmesi açısından, birkaç hususa değinmek istiyorum. Birincisi, burada görev alacak hocaların, burada çalışma yapacak kişilerin çok iyi planlanması, çok iyi hazırlanması gerekiyor. Büyük emeklerle bir şey yapılıyorsa bunun verimli olması açısından bu çok önemli bir sorun gibi geliyor bana. Hepimize bir görev düşüyor. (…)

 

İllâ Edeb

Aslî olarak bir hâl ilmi olması sebebiyle tasavvufun akademik tahsili çok tartışılan bir konu olagelmiştir. Mânevî bir ilim olmakla beraber, 14 asırlık tarihi boyunca farklı alanlarda kültürel izler bırakmıştır. Edebiyattan güzel sanatlara, sosyal bilimlerden siyasete, hatta temelde ayrı olmakla beraber felsefe ve düşünce tarihinde İslâm coğrafyası başta olmak üzere dolaylı da olsa tüm dünyada etkileri izlenebilir. Bu yönüyle tasavvufun akademik çalışmalara konu olması şarttır. Sanatın, sosyolojinin, edebiyatın, siyasetin, felsefenin, gastronominin, hatta pozitif bilimin istifâde edeceği yönleri vardır.

Hz. Muhyiddin İbni Arabî’nin vahdet hakkında açıklamalarının fiziğin aradığı tümleşik evren teorisinin bulunmasında büyük katkılarda bulunacağına inanıyorum. Fütûhat’ında bahsettiği birçok kavramın, kuvvetli hayalgücüne sahip birinin fantezilerinden ziyâde, algısı bize göre üst perdelerde olan birinin müşâhedeleri olduğunu görmeye başladığımız ilginç zamanlardayız. Ya da aslı Hz. Peygamber’in sünnetiyle başlayan yeme-içme ile ilgili birçok tavsiyenin insan fizyolojisinde neden olduğu olumlu değişimleri tıp ilmi ya da benzer disiplinler deneysel olarak ispat etmekte. Örneğin orucun ya da az yemenin beyindeki olumlu etkileri artık genel kabul görmeye başladı. Hatta ismi oruç olarak anılmasa da oruca çok benzer perhizlerin sağlık ve zihinsel huzur için uygulanmaya başladığını görüyoruz. Bu konularla yakından ilgilenen bir arkadaşım geçenlerde 8/16 diyetinden bahsediyordu: Günde sadece 8 saat yiyip 16 saat hiçbir şey yemeyerek zihin ve beden üzerinde olumlu etkilerin elde edildiği görülmüş. Tasavvufun sunduğu tüm bu bilgilerin günümüz bilimi ışığında tekrar tekrar incelenmesinden büyük faydalar elde edileceğine inanıyorum.

Esas konusu eğitim olan bu ilim, özüne lâyık şekilde incelenirse, hem ilmin sahibi sultanlara hürmette kusurdan kaçınılmış, hem de ilmi tahsil eden kişi tasavvuf hazinesinden daha verimli şekilde faydalanabilmiş olur.

Cemâlnur Hocam, dünyada akademik bir ilk olan Kenan Rifâî Kürsüsü’nü Kuzel Karolayna Üniversitesi’nde açmadan önce üniversite yönetimiyle çok önemli bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmanın belki de en temel, en önemli maddesi, kendilerinin ismini taşıyan kürsüde görev alacak hocanın yaşayışının tasavvuf esaslarıyla uyum içinde olmasıydı. Görev yapacak profesör hangi konuyu incelerse incelesin, bir efendi evlâdından beklenen şeyler kendisinden beklenecekti. Aynı şart, Pekin Üniversitesi’nde kurulan İslâm kürsüsü için de geçerli oldu.

Bunları söyledikten sonra merhum Meşkûre Annemizin bir toplantıda profesörlere “İmansız ilim insanı ahlâksızlığa götürür!” deyişi geldi hatırıma. Öyle ya, tasavvuf olsun, diğer alanlar olsun, ilmin mutlak amacı kendimizi tanımak, Rabbimizi bilmek ve nihayetinde edebe yaklaşmak olmalı. En azından tasavvufun, akademik olarak çalışılmasında dahî olsa, asgarî şart yine edeb olmalı.

Tasavvuf, bir mürşid-i kâmilin bir ayağını İslâm şeriatında sâbitleyerek, diğer ayağıyla öğretisini zaman ve mekâna uyarladığı ve kalbî aynasında talebesine kendi hakîkatini gösterdiği bir ilimdir. Bu yönüyle hiçbir zaman mürşid olmadan kitaplardan okunan ya da üniversitelerde tahsil edilebilen bir ilim olmayacaktır. Fakat yazının başında belirttiğim konulara tutacağı ışıktan istifâde etmek, akademik anlamda mümkündür ve çok gereklidir.

Bu ilmin akademik anlamda dahî olsa lâyığını verebilmek, ondan en güzel şekilde faydalanabilmek için yine de bir hâl ilmi olduğu akılda tutulmalıdır. Tasavvufun şiar edindiği asgarî edebi hâiz olunursa, onun etkilediği diğer bilimlerin akademik olarak çalışılması da o nisbette verimli olacaktır.

Her Şeyin Başı Eğitim

Geçenlerde sevgili Cemâlnur Öğretmenimin Almanya’daki bir konferansına katılma şerefine nâil olduk. Her yurtdışı konferansı sonrasında hissettiğim gibi, bu konferans esnâsında da yine tasavvufta eğitimin yerini, tasavvuf eğitiminin insan gelişimindeki yeri ve önemini, ve hattâ tasavvufun kültürler arasında bir köprü oluşturmadaki gerekliliğini yeniden idrak etmiş oldum.

 

Farklı ülkelerde tasavvuf konuşmanın gereği nedir derseniz, bence tam yerinde bir soru sormuş olursunuz.

 

Öncelikle başka ülkelerde bizim din ve dil kardeşlerimiz var. Gerek akademik, gerek turistik amaçlı seyahatlerimiz esnâsında bu kardeşlerimizin mâneviyata çok ihtiyaç duyduklarını gözlemlemekteyiz. Ben kendilerine ‘uzaktaki kardeşlerimiz’ diyorum. Uzaktaki kardeşlerimiz çoğu zaman göçmen sıfatı altında, bazen kendilerini çok ait hissetmeyerek, bazen de entegre olmuş bir biçimde kendi doğup büyüdükleri şehirlerden, alışık oldukları kültürlerden uzak yaşamaktalar. Bu uzakta yaşama işi kulağa ilk çalındığında hissettirdiğinden çok daha zor bir iştir. Çünkü uzakta yaşamak için göç etmiş olmak gerekir. Lesley Hazleton’ın ‘İlk Müslüman’ adlı kitabında Hz. Muhammed’den (sav) bahsederken dile getirdiği gibi “göçmenler kendilerini hep bir yetimhanenin içinde hissederler.” Gerçekten de göçmen hissiyatı esâsen böyledir. O kişi ki, göçmeyi tercih etmiş olmak ile gittiği yerde ne yiyeceğini, ne giyeceğini, ne söyleyeceğini, toplum tarafından kabul görüp görmeyeceğini bilmeden yola çıkar. O kişi ki uzun süreler, belki ebediyen sıla hasreti duyar; her nefes alışverişinde evine ait izler arar. O kişi ki muhakkak zaman zaman kendinden büyük bir güce sığınma ihtiyacı duyar. Ne bulunduğu yere ait hisseder, ne de geldiği yere… Bizim göçmen kardeşlerimiz de evlerinden, ezan sesinden ve tanıdık sohbetlerden uzak olmanın sonucu olarak mâneviyata müthiş bir özlem duymaktadırlar. Onlara geçici olarak bile olsa ‘ev’de hissedecekleri, hemcinslerine eşit mesâfede olup korkularını, endişelerini, sevinç ve hüzünlerini dile getirebilecekleri bir ortam sağlayabilmek ne güzel bir hizmet şeklidir ki, çok şükür, bizler bu güzelliklerin kıyısından köşesinden bir parçası olabiliyoruz.

 

Ayrıca İslâm’ın, Batı ve Doğu ülkelerinde, çoğunlukla televizyonlarda, taraf medya kurumlarının yorumlarıyla bir şiddet dini olarak tanıtıldığına sık sık üzülerek şâhit oluyoruz. Oysa bizler Amerika’da, Çin’de kurduğumuz tasavvuf ve İslâm kürsüleri aracılığı ile, Avrupa’da katılmaya çalıştığımız sempozyumlar, konferanslar sayesinde, İslâm’ın, bir şiddet dini olmak bir yana bir barış dini olduğunu insanlara anlatmaya çalışıyoruz. Bu aktiviteler kültürler arası köprü kurmakta, var olan diyalogları yumuşatmakta ve dahi pekiştirmekte fevkalâde önemli bir rol oynamaktadır.

 

Yine geçen hafta, Cemâlnur Öğretmenim konferansın ilk gününde İslâm’ın kapsayıcılığını anlatırken çok hoş bir dileğini paylaştı ve  şöyle dedi: “Bizim dinimiz, yani İslâm, Hristiyanlığı, Museviliği ve gelmiş geçmiş bütün dinleri kabul eder. Bu yüzden Türkiye’de ve diğer İslâm ülkelerinde çokça ‘Musa’, ‘İsa’, ‘İshak’ isimleri duyarsanız. Bu isimlerin Müslüman aileler tarafından çocuklarına verildiğine tanıklık edersiniz.” Sonra devam etti: “Benim dileğim, bir gün Hristiyan ve Musevi ailelerin de çocuklarına ‘Ahmet’, ‘Muhammed’ gibi isimleri vermekten çekinmemeleri – ve hattâ o isimleri mânâları sebebiyle çocuklarına vermek istemeleri…”  O an etrafıma baktığımda onlarca Alman katılımcı dostumuzun başını öne arkaya salladığını gördüm. Sanırım ve inşaallah mesajı almışlardı. Üstelik yüzlerinde zarif de bir gülümseme vardı.

 

İşte bu gibi yapıcı sohbetler, düşünce alışverişleri kültürler arası diyalogların gelişmesinde çok önemli rol oynamaktadır. Sanırım, bu çerçevede bizlere düşen görev de kendi dinimizi yakından ve en iyi şekilde tanımaya çalışıp sohbetlerde sözkonusu olan konuların birer yaşayan örneği olmaya gayret etmektir.

 

Eklemeden geçemeyeceğim, Türkiye’de olan dostlarımız için hârika bir sertifika programı başlatıldı tasavvuf üzerine. Bence imkânı olan dostlar için kesinlikle kaçırılmaz bir fırsat! Bu programa yazılmalarını ve hattâ dostlarını yönlendirmelerini ısrarla tavsiye ederim.

 

Allah hepimize kendisine giden yolda kendimizi geliştirmek üzere eğitim ve öğretim imkânı sunmaya devam etsin inşaallah.

 

Ana’dolu Hakkı

Geçen gün biraz yürümek istedim. Çocuk parkının önünden geçerken duyduğum bir nidâyla sarsıldım. Oradaki küçük çocuklardan biri anladığım kadarıyla dönen ve üstü kapalı olan bir kaydıraktan kayıyordu. Belki korkuyla karışık duyduğu o heyecanla kendini aşağı doğru bırakırken öyle bir “Allaaah” diye bağırdı ki, söyleyişini, sesini kalbimde zevkle tekrar tekrar dinlemek istedim. Öyle hâlisâne bir “Allaaah” nidasıydı ki bu! O küçücük yaşında ne “annee” ne de “babaa” diyerek değil, “Allaaah” nidâsıyla kaydıraktan kaymıştı.

 

O çocuk evinde annesinden, babasından, çevresinde büyüklerinden, arkadaşlarından Allah sözünü duya duya, kaydıraktan kayış heyecanında bile “Allah” demişti. Türk ve Müslüman bir ülkede doğmak, Anadolu’da yaşamak gerçekten çok büyük bir lûtuf. Hele “Allah” diyebilmek… Cemâlnur Hocam, Allah bizi anmasa, ismini anmamıza izin vermese biz “Allah” bile diyemeyiz, diyor ya hep… O çocuğun sesi de bana bunları hatırlattı. Minicik bedenden çıkan o yüce nidâyla, ezelden tanışık olduğu sevgilisini, her şeyini, var edenini hatırlayıp sığınabilmiş, O’nun adıyla haykırabilmişti.
Biz ne güzel bir milletiz ki, çocuklarımız kaydıraktan kayarken bile “Allah!” diye atlayabiliyorlar. Bizler oynayacak kadar sevinsek de “Allah!” diye çığlık atabiliyoruz, ağlayacak kadar üzülsek, korksak da “Allah!” diye seslenebiliyoruz. Heyecanlandığımızda da “Allah Allah!” diyoruz, şaşırıp kaldığımızda da “Allah Allah!” diyoruz. Allah’a inanmıyorum diyenlerimiz bile konuşurken sık sık samimiyetle “Vallâhi” diyorlar. Dilimize de içimize de Allah lafzı öyle bir işlemiş ki, farkında olsak da olmasak da her gün defalarca Allah’ın adını anabiliyoruz. Bazen televizyonda en ilgisiz görünen insanların bile “kader, inşallah, nasip, hayırlısı, şükürler olsun” dediklerini gördükçe, hepsini, herkesi çok seviyorum.
Boşuna bu diyâra Anadolu dememişler. Gerçekten Anadolu ana dolu… Her yerde bir evliyâullah, bir büyük sultan bizlere hakîki analık yapmakta. Onların feyzi ve bereketi, farkında olsak da olmasak da hepimizi sarıp sarmalamış. Hepsi Allah’ın aşkını, ilmini, Hz. Peygamber’in mânâsını ana sütü gibi bize içirmek için dipdiri başımızdalar. Bu vatanda yaşamak gerçekten çok büyük bir nasip. Adımımızı atsak Dârende, Somuncu Baba… Sonra Ankara’da O’nun evlâdı, Hacı Bayrâm-ı Velî… Hemen sonra Konya’da Hz. Mevlânâ, Hz. Şems, Konevî Hazretleri hazırlar. Kars’ta Hz. Harakânî, Bursa’da Hz. Üftāde, Emir Sultan… İstanbul zaten anlatılamaz: İllâ Hz. Ken’ân!.. Nereye gitsek, nereye dönsek, kim olsak, bize anadan da öte bir şefkatle kucağını açan, bizi Hz. Peygamber’in mânâsına taşımak için o kucakta taşıyan bir sultan var. Şahâdet parmağı gibi, kalem gibi göğe uzanan minârelerimizde beş vakit okunan ezanlarımız var. O ezanları duyabilmenin ne demek olduğunu, Harakânî Hazretleri Sempozyumu için yurtdışından Kars’a gelen misâfirlerde seyretmiştim. Orada ezan sesini duydukça gözleri dolarak konuşamayan ve öylece başlarını omuzlarının içine çekip pür hürmet, pür aşkla ezanı dinleyen misafirlerimizi gördükten sonra, duyup da duymadığım ezanlar için her zaman utanıyorum.

Bu topraklarda yaşamanın zekâtı nedir, bilmiyorum… Ben Malatya’da yolda yürürken, Niyâzî Mısrî Hazretleri’nin hasretle bastığı yollara, İbnü’l Arabî’nin geçtiği yerlere değiyor olabileceğimi düşünüp seviniyorum. Biz Malatya’nın küçük bir mahallesiyken o kadar zengin, o kadar şanslıyız ki… Çocukların oynadığı oyun parkının adı bile “Somuncu Baba Parkı”.  Bizim Ali Abi çocuklarına hep peygamberlerin isimlerini vermiş, şimdi en küçüğün adını da Eyüp koydular. Karşı sokakta bir Muhammed İsa’mız var. İsmini ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Ama şaşıracak ne var? Bizde İsa’lar, Musa’lar, Davut’lar, İbrâhim’ler, Yakup’lar, Yusuf’lar o kadar çok ki… Âmine, Emine’ler, Hatice’ler, Ayşe’ler, Fatma’lar, Ali’ler, Hasan ve Hüseyin’lerle doluyuz biz. Anadoluyuz biz. Askerine Mehmetçik, Muhammetçik denen bir milletiz biz. Şehitlik ve gāzilik aşkıyla, Allah’ın askeri gibi bir milletiz biz. Müslümanlığı en güzel yaşayan millet, Türk milletiyiz biz. Sanırım bunun zekâtı da kimseye özenmeden, kimliğimizi kaybetmeden, kendimiz olmak ve her konuda bütün dünyâya örnek hâlde yaşamak, bu maneviyâtı yansıtmak, taşımak olmalı. Dünyanın analık makāmı gibi olan Anadolu’da yaşamanın, Türk ve Müslüman olan bu milletin evlâdı olmanın zekâtını verebilmemiz niyâzıyla efendim…

İstanbul Günleri-6: Tavuk Pazarı ve Edep

Tavukpazarı, Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip edererek ilerlediğimiz yazı dizimizde bu ay ziyaret ettiğimiz semt.

Her zamanki duâmızla yola çıkalım: O’nun fikir kuşu bize yol göstersin; olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

*

Sâmiha Anne der ki: “İstanbul Geceleri’nin yapraklarını çevirenler arasında, karşıma bir sorgu, bir târiz (dokundurma) heykeli fırlayıp yolumu kesmek isteyecek ve – Sen ey kadın, neden dizdize, başbaşa olan İstanbul semtlerini bırakıp onları bir zincirin halkaları gibi sırasıyla dolaşmıyorsun da, canın neresini isterse oraya sapıyor, gönlün hangi tarafa kayarsa oraya sürükleniyorsun?… Doğru…Kimbilir bundan sonra da daha ne sıçramalar, ne atlamalar, ne mızıkçılıklar olacak… Hattâ şu anda bile, bir küçük esnaf, iş ve haşarat yatağı olan Tavukpazarı’nı koyup bir hasbihale (halleşme) kalkışmak da gene mızıkçılıktan başka bir şey değil ki…”

Herhalde ben de Mısır Çarşısı 78 numaraya gidip Tavukpazarı’nı sorunca benzer bir kafa karışıklığı yaratmışımdır. Mısır Çarşısı’nda birkaç nesildir hizmet veren, eski Türk el sanatlarını yaşatma arzusu ile porselen fincanlar, fincan takımları ve diğer objeler üretip satan bu dükkânı işletenler Sâmiha Anne’den feyz almışlar zamanında. Onlara tanıdıklar vâsıtası ile bu yazı için gönderilen ben, Tavukpazarı’nı sorunca eminim yadırgamışlardır. Doğrudur. Lâkin neden oraya gönderildiysem, neden Sâmiha Anne’nin gönül izinden İstanbul Geceleri’nin yapraklarındaki semtleri adımlıyorsam, işte bu âlem sahnesinde oynanan piyeste kendi üstüme düşeni yapmak için bu ay Tavukpazarı’nı arıyorum.  Onlar da, sağolsunlar, bana Tavukpazarı ile ilgili bildiklerini anlatıyorlar.

Bana sundukları sade kahvemi gayet süslü ama zarif fincanlarında içiyorum. 16.yy. Topkapı ve 19. yy. Dolmabahçe Sarayları tarzı altın varaklı renk ve süslemeleri olan fincan çeşitlerini inceliyorum. Formların ve desenlerin 19 yy.’a gelindiğinde nasıl o zamanın modası ile Avrupâî hâle geldiğini görebiliyorum. Gözüme açık mavi bir şekerlik ilişti. Çocukluğumuzda komşu teyzelerin kırılmasın diye dokunmaya korktuğumuz böyle şekerlikleri olurdu. Dişe yapışan şekerlerden kibarlık olarak bir tane alsak da komşu teyzenin ısrarlı ikramıyla daha çok alıp avucumuzu doldurmak ne büyük bir heyecan verirdi. Gerçekten bu dükkân, ürünleriyle geçmişi bugüne taşıyor sanki. Bu arada bana Sâmiha Anne’den anılarını da aktarıyorlar. Daha fazla oyalanmadan yola koyulmalıyım; internetten öğrendiğim Tavukpazarı Mısır Çarşısı’ndan Çarşıkapı’ya kadar olan kısım değilmiş. Çemberlitaş’a gitmek gerekiyor, Mısır Çarşısı’ndan epeyce yol var.

*

Çemberlitaş’a gelince Kubbealtı Akademisi’ni arkanıza Çemberlitaş Hamamı’nı sağınıza alıp sola doğru giderseniz, Tavukpazarı Sokağı’na ve Tavukpazarı olarak bilinen civarına ulaşıyorsunuz. Sâmiha Anne “Bu semt bir vakitler hanları, tonazları, barakaları, imâlâthâneleri, salaşları, bekâr odaları, hamal, esnaf ve esrar kahveleriyle şehre, bir yüzü faydalı olurken, diğer yüzü çıban gibi işler dururdu.” diye anlatmış.

Günümüzde Tavukpazarı’nda gördüğümüz takıcılar daha çok gümüş, biraz da altın işçiliği yapan bu dükkânların aralarında da kuyumculara ürünlerini sergilemek için vitrin malzemesi satan iş yerleri var. Beyazıt yönüne ilerleyince hafif elma kokulu iç avluda bir duman bulutunun altında nargile içilen kahvehaneler buluyoruz; turistik ve derli toplular. Sâmiha Anne’nin anlattığı salaş kahvelere benzemiyorlar. Sanki o zamandan bu zamana derlenmiş, toparlanmış, temizlenmiş bu Tavukpazarı semti. Artık İstanbul ağacının döktüğü kurtlu meyve değil gibi.

*

Gelmişken civardaki târihî yapıları da öğrenelim. Tavukpazarı ile Çemberlitaş çok yakın, sanki içiçe. Çemberlitaş sütunu Bizans imparatoru Konstantin tarafından Roma‘daki Apollon tapınağından söktürülerek buraya diktirilmiş. Büyük yangınla zarar görmesinin ardından 17. yy’da demir çemberlerle sardırılarak sağlamlaştırılmış ve Çemberlitaş olarak anılmaya başlanmış. Başka bir yapı da Mimar Sinan tarafından yapılmış olan Çemberlitaş Hamamı; bugün hâlâ işletilmekte. Hamamın karşısında Köprülü Mehmed Paşa Camii, medresesi ve türbesi, yanında Vezir Hanı, eski Dâr’ül-fünun binası, civârında ise Sultan II. Mahmud Türbesi ve haziresi, Köprülü Kütüphanesi, Atik Ali Paşa Camii, medresesi ve Ali Baba Türbesi bulunmakta. Ayrıca Nuriosmaniye Camii’ne ve Kapalı Çarşı’ya da Tavukpazarı mevkiinden kolayca erişilebiliyor.

Tavukpazarı’ndan ayrılırken Mısır Çarşısı’ndaki dükkânda bana aktarılan bir Sâmiha Anne anısı geldi aklıma: “Sâmiha Anne, Tavukpazarı’ndan Kubbealtı’na doğru yürürken -her zamanki gibi döpiyesi, beyaz yakasıyla; Kolunda da çantası- “aynen bu lâfı biz duyduk” diyor anlatan, “A.. Sâmiha’ya bak, yoldan geçiyor, eteklerinden edep akıyor.”

Sâmiha Ayverdi onu anlatanların ağzından hep bir edeb âbidesi olarak tanıtılıyor. Cemâlnur Hoca “Sâmiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk” kitabında “Benim hocamda gördüğüm ve kesinlikle çok etkilendiğim bir husus da onun edebidir… Sâmiha Ayverdi Allah’la olan irtibâtını öylesine bize aksettirdi ki O’nun halkı Hak görerek onlara muâmelesinden örnek aldık. Burada halkı Hak görüşü, yani yaradılmış her varlıkta Allah’ın hakkını idrak edişi, sanki Hakk’la muâmele edermişcesine yaradılmışla konuşuşu, insanın edebinde en yüksek seviyedir” der.

Sâmiha Ayverdi’nin edeble ilgili yazdıklarına bakınca ise hocası Kenan Rifâî’yi buluyoruz. Kimbilir belki de edebiyle bizleri hocasına yönlendiriyordur. “Kenan Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” kitabında Sâmiha Anne şöyle demişler:

“Kenan Rifâî bir bakıma tasavvufu, ‘Her hâl ve vakt ü mahalde edeptir.’ diye alıyor. Ve ‘Tasavvuf güzel ahlâktır, güzel ahlâk ise edeptir, edep ise Hak’tan başka bir şey görmemektir.’ diyor.

“O ‘Her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır’ diye şu âlem içre ne varsa hepsi ile muâmelesini Hakk’la muâmele biliyor, her şeyi Hak diye yüceltiyor, şereflendiriyor ve seviyor. Seviyor! Bizce üstünde en çok durulacak nokta budur ki şu sûretle Kenan Rifâî, Allah sevgisini soyutluktan kurtararak, somut dünyaya mahlûkata getirmiş, yani başka bir deyişle kuvveden (düşünceden) fiile intikal ettirebilmiştir.”

Edebimizi ve sevgimizi arttırmak dileğiyle, İlâhiyât-ı Ken’an’dan şu dizelerle bitirelim:

Ten-i âdemdeki can bil ki edepdir,

Dil ü çeşm-i beşerin nûru edeptir.

 

Edebi olmayan âdem, değil âdem

Ayıran âdemi hayvandan edepdir.

Editörden (Nisan 2015)

Merhaba Dostlar,

Bu ayki konumuz, “infak”, yani “karşılıksız vermek”… Yani çok da kolay olmayan bir konumuz var. Konunun neden güç olduğuna gelince, günümüz insanı için “karşılıksız vermek” herhalde yapılması en zor olan şeylerden biridir. Mâlum-u âlîniz, günümüz insanı ne yazık ki maddî değerlere oldukça düşkün. Dolayısıyla bu fikri düşünmek bile bizi zorlarken, nerede anlamak, idrak etmek ve uygulayarak, hâl haline getirmek? Sanırım tam da bu yüzden etrafımızda yardım isteyenlere bir garip bakıyor, hattâ onları göremiyor ve algılayamıyoruz.

Bana göre infak, genellikle yaptığımız gibi “Yapmak istiyorum. Yapacağım” diye başlayan, “Ben” diye devam eden bir hâl değil. Tam tersine “SEN” diyerek başlayan, “O” diyerek devam eden bir hâl. Elbette ve çok şükür ki, günümüzde hâlâ infak gibi değerleri bilenler, bilenleri anlatanlar ve bize bu kelimenin anlamnı yaşamayı öğreten büyüklerimiz ve hocalarımız var. Bu müstesnâ ceddimiz, bizim için sadece geçmişte yaşamış olanlar değil, hâlâ yaşayanlar ve dâimâ yaşayacak olan eşsiz örnekleri ve yol göstericileri oluşturuyorlar.

Bu örneklerden en önemlisi ve elbette bu hâlin doruk noktasını, hayatından, ailesinden ve her şeyinden vazgeçerek kendini Allah’a hizmete adayan peygamberimizde görüyoruz. Yaptıkları ve söyledikleri ile her nefeslerinde ve hâllerinde bizlere örnek olan Fahr-i Kâinat Efendimiz, karşılıksız vermede en mükemmel örnektir. Sadece O’nun yaptıklarını ve söylediklerini düstur edinebilsek, günümüzde ve küresel dünyamızda hiçbir sıkıntı ve kriz olmayabilirdi. Elbette Hz. Peygamber gibi sınırsız infak, biz sınırlı beşer için hiç kolay değil. Bununla beraber, merhamet sultanı Rabbimiz ve Peygamber Efendimiz bunu da kolaylaştırmışlar. Bize infakta -karşılıksız vermede- sınır olmadığını, vermenin büyüğü–küçüğü olmadığını göstermiş ve söylemişler. İhtiyacı olana malından, zamanından ve hattâ güler yüzünden vermenin ve misafirperverliğin bile karşılıksız vermek olduğunu anlatmışlar.

Evet dostlar, sözü kısa tutayım ve Her Nefes ekibi adına kusurları bizlere, güzellikleri her şeyin sahibi, o güzeller güzeli, o “En Güzel”e ait olarak, Her Nefes Nisan 2015 sayısına “İnşaallah karşılıksız vermenin ne demek olduğunu bizler de öğrenelim ve hâl edelim” duâsı ile hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz diyoruz.

Sohbetler (Nisan 2015)

“Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: Visale ve Hakk’ın yakınlığına nail olmak için kendisine en sevgili en makbul olan şeyi infak etmek, bol bol vermek lâzımdır. Bu yolda mal bezleden, mal veren can bulur. Can veren cânânavâsıl olur. Hulâsa sehânın yâni cömertliğin, bezledişin âlâ derecesi, nefsânî zulmetlerden ve cismânî arzulardan kurtulmaktır.Kötü sıfatların en kötüsü, hasislik ve hırstır.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 472)

***********

“İhtiyâcından fazla malı olanın, şer’î ölçü dâhilinde, sâlih olan fukaraya vermesi vaciptir. Böylece de zenginlerin zekâtı fukaraya ihsan etmek, mallarından vermek, fakirlerin zekâtı da, zenginlere olan ümit ve itimatlarını kalplerinden silmek, yâni verecek diye beklememektir. Âşıkların zekâtı, cânânı uğrunda canını harcamak, ruhlarını Allah muhabbetine bezletmek, vermek, hep vermektir. Âriflerin zekâtı ise, kendi hallerinden ve ilimlerinden, irfanlarından ehil olana, isteyene, talep edene vermek, muhabbet etmek, âşıkları kendi hallerinden nafakalandırmaktır. İlmin zekâtı, talibine tâlim etmektir. Evlâdın zekâtı yetime ihsan, evin zekâtı misafiri ağırlamak ve itibar etmek, sohbetin zekâtı, dedikodudan kaçmak; kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardım, nefsin zekâtı, kötü ahlâklardan kurtulmaktır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 473)

***********

– Kolay kazanılmış paradan sadaka vermekle, güç kazanılmış pa­radan sadaka vermek arasında bir fark var mıdır?
– “Elbet kendi helâl kazancından sadaka vermek daha hoştur. Amma dili ile hayır yapmak, insanları hayra teşvik etmek de sadaka­dır. Kezâ bedeni ile başkalarına hizmet ve yardım da sadakadır. Sada­-ka, mutlaka kesesinden fedâkârlık yapmakla olmaz. Allah nâmına yapılan her iyilik bir sadaka demektir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 596)

***********

Arandığı takdirde bütün güzelliklerin ve iyiliklerin dünyâda bu­lunacağından söz ediliyordu. Cevap olarak:
– 
“Adamcağızın birinin: Ben dünyâda dört şey görmedim: Güzel dost, helâl lokma, riyâsız amel, hasetsiz âlim… demesi üzerine karşı­sındaki zat da şu cevâbı vermiş: Yalnız ben bunların hepsini dünyâda gördüm. Güzel dost Kur’ân’dır. Helâl lokma gazabını yenmektir.Riyâsız amel, gizli sadaka vermek, kalp zikri ve yine gizli hayır işle­mektir. Hasetsiz âlim ise ehlullahtır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 613)

 

Nazlı Hoca

Evrenos âilesinin güzel kızı Fâikacık, henüz on dört yaşında iken, Selânik’ten Bosna hânedanlarından bir âilenin genç oğluna büyük bir cihazla gelin gönderilmişti.

Kızın evlendiği yakışıklı ve zarif genç ile anlaşma ve muhabbeti dillere destan bir sevgi olmuştu. Ancak bu kibar ve güzel gencin kısa zamanda hasta olduğu meydana çıkmış ve âilenin Avusturyalı hekimi, hastalığın hızlı verem denen ciddî bir illet olduğunu ortaya koymuştu.

Gerçekten de tâze gelin, henüz karnındaki çocuğu doğurmadan genç adam yatağa düşmüş ve karısı ile el ele geçirdiği haftalar ve aylardan sonra bu ellerin biri gevşeyivermiş ve Avusturyalı hekimin dediği gibi, genç adam, karısının yanı başında meçhul bir âlemin dâvetini kabul ederek çekilip gitmişti.

Ardından geçen bir hafta sonra, bu defa yeni bir hayat, o meçhul dünyâlardan bu başı sonu bilinmeyen dünyâya geldi ise de ancak bebek üç gün yaşadıktan sonra o da gene bir gün babası gibi geldiği ülkeye geri döndü.

Artık Bosna hânedânına yapacak bir şey kalmıştı: Kocası da, çocuğu da ölen on beş yaşındaki tâze gelini baba evine iâde etmek. Nitekim loğusalık müddeti geçirildikten sonra kızın getirmiş olduğu o muazzam cihaz toparlanmış ve mûtemet muhâfızlar ve korucular, refâkatlerindeki dertli kızı alıp götürmüşlerdi. Yalnız iki katır yükü gümüş, nehri geçerken sular tarafından sürüklenerek kaybolmuş ise de Evrenos âilesinin, kızlarına daha on katır yükü gümüş ve altın vermek imkânları vardı.

*

Şimdi gencecik Fâika’yı yeni bir hayat beklemekte idi. Henüz on beş yaşındaki genç kadın ömrünün sonuna kadar yalnız yaşayamazdı. Elbet evlenecekti.

Âile genç dâmatlarının beklenmedik zamanda ölüvermesi ile âdeta ürkmüş bulunuyordu. Belki de bu yüzden güzel Fâika ile evlenmek isteyenler arasında Hamdi Bey ismindeki orta yaşlı bir adamı seçtiler. Bu, yüzü gülmez, donuk adam da nikâhtan sonra karısını alarak Rumeli Hisarı’ndaki yalısına götürdü. Ev zengin evi idi. Ne mutbağında ne de dayalı döşeli binâda bir eksik vardı.

Ancak evin eksiği, Hamdi Bey’in abus ve sert varlığının bir türlü yumuşamaması idi. Böylece geçen yıllar içinde Fâika’nın evvelâ Nazlı isminde bir kızı, sonra da Mahmut isminde bir oğlu oldu.

Kız, son derece yaramaz, ele avuca sığmaz bir mahlûktu. Mektep çağına gelince, çocuğu Emirgân’a kadar kim götürüp getirecekti. Bu haşarı çocuğu idâre etmek için ayrı bir muhâfız lala gerekmekte idi. İşte kızını oğlundan çok fazla seven Hamdi Bey’in, adamları arasında bulduğu disiplin sâhibi lala, kar kış demeden çocuğu mektebe götürdü getirdi.

*

Görünüşte sert, çatık yüzlü baba, karısını aşırı derecede sevmekte ise de, bu duygusu menfî sûrette tecellî ederek terslik ve kırıcılıkla izhar edilen bir çeşit görünüş altında gizlenmekte idi. Aslında hiç de yumuşak mizaçlı olmayan Hamdi Bey, Hem kötü adam değildi, hem de iyi insânî vasıflara sâhipti. Ne çâre ki karısına olan düşkünlüğünden iz vermemeye uğraşarak onu kendi muhabbeti içinde hapsetmekten zevk alan müşkül mizaçta idi. Hatta karısına göstermemeye dikkat ettiği bu sıcak alâkayı kızına müşfik bir baba olarak tahsis etmek sûretiyle, içindeki o taşkın muhabbete kimsenin fark edemeyeceği bir başka çıkış noktası bularak kendini aldatmakta idi.

*

Gene günlerden bir gün, lala-kız Emirgân’a doğru giderlerken çocuk birdenbire lalanın yanından kayboluverdi. Dehşete düşen adam, sağına soluna baktı, çocuğa seslendi, çağırdı. Yok, yok… Nihâyet hayli araştırmadan sonra çocuğun kaçarak Balta Limanı Câmii’nin minâresine çıktığını görüp bin ricâ ve dil dökerek aşağıya indirebildi.

Hamdi Bey, hiç de usta bir hattat olmamakla berâber, elinden güzel levhalar ve murakkalar da çıkar, sabahtan akşama kadar bunlarla uğraşır dururdu. Ancak ayda bir defa iratlarını dolaşmak ve gelirlerini toplamak için İstanbul’a iner ve bu sayılı günün dışında evden çıkmaz, genç ve güzel karısının yalının içinde dönüp dolaşmasını kimselere fark ettirmeden seyreder dururdu.

Küçük kız, lalası ile gide gele sürdürdüğü senelerin sonunda mektebini tamamlayıp şahâdetnâmesini almış bulunuyordu. Fakat Hamdi Bey, kızının istediği ölçüde bilgi sâhibi olduğuna henüz kanaat getirmemişti. Onun daha yüksek bir mektebe devam etmesini arzu ediyordu. Lâkin bu defa, devam etmesi gereken mektep İstanbul’da idi. Henüz motorlu vâsıtaları tanımayan İstanbul’da da Rumeli Hisarı’ndan kalkıp her gün İstanbul’a gidip gelmenin imkânsız olduğu âşikârdı. Bu yüzden Hamdi Bey, Süleymâniye’nin Kirazlı Mescit Mahallesi’nde bir arsa alarak kârgir bir konak yaptırdı. Böylece de mektep bitinceye kadar âile kış mevsimini Süleymâniye’de geçirmeye devam etti.

Kızına gösterdiği alâka ve tâkibi oğlundan âdeta esirgeyen Hamdi Bey, Mahmut ismindeki oğlunun ilerde kimsenin işine yaramayacağını, bomboş bir âdem olacağını sanki hissetmiş olmasına rağmen gene de okuyup adam olması için gayret sarfetmiş bulunduğu halde bu gayretinden bir netîce alamadı.

Gene seneler geçti. Artık bir genç kız olan Nazlı’sını evlendirdi. Asil bir âilenin oğlu olan dâmat, zengin kayınpederinin malına mülküne göz dikmeyen, görgülü ve mazbut bir genç adamdı.

Mâliyede nişan mümeyyizi olan bu genç dâmat öylesine dürüst idi ki, bir murassa nişan hazırlatacağı zaman, kuyumculara göz açtırmazdı. Kuyumcu kadar bilgisi olduğu için, lekeli bozuk bir taş koydurmak yolunda asla aldatılamaz, böylece de şahsî menfaati uğruna önüne dikilen teklifleri elinin tersi ile iterek devletin menfaatini korumak husûsunda bir atmacadan daha sert olurdu.

*

Bu evliliğin üstünden birkaç yıl geçtikten sonra kayınpederi Hamdi Bey’in ölümü ile yeni yeni acıklı çizgiler, âilenin huzûrunu zedelemeye başlamış bulunuyordu. Zîra babasının ölümünden sonra âilenin geçim kaynaklarını birer birer eritmeye memur imiş gibi Mahmut, îrat ve akarların en işe yarayanlarını satıp satıp yiyordu.

Bu mesûliyetten mahrum adamın pervâsız hareketlerine ise ne kız kardeşi, ne de eniştesi müdâhale ediyorlardı. Hoş, karışacak olsalardı, o gene ne yapıp edip hepsini atlatacak tıynette olduğu için, ayrı kutupların adamları olan bu insanların çatışmalarından bir netîce alınamayacağı âşikâr idi. Nitekim de öyle oldu. Bu arada oğluna aşırı düşkün olan Fâika Hanım’ın da, Mahmut’unun davranışını, âdeta mâzur görmesinde ve âilenin malının mülkünün erimesinde payı eksik değildi.

*

İşte üst üste gelen muhârebeler bütün İstanbulluları, hatta memleketin her bir köşesini, bir yokluk bulutunun karanlığı içine almış olduğundan, Hamdi Bey’in bin naz ile sevip kolladığı kızı, erkek kardeşinin satıp savurduğu emlâkin geri kalan birkaç parçasını da geçim yüzünden elden çıkarınca, babasının türlü fedâkârlığa katlanarak Kız Muallim Mektebi’nden aldırdığı mezûniyet kâğıdına ihtiyaç duyulacağı zaman gelmiş çatmıştı. İşte böylece de Hamdi Bey’in sevgili kızı Nazlı, nihâyet bir gün kendisini civarındaki bir ilk mektebin hocaları arasında buluverdi.

Evlerinden yarı aç yarı tok gelen çocuklara kendi evinden taşıdığı yemekler, belki de talebelerinden bir çocuğun gıdâsızlıktan yatağa düşmesinin önüne geçmiş bulunuyordu.

El altından yaptığı iyilikler o kadar çoktur ki bunları ne söylemek, ne de anlatmak kābildir.

Çevresi tarafından saygı ile berâber sevgi gören Nazlı Hocahanım’ın böylece de eşi dostu hayli kalabalık idi. Ciddî ve inandırıcı bir samîmiyetle yalnız kendisi için yaşamanın ayıp, hatta günah olduğu fikrini etrâfına kabul ettirmiş olduğundan, yakınlarına karlı buzlu günlerde sırtları âdeta çıplak gelen çocuklar için kazak ördürtür, böylece de eşinden dostundan gelen eşyâlarla çocuklara alabildiğine hizmet eylerdi.

Seneler sonra mezun ettiği çocuklardan biri yüksek tahsilden sonra bu emektar hoca hakkında yazmış olduğu yazıda: “Nazlı Hocamızın zengin mi fakir mi olduğunu bir türlü bilememiştik. Yaşayışına bakılırsa ona zengin denemezdi. Ama hesâba kitâba gelmeyecek hayırhahlığına bakılınca, ona zengin, hem de çok zengin demek icap ederdi.” demiştir.

*

Evet Nazlı Hoca gerçekten talebesini şaşırtacak müstesnâ kadındı. Parayla pulla elde edilemeyen ve ölçülemeyen bir zenginliğe sâhip olduğu ve yoksullukları bir kalemde varlığa gark eden gınânın, ona ilâhî aşk pınarından akan bir güçle yetiştiğini söylemek doğru olur. O seçkin kadına âit bir hâtırayı belki ikinci defa kaydetmek istemekteyim.

Bir gün talebesine, çocuklar en sevdiğiniz meyvenin hem adını yazın, hem de resmini yapın! demişti. Önüne gelen kâğıtlardan birinde dallarında dört köşe bir şeyler sallanan ağaçta “börek ağacı” yazılı idi. Hocasının evinden getirdiği böreklerle uzun zaman karnı doyan bu çocuk, börekleri bir ağacın mahsûlü sanıyordu. Kendi sofrasında börek tadını tatmamış çocuk için hazin ve ibretli bir netîce idi.

Evet, Nazlı Hoca, yalnız görgülü ve kibar bir İstanbul hanımefendisi değil, çehre güzelliği yanı sıra bir ruh güzeli ve bir de mânâ güzeli idi.

Şu halde kendi kendimize zengin kimdir, diye soracak olursak, el hak: Nazlı Hocalar gibi etrâfına, tâlim ve tedris gayreti içinde bulunan medenî bir zenginliğin büyüsü ve ibâdet ölçüsünde şefkat ve dostluk aşkı ile vazîfesini îman kılıfı içinde sarıp sarmalamış olan bahtiyarların yolunda gidendir, diye cevap verebiliriz.

Bir müddet evvel onun baba yâdigârı hanı hamamı, îrâdı ve akarı da vardı, ama şimdi onların hiçbirisinin mevcut bulunmamasına rağmen Nazlı Hoca, nice Kārun gibi zengin olanların karşısında gerçek zengin değil de ya ne idi?

(Sâmiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyatı, Küplüce’deki Köşk, s. 114-119)

Sevmek ve Vermek

Şiir sever bir evde büyüdüm. Annemle babam bize her fırsatta edebiyat, özellikle şiir sevgisi vermeye çalıştılar. Annemin bir şiir defteri vardı. İçine yıllar boyunca sevdiği şiirleri yazdığı… Bu defterde kısa bir şiir vardı sürekli okuduğum ancak anlayamadığım:

“Kim o deme, benim ben

Öyle bir ben ki kapına gelen

Baştan aşağı sen”

Nasıl sevmek bu, diyordum kendi kendime. Baştan aşağı sen… Kapıdakinde artık kendisine ait hiçbir şey olmayan…Bir insan bir insanı nasıl bu kadar sever diye düşünürdüm. Biraz da âcizce yazılmış satırlar gibi gelirdi bu sözler. Öte yandan defteri her elime aldığımda gözüm bu şiire takılırdı ister istemez.

Bana iyiliğin, doğruluğun faziletinden bahsederdi ailem. Paylaşmanın, vermenin öneminden.  Zaman zaman da hatırlatırlardı;öyle fütursuzca değil -kendi haklarını koruyarak, kendini kullandırmadan vermenin öneminden. Babamın sürekli tekrar ettiği bir söz vardı, bana söylediği: “Kızım” derdi,  “atalarımız ne güzel söylemiş: ‘Yiğit der candan, cömert der maldan ederler.’ Denge, herşeyde denge önemli” derdi. Benim kendi aklımca doğru bularak yaptıklarım, aile çevremde genellikle saflığıma verilirdi. Aklı olanın yapacağı işler değildi, oysa bana bir yandan da okulda herkes akıllı derdi. Kafamın karıştığı dönemlerdi.

Sonra hayatımın bir aşamasında tasavvuf ile tanıştım; vermekten ve vermenin güzelliğinden bahseden…  Kötü huyları vermekten, kendinden hesapsızca vermekten dem vuran. Yardımlaşmaktan ve halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğundan… En güzel hizmetin karşılıksız, bir menfaat gözetmeden yapılan hizmet olduğunu söyleyen…Kendinden geçmekten, benliği bırakmaktan, yok olmaktan ve bu yokluğun güzelliğinden söz eden… Yapamadığım,tam olarak kavrayamadığım, ancak bana ilminin bile zevk verdiği şeylerden bahseden…

Günler, aylar ve yıllar sonra çocukluğumda okuduğum şiirin mânâsınıkavradım: Başka birinde yok olmanın, benliğin kalmamasının, öfke, üzüntü, sevinç ve mutluluğun ölçüsünün sadece bir kişide olmasının nasıl birşey olduğunu,kapısına gittiğiniz kişinin artık karşısında pürüzsüz bir şekilde kendi güzelliğini seyretmesinin nasıl birşey olabileceğini kavradım. Bunun sadece vermek ile mümkün olduğunu, vermeden olmayacağını, bu süreçte vermenin haz olduğunu anladım. Haz olunca vermenin vermek gibi algılanmadığını, nasıl damarlarımızda akan kanı hissetmiyorsak, bu aşk ile verilenlerin vermek gibi gelmediğini ve varlığın doğal bir parçası olduğunu kavradım. Kavradım derken yapabiliyorum demek istemiyorum, sümme hâşâ! Ben böylesine verici bir sultanda, kar, kış, sıcak, hastalık demeden Allah diyip istikamet eden hocamda bu güzelliği seyrederken anlattıklarının mânâsınıkavradım. Hâl etmek de nasip olur inşaallah.

Görmeden, İşitmeden Yürüyen

Bir gün vardı. O gün boyunca hep yazmak mümkündü. Akşam oldu. Gün bitiverdi.Yazamıyordu artık…

Kalemi bıraktığında hâli belirsizdi; ya yazacak ilham kalmamıştı ya da gün yazıyı elinden alıvermişti. Kendisinden biraz dolaşmasını, azıcık yaşamasını ister gibiydi. Nasıl yaşayacağını sordu da yanıtları duymadı. Kalemi ile birlikte kulağı da ondan alınmıştı. Alınmasından ziyâde vermiş olmak isterdim diye içinden geçirdi. Olsun, buna da razıyım, dedi. Yolunda yürümeye devam ediyordu. Gözü de kapanmıştı. Gördüklerini bir kavanoza sığdıramayacağını fark etmesi gerekirdi. Geç kalmıştı. Kendisine görünenleri elinde tutamayacağını biliyordu da kendisine yenik düşüyordu. Hep sahipleniyordu. Dolayısıyla gözü de alınmıştı.Halbuki verebilirdi. Olsun, herşeye rağmen yolunu kaybetmemişti. Buna da razıydı.

Adım adım yürümeye devam ediyordu. Gözü, kulağı olmadan, görmeden, işitmeden yaşıyordu. Yaşıyordu da aslen ölüydü. Fakat ölü vücudunu taşırken güvenmeyi öğrendi. Bir hayır vardır diye geçirdi içinden. Karanlıkta kaldı diye yolundan dönecek değildi ya. Bir adım daha attı. Hiçbir şey olmadı. Öbür adımı da attı. Yine hiçbir şey olmadı. Olsun, ümidimi yitirmem ben dedi. Elinde kalan tek mum ışığına üflemeye hiç niyetli değildi. O, güveniyordu. Güvenmeyi öğreniyordu.

Günler geçip gidiyordu. Ne kadar istese de gözleri ona açılmıyordu. Ses çıktığını biliyordu fakat kulakları duyamıyordu. Her yerden akan nehirleri, çıkardıkları sesleri özlüyordu. Olsun, anısı var buna da razıyım dedi. Vakit geçtikçe içine bir hisdoğuyordu ki onu acele etmeye zorluyordu. Geç kaldığını, ömrünün kısalığını hatırlatıp duruyordu. İçi boş bir aceleciliğe kapılıp yolunu şaşırmasını ister gibiydi. Neyse ki, kendisi ne işitiyordu ne de görüyordu. Yalnızca yürümekteydi.  Evet, hâlâ memnun memnun yürüyordu. Vakit onun için ne duruyor ne akıyordu artık. Geçip giden günlerde sabretmeyi öğrendi. Sabretmekteydi. Ne şanslıydı ki her bir adımda bir şekilde topraktan filizlenen ağaçlar gibi dallanıp budaklanıyordu. En azından böyle hissediyordu. Bundan emindi. Güneşe uzanmaktı gayreti. Belki hiç dokunamayacaktı. Fakat doğru istikamette olduğuna dair hiçbir şüphesi yoktu. Emindi. Hatta belki de dokunmaması kendisi için daha hayırlı diye düşündü ve devam etti. O adım adım yaklaşıyordu.

Yolu uzundu. Ne başı ne de sonu vardı. Bu onu ne sevindirdi ne de üzdü. Görmeden, işitmeden, varlığından haberdar ve emin olarak sabrediyordu. Her gün bir arpa boyu kadar da olsa yol alıyordu. Vicdanı rahattı. O nasıl olsa hiçbirşeyden farksızdı. O kadar sessiz sedâsız kalmıştı ki fark edeni yoktu. Yokluğunu tattığını idrak etti. Her gün kendisinin sandığı şeylerin ondan bir bir alındığını hatırlayıverdi. Bu sefer o alınmasına sebebiyet vermeden verecekti. Elinde ne kaldığını düşündü. Hiçbirşey yoktu. Kendisi de yoktu. O halde yalnızca verecekti. Yokluğu da kalmayınca…