Editörden (Temmuz-Ağustos 2015)

Merhaba Her Nefes Dostlarımız,

Bu sayımızda konumuz “Umre” ibâdeti, doğrusu böyle bir konu nasıl yazılabilir, anlatılabilir ve paylaşılabilir bilemiyorum. Mâlûm, bir şarkı sözü vardır, “Aşk yaşanır, anlatılmaz” diye… O mübârek topraklarda olmak bir başka hâldir… Âciz bir beşer olarak, her zaman, âlemlere rahmet o mübârek sevgilinin yaşadığı yerlere gidince, aslında herkes kendince ve kendine göre, ama muhakkak dolu dolu zamanlar yaşıyor diye düşünmüşümdür. Herkes kendi yaşadığını bilir ve anlatır. Her giden, oradan ihtiyacı olanı, ihtiyacı olduğu kadar alırken, hangi huyunu ve sevmediği hangi özelliğini ne kadar verebiliyor? Doğrusu bilemiyorum. Allah oralarda bulunup bırakmak istediklerimizi oralarda bırakmayı ve inşaallah oraların nuru ile nurlanmayı isteyen herkese nasip etsin.

Velhâsıl bu ayki konumuz da diğer konularımız gibi çok güzel ve özel bir konu… Ama sanırım, biraz daha kişiye özel, biraz daha gönlümüzde yer eden bir konu. Belki biraz mahrem, belki sadece gönül diliyle anlatılan ve anlaşılan bir konu. Bilemiyorum… Bildiğim, Hz. Mevlânâ’nın aşkın ne olduğuna dair kendisine gelen soruya “Ben ol da bil!” demesi gibi, kişiye özel ve ancak o kişinin yaşadığı şekliyle anlamamız gereken bir konu olduğudur.

Biz de Her Nefes ekibi olarak, sizlere kendimizce yaşadıklarımızdan, özlediklerimizden ve hissettiklerimizden bir sayı hazırladık. Bu sayımızda yer alan yazılar arasında ilk defa umreye giden, umreye giden ve bir süredir gidemeyerek orayı çok özleyen, hasret çeken tüm dostlardan kelâmlar var. Biz bu sayımızı çok beğendik. İnşaallah sizler de beğenirsiniz. Her zamanki gibi ve elbette kusurları bize, güzellikleri her şeyin sahibine âit olan bir sayımıza daha hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

Editörden (Haziran 2015)

Merhabalar Her Nefes Dostlarımız,

Efendim, bu sayıda konumuz 29-31 Mayıs 2015 tarihleri arasında Yenikapı Mevlevîhânesi’nde başlayan ve Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda devam eden, Cemâlnur hocamızın “Ben 63 yıl bugünü bekledim” dediği “Uluslararası ‘Rahmet Kapısı’ Ken’an Rifâî Sempozyumu”na dâir…

Haziran 2015 sayımızda sempozyumumuzu ve bu sempozyumun bizlerdeki etkisini sizlerle paylaşmaya çalıştık. 29 Mayıs’ta, İstanbul’un Fethi’nin 562. yılının idrak edildiği günde Yenikapı Mevlevîhânesi’nde semâ töreni ile başlayan, diğer bir deyişle “nefslerimizin fethi” ile başlayan bu kutlu sempozyumumuz, 31 Mayıs’ta sırlanmasını tâkiben kavuştuğumuz Berat Kandili ile ve inşaallah sağ taraflarımızdan aldığımız berâtlarımızın bir sancak misâli, gönül kalelerimize dikilmesi ile tamamlanan bir “Mânâ Fethi”ne dönüştü. İşte tam da bu yüzden hislerimizi, siz gönül dostlarımızla paylaşmayı istedik.

Dünyanın en önemli tasavvuf profesörlerinden farklı konularda uzmanlığı olan katılımcılara kadar yaklaşık 40-45 konuşmacının ağırlandığı, sayısı bine ulaşan bir dinleyici topluluğunun katıldığı bir sempozyumdan bahsetmek istiyoruz. Sempozyumumuzda, adı gibi “rahmet” dolu, hatta rahmetin dolup dolup taştığı bir kapıyı Ken’an Rifâî Hazretleri’ni anlamaya ve anlatmaya çalıştık. O’nun engin ilminden feyzlenirken, bu kapıya hakkıyla ve lâyıkıyla hizmet etmeye, O’nun bitmez tükenmez menbaından doya doya içerek ve hâlini, edebini ve inşaallah mânâsını idrak etmeye çalışarak gayret ettik.

Tüm katılanların, çalışanların ve düzenleyenlerin gönüllerine fetihlerin en kutlusunun gergef gibi işlediğini düşündüğümüz bu günler vesilesi ile “Rabbim bizleri bir nefes senin bu rahmet dolu kapından ayırmasın ve inşaallah her nefes O’nunla ve O’nun ve Hakk’ın yolunda olalım. Her an yeni bir şen’le dirilen o sultanlar sultanına şâhitliğimiz dâim olsun” diye niyaz ediyoruz.

Cân-ı gönülden “Rahmet Kapısı” vâsıtasıyla yaşanan fetihlerimizi kutluyor ve sizleri Haziran sayımıza dâvet ediyoruz. Elbette eksiklikleri ve kusurları vardır ve bunlar bizlere aittir. Tüm güzellikleri de elbette bu Rahmet Kapısı’nın ve tüm kapıların yegâne sahibine, o güzele ait olarak, yeni sayımıza hoşgeldiniz, gönlümüzü hoş ettiniz.

Yosun Mater

Sohbetler (Haziran 2015)

– “Dün Ekrem’e dedim ki: Mîmârım, diye niçin böbürleniyorsun? Biz de mimarız. Herkes hayâtı binasının mimarıdır.

Faraza sen, yaptığın bir yapıyı, fena malzeme kullanır, çürük ve hesapsız yaparsan, yaptığın bina yıkılır, neticede seni mes’ul ederler. İnsanların buldukları ferah, keder, cennet, cehennem, iyilik ve fenalık da, hayatları binasını iyi veya fena kurmuş olmalarındandır. Erdiğimiz neticenin mes’uliyeti başkalarının değil, kendimizindir.

Eğer biz de vücûdumuz binasını çürük ahlâklar ve kötülükler ile yaparsak, günün birinde kendi kendine çöküverir. Nihayet Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkarılıp ‘Ben sana bu vücûdu emânet vermiştim. Onu niçin çürük ve kötü malzeme ile bina ettin?’ diye muhakeme edilir ve neticede de mahkûm oluruz.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 426)

*****************

  • Seven kimse Allâh’ından sevilmek talep edebilir mi?
  • “Aşkın dereceleri vardır. Sevgiyi meyveye benzetirsek, yeşil kabuğu, dış kabuğu, iç kabuğu ve bir de zarı olduğunu görürüz. Eğer sen de cevizin yeşil kabuğunda isen, isteyebilirsin. Ama lübbe ermişsen isteyemezsin. Çünkü gerçek âşıkta arzu kalmaz. Çünkü kendi kalmamıştır. Mâdemki âşık olmuştur, bu aşkın içinde sevilmek de mevcuttur. Zîra senin sevmekliğin aynı sevilmekliğindir. Eğer sen sevilmeseydin, sevemezdin.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 632)

 

********************

 

– “Dünyâya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir

Rabbini bilmeye sebep evliyâyı bulmaktır

Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak

Evliyaya gönül vermek rengine boyanmaktır.

 

‘Buldum, gördüm, bildim!’ demek maksûda ermek için kâfi değildir. Bu, ben kırk senedir dervişlik ediyorum diye öğünüp güvenme işi de değildir. Maksat, o terbiyesi halkasına girdiğinin velînin rengine boyanmaktır. Yâni güzel sıfatlarını giymek, doğruluğuna, adâletine, irfânına ve aşkına bürünmektir. Evet kırk sene bir kapıya hizmet eder bir şey alamaz da, üç gün dervişlik etmekle, onun kırk senede bulamadığını elde ediverir. Çünkü ezelde hazırlanıp da gelmiştir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 152)

“Kenan Rifâî Bize Allah Aşkını Öğretti”

– “Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu – Açılış konuşması –

Yılın, hatta yüzyılların en büyük mutasavvıflarından bir tanesi, tevhid anlayışının sultanı, peygamber yolunun yolcusu bir büyük mürşid-i kâmil Kenân er-Rifâî Hazretleri. Bizim hayatımızdaki rolünü kelimelerle anlatmak mümkün değil. Ama O’nun dünyaya yayılışını kendi ağzından dinlersek, “İndifâ eden bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun, özellikle İslâm tasavvufunun yeryüzüne akmasını önleyecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur.”

Bugün görülüyor ki hocamın anlatmaya çalıştığı ahlâk-ı muhammedî, edep, aşk kavramı içinde yoğurduğu güzelleşen insan, insan olma seviyesine çıkma, bütün bunlar bugün batıya örnek olmak için akıyor, akıyor… O’nun getirdiği iman, inanç, tevhid, birlik, her şeyden memnun olma kabiliyeti, özellikle peygamber ahlâkını yaşamadaki üstün tavrı bize örnek olmaya devam ediyor. Kendisinin de söylediği gibi zamanın, vaktin olmadığı bir dünya yarattı bize. Bize Allah aşkını öğretti. Bizi adam etmeye çalıştı. Bizim için çok gayreti var. Bunun için de bir özel çaba göstermiyor. O tebliğ etmeye gelmiştir. Bilir ki son noktayı Allah koyar.

Biz O’nun, hâlinden memnun olma, her şeyden memnun olma sanatını elde etme gayreti içindeyiz. Biz O’nun bize, dünyaya taşıdığı cenneti yaşamak gayreti içindeyiz. Bize öğrettiği; bölünmenin, ayrılmanın yanlış olduğunu öğrenme gayreti içindeyiz. Birliğin, beraberliğin önemini anlama ve idrak etme gayreti içindeyiz.

Bize birleşin dedi; bir araya gelin, bölünmeyin, aranızdan hiçbir varlık geçmesin. Birliğin öneminden bahsetti bize, Allah’a beraber gitmenin zevkinden bahsetti. Ne güzel şeyler öğretti bize… Doğru yolu, zevki öğretti, idrâki öğretti. Ne kadar yapabildik bilemiyorum ama biz hedefle yaşamanın zevkini aldık.

Bugün belki gençlerimizin en büyük eksiği, mürşid-i kâmillerin kurduğu, koyduğu hedefleri bilmemek. Bugün batının, doğunun yanlış İslâm anlayışı, uyuşturucu etkisi, bunlar hep hedefsiz insanların uğradığı felâketlerden ibâret. O bize hedef verdi ve o hedefe doğru yönlenin, dedi. Tıpkı Peygamber Efendimiz’in mîrâca çıkarken gözünün hiçbir yere bakmayışı gibi, gözümüzü hocamıza diktirtti.

Hocamızın da bir varlık olmadığını, O’nda Hazreti Peygamber’in tecelli ettiğini bize öğretti. Vücutların kırılacağını, tekkelerin kapatılabileceğini, varlıkların, mekânların yok olabileceğini ama mânânın asla yok olmayacağını öğretti. Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi, Kur’an yansa da mânâsı yanar mı bir evin içinde? Bu hakikati öğretti bize… Kur’an gibi yaşamaya, yaşayan Kur’an olabilmeye çalıştık. Onun derdine düştük, derdimiz bu oldu. Sevgiliyi daha iyi anlamak, daha çok sevmek; böylece onun her anki tecellisine iştirak etmek ve zaman kavramından kurtulmak zevkine düştük. İbn-i Arabî Hazretleri’nin dediği gibi; aşk, diyor ve iman seni zaman kaydından kurtarıyor ve mutluluk veriyorsa gerçek imandır. Bize bunu öğretti hocamız. Çok enteresandır ki O, en kötü, ne fenâ, ne çirkin dediğimiz hâdiseleri güzelleştirdi. Allah indinde yanlışın, abesin olmadığını, insanların itikatlarını Allah hâlinde düşündüklerini öğretti bize. İnsanların fikirlerine hürmet etmeyi, farklılıkları hoşgörmeyi öğretti. Yapabildik mi bilmiyorum ama öğrenme çabası içindeyiz.

Öyle güzel insanlar yetiştirdi ki, bir Sâmiha Ayverdi, bir Semiha Cemâl Sultan, Nazlı Anne, Meşkûre Sargut, İlhan Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi… Daha sayılabilecek milyonlarca insan… Sofi Huri’ler, Safiye Erol’lar, Nezihe Araz’lar… Hepsi kendi çapında hedefe gözünü dikmiş insanlar. Hepsi kendi yolunda olanlara örnek oldular. Ama bazıları hepsinden de daha çok örnek oldular. Onlar kimlerdi, biliyor musunuz? “Ben yokum, yalnız Efendim var” diyenlerdi. Onlar “Ben Efendi’nin kalemiyim, bende bir varlık yok” diyenlerdi. Onlara baktık, hayran kaldık, benzemeye çalıştık.

Şimdi bir gayemiz var: O’nun istediği gibi her şeyden memnun olma sanatını elde etmek. Mücâdelemizi sonsuza kadar vermek ve İslâm’ın hakiki yüzünü dünyaya anlatmak. Tasavvufî mânâsını herkese anlatmak ama bunu yaşayarak yapmak… Bir gayemiz var. Bizim çok şükür ki bir gayemiz var. Müslümanlığın hakikatini yaşayarak ölmek istiyoruz. Ve bir gayemiz var, Cemâlullah’a ulaşmak istiyoruz. Âyette buyurulduğu gibi herkes kendi Âdem’inin bayrağı altında kalkacaktır. Mürşidimizin bayrağı altında, Allah’ın istediği kul olarak, Peygamber’imin memnun olduğu kul olarak O’na varmak istiyoruz. Ama bunu yalnız yapmak istemiyoruz, sınıfça yapmak istiyoruz.

Allah bizleri bu birlikten, beraberlikten, hocamızın mânâsına hürmet etmekten ayırmasın ve dâimâ doğru yolda sâbit kılsın. Teşekkürler ediyorum efendim hepinize…

Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Hayatı

1867 senesinde Selânik’te dünyâya gelen Ken’an Rifâî Hazretleri, Filibe hânedanından Hacı Hasan Bey’in oğlu Abdülhalim Bey’le Hatîce Cenan Hanım’ın çocuklarıdır.

İstanbul’da Galatasaray Sultânîsi’ni (bugünkü Galatasaray Lisesi) bitirdikten sonra Bâb-ı lî Hâriciye Kaleminde vazîfe almış, Acem Mektebi’nde tabiat muallimliği yaparken Posta – Telgraf Nezâreti’nde Alman müşâvir Groll’ün muâvinliğine getirilmiş, bu arada da Hukuk Fakültesi’ne devâm etmiştir.

Oğlunun ilk mürşidi annesidir. Kendisine mânevî dünyânın, Allah yolunun kapılarını açan annesi Hatîce Cenan Hanım, daha sonra onu kendi mürşidi Şeyh Edhem Efendi’ye teslim etmiş, bu sûretle Ken’an Rifâî Hazretleri’nin mânevî şahsiyeti bu iki mürşid tarafından oluşturularak kemâle ermiştir.

Madde ve mânâ dünyâsını et ve tırnak bilen Ken’an Rifâî Hazretleri, günün birinde kendini maârif çatısı altında bularak sırası ile Balıkesir İdâdîsi, Adana, Manastır, Üsküp, Trabzon Maârif Müdürlükleri, daha sonra Numûne-i Terakkî ve Medîne-i Münevvere İdâdî-i Hamîdî Müdürlükleri yapmıştır. Tekrar İstanbul’a döndükten sonra Erkek Muallim Mektebi Fransızca hocalığı, Tedkîkât-ı İlmiye Encümen Azalığı, Dârüşşafaka Müdürlüğü ve Meclis-i Maârif Azalığı vazîfelerinde bulunmuş, emekliliğinden sonra da onüç sene Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmıştır.

Onbir aylık Balıkesir devri, genç müdürün Allah velîsi anne eliyle yükselen mânevî temelinin, artık mürşidi Edhem Hazretleri’nin taş taş işlenme mesûliyetini bütünü ile üstüne aldığı devirdi. Hocası kendilerinin maddî ihtiyaçlarını kısıtlayarak, en azla yaşamanın temizleyici zevkini tattırıp (riyâzât), ileride halkının bütün acılarını paylaşacak olan o mürşid-i kâmili bir mânevî âbide derecesine ulaştırmıştır. Yine burada bir san’atkârdan mûsıkî nazariyatı öğrenmesini ve ney meşk etmesini istemiş, daha sonra da keman ve piyano çalmayı öğrenerek manevî feyzini öğrencilerine aktarmanın diğer bir yolu olan mûsıkîyi, bestelediği ve güftelerini yazdığı ilâhileri ile çevresine akıtmıştır.

Manastır Maârif Müdürlüğü sırasında mürşidi Edhem Şah cemâle yürümüş, kendisine yerini bıraktığını, mânâ âleminden haber vererek dünyâdan göçmüş olduğunu bildirmiştir.

Medîne-i Münevvere’de İdâdî-i Hamîdî müdürlüğü yaptığı dört sene zarfında Şeyh’ül Meşâyih Seyyid Hamza Rifâî Hazretleri’nden, dört sene hizmetlerinde bulunduktan sonra icâzet almışlardır. Bir gün Hamza Rifâî Hazretleri, “Oğlum, bilmem ki ben mi senin şeyhinim, yoksa sen mi benim?” demekle Ken’an Rifâî Hazretleri’nin vâsıl olduğu mertebenin yüceliğine pek güzel bir şekilde işâret etmiştir.

İstanbul’a avdetlerinden sonra Erkek Muallim Mektebi’nde Fransızca Hocalığı, Tedkîkat-ı İlmiyye Encümeni âzâlığı, Darüşşafaka Müdürlüğü, Meclis-i Maârif zâlığı’nda bulunmuştur. Aynı yıllarda annesi Hatice Cenan Hanım’ın Hırka-i Şerîf’te inşâ ettirdiği Ümmü Ken’an Dergâhı’nda postnişîn olarak irşâd faâliyetine başlamıştır. Ken’an Rifâî’nin irşâd faaliyetini dergâh çatısı altında götürmeyi tercih edişini Sâmiha Ayverdi devrin icâbettirdiği şeyi yerine getirmek olarak yorumlar: “O devrin şartlarına göre bu meydan, ancak bir dergâh olabilirdi. Eğer o zamanki cemiyet, bir zâviye değil de bir akademi yoluyla fikrini yaymak imkânlarına sahip olsaydı belki de Ken’an Rifâî bir akademiyi tercih ederdi. O, cemiyetin nabzını elinde tutarken, insanları hayâtın endîşe verici dönemeçlerinde, vartalı yollarında, kıymet ölçülerini benimsemesinde, fikir ve ahlâk muhâsebesinde, hulâsa varlığının bütünü üstünde emniyet ve ahenk sağlayacak bir kontrol ve mesuliyet hissinin sahibi kılmak istiyor ve terbiye sistemini o yola yöneltiyordu.

Bir taraftan irşâd işleri ile meşgûl olurken, diğer taraftan da memleket kültürüne katkıda bulunma, öğrenci yetiştirme ve idârecilik yapma gibi vatan hizmetine de yeniden başlamış, Darüşşafaka ve Gelenbevî okullarında müdürlük yapmış, yüksek sınıflara da Edebiyat ve Fransızca dersi vermiştir.

1925 yılında dergâhlar kapandıktan sonra da Ken’an Rifâî’nin vazifesi bitmiş olmadı. Bu defa da kendi kendine gelişen tabiat hâdiseleri gibi, etrafında tabiî bir akademi teşekkül ediyordu. 1925’de tekkelerin devlet eliyle kapatıldığı zaman halkın sesini Hakk’ın sesi olarak kabul eden Ken’an Rifâî bu durumu en küçük itiraz ve hoşnutsuzluk göstermeden kabul etmişti. Onun için tarîkat bir gāye değil bir vasıtadan ibaretti. Ken’an Rifâî tarîkat kurumunun sadece şekilde kalmış olduğunu görmekte ve devrin ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte olmadığını bilmekteydi. Bu fikri öylesine samimiyetle benimsemiştir ki, kendisine bu konuda soru yönelten bir gazeteciye hâlihazırda açık olan üç yüz küsur dergâhtan pek azının irfâna hizmet ettiğini ve söz konusu kanun ile bu duruma bir son verildiğini ifâde etmiştir.

Maârif Vekâleti’nden emekliye ayrıldıktan sonra on üç yıl boyunca Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmış, soyadı kanunu ile Büyükaksoy soyadını almıştır. Ken’an Rifâî, 7 Temmuz 1950 tarihinde vefât etmiştir. Kabri Merkezefendi Camiî avlusunda şadırvanla kabristan duvarı arasındaki hazîrede bulunmaktadır.

Kendileri Fransızca, Almanca, İngilizce (80 yaşından sonra öğrenerek), Arapça, Farsça, Rumca, Çerkezce’yi anadili gibi bilmekteydiler.

ESERLERİ

Muktezâ-yı Hayat
Camille Flammarion’dan tercüme “Dünyânın İnkılâbı”
Rehber-i Sâlikîn
Tuhfe-i Ken’an
Ahmed er-Rifâî
İlâhiyât-ı Ken’an (ilâhileri ve besteleri)
1 cilt şerhli Mesnevî-i Şerif
Sohbetler

Kaynak: Sâmiha Ayverdi, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Kubbealtı Neşriyâtı, 2009, İstanbul, s. 111, 120-121.

Dost

…Tasavvufun inandığı hürriyet, nefsin kin, kibir, yalan, gösteriş, menfaat, benlik gibi insanı hayvanlaştıran esâretinden kurtulması olduğuna göre, velîlerin gayesi, âdemoğlunu, cemiyetin hür adamı yapmaktır.

Zîra kendileri hürdürler. Üstelik, dünya sevgisi ile bağlı olmadıkları için, dünya ehlinden de korkuları yoktur.

Bu hikmet, irfan, îman ve aşk merkezleri, bizâtihi hâmil oldukları değerleri ücretsiz ve karşılıksız olarak etraflarına dağıta dağıta, sâkin âlemleri içinde yaşarlar. Asırlar asırları tâkip etse de, kütleye adadıkları varlıkları ile, kâh gizli, kâh âşikâr, etraflarına huzur getirmekte kıyâmete kadar devam eyleyeceklerdir.

Kendileri için doğmamış, kendileri için yaşamamış bu uluları, ne yazık ki bugün körebe şaşkınlığı içine düşmüş dünya fark etmeyecek bir gaflet içindedir. Kimbilir, daha ne kadar zaman kollayıp aramayı da düşünemeyecektir.

Halbuki yaratılış âlemi içinde tecellîleri eksiksiz olan Allah, evliyâsını eksik eder mi? Yeter ki kütle uyansın ve gene bu merkezlerin etraflarında kurtuluşunu aramak ihtiyâcını duysun. Arayıcı olan, elbette bir gün bulucu da olur.

***

İşte XX. asrı şereflendiren bir kütle fedâîsi, bir rehber Ken’an Rifâî’dir.

İlâhî irâdenin, insanoğluna bir armağan olarak göndermiş olduğu Ken’an Rifâî’yi, anlatmak isteyenin, mazgaldan ufku gözleyebildiği kadar seyreden bir nöbetçiden farkı yoktur.

Niçin mi?

Kulaçlamakla sonsuzluğuna erişilemeyecek bu ihlâs ve samîmiyet âbidesi, insan idrâkinin zorlukla kavrayacağı bir hayır ve sevgi hazînesini akılları durduracak ölçüde etrâfına saçtığı için, anlatılması ve anlaşılması güç, belki de muhaldir.

İlmine, fazlına, fazîletine, maddî- mânevî asâletine rağmen, bu iddiasız, sâde, şatafatsız büyük velî, kendisine ilticâ edenlerin, maddî-mânevî yardım bekleyenlerin ellerini boş çevirmemiş, almadan vermiş, fegâgatini, tevâzuunu, vefâsını, sabrını, merhametini, adâletini, eksiksiz bir insanlık tablosu içinde toplayarak etrâfına sunmuştur.

Öğrettiği, tâlim ve tedris ettiği iyilikleri ve güzellikleri nazarî ve katı üniformalar içinde bırakmamış, onları yaşayarak etrâfına göstermiştir.

“Hakîkatle mağlûp edilmekten üstün bir zevkim yoktur” demişse, muhâtabının doğru bulduğu fikrini derhal kabul etmekte bir an tereddüt etmemiştir.

Kezâ, “Ben yalan söylüyor muyum? Ben dedikodu ve gıybet ediyor muyum? Ben kalp kırıyor muyum? Ben kin tutuyor, kibir ediyor muyum? Eğer bunları yapıyorsam, size de bol bol izin! Amma beni hocanız bilmişseniz, bende olmayan sıfatlarda konaklamanız, üstünüzdeki mânevî hakkımı red etmek olmaz mı?” demiştir.

Evet, hiçbir söz ve nasîhat, hayâtının hesâbını bu derece cesâretle ve açık alına veren bir mürebbînin beyânı kadar tesirli olamaz.

İşte Ken’an Rifâî, söylediğini işleyen, tâlim ettiğini tatbik eden, fiilleri ile fikirlerine ihânet eylemeyen bir kahraman olduğu için, dâvâsında muvaffak olmuş ve böylece de etrâfı, sevgi, îman ve vatan aşkını aksiyon hâline getirmiş seçkin bir kadro ile dolup taşmıştır.

Bir gün “Sizin hakkınızı nasıl ödeyelim?” yollu sorulan bir suâle, tereddütsüz şu cevâbı vermiştir: “Yolumdan gelin, hepsi o kadar..”

İşte böylece de, yalnız sual sâhibine değil, bütün yakınlarına, hiç kimseden ihsan ve âtıfet beklememiş olan bir ulu kişinin prensibini açıklamış, karşılığını vermiştir.

(Sâmiha Ayverdi, Dost, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2007, s. 12-13)

 

Efendim Hayatımda

Meşkûre Sargut

Annem, babam, ablalarım, hepimiz Efendimin mânevî evlatları câmiasından olup ihvan halkasına dâhil olmak şerefi ve bu en büyük nasip ile ezelden lûtfa uğramışız. Bayramlarda, 3–4 yaşında iken hep hatırladığım, yeni elbiseler ve ayakkabılarla bayram namazından sonra konağa giderdik, Efendimizin elini öperken şu duâ her zaman kulaklarımda çınlamıştır. Kendileri “Allah’ın rızâsı üzerinize olsun” buyururlardı. Çocukları, şekerler çikolatalarla sevindirirlerdi. Beni de o yaşımda elimden tutar, kendi ziyâret odalarına götürürler ve eteğime bir kutu çikolatayı boşaltırlardı.

❧❧❧❧
Biz Fâtih’e, kendi evimize geçtikten sonra yine konağın karşısında oturan Ömer Efendi ve Şaziment Hanım’ın evine gider, ziyaret saatlerinde konağa karşı olan pencerenin önünde otururduk. Efendimiz, Sabiha Hanımefendi’nin odasına teşrif ederler, pencere önündeki koltuğa otururlardı. Pencereden bizi görünce biz çocukları daima konağa çağırır, gel işareti verirlerdi. Büyükler her zaman çağrılmazlardı. Biz çocuklar ekseriya huzurda oturur, “Söyle bakalım” buyurduklarında sualler sorardık. Bir seferinde Mansur şöyle sormuştur: “İslamiyet’te mâtem yoktur buyuruluyor. Muharrem’de niçin matem tutuyoruz?” Efendimiz ona hitâben “Bu, mâtem değil saygı, Ehl-i Beyt’e gösterilen hürmet ve bağlılık. Senin annen baban yahut çok sevdiğin bir kimse ölse, o ölüm gününde eğlenmek içinden gelir mi? İşte bu saygıyı o ölüm yıldönümlerinde gösterirsin.” buyurmuşlardı.

❧❧❧❧
Sultânım Efendim yazlığa nereye giderse bizler de orada yaz için ev kiralardık. Bir gün atlı bir araba içinde Lütfiye Vâlide ve Sâdiye Hanım ile birlikte kendileri giderlerken arabayı durdurdular ve yolda yürüyen bendenize “Atla arabaya!” dediler ve Sâdiye Hanım’a hitâben fakiri gösterip “işte ruhûmun doğurduğu evlât” buyurdular.

❧❧❧❧
O seneler hep huzûra gider, sorular sorar cevaplar alırdık. Gösterdikleri misalleri hârikulâde sever, beynimize iyice yerleştirirdik. Bir seferinde “Peygamberimizin rûhu her şeyden önce vardı, fakat zuhûru bütün peygamberlerden sonra oldu, sebebi neydi?” diye sorduk. Cevâben “Bir şeftali meyvesini elde etmek istiyorsun, önce tohumunu, çekirdeğini toprağa ekersin, filiz verir, sonra yeşerir, gövdesi olur, yaprakları, dalları olur, en sonra meyvesi meydana gelir. Bütün bu gövde, dallar, yapraklar her şey, bu meyve içindir” buyurdular.

❧❧❧❧
Bir sefer de “Kur’an, Peygamberler arasında fark yoktur” diyor. Fakat en mükemmel insanın son peygamber olduğunu söylüyor?” diye sorduk. “Güneşin doğduğu anı, Hz. dem farz et. Dünyaya ışınlarını ne kadar yolladığını düşün. Güneşin yavaş yavaş yükseldiğini ve ışınlarının dünyaya daha çok geldiğini düşün ve güneşin bu safhalarını diğer peygamberlere benzet. Sonra da tam öğle vakti dünyaya yolladığı ışınların nasıl dik geldiğini ve tam mânâsıyla her tarafı kuşattığını gör. İşte Hz. Muhammed. Güneş hep aynı güneş, fark yok, ama derece farkı var. Mesele bu” buyurdular.

❧❧❧❧
Eşim Doktor Faruk Bey, Efendimizin kerâmete itibar etmediklerini bilir ve akıl hârici iş görmezler diye iddia ederdi. Bir gün Ziya Beyefendi’nin arzusu üzerine Profesör Muzaffer Esat’ı konsültasyon için Faruk Bey getirdi. Faruk, kendilerinin her zamanki hekimiydi. Efendimize felç gelmişti. Bir taraf hiç hareket etmiyordu. Ve bu felç iki sene sürdü. Fakat birinci ayında iken Muzaffer Esat “Hiç hareket yok mu?” diye üst üste sorup Faruk’u iyice sıkıştırdığı esnâda Sultanım Efendim Muzaffer Bey’e “Allah için güçlük yoktur oğlum” deyip “Lâ ilâhe İllâllah Muhammeden Resûlullah” diyerek kalkmışlar, tutmayan taraflarına rağmen salonu baştan başa dolaşmışlar, tekrar eski hallerini almışlar. Muzaffer Bey hayretler içinde kalarak “Bu ne iştir, tıp buna ne der Faruk Bey?” diye sorunca Faruk “Buna tıp karışmaz, bu işe Rifâîler karışır” demiş. Bu hâdiseyi Doktor Bey bize hayretler içinde anlattı.
❧❧❧❧
Sultanım “Duygulu Gönüllere Hitap” isminde yazdığımız bir kitapçığın basılması için bizi Kâdirî Şeyhi eski Erzurum mebusu Salih Yeşil’e yolladı. Onların matbaası varmış. İhvandan Mesude Hanım ile birlikte gittik. Efendimin selâmını götürdük ve matbaada bu kitabın basılmasını Efendimin istediğini söyledik. İçeri girer girmez bu zat “Kızım, Efendi evlâdısın, hemen aklına ilk geleni söyle” dedi. Fakir de Bayezid Bistâmî’nin bir sözünü söyledim: “Sûrete itibar yok, nazar sîretedir” dedim. “Aferin kızım, aferin kızım” dedi. Meğerse bir bacağı trafik kazasında kesilmiş. Ben bilmiyordum; çünkü bacaklarının üstünü battaniye ile örtmüşlerdi. Bana “Efendine söyle: cismimle, onun cisminin ayaklarından; rûhumla rûhunun kanatlarından bûs ederim” dedi ve kitabın basılmasını temin etti. Efendimiz, fakire bu kitapçığı üç kere okuttular. Kendileri benim teşekkür etmem için bu zâta beni tekrar yolladılar ve şunu söylememi istediler: “Beş pençe-i l-i Abâ olan o elin içinden ve dışından öperim.”
❧❧❧❧
Bir gün Konak’ta, salondaki bir levhada yazılı olan yazıların mânâsını sordum. Salon ihvanla doluydu. Kendileri anlatmağa başladılar: “Hazreti Ahmed er-Rifâî hacca gittiklerinde Medine’ye varıp Peygamber Efendimize şöyle hitapta bulunuyor: ‘Her zaman rûhumla gelir seni tavâf ederdim. Bu kez nöbet vücûdumda, uzat mübârek elini de o eli öpmekle dudaklarım şerefyâb olsun.’” Bunun üzerine bütün hacıların gözü önünde Türbe-yi Saadet’ten el uzanıyor ve Hazreti Ahmed er-Rifâî o mübârek eli öpüyor ve sonra sonsuz tevâzu ile “Allah’ını seven bana bassın da geçsin” diyor. Fakir bunları duyunca öyle ağladım ki sanki gözlerimden seller aktı. Sultânım yerlerinden kalktılar, fakirin önüne geldiler, “Al bu mendili, o gözyaşlarını sil; çünkü Allah için dökülen gözyaşlarının kıymetini ancak biz biliriz” buyurdular. Gözyaşlarımı mendile silerek kendilerine iâde ettim.

(Meşkûre Sargut Hanımefendi’nin anlatımından yola çıkılarak deşifre edilmiş ve yazıya geçirilmiş olan “Efendim Hayatımda” başlıklı yazıdan seçilmiştir).

Derviş Öğüdü

Yoldaşım gel, Allah Allah diyelim!
Hakk’a verdiğimiz ahdi güdelim
Allah adın dâimâ zikredelim
Her iş Allah’dandır, onu bilelim!

Her tarafta Hakk’ı dâim görsene,
Nefsi atıp Allah’ı bir bilsene,
Gel, bu meydâne soyunup girsene!
Gıll ü gışşı kalb evinden silsene.

Hak yarattı kulluk için insanı,
Eyledi dünyâyı onun zindanı.
Bu karanlıkta bulanlar irfanı
Hak’la bâkî onların dâim canı.

Allâh’ın arslanını dünyâda bul!
Bulmayan burda, olur orda melûl.
Ol edeple, başla canla ona kul!
İstikāmetten sakın etme udûl!

Kimseyi hor görme, aybın söyleme,
Kaç yalandan, Hakk’a hiç şirk eyleme!
Hem gönül kırma, kibir, fahr eyleme,
Kalbde aslā bir fenâlık gizleme!

Geçmişi düşünme, istikbâli hiç,
Boş geçirme hâli, gāfil olma hiç!
şık ol Allâh’a, hamr-ı aşkı iç,
Ölmeden evvel ölüp dünyâyı geç!

Mürşidi Hak bilmeyen bulmaz murâd,
Feyz-i Hak’tan olmaz aslā mermurâd.
İstemezsen eyleye şeytan fesâd,
Her hususta mürşide kıl inkıyâd!

Dervişim gel, yana yana dönelim!
Aşk şarâbın kana kana içelim!
El ele Ken’ân tutup seyredelim,
Dost cemâlin aşk ile tavf edelim!

Öyle Bir Rahmet ki…

Allah bana rahmet eylemiş…

Öyle bir rahmet ki, bir kum tanesi gibi havada uçuşurken almış beni rahmet kapısının önüne getirmiş. Sonra bakmış ki ben kapıya bakıyorum, anlamadan, idrak etmeden, sırtımdan hafifçe itmiş içeri gireyim diye… Ben itildiğim yerde nerede olduğumu anlamaya çalışırken, beni kuvvetlice sarsmış. Öyle bir sarsma ki kendime dâir, hayata dâir, gayrete dâir, akla dâir tüm bildiklerimi unutturan… Allah bana rahmet eylemiş, öyle bir rahmet ki ilk bakışta dehşet gibi gözüken, sonra yavaş yavaş dehşetin lûtfunu gösteren… Cüz’î aklımla anlayamadıklarımı, ancak O’nu sevince anlayabilmemi sağlayan…

Allah bana rahmet eylemiş…

Öyle ölmemi falan beklemeden, çok geç olmadan, bu dünyada zevk edinmem, yanlıştan dönmem, aşkı hissetmem, O’nu anmam için…

Yüce kitabımızda ve pek çok tasavvuf eserinde Allah’ın istediğine lûtfedeceğini ve lûtfunun sınırı olmadığını yazar. Ben Allah’ın lûtufta bulunduklarındanım. Öyle olmasa benim gibi bir bîçâreyi, zorla, sevgiyle, kızarak, okşayarak cahillikten alıp böyle bir kapıya getirir miydi?

Ben arayanlardan değildim, O beni aldı ve bu aşk deryâsının kapısına bıraktı. Öyle bir deryâ ki içine aldığını kendinde yok eden, neden geldin, nereden geldin demeden yıkayan, paklayan, bıkmayan ve bırakmayan. Öyle bir kapı ki başı sonu nerede belli olmayan. Öylesine pak, aydınlık, göz kamaştıran… Gülümseyince âlemin güldüğü, kaşlarını çatınca kalbimi kanatan… Her ne olursa olsun, sen yakın ol da gerisi hoş dedirten.

Bu sene 29 Mayıs’ta dünyanın dört bir yanından gelen, konusunda âlim pek çok konuşmacının katılımı ile bu rahmet kapısı için bir sempozyum düzenlendi. Herkes kendi dilinden O’nu anlattı. Herkes kendi gönlünce O’nu anlattı.

Ben bu sene 29 Mayıs’ta bir kez daha şükrettim, bu kapıya beni getirene, bu kapıdan beni çevirmeyene, bu kapıda eğri büğrü de olsam yüzüme vurmadan deryâsında beni aşkına gark edene. Lâyık oluruz inşaallah demeyeceğim; biliyorum ki benim durumumun lâyıklıkla bir ilgisi yok ve ne yapsam böyle bir lûtfa lâyık olamam. Bu nedenle tek temennim, bu zevk ve bu kapıda hizmet dâim ve son nefese kadar olur inşaallah…

Vaktin Sâhibi

Mayıs, ayların şâhıdır.

Mayıs sonu ise, mevsimler arasında şanlı bir yeri olan yazın, elinde güneşin ve günün sancağıyla istiklâlini ilân ettiği dönemdir. Hz. Fâtih’in İstanbul’u fethinin de bu döneme denk düşmesi bu bakımdan mânidardır. Bizler için her vakit mühim olan bu zaman diliminin bu yılın nasibine düşen bölümünde, bir gönüller fâtihinin mânevî dünyası içine dâvet edildik. Bu dâvet, beynelmileldi, cihanşümuldü, genişti, herkes içindi…

Çünkü o fâtih, devrin sâhibiydi… Devrin sâhibi de kimseyi ayırmaz, kollarını herkes için açardı.

Kenan Rifâî Hazretleri, zâhiren geçen asırda yaşayanların teneffüs ettikleri havaya gül kokuları saçmış,  aslen her devrin misk kaynağı, Hakikat-i Muhammedî’nin tam vârisi, iki kutuplu yeryüzünün tevhid sancağı, dudaklarının arasından dökülen hikmet hikmet-i Hüdâ, lisanla ifade edilmesi güç ancak nice lisanlara vâkıf…

“Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu, önce nefsinin sonra İstanbul’un fâtihi olan Fâtih Sultan Mehmed’in fetih alanının merkezinde bulunan, nebevî nur sâhibi Merkez Sultan’ın yenilenen makamının ziyaret edilmesinin ardından Yenikapı Mevlevîhânesi’ndeki ney sesiyle açılıyor. Ney ki bu sefer o “dinle” diyor… Neyin “dinle” telkiniyle Kenan Rifâî’nin cemâlinden taşan rûhâniyetle mest olmuş olarak sempozyum filmindeki sözleri dinliyoruz:

“Ben, ilâhî iklimde öyle bir feleğim ki, eteğimde binlerce ay tutarım. Güzelimin hayâli canıma mûnis olalı öyle bir güneşe sâhip oldum ki gurûb etmez ve feleğindeki aylar gözden kaybolmaz. Ben onun aşkından tutuşturulmuş bir şûleyim. Gelin, cisimlerimizi bana yakîn ediniz, kalplerinizi benim bu yanan nefeslerimden tutuşturunuz! Ben o ateşim ki, ateş de benim yanışımdan şikâyetçi ve feryâd edicidir.

Ben o sarhoşluğum ki bütün bâdeler onun tesirinden yanar, parlar. Sarhoşluk da o sekirden, o perişanlıktan mesttir.

Ölüm nedir bilir misin? Ölüm, bu ateşin aşk kadehine el sürmemektir.

Benim canımın nehrinde ebediyet şarabı kaynar. Geliniz, canınızın dudaklarını benim vücûduma yakîn ediniz. Ben aşk kıyâmetgâhının İsrâfil’iyim; benim nefesim, kalbe hayat verir. Ben güzel yüzün esiri değilim, belki bütün güzeller benim sevdiğimin bir şûlesidir; ben o şûleye hayranım. Yoksa benim dedem put kırıcıdır!

Ben gizli ve aşikâr deliyim; onun içindir ki belki sesime bir mahrem bulayım da, ona aşk ateşiyle şûledâr olduğumu göstereyim ve ayrılık acısını anlatayım… Benim bu ateş saçan inleyişim, nâlem onun içindir ki, bu sedâmda gizli olan hakîkat ve sır, bana ademden midir, yoksa vücuttan mıdır? Benim yanışım, gönlümde bu müşkülü hâl içindir. Benim rûhum için yüz sene ile bir saat arasında fark yoktur, zamanın uzunluğu kısalığı birdir. Çünkü sene, ay ve gün feleğin dönmesine, zemindekilere göredir. Biz mânâ âlemine ve yârin mâneviyâtına varmışız, can âlemine göre bir sene bir an; ve o bir an içinde bin sene gizlidir.

Ben aşkın celâl denizine gark olup bildiğimi bu aşk âleminde mahvederek hayran oldum. Bu feryat ve inleyiş, işte o tahayyürdür. Ben o hayretimden şikâyet ve şikâyeti de gene kendime yâr eder, yanıp yakılırım.. Cemâl sabahının seheri doğduğunda her an bir türlü sesle ve bir türlü esrarla bülbül gibi nâlân olurum. Bazen vuslat denizine batar, dünyâ ve ahreti unuturum. Bazen hasret ve firak ateşi ile yanarım. Benim derdim ne dilin lisânına, ne kalbin lisânına ne de hâl lisânının imâ ve işâretine gelir.. Belki ben hâlimden taşan mânâda gizliyim..

Ben, bu âlemi araştırıp aşk ağını atarım, belki bu âteşîn kavalın nefesine mahrem bir yar bulurum ümidiyle.. Benim mahrem ve sırdaşıma, benim canımın dudakları nefes verir ve kâh nâle kavala, kâh kamış inleyişe nefes verir.

Aşk, hep sînesi yanıkları ihtiyar eder ve der ki, aşk yolu kanlı yoldur. Sevgilinin gözlerinin bahâsı kandır. Bende o aşkın tabiatı var. Ben iştiyak derdiyle yarılmış, ayrılık hasretiyle parçalanmış dert dolu bir sîne ararım ki ona aşkın kanlı yolundan bahsedeyim, onunla eş ve dost olayım.”

Kenan Rifâî ile aynîleşmiş bir kalemden Hz. Kenan dilinde dökülen bu kelimelerin ardına yerleştirilmiş, delici bir nazarla özdeş, derin tesirli keskin bir kemençe sesi gönlümüzü gizli gizli kanatıyor:

Bir nokta idim kıldı beni kāmet-i Tûbâ
Giydirdi elifden beni tâ yâ’ye o Mevlâ
A’yanda iken gizlice bir gevher-i yektâ
Rabbim beni kıldı ulu bir Kâbe-i ulyâ

Kürsüde bir sancak, hocasının gayesi ve vizyonu ile dalgalanıyor ve haykırıyor:

“İndifâ eden bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun, özellikle İslâm tasavvufunun yeryüzüne akmasını önleyecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur.”

Bu dalgalanışı tâkip edecek tek şey, semânın neş’esi olabilir… Aşk ile safâlar sürülüp zinde olunacak zamandır şimdi!

*****

Mevlevîhânede açılışı yapılan sempozyum, sonraki iki gün boyunca Cemâl Reşit Rey Konser Salonu’nda devam ediyor. Uluslararası nitelikteki bu birleşim, otoriteleri dünyada ittifakla kabul edilen tasavvuf profesörleri ile Kenan Rifâî’nin gönül dostlarını biraraya getiriyor.  

Sahnede siyâhî bir nuru yansıtan dekor, “Rahmet Kapısı”nı temsil ediyor. Konuşmacılar, bu kapının önünde kendi dillerinde hürmetlerini arz ediyorlar.

Kapının iki kanadı, meşhur Nur âyetini hatırlatıyor… Hem doğuya hem batıya açılan bu kanatlar, ne doğuya ne batıya nisbet edilen mübârek zeytin ağacından tutuşturulan, nur üstüne nur olan o kandili sahnede âdetâ âşikâr ediyor.

O kandilin altında nurlanıyoruz…  

Açılış günü zikredilen düsturu hatırlıyoruz. Şimdi bizleri zaman kaydından kurtaran bir imanın zerk edildiği bir aşk iklimindeyiz. Kayıtların en sıkısından kurtulmuş olmak hasebiyle hürüz!

Bu rüyâ âlemi bâkî kalsın istiyoruz ancak şimdi hizmet vakti: Kendi gönüllerimizde bu aydınlığı dâim kılacak şekilde vaktin sâhibinin ilmini hâl etmek ve bu aşk ve irfan iksirini bütün dünyaya o sâhibin adı ile götürmek vakti…

Evet; o, vaktin sâhibi…

Ezel ve ebed, o sâhibin vakti…