Evrenos âilesinin güzel kızı Fâikacık, henüz on dört yaşında iken, Selânik’ten Bosna hânedanlarından bir âilenin genç oğluna büyük bir cihazla gelin gönderilmişti.
Kızın evlendiği yakışıklı ve zarif genç ile anlaşma ve muhabbeti dillere destan bir sevgi olmuştu. Ancak bu kibar ve güzel gencin kısa zamanda hasta olduğu meydana çıkmış ve âilenin Avusturyalı hekimi, hastalığın hızlı verem denen ciddî bir illet olduğunu ortaya koymuştu.
Gerçekten de tâze gelin, henüz karnındaki çocuğu doğurmadan genç adam yatağa düşmüş ve karısı ile el ele geçirdiği haftalar ve aylardan sonra bu ellerin biri gevşeyivermiş ve Avusturyalı hekimin dediği gibi, genç adam, karısının yanı başında meçhul bir âlemin dâvetini kabul ederek çekilip gitmişti.
Ardından geçen bir hafta sonra, bu defa yeni bir hayat, o meçhul dünyâlardan bu başı sonu bilinmeyen dünyâya geldi ise de ancak bebek üç gün yaşadıktan sonra o da gene bir gün babası gibi geldiği ülkeye geri döndü.
Artık Bosna hânedânına yapacak bir şey kalmıştı: Kocası da, çocuğu da ölen on beş yaşındaki tâze gelini baba evine iâde etmek. Nitekim loğusalık müddeti geçirildikten sonra kızın getirmiş olduğu o muazzam cihaz toparlanmış ve mûtemet muhâfızlar ve korucular, refâkatlerindeki dertli kızı alıp götürmüşlerdi. Yalnız iki katır yükü gümüş, nehri geçerken sular tarafından sürüklenerek kaybolmuş ise de Evrenos âilesinin, kızlarına daha on katır yükü gümüş ve altın vermek imkânları vardı.
*
Şimdi gencecik Fâika’yı yeni bir hayat beklemekte idi. Henüz on beş yaşındaki genç kadın ömrünün sonuna kadar yalnız yaşayamazdı. Elbet evlenecekti.
Âile genç dâmatlarının beklenmedik zamanda ölüvermesi ile âdeta ürkmüş bulunuyordu. Belki de bu yüzden güzel Fâika ile evlenmek isteyenler arasında Hamdi Bey ismindeki orta yaşlı bir adamı seçtiler. Bu, yüzü gülmez, donuk adam da nikâhtan sonra karısını alarak Rumeli Hisarı’ndaki yalısına götürdü. Ev zengin evi idi. Ne mutbağında ne de dayalı döşeli binâda bir eksik vardı.
Ancak evin eksiği, Hamdi Bey’in abus ve sert varlığının bir türlü yumuşamaması idi. Böylece geçen yıllar içinde Fâika’nın evvelâ Nazlı isminde bir kızı, sonra da Mahmut isminde bir oğlu oldu.
Kız, son derece yaramaz, ele avuca sığmaz bir mahlûktu. Mektep çağına gelince, çocuğu Emirgân’a kadar kim götürüp getirecekti. Bu haşarı çocuğu idâre etmek için ayrı bir muhâfız lala gerekmekte idi. İşte kızını oğlundan çok fazla seven Hamdi Bey’in, adamları arasında bulduğu disiplin sâhibi lala, kar kış demeden çocuğu mektebe götürdü getirdi.
*
Görünüşte sert, çatık yüzlü baba, karısını aşırı derecede sevmekte ise de, bu duygusu menfî sûrette tecellî ederek terslik ve kırıcılıkla izhar edilen bir çeşit görünüş altında gizlenmekte idi. Aslında hiç de yumuşak mizaçlı olmayan Hamdi Bey, Hem kötü adam değildi, hem de iyi insânî vasıflara sâhipti. Ne çâre ki karısına olan düşkünlüğünden iz vermemeye uğraşarak onu kendi muhabbeti içinde hapsetmekten zevk alan müşkül mizaçta idi. Hatta karısına göstermemeye dikkat ettiği bu sıcak alâkayı kızına müşfik bir baba olarak tahsis etmek sûretiyle, içindeki o taşkın muhabbete kimsenin fark edemeyeceği bir başka çıkış noktası bularak kendini aldatmakta idi.
*
Gene günlerden bir gün, lala-kız Emirgân’a doğru giderlerken çocuk birdenbire lalanın yanından kayboluverdi. Dehşete düşen adam, sağına soluna baktı, çocuğa seslendi, çağırdı. Yok, yok… Nihâyet hayli araştırmadan sonra çocuğun kaçarak Balta Limanı Câmii’nin minâresine çıktığını görüp bin ricâ ve dil dökerek aşağıya indirebildi.
Hamdi Bey, hiç de usta bir hattat olmamakla berâber, elinden güzel levhalar ve murakkalar da çıkar, sabahtan akşama kadar bunlarla uğraşır dururdu. Ancak ayda bir defa iratlarını dolaşmak ve gelirlerini toplamak için İstanbul’a iner ve bu sayılı günün dışında evden çıkmaz, genç ve güzel karısının yalının içinde dönüp dolaşmasını kimselere fark ettirmeden seyreder dururdu.
Küçük kız, lalası ile gide gele sürdürdüğü senelerin sonunda mektebini tamamlayıp şahâdetnâmesini almış bulunuyordu. Fakat Hamdi Bey, kızının istediği ölçüde bilgi sâhibi olduğuna henüz kanaat getirmemişti. Onun daha yüksek bir mektebe devam etmesini arzu ediyordu. Lâkin bu defa, devam etmesi gereken mektep İstanbul’da idi. Henüz motorlu vâsıtaları tanımayan İstanbul’da da Rumeli Hisarı’ndan kalkıp her gün İstanbul’a gidip gelmenin imkânsız olduğu âşikârdı. Bu yüzden Hamdi Bey, Süleymâniye’nin Kirazlı Mescit Mahallesi’nde bir arsa alarak kârgir bir konak yaptırdı. Böylece de mektep bitinceye kadar âile kış mevsimini Süleymâniye’de geçirmeye devam etti.
Kızına gösterdiği alâka ve tâkibi oğlundan âdeta esirgeyen Hamdi Bey, Mahmut ismindeki oğlunun ilerde kimsenin işine yaramayacağını, bomboş bir âdem olacağını sanki hissetmiş olmasına rağmen gene de okuyup adam olması için gayret sarfetmiş bulunduğu halde bu gayretinden bir netîce alamadı.
Gene seneler geçti. Artık bir genç kız olan Nazlı’sını evlendirdi. Asil bir âilenin oğlu olan dâmat, zengin kayınpederinin malına mülküne göz dikmeyen, görgülü ve mazbut bir genç adamdı.
Mâliyede nişan mümeyyizi olan bu genç dâmat öylesine dürüst idi ki, bir murassa nişan hazırlatacağı zaman, kuyumculara göz açtırmazdı. Kuyumcu kadar bilgisi olduğu için, lekeli bozuk bir taş koydurmak yolunda asla aldatılamaz, böylece de şahsî menfaati uğruna önüne dikilen teklifleri elinin tersi ile iterek devletin menfaatini korumak husûsunda bir atmacadan daha sert olurdu.
*
Bu evliliğin üstünden birkaç yıl geçtikten sonra kayınpederi Hamdi Bey’in ölümü ile yeni yeni acıklı çizgiler, âilenin huzûrunu zedelemeye başlamış bulunuyordu. Zîra babasının ölümünden sonra âilenin geçim kaynaklarını birer birer eritmeye memur imiş gibi Mahmut, îrat ve akarların en işe yarayanlarını satıp satıp yiyordu.
Bu mesûliyetten mahrum adamın pervâsız hareketlerine ise ne kız kardeşi, ne de eniştesi müdâhale ediyorlardı. Hoş, karışacak olsalardı, o gene ne yapıp edip hepsini atlatacak tıynette olduğu için, ayrı kutupların adamları olan bu insanların çatışmalarından bir netîce alınamayacağı âşikâr idi. Nitekim de öyle oldu. Bu arada oğluna aşırı düşkün olan Fâika Hanım’ın da, Mahmut’unun davranışını, âdeta mâzur görmesinde ve âilenin malının mülkünün erimesinde payı eksik değildi.
*
İşte üst üste gelen muhârebeler bütün İstanbulluları, hatta memleketin her bir köşesini, bir yokluk bulutunun karanlığı içine almış olduğundan, Hamdi Bey’in bin naz ile sevip kolladığı kızı, erkek kardeşinin satıp savurduğu emlâkin geri kalan birkaç parçasını da geçim yüzünden elden çıkarınca, babasının türlü fedâkârlığa katlanarak Kız Muallim Mektebi’nden aldırdığı mezûniyet kâğıdına ihtiyaç duyulacağı zaman gelmiş çatmıştı. İşte böylece de Hamdi Bey’in sevgili kızı Nazlı, nihâyet bir gün kendisini civarındaki bir ilk mektebin hocaları arasında buluverdi.
Evlerinden yarı aç yarı tok gelen çocuklara kendi evinden taşıdığı yemekler, belki de talebelerinden bir çocuğun gıdâsızlıktan yatağa düşmesinin önüne geçmiş bulunuyordu.
El altından yaptığı iyilikler o kadar çoktur ki bunları ne söylemek, ne de anlatmak kābildir.
Çevresi tarafından saygı ile berâber sevgi gören Nazlı Hocahanım’ın böylece de eşi dostu hayli kalabalık idi. Ciddî ve inandırıcı bir samîmiyetle yalnız kendisi için yaşamanın ayıp, hatta günah olduğu fikrini etrâfına kabul ettirmiş olduğundan, yakınlarına karlı buzlu günlerde sırtları âdeta çıplak gelen çocuklar için kazak ördürtür, böylece de eşinden dostundan gelen eşyâlarla çocuklara alabildiğine hizmet eylerdi.
Seneler sonra mezun ettiği çocuklardan biri yüksek tahsilden sonra bu emektar hoca hakkında yazmış olduğu yazıda: “Nazlı Hocamızın zengin mi fakir mi olduğunu bir türlü bilememiştik. Yaşayışına bakılırsa ona zengin denemezdi. Ama hesâba kitâba gelmeyecek hayırhahlığına bakılınca, ona zengin, hem de çok zengin demek icap ederdi.” demiştir.
*
Evet Nazlı Hoca gerçekten talebesini şaşırtacak müstesnâ kadındı. Parayla pulla elde edilemeyen ve ölçülemeyen bir zenginliğe sâhip olduğu ve yoksullukları bir kalemde varlığa gark eden gınânın, ona ilâhî aşk pınarından akan bir güçle yetiştiğini söylemek doğru olur. O seçkin kadına âit bir hâtırayı belki ikinci defa kaydetmek istemekteyim.
Bir gün talebesine, çocuklar en sevdiğiniz meyvenin hem adını yazın, hem de resmini yapın! demişti. Önüne gelen kâğıtlardan birinde dallarında dört köşe bir şeyler sallanan ağaçta “börek ağacı” yazılı idi. Hocasının evinden getirdiği böreklerle uzun zaman karnı doyan bu çocuk, börekleri bir ağacın mahsûlü sanıyordu. Kendi sofrasında börek tadını tatmamış çocuk için hazin ve ibretli bir netîce idi.
Evet, Nazlı Hoca, yalnız görgülü ve kibar bir İstanbul hanımefendisi değil, çehre güzelliği yanı sıra bir ruh güzeli ve bir de mânâ güzeli idi.
Şu halde kendi kendimize zengin kimdir, diye soracak olursak, el hak: Nazlı Hocalar gibi etrâfına, tâlim ve tedris gayreti içinde bulunan medenî bir zenginliğin büyüsü ve ibâdet ölçüsünde şefkat ve dostluk aşkı ile vazîfesini îman kılıfı içinde sarıp sarmalamış olan bahtiyarların yolunda gidendir, diye cevap verebiliriz.
Bir müddet evvel onun baba yâdigârı hanı hamamı, îrâdı ve akarı da vardı, ama şimdi onların hiçbirisinin mevcut bulunmamasına rağmen Nazlı Hoca, nice Kārun gibi zengin olanların karşısında gerçek zengin değil de ya ne idi?
(Sâmiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyatı, Küplüce’deki Köşk, s. 114-119)