Editörden (Mayıs 2014)

Merhaba Her Nefes dostları,

 

Bahara merhaba dediğimiz şu günlerde Her Nefes’imiz de mevsime uydu ve “BAHAR” konulu sayısı ile karşınıza geldi.

 

Mayıs sayımızın konuları arasında, büyük bir memnuniyetle hizmet etme lûtfuna sahip olduğumuz “Uzaktaki Yakîn” Uluslararası Hz. Üftâde Sempozyumu’na dair de gönlümüzden kalemimize düşen anlar var. Katılan, katılamayıp orada bulunmayı gönülden isteyen tüm dostlara ve elbette bizi muhteşem bir şekilde ağırlayan Hz. Üftâde’nin şereflendirdiği Bursalı dostlarımıza gönülden teşekkür ediyoruz.

 

Konu “bahar” olunca yeni başlangıçlardan söz etmeden olamıyor. Doğa bile bu aylarda canlanıp çoşuyor, rengârenk bereket sarıyor dört bir yanımızı çok şükür. Toprak, doğa bu kadar çoşar da insan durur mu? Bahar gelince kanımız kaynıyor, hareketleniyoruz. Kendimizi bir anda sahillerde, parklarda, yürüyüşlerde, garip bir keyif ve neşe  hâli içinde buluveriyoruz. Velhâsıl biz de doğamız gereği yenileniyoruz baharla ve çoşuyoruz çok şükür.

 

İnşaallah bu bahar, bizim ve siz dostlarımız için nice güzel tomurcukların gönlümüzde yeşerdiği, çoştuğu, daha iyiye ve daha güzele doğru yönelen, hayırlarla dolu yeni başlangıçlara vesilesi olur.

 

Tüm kusurları bizlere, tüm güzellikleri sahibine ait olarak, “Bahar”a ve Her Nefes’e hoşgeldiniz efendim.

 

Sohbetler (Mayıs 2014)

Güzide Hanımefendi:
–   (Sobayı işaret ederek) Demin sıcaktan yanına yaklaşılamıyordu. Şimdi hiçbir şey kalmadı, geçti gitti.
–   “Her şey öyle değil mi? Hep bir andan ibaret… Her şey haşr u neşri, yokluğu ve varlığı göstermiyor mu? Ağaçları görmüyor musun? Baharda çiçekler açıyor, sonra yemiş veriyor, fakat kış gelince onlardan eser kalmıyor. Denizlerin dalgalan da kabarıp yükseliyor. Sonra ne ses ne sadâ kalıyor, sükût… Bir de haşr u neşri inkâra kalkarlar. O senin kendi vücûdundadır. Nasıl inkâr edersin? El’an haşr u neşr içindesin… Kâr ve zarar, haşr u neşr, herşey ondan… Senden sana sığınırım ey Allah’ım! Nasıl Allah’ı inkâr edersin, kendi vücûdunu inkâr edebilir mi­sin?
Nerede o ‘benim!’ diye yere göğe sığamayanlar, nerede bütün o kuv­vet ü kudret sahibi pehlivanlar?
O yalan, bu yalan sen de var biraz oyalan!”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 129-130)

****

– “Bu kış mevsiminin gelmesi, nasıl ağaçların yapraklarına, dalına budağına tesir ediyorsa, ölümün pîşdârı, öncüsü olan hastalıklar da bu vücut ağacının yapraklarına öylece tesir eder. Bundan kurtulmuş olanlar, ancak kalplerinde yârin cemâlinin baharına mâlik olanlardır ki onlar için her dem tazelik ve bahar vardır.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 263)

****

Birkaç günden beri hava gayet lâtif ve sıcaktı. Baharın yaza bağ­lanan son günleri kadar güzeldi. Hocamız, pencereden dışarı bakarak:
– “Bakınız, herkes paltosuz ve ceketleri iliksiz olarak dolaşıyor. Fakat bir an sonra bu güzel havanın ne gibi bir değişiklik göstereceği bilinir mi? Anî bir sert rüzgâr çıksa, herkes titreye titreye yakalarını kaldırıp kaçmaya başlar.
İşte, tabiata hâkim olman, bu kuvvetin seni bir an sonra ne hâle çevireceğini bilmen ve mukadderâtına hükmetmen imkânsız iken tabiatın yaratıcısı ve hâkimi olan Hakk’ı nasıl oluyor da inkâr edebiliyorsun?
İnsan vücûdu içinde bir kulağı, bir gözü dikkate al ve bu uzvun ne büyüklükler ihtivâ ettiğini bir düşün! Her birinin içinde ne kanallar, ne cidarlar, ne dehlizler, ne havuzlar, neler neler var… Peki, bir fabrikayı bile kurarken bunu bir akıl sayesinde planlıyor ve yapıyorsun da, hârikaların en mükemmeli olan insan vücûdunu ve bu kâinatı vücûda getirenin de bir kâmil akıl olduğunu nasıl inkâr edebiliyorsun?
Sonra şunu da düşün… Sen fabrikanı kurarken ne müşkülâtlar çe­kiyorsun, temeller atıyor, binalar yapıyor, makineler getiriyor, yerleri­ne takıyor, tecrübeler ediyor ve nihayet işletmeye muvaffak oluyorsun. Halbuki Allah, bu koskoca insanı bir katre sudan vücûda getiriyor. Bir kere şu insan vücudundaki azamete bak, sonra da o bir damla suyu dü­şün!
Bâzı zavallılar, kendilerini ilim sahibi sayarak, faraza tıp bilgisi kazanmakla gurur ve benlik girdabına düşüp oradan sesleniyor: “Biz hekim olduk, hiç Allah diye bir kuvvete inanır mıyız?” diyorlar. Halbuki asıl onların inanması lâzım gelir. Çünkü insan vücudundaki azameti görüyor, biliyor ve tanıyorlar. Şu halde senden daha çok onların bu aza­met karşısında eğilmeleri hayran olmaları gerekir. Zîra bilgi arttıkça, o azamete karşı hayranlığın da artması tabiîdir. Fakat şu var ki, ezelde îman nasîbi olmayanlar, ne ölçüde büyüklük görseler yine de göremez ve anlayamazlar.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 372-373)

 

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Mürşid-i Kâmiller Uzaktaki Yakînlerdir”

“Mürşid-i Kâmiller Uzaktaki Yakînlerdir”

Cemâlnur Sargut

Efendim, ben akademisyen değilim.  Bu kadar güzel konuşmaların içerisinde edep ederek konuşuyorum. (…) Bir hikâye ile başlayayım (…) Abdülkadir Geylânî Hazretleri, halka konuşacak ama biraz geç kalmışlar. Oğlu bir ârif-i billah ve âlim. Babası geç kalınca o geçmiş kürsüye ve çok güzel konuşmuş. Babası gelene kadar ortalığı idâre etmiş. Allah’ın ilminden, derinliğinden anlatmış. Sonra Abdülkadir Geylânî gelmiş ve demiş ki “çok özür dilerim, yengeniz yumurta kırıyordu, yumurta yere düştü..” derken halk hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Oğlu şaşkın, sormuş: “Baba sen niye böyle bir şey dedin de halk ağladı? Ben bu kadar derin şeyler anlattım, kimse ağlamadı?” Demiş ki: “oğlum sen kâl ehlisin, ben hâl ehliyim.” Yani hâl ehli olmak, gerçekten kâl ehli olmaktan üstündür.

Ama her şey “dinle” diye başlıyor. Yani eğer o sözler kulağımıza girip şu gönlümüzü uyandırmazsa biz nasıl hâl ehli olacağız? Onun için iyi ki mürşid-i kâmiller var, iyi ki uzaktaki yakînler var ki biz hâl ehli olma gayreti içine giriyoruz.

İki gündür konuşuluyor da konuşuluyor “uzaktaki yakîn” diye. “Uzaktaki yakîn” ismini de âcizâne ben koydum. İsim üzerine münakaşalar da oldu. Ben o ismi şöyle koydum: Hocam Ken’an Rifâî Hazretleri’ne bir mektup geliyor Erzurum’dan. Diyorlar ki: “hocam çok uzaktayım, sizi göremiyorum, ciğerim yanıyor. Çok özledim.” Hocam cevap yazıyorlar: “Biliyor musun yavrum, Yemen’dedir yanımdadır, yanımdadır Yemen’dedir.” Buradaki “uzaktaki yakîn”den kasit, “Yemen’dedir yanımdadır” sözüdür. Yani öyle bir bakış açısı kazanır ki insan, gözleri sadece Allah’a yönelir…

Bir beyefendi Râbia’tül Adviye’yi çok methetmiş ve demiş ki “size çok âşığım; sizsiz yapamıyorum, siz bir dünya güzelisiniz, siz bir Allah sevgilisisiniz.” Râbia “iyi de, kardeşim var benim, arkadan geliyor. Daha da güzel, daha da Allah aşkıyla dolu.” Adam hemen dönüp bakmış. Râbia da ensesine tokadı patlatmış: “Sen daha beni sevdiğini söylerken başkasına bakıyorsun, ya Allah’ı sevdiğini söylerken?” demiş. İşte Allah aşkıyla dolu kişi gözünü miraçtaki gibi Allah’a dikecek, başka hiçbir şey görmeyecek şekilde, hiçbir şey… Nerede olursa olsun… İsterse dünyanın öbür ucunda olsun… Göz oraya dikili… Ben anacığımda bunu gördüm. Çorbayı içerken Allah derdi. Ne güzel Allah yaratmış derdi. Otururdu Allah derdi, kalkardı Allah derdi.

Bir dostum kalp krizi geçirmişti. Oğlu gelmiş demiş ki “niye durduğun yerde bu kadar heyecanlandın?” “Alttaki fabrikanın bütün âletleri Allah diye bağırıyordu, ben hâlâ Allah demiyorum. Ondan utandım” demiş. İşte bu hâl, çan sesinde bile Allah lafzını işitme, her zerrenin Allah dediğini işitme, o uzaktaki yakînin hâlidir. Şeklen uzaklaştırılmış, bu âleme atılmış ama yakînden yakîn olmuş. O kendi varlığından soyunmuştur. Hani Şems öyle demiş ya –Makalât’ta anlatıyor: “Öbür âleme gittim, meleklere dedim ki, beni Allah’ın huzuruna çıkarın. Dediler ki, nasıl çıkaracağız seni? Bende Allah’da olmayan bir şey var, onunla geldim, onun için çıkarın. Ya şeyh, biliriz biraz celâllisindir, biraz sinirlisindir ama sen de çok iyi bilirsin O’nda her şey var. İsteğe ihtiyaç yok. Ben isteğimle O’nun vericiliğine yaklaşıyorum.” İşte uzaktaki yakîn budur. Niyaz hâliyle nazına yaklaşmak… O’ndan başka hiçbir şey görmeksizin gözünü oraya dikmek…

“Terki terk, ölmeden önce ölme seviyesine ulaşma hâlidir”

Hocam bu hâli “Kabe kavseyn ev ednâ” diye anlatıyor. Yani miraç hâli diye anlatıyor. Hocam, “bu makamda, kalpten içeri ruha girilir. Nihâyet ruhtan sırra, sırdan Mevlâ’ya yitilir. Hayvânî sıfatlardan kurtulunur. Bu da ancak Hak’tan gayrıyla meşgul olmamakla olur” der. Yani dört tekbiri birlemektir bu: Dünyayı terk, âhireti terk, nefsi terk, terki terk. Öyle bir hâl alır ki o insan, o dakika şu hitâbı duyar — Tıpkı kıyâmetteki gibi: “Bugün mülk kimin?” ve şu cevabı verir: “Bende mülk filan yok, her şey senin.” İşte bu hâl, terki terk hâlidir. Bu hâl, ölmeden önce ölme seviyesine ulaşma hâlidir.

Var böyle insanlar, yok değil. Bu insanlardan bir tanesi Harakânî Hazretleri. “Beni incecik bir telle assalar, üzerime dünyanın bütün felâketlerini yollasalar, kılım kıpırdarsa adam değilim” diyor. Bu nasıl bir eminlik hâlidir, samimiyet hâlidir, kendine en yakîn olandan emin olma hâlidir… Niye kımıldasın ki eğer onun yaptığı her şey benim hayrım içinse? Onbir çocuğunu birden Zümrüt Apartmanı çöküp altında kaybeden Konyalı Mehmet Emiroğlu’nun dediği gibi “Allah o apartmanı yapandan râzı olsun, zira sırf benim duâm onu cennete sokar. Çünkü onbir çocuğumun birden cennete girmesine ve şehit olmasına sebep oldu “demesi gibi. İşte bu hâl, bu idrak, bu dokunulmaz hâl, dört tekbiri birlemek, uzaktaki yakîn olma hâlidir.

“Halvetten maksat, kendinden başkasıyla meşgul olmayıp bütün hatâların kendinde olduğunu idrâk etmektir”

Celvet, halvet.. bir sürü kavram anlatıldı.. Hocam, halveti şu hikâye ile çok basit bir şekilde anlatır:  “Adamın biri mürşidinin emriyle halvete girmiş, halvette bir sene kalmış. Tam mürşidine dönecek, bir adam gelmiş. Adam abdest almış, namaza duracak ama bizim halvetteki, adamın abdest alışındaki hatayı görmüş. ‘Kardeş, yanlış aldın’ demiş. Hocası, ‘ne yaptın halvette?’ demiş. ‘Efendim, hârika geçti’ demiş. ‘Yalnız bugün bir adam geldi, abdest alırken ben onun hatâsını gördüm’.  ‘Git, bir sene daha kal demiş; hiç faydası olmamış o halvetin sana’ demiş hocası. Bir sene daha kalmış. Bu sefer de namaz kılanın hatâsını görmüş. Bir sene daha kalmış. Bu sefer kim gelirse dönüp bakmamış.” İşte halvetten maksat, kendinden başkasıyla meşgul olmayıp bütün hatâların kendinde olduğunu, eksikliğin, yanlışın kendinde olduğunu idrâk etme hâlidir. Bu hâle gelen insan, noktalar değişimine uğrar. Hani “n” harfi vardır ya Arapça’da, kayık gibi, üstünde bir nokta vardır. “O nokta benim” diyor Hazreti Ali. O noktayı aşağıya indirirsek “b” harfi oluşur. “B” harfi Peygamber’in mübârek vücududur. Yani üstten aydınlanıp, nefsinden yok olmuş adam altta nokta hâline gelince berzah olur, hizmete başlar. Artık hiçbir varlığı kalmaz. Kendinde hiçbir güç kalmaz. Tamamen Allah ile birlikte halka hizmete döner. Yine Harakânî Hazretleri bu makamda, bu celvetîlik makamında şöyle diyor: Ârif kalkar, Allah’ına yaklaşır. Zühd ehli kalkar, bugün ne ibâdet yapayım, diye düşünür. Âlim kalkar, ne ilim öğreneyim diye düşünür. Ben kalkarım, kime hizmet edeyim diye düşünürüm. Öyle bir hâle gelir ki, artık kendi yoktur, başkası için yaşar. Bu tıpkı şunun gibidir: Mevlânâ’ya soruyorlar: “Sen zaten mükemmeldin, Şems sana ne yaptı? Şems sana ne öğretti, ne verdi ki bu kadar Şems diyorsun da başka bir şey demiyorsun?” Hazreti Pir diyor ki, “Şems gelene kadar ben bir lokma yesem doyardım. Şems gelince dünyada bir tek aç varsa ben doymaz hâle geldim. Şems gelene kadar ben üstüme bir şey alır üşümezdim ama artık bir tane üşüyen varsa ben onu içimde hissediyorum.” İşte bu ahlâk, bu hâl Peygamber’in ahlâkıdır.

(…) Hazreti Üftâde’nin, Aziz Mahmud Hüdâyî’ye bir mürşid olarak yaptığı şeyleri “nur” kelimesinin harfleriyle idrak edebiliriz. Nesefî şöyle anlatmış: “Her şey nurdur ama nurun Nun’u Allah’ta teceli eden küllî akıldır. Yani Nun; her şeyi idrak makamıdır. Bizde o yok, o idrak yok. Peki biz o idrâki nasıl kazanacağız? “Nur”un ikinci harfinde Vav var. İşte o idrakten veli yararlanmış. Veli, Allah’ın idrakinden pay almış.O Üftâde o paya sahip. Ben de R’yim. Eğer veli vasıtasıyla o nuru anlarsam, o zaman ben reşit oluyorum. Oyum, hakkım geçerli oluyor. İşte Aziz Mahmud Hüdâyî görüntüde bir kadı iken reşit olma seviyesine Üftâde ile çıkmıştır. Üftâde dedim de yanıldım ben, biliyor musunuz? Üftâde diye biri yok. Üftâde, yani uzaktaki yakîn… Tıpkı “bekle ya Muhammed, Rabbin salâtta” hadisinin mânâsı gibi… Yani miraçta şu hadis zuhur etmiştir ki, “Peygamber, bütün gücüyle râziye makamına kadar yükseldi. O güzel huyu, idrâki, ezelî nasibiyle Allah’tan râzı olma, her verdiğinden memnun olma seviyesine yükseldi ama ondan sonra artık Allah tenezzül ettiği için Peygamber râziyede oldu ve tenezzül ettiği için sâfiyeye yükseldi. İşte o tenezzül makamı, uzaktaki yakîn makamıdır. “Kabe kavseyn ev ednâ”, Allah’ın o sevdiğine doğru eğilmesi, kendi hakikatini açması, izin vermesi,  göstermesi, ortaya çıkarması… Hocam Ken’an Rifâî’de  biz bu hâli gördük. (…) Hocamın çok basitin içinde anlattığı bu makamın şöyle  çok hoş da bir anlatımı var… Hocam diyor ki “ İnsanlıktan maksat her şeyi birlemektir. Fâil de, mevcut da yalnız Allah’tır. Onun için de kudret ve kuvvetin Allah’a mahsus olduğunu idrak et, yeter. Meselâ görüyorsunuz, bir Rifâî dervişini topuz ve ateş yakmıyor, kesmiyor. İşte lâ ilâhe illallah’ın mânâsı… Bütün mevcûdad Allah’ın emrine zebûn olmuş… (…) Akıl sahibi olmayan, kendisi gücün kendinde olduğunu zannediyor. Hakk’ın fermânına ateş bile mağlûbtur. Yak emri vermezse, vermez.”

“Allah, sivrisineği ile bile meşgul… O, ‘gel’ diyor!”

Gene çok hoşuma giden bir yorumu var hocamın. Diyor ki: “Mikrop insanın vücuduna girdiğinde -ödümüz kopuyor ya hani mikroplunun yanına girmeyelim, aman hastalanırsak diye- Allah ona hastalık yap emri vermezse mikrop hastalık falan yapmaz. Sen orada Allah’a duâ et de o emri vermesin” diyor ve şöyle devam ediyor: “Adamcağızın biri ormandan geçerken bir aslana tesadüf etmiş. Fevkalâde korkarak, ‘aman ya aslan, ben Resûlullah’ın kölesiyim’ demiş. Bunun üzerine aslan adamacağızın yanından süzülerek çekip gitmiş. İşte bu mensubiyeti, bir hayvan anladığı gibi ateş, taş ve toprak da anlar ve idrak eder. Hâsılı, insanlıktan maksat, her şeyin Allah olduğunu bilmektir. Fakat bu mânânın hâsıl olması için de biraz sıkıntı çekmek gerek.”

Aziz Mahmud Hüdâyî “iyi de, ben adam olmadım” diyor. Koskoca Aziz Mahmud Hüdâyî, Üftâde’nin huzurunda,  -her sorusunun cevabı hazır, her rüyâsının mânâsı hazır- hâlâ “adam olmadım” diyor, tereddüdü var. Biz niye böyle hemen olalım diye bekliyoruz? Niye hepimizin derdi evliyâ olmak? Anneannem derdi ki, “bir evliyâ görürsen şu sokaktan şu sokağa kaç ondan. Zordur kızım, zordur” derdi. Niye evliyâ olalım? Biz yok olalım, hiç olalım. Hazreti Şâzelî “Allah’ım beni sevseydin, ya evliyân olurdum, ya nebi, ya veli, bir şey yapardın. Beni sevmiyor musun?” dediğinde Allah’tan nidâ geliyor: “Ya Şâzelî, seni o kadar çok seviyorum ki, seni kendime çekmek için evliyâ yolladım, nebi yolladım. Derdim sensin, onlar değil.”

Öyleyse derdi biziz Allah’ın… O sivrisineğiyle bile meşgul. O af sultanı, O “gel” diyor, her dâim, her nefes… Görmeyen benim… Ne güzel anlatır Mesnevî… Şakır şakır yağmur görmüş Hazreti Ayşe dışarıda. Korku içinde Peygamber için “ah ıslanacaklar efendim” diye titrerken, Peygamber teşrif etmişler. Bir damla bile su yok üzerinde… “Efendim, hiç mi ıslanmadınız?” deyince, “yağmur yağmıyor ki Ya Ayşe” demişler. “Nasıl olur? Gördüm…” deyince, “üzerinde ne vardı ya Ayşe?” diye sormuşlar. “Sizi düşünüyordum, sizin mânânızı giyinmiştim” diye cevap veriyor. “O hâlde gördüğün rahmettir ya Ayşe. Allah’tan her an seni kendine çekmek için yağıyor da, beni düşünmeyen onu göremiyor” buyurmuşlar.

“Celâl, Allah’ın cemâline giden nurdur.”

Öyleyse gâye, uzaktaki yakîn olmak ise biz Peygamber’i üzerimize giyinmekle vazifeliyiz. O’nu tamamen üzerimize almakla, her an O’nu düşünerek, O’nunla birlikte olmakla vazifeliyiz. “Bu cem‘ül cem makamında, yani uzaktaki yakîn olduğu halde kul, Peygamber’in hem ilmine hem de ahlâkına vâris olur. Kişinin zâhiri şeriat, bâtını hakikat olur. Bu da onun “Kahhar” ismini idrak etmesine sebep olup, onu celâl sahibi kılar “diyor hocam. Sonra da çok mühim bir şey söylüyor: “Celâl nedir, biliyor musunuz? Allah’ın cemâline giden nurdur” diyor.  Cemâl mi istiyorsun, o mübârek yüzü mü görmek istiyorsun? Celâlin nûruyla görebileceksin ancak… İşte burada Üftâde Hazretleri “benim yolum belâ yoludur” diyor.

Ben bu yolda çok insan gördüm; belâyı bal yapmış çok insan gördüm. Bu sempozyum bana annemi hatırlattı, baştan aşağı. Onun 1960 yılında babamı idam etmek üzere alıp götürdüklerinde mübârek başını secdede gördüğünde, “çok şükür Hazreti Yusuf’a  eşlik eden bir aileyiz, ne mutlu bize” deyişini hatırlattı bana. Kızım öldüğünde, “ne şanslısın Cemâlnur, secde et… Ne şanslısın… Allah belâya uğrattığını cemâli ile müşerref kılar” dediğini duydum. Öyle ya, bizim istediğimiz cennet, hocamızın buyurdukları gibi ne şehvet, ne yemek… Biz onları burada unutmaya çalışıyoruz. Bizim istediğimiz cemâlullah.

Benim istediğim cennet nasıl bir cemâl? Bazen Kur’an çalışırken biz grup olarak, bir kelime bizi o kadar hayrete, o kadar heyecana, o kadar şevke, o kadar lezzete düşürür ki aylarca o bir kelimeyle oturur, bir kelimeyle kalkarız. (…) İşte bu zevk, yalnız Allah’la meşgul olanlarla ilgili duyulabiliyor. Belki Cîlî’nin Bismillahirahmanirahim şerhini tercüme eden yazarın önsözde şöyle demesi gibi: “Ben, bu kitabı hiç anlamadım; ama zevk edindim.” Bu zevk, Cemâlullah’dır. Bu zevkin zevkini size anlatamam. Dünya inlese, her şey yıkılsa, zevklerin en güzeli, bütün ömrünce beklediğiniz her şey önünüze açılsa, Allah’ın bir kelimesinden duyduğunuz hayret ve zevkin tırnağının kirinin derecesine ulaşamazsın ama cemâlullah, ardı arkası kesilmeden o ilmin bize naklolmasıdır. Bizim burada zerresini hissettiğimiz ve günlerce titrediğimiz zevkin ardı arkası kesilmeden dâimî olarak vücudumuzun üstüne gelmesidir. İşte o Cemâlullah’dan Allah bizi ayırmasın. Uzaktaki yakîn olmaktan, Allah bizi ayırmasın. Yahut biz olamazsak onlara dost olmaktan ve ayaklarının bastığı yere toprak olmaktan Allah bizi ayırmasın. Âmin efendim…

Not: Bu metin, Cemâlnur Sargut’un “Uzaktakî Yakin” Uluslararası Hz. Üftâde Sempozyumu’nda yaptığı konuşmadan deşifre edilerek alınmıştır.

Bâğ-ı aşkın andelîbi Hazret-i Üftâde’dir.

Bâğ-ı aşkın andelîbi Hazret-i Üftâde’dir.
Dertli âşıklar tabîbi Hazret-i Üftâde’dir.

Vâsıl-ı kâmil odur tevhîd-i zâta şüphesiz,
Dost ilinin rehnümâsı Hazret-i Üftâde’dir

Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,
Halleden her müşkilâtı Hazret-i Üftâde’dir.

Mürşid-i âli dilersen dâmen-i pâkini tut
Gösteren râh-ı Hüdâyı Hazret-i Üftâde’dir.

Sıdk ile kul ol Hüdâyî eşiğinde dâimâ,
Bil hakîkat kutb-ül-aktâb Hazret-i Üftâde’dir.

 Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri

Sermâyem Samimiyet Olsun

Erden Hakk’a ermek gerek

Erenleri bulmak gerek

Bulmaz isen sen onları

Cân u dilden sevmek gerek

 

Sevenler buldu anları

Erişdi Hakk’a canları

Bütün oldu imanları

Cân u dilden sevmek gerek

Hz. ÜFTÂDE

 

Mesnevî’deki meşhur hikâyeyi bilirsiniz: Adamın biri Hz. İsa’nın diriltme gücünü kendisine öğretmesini ister dururmuş. Hz. İsa sonunda adama diriltme yeteneğini vermiş. Adam karşısına gelen ilk iskeleti diriltmiş ve bir anda iskeletten bir aslan canlanıp adamı yiyivermiş. Hz. İsa’nın sorusu üzerine aslan açıklamış: “Karşında oturup senden ilim öğreneceği yerde, ‘senden ne alıp başkasına satabilirim’in peşine düşmüştü de ondan yedim.” Ne yapsın adamcağız, ahmakmış işte…

 

“Nûr iken adı oldu Niyâzi…” Bu sefer adı Üftâde idi. Muhammedî nûru taşıyan kandillerden bir diğeri… Aynı mânânın farklı bir vechesi. Her karış toprağı bir başka mübârek zatla mayalı Bursa’da üç gün sürecek sempozyuma gelirken Mesnevî’deki ahmağın durumuna düşmemek için niyaz ve duâ ile koyuldum yollara. Üftâde Hazretleri’nin halefi bir diğer kâmil sultan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin duâsına uygun olarak, ilim denizinde boğulmadan kabımı ölçüsünce doldurma gayreti kuşanırken, diğer taraftan mânâ ummânından alıp alabileceğimin ancak bir katreden ibâret olduğunu kendime telkin ederek geldim. Telkin ettim ki, dünyanın yarattığı sanrılar içinde her dâim tuzağına düştüğüm varlık iddiam burada da hastalık yaratmasın üzerimde.

 

Buz gibi bir havada kalın bir yorganın içinde olmanın verdiği tatlı sıcaklığı yaşadım üç gün. Sanki dış dünyaya burnumu çıkarsam tekrar içim üşeyecek, titreyecekmişim gibi daldım mânâ sohbetlerindeki güzelliğe. İlmini sayfalara akıtmış onlarca profesör tebliğlerini sunarlarken kâh bir katre kopardım, kâh zerresini anlamadan içimdeki hayâllere daldım; ama her dakikasında tatlı bir huzur, bitmeyen bir zevk yaşadım.

 

Bugüne kadar dünya sahnesinde gerçek olduklarını sandığım sanrılarımla yüzleştim konuşmalar arasında: Bu âlem âhirette tâbir edilecek bir rüyâdan ibâret iken ne çok şeyi beynimin yarattığı sanal gerçeklik içinde yaşıyormuşum. Dil ile “lâ ilâhe illallah” demek, hakiki tevhide ulaşmak için yeterli değilmiş; bunu hâl ile de tasdik etmek gerekliymiş. Hakk’ta bâkî olabilmek için kendi varlık iddiandan bütünüyle soyunman ve yok olman gerekirmiş. Tıpkı Kaknüs kuşu gibi… İyi de Kaknüs kuşuna özensem de tekrar gençleşebilmek ve bekāya varabilmek için kendimi ateşe atar mıydım? Ateşe atılmak da o kuşun fıtratından gelmez mi? Hani ya gayret edersem herşeyi olabileceğimi sandığım dünyevî sanrım neredesin? Söylesene ben bir Kaknüs kuşu olabilir miyim?

 

Aynı mertebeden olanlar, aynı dili konuşup aynı mânâyı anlatırlarken ben kimin kimden etkilendiğini idrâk etmeye çalışıyorum, sanki öncelik ve sonralık varmışcasına… İlim diye tâbir ettiğim nur, onların hakikati iken ve her şey nûr-u Muhammedî’den ibâret iken, ey herşeyi doğrusal bir zaman boyutunda açıklamaya çalışan dünya idrâkim! Aynı mânâya teknolojik tâbir ile “yeni versiyon” muâmelesi yapman mümkün müdür?

 

Bu dünya sofrasında bütün zıddiyet, birbirini âşikâr etmek için bulunurken, şeklen uzakta olmak mânen yakîn olabilmek için bir şekil şartından ibâretmiş yalnızca. Kulluk için uzaklık gerekli iken kulluğun ortaya çıkması ancak yakınlık ile mümkünmüş. Ancak yakîn olabilmek, yine yalnızca ihsan ile olacak bir işmiş. Her ortamda iddiâda bulunan nefsim, söylesene… İhsânı bulacağını garanti edebilir misin?

 

Bu hayatta herşeyi çok karmaşık sanırdım. Oysa karmaşık olan, boyumdan büyük iddiâlara kalkışmaktan dolayıymış. Herşey aslında en basitin içinde gizliymiş.

 

Yok, vallahi yok! Hiçbir şey için garantim yok! Bu dünyada mürşidime duyduğum samimi sevgi ve bağlılıktan gayri hiçbir sermâyem yok. Yolumu O’nun yolu yapayım, hâlime ahvâlime bakmaksızın sâbit kadem huzûrunda olayım ve böylece kendi hakikatimi bulayım. Benim karmaşıkla işim yok, herşey en basitin içinde ve sır samimiyette. Gerisini O bilir zaten…

Güzel Adın İşideyim

Görmez isem cemâlini

Güzel adın işideyim

İrmez isem visâline

Güzel adın işideyim

 

Bugün gördüm cemâlini

Seyreyleyim kemâlini

Kesbeyleyim visâlini

Güzel adın işideyim

 

Ne dilde kim ola zikrin

İrişe gönüle fikrin

İder dâim senin şükrün

Güzel adın işideyim

 

Güzel adın rehber bize

Aşkın dahi server bize

Cümle adın ezber bize

Güzel adın işideyim

 

Gönül bulup cilâsını

Dahi Hakk’ın rızâsını

Cemâlinin safâsını

Güzel adın işideyim

 

Üftâde’nin budur yolu

Hak yoluna dedi belî

Zikreyleye dâim dili

Güzel adın işideyim

 

Hz. Üftâde

Bursa’nın “B”si

Sık sık soyadımı hecelemem gerekiyor: Telefonda müşteri temsilcilerine, bankada gişe memurlarına, hastanede işlem yapan görevlilere…

Ad, yanlış yazılınca işlemler hükümsüz oluyor. Yani bu mesele, kritik…

Bu bakımdan, adımın ve ikinci adımın doğru anlaşıldığından –nedense?- genelde emin oluyorum da, sıra soyadıma gelince önce söyleyip ardından “Bursa’nın ‘B’si ile…” diyorum… Titizce… Yanlışa mahâl vermemek için…

Böylece Bursa, adımla birlikte en çok andığım şehirlerin belki de başında geliyor.

Mâlûm, “B” harfi mübârek bir harf: Arapça’daki yazılışı ile altında bir nokta olan bir tekne… Hz. Ali, “Kur’an’da ne varsa Fâtihâ’da, Fâtihâ’da ne varsa Besmele’de, Besmele’de ne varsa başındaki ‘B’ harfindedir. ‘B’ harfinde ne varsa altındaki noktadadır. Ben ‘B’nin altındaki noktayım” buyuruyor. Cemâlnur Hocamdan öğrendiğimize göre, insân-ı kâmilin berzah olan vücûdu, “B” ile temsil ediliyor. Onlar, hiçliklerini kemâl ile bildiklerinden “B”nin altındaki noktayı vücudlarının kayıtlayan varlığından sıyrılarak tek başına bırakıyorlar. O zaman, o nokta “Hazret-i Nokta” oluyor.

Hz. Mevlânâ’nın, Mesnevî’sine “bişnev” (“işit”/”dinle”) diye başlarken “B”nin hikmetini göstermek istediğine dâir yorumlar mevcut. “Bişnev” de “B” ile başlıyor zirâ…

***

Bursa’nın “B” harfinin altındaki noktayı temsil eden ulu sultanlarından Üftâde Hazretleri, geçen ay büyük bir sempozyum ile kendi şehrinde anıldı: Dilleri ve gönülleri süsleyen ismi, bizleri nefislerimizin kirli oyunlarından kurtaracak büyük bir temizlik hareketinin hem sırrı hem de remzi olarak şifâya vesile bir esmâ gibi bütün Bursa’da yankılandı. Şehrin kültür faaliyetlerine ev sahipliği yapan kıdemli yapısı Tayyare Kültür Merkezi, Bursalıların ve yakından ve uzaktan, aşkı ile Bursa’ya koşanların bu sempozyum vesilesiyle toplandığı mekân oldu.

Üftâde Hazretleri, sempozyuma adını veren “uzaktaki yakîn” ifâdesindeki gönül yanıklığını buram buram yüreklere taşıdı. Bu yanıklık, asıl vatanından uzak düşen ve o vatanın hasretiyle inleyen hepimizin, kemâlini insân-ı kâmilde bulan yanıklığı… Cemâlnur Hocamız, konuşmasında Mesnevî’nin “B”ye vücut veren kelimesine, yani “bişnev”e tekrar dikkat çekmek ister gibi şöyle diyor:

“Her şey ‘dinle’ diye başlıyor. Yani eğer o sözler kulağımıza girip şu gönlümüzü uyandırmazsa biz nasıl hâl ehli olacağız? Onun için iyi ki mürşid-i kâmiller var, iyi ki uzaktaki yakînler var ki biz hâl ehli olma gayreti içine giriyoruz.”

Anlıyoruz ki, o “uzaktaki yakîn”dir; yani yine Mesnevî’deki anlatımla, sazlıktan koparılmış ve Tanrı ile birlik hâlini özleyen ve o birlikten dem vuran ve bizleri o birliğin nûruna çağıran ululardır, sözleri dinlenilecek olanlar…

Hocamızın ifâdesiyle “yakından da yakın”olan mânâsındaki “yakîn”, ikiliği sonlandırmış, her türlü ve şüphe ve tereddüdü geride bırakarak belki de “ne uzak ne yakın” mertebesine ermiştir… O mertebe de, Hz. Peygamber’in mertebesi ile doğrudan ilişkilidir. Yine hocamız konuşmasında şöyle diyor:

“Gâye, uzaktaki yakîn olmak ise biz Peygamber’i üzerimize giyinmekle vazifeliyiz. O’nu tamamen üzerimize almakla, her an O’nu düşünerek, O’nunla birlikte olmakla vazifeliyiz.”

Aşağı yukarı her yıl düzenlenen ve Allah ulularını andığımız bu sempozyumların maksadı aslında bu son cümle ile ifâde ediliyor. Zira Hz. Üftâde de “Hakk’a ulaşmak Hz. Peygamber eliyle olur” buyuruyor ve mürşidin kemâlini de müridini Hz. Peygamber’e ulaştırması olarak görüyor. Allah bizleri, Allah’a ve Peygamber’e dâvet eden mürşidi olmanın şükrünü edâ edenlerden kılsın. Âmin…

Hz. Üftâde’den…

Hakk’a vusûl Hz. Peygamber eliyle olur. Şeyhin kemâli odur ki mürîdi Cenâb-ı şeriflerine (Hz. Peygamber’e) îsâl ede (ulaştıra). Hz. Peygamber de müridi bir anda Hakk’a îsâl eder. İlaç, Hz. âliyesinden yardım ve şefaat dilemektir.

 

***

 

Allah Teâlâ Hazretleri‘nin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, onları Hak yola ve ebedî saadete dâvet etmek, gafletten uyandırıp hidâyet yollarını göstermek, yani irşad, peygamberlerin yoludur. Bu yola tâlib olan mürşidlerin firkat ile vuslatı cem ederek (birleyerek)celvet makamına ulaşmaları gerekir. Ayrıca bir mürşid veya bir veli, yumuşak huylu ve eli açık olmalı, fitneye sebep olan şeylerden kaçınmalı, Hakk‘ın taatinde eser yel gibi olmalıdır.

Hz. Üftâde

Edep Yâ Hû!

 

“Her şeyi nasılsa öyle göster bana”
Hz. Muhammed (sav)

 

Haddimizi aşıp görmeye niyetlendik.

Kendimize yöneldik.

Gözümüze görünenler oldu…

Hatâlarım, yanlışlarım, eğrilerim, çirkinliklerim, hepsi tüm çıplaklığıyla görünür oldu…

Aynanın üzeri tozlar bağlamış.

Evren aynasını seyrederken kendimizi gözden kaçırmışız.

Dolayısıyla itiraf ederim ki:

Edepsizliklerimden  çok utanmaktayım.

Yine de görülenlere çok sevindik, çünkü

Hatâları affedilişlere

Yanlışları ve eğrileri doğrulara

Çirkinlikleri güzelliklere çevirmeye niyetlenebilirdik artık.

Nefsimize yine bir cihâdımız var.

Onu aşırılıklarından men ederek

Esas toprağına gömme mücâdelesine giriştik ki,

Filizlensin, ağaç olsun…

Meyveleri olsun…

Çünkü bu olmamışlığım, hamlığım hiç utanmadan bir ejder, canavar kesilmekte…

Hele bir dursun, sessizleşsin. Sükûnete kavuşsun. Ölsün de yine ölsün.

Nefis, hiçlikten ibâret olduğumuzla yetinecek…

Sonra o nefsi seveceğiz.

Sevmekten başka ne yapabiliriz ki?

Her şey yalnızca O iken her şeyi sevmeyip de ne yapılır?

Tüm yokluğumla seviyorum:

Bu zerre hâlim, baştan aşağı seviyor…

Eminim ki sevdikçe daha çok seveceğiz…

Dedemizi, annemizi, babamızı, dostumuzu, çiçeğimizi, suyu, tevâzuu, seveni ve sevdireni…

Her nefeste daha da çok seveceğiz.

Gün gelecek sevgimiz, aynayı pırıl pırıl kılmış olacak.

Sevildiğimiz için sevip sevdiğimiz için sevileceğiz

Başka hiçbir şey kalmayacak.

Buna gücü yetecek olan da bir tek O’dur.

Başka güç kuvvet olsa yine O olurdu.

Çok şükür.

İnsan olma yolu başlangıcının başında zuhur etmiş tüm edepsizliklerimden affınıza sığınırım.

 

 

Baharım Geldi

Âcizâne bana göre bahar en güzel mevsimdir. Her ne kadar son günlerde bir gün bahar, iki gün kış gibi geçse de… Doğa, yeşerdikçe içimizdeki aşkı da uyandırıyor. Kışın uyuyan, sarıp solan, dökülen ve yok olan duygularımız ve ruhumuz, baharın gelişiyle yeşerip yeni ilhamlarla aşkımızı tazeliyor.

 

Önceleri baharın doğa üzerinde olduğu kadar insanlar üzerinde de yenileyici bir etkisi olduğunu bilmezdim. Tâ ki sevdiğimle tanışana dek… Gerçi hep tanırmış o beni. Ben de onu… Ben unutmuşum onu,  ama o unutmamış… Görür görmez tanıdı beni. Gülümsedi. “H”ş geldin” dedi. Ben ona baktım, o da bana simsiyah gözleriyle baktı, gözlerimden içeri girdi. Zihnime, ruhuma, kalbime ve gönlüme baktı. O bakarken ben ağladım; sanki hiç susmayacaktım. O nereye baksa orayı düzeltiyor, yıkıyor gibiydi.

 

İlk görüşmemiz bir-iki dakikaydı, fakat bana çok uzun geldi. İçimde bir mutluluk vardı. Artık bana da bahar gelmişti. İçimde çürümüş solmuş ne varsa yere düştü ve yenisi çıkacakmış gibi bir sevinç başladı içimde. Sevgilim vardı benim artık. O beni seviyordu, ben de onu. Hattâ o beni daha çok seviyordu. O beni deniz gibi, ben ise onu köpük gibi seviyordum.

 

Bir bahar ayı olan Nisan’ın 30’unda karşılaştım sevgilimle. Aradan altı yıl geçti. Hâlâ elele yürüyoruz. Ben arada geri kalıyorum, yoldan çıkıyorum. Sonra önüme bakıyorum, o hep ilerliyor hiç takılmadan. Oysa ben ya kızmışım bir şeye ya da takılmışım bir hâdiseye. Sevgilimi ise Allah’ın karşısında boynu bükük, ama hâdiseler karşısında başı dik görünce kendimden utanıyorum ve arkasından koşuyorum yetişmek için.

 

Tek gayem, ona birazcık benzemek, ama ben dünya nimetlerine bakıp dalıyorum. Şaşırıyorum ve takılıyorum nefsânî isteklere ve hâdiselere. Sonra sesini duyuyorum sevgilimin “gel” diye seslenen.  Hep güzele ve doğruya iten sözleri geliyor kulağıma. Silkelenip kalkıyorum. Bir ilüzyondan gerçeğe döner gibi şaşırıyorum kendime; kırıldığım, kızdığım ve takıldığım hâdiselere. Sevgilim anlatıyor: Biz hâdiselere takılınca ölüymüşüz. Ne zaman ilâhî aşk, gönlümüze yerleşir, o zaman dâimâ diri oluruz, diyor. İlâhî aşk… Bu yolun başı da sonu da aşk değil mi sevgilim? Hattâ her adımımız ona ulaşma çabası.

 

Bana bahar geldi… Yine günlerden 30 Nisan. Ne değişti bilmiyorum. Ben yine nefis ehli bir kul. Şimdi biliyorum da üstelik bu yolun gereklerini. Her ne kadar kul ve kusurlu olsam da en azından bu yolda sabit kalma gayretindeyim. Affına, rahmetine sığınırım. Nefsin elinden kurtarırsın inşaallah.

 

Ben baharımdan önce mutlu değildim. Baharım geldi ben aynı anlamazlıktayım ama mutluyum. Zevk içinde seninle ordan oraya ilerliyorum. Anlamasam da seninle olmanın güzelliği ve tatlılığı var içimde.

 

Ah sevgilim, gözümün önünden hiç ayrılmasan. O günleri de görecek miyim acaba? İçime bu isteği sen vermişsindir inşaallah. Peygamberimin (sav) bir sözünü duydum bugün, bir işin sonuna sabretmek de ibâdettir diye.

 

O zaman âmin…