Editörden (Ocak 2014)

Efendim hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz…

 

Bu ay dergimizin konusu her zamanki gibi, Allah aşkı, Allah âşığı bir koca sultan, âlemlere rahmet bir öğretmen, bir mürşid, hepimize örnek bir öğrenci, bir mürid…

 

En çok “Her ilmi, her şeyi bildiğini sandığında” bilmediğini hocasından öğrenen… O’nun söylediğine iman eden… O’nun söylediği ile amel eden… O’na verdiği sözden bir nefes, elbette yine O’nun himmetiyle dönmeyen ve döndürmeyen bir koca sultan…

 

Ahde vefâsı ile, edebi ile, samimiyeti ve giyindiği hâli ile evlâtlarına, öğrencilerine dâima örnek olan… Kanından gelmekle değil, yolundan gelmekle ancak O’na evlât olunabileceğini anlatan, yaşayan, yaşatan bir rahmet sultânı…

 

O öyle münbit (bereketli) bir toprak ki gördüğü her türlü muâmeleye, ezâya, cefâya, vefâsızlığa, yalancılığa aldırmadan, her türlü isimde ve meşrepte tohumu bağrına alan, gördüğü ağır muâmelelere karşısında bile, içine aldığı tohumdan vazgeçmeyen… Öyle ki tohum ondan vazgeçse de “Biz içimize aldığımızdan vazgeçmeyiz” diyebilecek kadar karşılıksız veren, tevâzu ile yoğrulmuş bir toprak… Bununla beraber koynundaki her tohuma, aynı vericilikte, aynı yakınlıkta olan… Birleştirici, Allah’ın ona lûtfettiği su gibi vazgeçilemez olan… O’ndan aldığı ilmi dağıtmakta çok çömert olan… Bunun yanında tohumdan sadece birazcık gayret isteyen, bu sâyede onun filizlenmesi için elinden geleni yapan. Tohumu her türlü dünya şartlarından koruyan… Yetiştirdiği tohum filizlendiğinde, güneş gibi sonsuz diriltici ışıkları ile onu kuşatan… Göğsünde ana sütü besleyiciliği ve  âdeta anne şefkati ile onu sarıp sarmalayarak büyüten… Serpilmesini aynı mütebbesim ışıkları ile ihyâ eden…

 

Sadece bir ay, bir gün, bir nefes değil, dâimâ, her nefes O’nunla olan, gayrette, hizmette, ümit etmekte, öğretmekte ve öğrenmekte sırât-ı müstakimde olan… Bir ayağı şeriatte, diğer ayağı ile yetmiş iki millet dolaşan… Yetmiş iki dili bilen, dolayısıyla Hz. Süleyman gibi her meşrebin dilini konuşup, anlayan… Ney gibi kendinden geçmiş… Hak’lıyı yani Hak ile olanı bilen, bildiren… Hak ile bir olup O’nun sesini veren… Yegâne şahsiyet sahibine kul olan…

 

Yolundan gelenleri her türlü tehlikelere, benlik çukurlarına karşı uyaran, koruyan… Rabbinin O’na verdiği görevden bir nefes vazgeçmeyen ve kendi canını bu yolda düşünmeden veren… Meşreplerin her türlü günahı, hatâsı ve kusuruna rağmen dâimâ “Ne olursan ol gel!” diyen. Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa yazılamayan, anlatılamayan, bir kul, bir öğrenci, bir öğretmen…

 

O, Cemâl’in nûru, vefânın, aşkın, teslimiyetin, samimiyetin, imanın, ilmin kıblesi ve tecellisi olan… Hz. Allah’ın “benim sevdiğim” diye tanımladıklarından bir büyük Rahmet: “Hz. Mevlânâ”…

 

Bu sayımızda gönlümüz yettiğince, dilimiz döndüğünce, kısıtlı akıllarımız ve kaplarımız ölçüsünde O’nu anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Kusurları bizlere ve elbette güzellikleri derginin sahibine ait olarak huzûrunuzdayız.

 

Hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

 

Sohbetler (Ocak 2014)

Mevlânâ Hazretleri, kendisini ziyarete gelen bir papazı kapıya ka­dar teşyî ettikleri zaman, bunun sebebini soranlara ‘Ben onun sıfatı ve mevkiine değil, ona bu vazifeyi veren Hakk’a hürmeten bu muâmeleyi gösteriyorum’ diye cevap verir.

Siz de, neden herkesin mutlaka kendi meşrebinizde olmasını isti­yorsunuz ve istediğinizi bulamayınca da ayıplıyorsunuz? Siz onu ayıp­ladığınız gibi, onun da sizin hâlinizi beğenmeyeceği tabiîdir. Meselâ bâzı kimseye iyilik yapmak, tokat vurmak gibi gelir. İyilikten hoşlanan kimseye fenâlık etmek, ne türlü tesir ederse, kötülükten hoşlanan kim­seye de iyilik aynı tesiri yapar, çünkü istîdat ve anlayışı ona elverişli­dir.
Buna karşılık ‘Mâdem ki herkes bir vazife ile mükellef ve memur­dur diyorsunuz, o hâlde fenâlık yapanlar neden cezâ görüyor?’ diyecek olursanız, işte bu suâliniz ile ortaya nâzik ve ince bir mesele çıkmış olur. Şöyle ki Cenâb-ı Hakk’ın birbirine zıt isimleri vardır. Meselâ Muiz olduğu gibi Müzil de vardır. Hâdî olduğu gibi Mûdil de vardır. Afüv olduğu gibi Müntakim de vardır. Bu isimler, isimlerin küllü olan Cenâb-ı Hak’tan ‘yâ Rabbî, bize bu isimlerin gereğini yerine getirebil­mek için bir zuhur yeri ihsan et!’ diye niyazda bulunarak birer vücut is­tediler. Cenâb-ı Hak da bu taleplerini yerine getirdi ve her bir isim bir mazhara, bir vücûda büründü.

O halde, kahır yaptığın vakit, karşında Müntakim isminin zuhû­runu bekle… Evet, bir kimseye fenâlık yaparsan intikam alıcı isim hemen karşına gelir. Onun için ‘zulüm yapan neden cezasını bulur?’ diyemezsin. Çünkü zâlime karşı âdil ismi vardır.

Eğer bu kaideyi bilirsen, ‘niçin, neden böyle oluyor? Filân kimse neden böyle yapıyor?’ diyemezsin. İşte bu noktadan lâ faile illallah, lâ mevcûde illallah, yâni Allah’tan başka fâil ve mevcut yoktur, mânâsı çı­kar.
‘Neden bu kimse böyle hareket ediyor, ben olsam böyle yapmaz­dım…’ demek abestir. Yapamazsın, çünkü sen o isme mazhar değilsin. Meselâ Allah seni Muiz yâni İzzet ismine lâyık etmiş, Müzil ismine de­ğil…

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 135-136)

*****

Sâmiha Hanım:
–   Hak’tan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş, sözüyle ifâde olunan gizlilik Hakk’ın kıskançlığı değil midir?
–  “Evet… Allah’ın gizli sırlarını yine Allah’ın gayreti yâni kıskanç­lığı gizler. Bir erkeğin karısını nâmahrem bir erkekten kıskanıp sakla­ması gibi… Mürşidin de hakîkati meydandadır, aşikârdır. Fakat kendini her­kese bildirmez. Nitekim Hazreti Mevlânâ da ‘Ben bir pergerim. Bir ayağım şeriatta durmakta; diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşırım’ buyurur ve yine ‘Bende olanı gizlemek için onlar ile beraber görünü­rüm. Papazla papaz, hoca ile hoca, çocukla çocuk olurum. Fakat bun­ların hiçbiri değilim. Hem de hepsiyim, der. Bu, adetâ, mavi boncuk kimde ise benim gönlüm ondadır. Yâni herkes kendi zanmnca benim yârim oldu, meselesi gibidir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 217)

*****

Allah gizli değildir. Ondan başka bir şey yoktur ki gizli olsun. Her şey o, her gördüğün Hak… Gizlilik yok… Gizlilik sende, görmemezlik de sende… Eğer sana Allah’ı göstermeyen vücûdunu, yâni mevhum varlığını ortadan kaldırırsan, Hakk’ın gizli olmadığını anlarsın. Hak’tan ayan bir nesne yok /Gözsüzlere pinhan imiş.

Sen gözsüz olduğun, kör olduğun için Hakk’ı göremiyorsun. Ayıp­lanmaz. Bir köre, ‘niçin güneşi görmüyorsun?’ denemez. Çünkü kördür. Allah, görünen herşeyle kendini göstermiş, gizlememiş ayan et­miştir. Fakat bunu herkes göremez. Zîrâ görmek için istîdat sahibi de­ğildir. Şu da var ki, bir kimsede zamanla o istîdat ve kabiliyet imkânı ge­lişebilir ve evvelce anlayamadığını duyamadığını anlayıp hissedebilir.

Meselâ Mesnevî okuyorsunuz. Bazen birinci defa okuduğunuzda anlayamadığınız bir mânâ, ikinci veya üçüncü okuyuşta sizin için ger­çek mânâsını gösterebiliyor. Ve meselâ ortadan, hakikate müteallik bir söz söylüyorum. Açık, Türkçe, rumuzlu falan değil… Yüz kişi içinde ya üç ya dört kişi anlıyor. Üst tarafı ise dinlediği halde, bütün işittikleri kulaklarına girmeden dökülüp gidiyor.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 394-395)

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Âşıkların Kıblesi Mevlânâ’dır”

“Âşıkların kıblesi Mevlânâ’dır”

 

Aralık ayı, Hz. Mevlânâ ile özdeşleşmiş bir ay… Şeb-i Arus dolayısıyla Hz. Mevlânâ bir kere daha yâd edilmiş ve kendilerinin mânâsının feyzinden istifâde edilmiş oluyor. Biz de bu vesileyle Cemâlnur Sargut Hocamızla Hz. Mevlânâ üzerine sohbet ettik.

 

Müge Doğan: Hocam, her sene olduğu gibi dünyanın dört bir yanından gelen binlerce insan Şeb-i Arus’u idrak etmek niyetiyle Konya’daydı. Şeb-i Arus’un mânâsını açar mısınız bize?

 

Cemâlnur Sargut: Şeb-i Arus, Hz. Mevlânâ’nın tasavvufî bakış açısı ile ölümün ne kadar güzel birşey olduğunu bize tekrar öğrettiği ve ölüme bakışı değiştirdiği bir isim. Yani kendi ölümünü düğün gecesi olarak adlandırıyor. Kendileri buyuruyorlar ki, “ana karnındaki çocuk nasıl karından çıkmak istemez de o karındaki hayatı çok güzel ve yegâne hayat olarak düşünürse, dünyaya geldiğinde de eskiden ne dar yerdeymişim diye üzülürse ölüm de ana karnı gibi olan dünya sıkıntısından kurtulup gerçek hakikate ve sonsuz derinliğe kurtulma ve çıkma mâcerâsıdır.” Sultan Veled de öleceğini hissettiği zaman “çok şükür, bu gece vücûdumdan kurtuluyorum” diyor. Demek ki ölümü tanıdığın zaman, Allah’ın sevgili ile kavuşması ve birleşmesi olur. Bütün ömrünce beklediğin bir şeyin gerçekleşmesidir. Artık o kişi için en büyük lûtuftur ama tabiî Allah’ını bilmeyen, tanımayan, nereye gideceğini idrak etmeyen için en korkunç, en acı, en sıkıntılı bir şeydir. Dolayısıyle Allah’ı bilmek, tanımak, iman etmek, Allah aşkını hissedebilmek her türlü sıkıntı ve belâya karşı ilâç gibidir.

 

Mânevî büyüklerimizin ne kadar zevkle gittiklerini gördüğümüz zaman onların ölümlerinde  aynı zevki biz tadıyoruz. Bunun yanında imanlı olmayanların da ölmemek için yaptıkları gayretleri görünce gerçekten bu dünyanın yegâne fırsat olduğunu insan bir kere daha hissediyor. Ölüm çok güzel bir şey ama inşaallah idrak edilsin, önemli olan o.

 

“Allah’a ulaşmada elimizdeki yegâne silâh, aşktır”

 

Müge Doğan: Hz. Pîr denince aklımıza hemen aşk geliyor; zaten kendilerine Kâbet’ül Uşşak, yani “âşıkların Kâbesi” deniyor. Neden? Aşk anlayışından biraz bahseder misiniz?

 

Cemâlnur Sargut: Bir kere tarikatlerin hepsinin Allah’a giden birer yol olduğu düşünülürse, her yolun da bir metodu vardır. Bu, çeşitli dillerde eğitim yapan okulların aynı dersleri öğrettiği halde farklı metodları kullanmasına benzer. Mevlevîliğin metodu aşktır. Aslında aşk bütün tarikatlerin, bütün yolların erişmesi gereken son noktadır. Aynı zamanda da başlangıç noktasıdır. Ama bazısı aşka tevâzû ile erişir, bazısı ilim ile erişir, bazısı da direkt âşık olarak erişir. Tabiî direkt âşık olmak, yolların en kolaylarından biridir. İnsanı huzûra, mutluluğa, sonsuz rahatlığa kavuşturur. Dünya dertleri ve sıkıntılarından insanı kurtarır. Mevlânâ, yolun böyle olduğunu bize öğreten bir sultan. Kendisi de aşkla Allah’ı bulmuş. Yani aşktan önce âlimmiş, aşka kavuşunca da hakikaten mâşuk olmuş. Âşıkmış, mâşuk olmuş. Zâlimlikten kurtulmuş, hakiki insan seviyesine yükselmiş. Onun için diyor ki “Allah’a ulaşmada elimizdeki yegâne silâh, aşktır.” O yüzden de âşıklar, O’nun yöntemini kullandıkları için O, âşıkların Kâbesi yani aşk noktası oluyor. Buradan da anlaşılıyor ki, mâşukluk aşkın kendisidir ve insanlar ona ulaşmaya gayret ederler. Mevlânâ’nın, aşkı Hz. Şems’den öğrendiği de muhakkaktır ve hiç tartışılmaz, zirâ Hz. Şems var mıydı, vücud muydu, orası bile tartışılır. Ama Allah’ın tam aşk enerjisi ile tecellisi rahmet sıfatı idi ve yağdırdı Mevlânâ’nın üzerine… Dolayısıyle de O’nun hakikate ermesine sebep oldu. Bu yüzden de âşıkların kıblesi Mevlânâ’dır.

 

Müge Doğan: Dünya’nın dört bir yanından insanların akın akın ona çekilmesinin sebebi de bu aşk…

 

Cemâlnur Sargut: Aşk ve aşkın getirdiği yan ögeler Mevlânâ’ya çekimi kolaylaştırıyor. Aşk olduğu zaman, her şey sevdiğinin bir parçası olduğu için herkesi sevmeye başlıyorsun. İşte bu hoşgörüyü getiriyor. Hoşgörü geldiği zaman kusur görmemek ve başkası gibi düşünmemek yani kimseyi ötekileştirmemek zuhur ediyor. Herkesin kendinin bir parçası olduğunu düşünüyorsun. Meselâ bir vücud içerisinde nasıl bir bağırsak varsa, göz varsa, bize zarar veren insanı da vücudumuzun bağırsağı gibi düşünüyoruz ve o olmasa vücudun çalışmayacağını idrak ediyoruz. Dolayısıyle aşkın getirdiği hoşgörü, aşkın getirdiği güzel bakış, aşkın getirdiği herkesi ve herşeyi sevebilme kabiliyeti mecbûren insanları bir araya topluyor. Tıpkı Allah’ın rahmet ve rahman isminde topladığı gibi.

 

“Ledûnî ilmin getirdiği, infaktır”

 

Müge Doğan: Biraz da ilim anlayışından ve Konevî Hazretleri ile olan ilişkisinden bahsedebilir miyiz?

 

Cemâlnur Sargut: Hz. Mevlânâ tabiî ki önce ilimle Allah’ı bulmaya çalışmış bir sultan. Meselâ Burhaneddin Tırmizî Hazretleri ve babasında da felsefî bir ilim anlayışı yok. Ledûnî ilme meyil var fakat ledûnî ilmi elde etmek için tıpkı Mısrî Niyâzî gibi önce maddî ilimlerden de geçmesi gerektiğine inanmışlar. Şahsen âcizâne ben de evlâdıma Allah aşkı öğretmeden önce bunu yapmayı tercih ederdim. Hani meşhur resim hikâyesi var ya Hz. Mevlânâ’nın… İki duvara resim yapılmış… Bir tarafa Çinliler inanılmaz güzel bir resim yapmışlar, diğer taraftaki duvarı ise Türkler sadece yontmuşlar ve sonuçta perde aradan kalktığında bu muazzam güzel resim, yani Allah’ın sonsuz güzelliği gibi olan her rengi kapsayan resim, öbür duvarda, yani yok olmuş Peygamber’in gönlünden aksedince ortaya şaheser çıkmış. Mısrî Niyâzî bu resim hikâyesini şöyle anlatıyor ve diyor ki “bu hârikulâde güzel, Çinlilerin yaptığı resim, maddî ilimdir ve o yontulmuş bir kalbde aksettiği zaman ledûnî ilim hâline döner ki ortaya şaheser çıkar.” Şimdi Mevlânâ’da böyle bir zuhûrat olmuş yani bütün öğrendiği ilimler Şems sâyesinde ledûnî ilim hâline dönmüş.

 

Müge Doğan: Peki Şems’in onun bütün kitaplarını atışının iç mânâsı da bu mudur?

 

Cemâlnur Sargut: Yani O’nun orada kalmaması gerektiğini ve O’nu yontulmuş kalbe aksettirip ledûnî ilme döndürmesi gerektiğini öğretiyor. Ve tabiî, ledûnî ilimde hiçbir şeye takılmamak gerektiğini bize öğretiyor. Herşeyi infak etmesi ve herşeyi kendinden vermesi gerektiğini bize öğretiyor. Yarın korkusunu verecek, kendi ilmini verecek, bilgisini verecek. Yani ledûnî ilmin getirdiği infaktır. Dolayısıyle Mevlânâ, o ilmi öğrendikten sonra, yani aşk ilmini öğrendikten sonra kendini sorguluyor. Artık daha fazla ilim öğrenmesem mi, ilim artık bana köstek mi oluyor diye düşünmeye başlıyor. Yani O’nun sonsuz Allah ilmini öğrenmeye başladıktan sonraki ikilemleri de var. Onlar da bize çok örnek oluyor, yani öğrendiğim şeyler beni engelliyor mu, bende tevâzuumu yok edecek derecede bir bilgi, bilim havası yaratıyor mu gibi. Bu bakımdan kendimizi devamlı sorgulamamız gerektiğini de Mevlânâ bize öğretiyor. Yani orada hiç takılmamamız ve herşeyi aşmamız gerektiğini öğretiyor.

 

Konevî ile ilişkisine gelince… Konevî daha ilmî bir sultan ama O’nun ilminde de ledûnî ilim var. Çünkü İbn Arabî, ledûnî ilme sahip ve Konevî de öyle. Ama Konevî’nin ilminin içinde şeriat daha hâkim ve Mevlânâ’da aşk hâkim olunca şeriatı aşkın aracısı gibi kullanmayı tercih etmiş. Yani şöyle diyor namaz kılarken: “Ben hiç kimsenin kıldığı âyetlerle kılmam, o an sevgilim bana ne fısıldıyorsa onunla kılarım.” İşte burada artık şeriatın içinde, onu terketmeden, onun kalıpçılığından kurtulmak var; yani ilmin içinde ilmi terketmeden, ilmin kalıpçılığından kurtulmak gibi. Konevî’de daha o kalıpçılık hâlâ biraz var. O yüzden başta Mevlânâ’yı reddetmiş fakat sonra o kadar güzel bir dostluk oluşmuş ki Mevlânâ namaz kıldırırken Konevî’ye “siz Peygamber gibi kıldırıyorsunuz, o yüzden siz kıldırın” demiş. Fakat bir hadis açıklanacağı zaman herşeyi bilen Konevî, “siz Peygamber gibi açıklıyorsunuz, benden çok daha iyi açıklarsınız” diyerek hadis açıklamayı Hz. Mevlânâ’ya bırakıyor. Böylece birbirleri ile çok güzel bir işbirliği ile zıtlıkların birliğini nasıl oluşturacaklarını anlatmışlar.

 

“Sultan Veled olmadan Mevlânâ ve Şems’i anlamak mümkün değildir”

 

Müge Doğan: Hz. Pîr’in “Bir ayağım şeriatta sâbit, bir ayağımla yetmiş iki milletle beraberim” deyişininin mânâsı nedir?

 

Cemâlnur Sargut: Bu çok önemli bir nokta. Bugünün en büyük problemi bu. Yani insanlar ya şeriata aşırı düşkün oldukları için hakikati görmekten uzaklaşıyorlar, tevhidden uzaklaşıyorlar ve sadece şekille Allah’a varmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan şekli tamamiyle ihmâl eden insanlar da -Allah korusun- bu sefer sapıtıyorlar ve yanlış yollara sapıyorlar. Gerçek âşık olması gereken yere yönelmeyip o rahatı, huzuru sağlayacağını, kendine huzur getireceğini zannettiği her yanlışı yapıyorlar çünkü şeriat olmuyor hayatlarında. Dolayısıyle orta noktayı bulmak ancak insân-ı kâmilin işidir. Benim onu bulamadığım için insân-ı kâmilin peşinden ayrılmamam lâzım.

 

Müge Doğan: Hz. Şems, Hz. Mevlânâ ve Sultan Veled üçlüsünün makamları neyi temsil eder? Bu üçlü bize neyi anlatır?

 

Cemâlnur Sargut: Hz. Mevlânâ ruh gibidir. Sultan Veled kalb gibidir. Hz. Şems Allah’ın ahadiyeti, birliği gibidir. Şems’te tamamen Allah’ın ilmî tecellisi, aşkî tecellisi var. Yani Allah’ın zuhûru var. O zuhur Mevlânâ’ya aksedince ruh gibi onu diriltiyor; fakat O’nun eğitimi, rabbiyeti Sultan Veled sâyesinde oluyor. Dolayısıyle vücud içerisindeki tecelliler, Sultan Veled ile ortaya çıkıyor. Çünkü bütün Mevlevîliği kalıplaştıran, insanlık âlemine bugün Mevlevîliği yayan, Mevlânâ’nın unutulmamasına sebep olan, işin şeriatını yazan Sultan Veled’dir. Dolayısıyle Sultan Veled olmadan Mevlânâ ve Şems’i anlamak mümkün değildir. Mevlânâ’sız Şems anlaşılmaz çünkü Allah’ın hakikatinin Peygamber’de zuhur etmesi gibi Şems’in hakikati de Mevlânâ’da zuhur eder. Yani Mevlânâ’sız Şems, Şems’siz de Mevlânâ anlaşılmaz.

 

“Sâmiha Ayverdi dinin şeriatının, hakikatinin ve tarikatinin korunması için mücâdele vermiştir”

 

Müge Doğan: Bu sene Sâmiha Ayverdi hakkında Ankara’da “Bir Büyük Öğretmen: Sâmiha Ayverdi” başlığı altında bir program yaptık ve hemen ardından Konya’ya gittik. Sâmiha Ayverdi’nin Hz. Pîr için birçok hizmeti var. Semâ âyinlerinin yeniden başlatılması hususunda…

 

Cemâlnur Sargut: Çok doğru aslında. Sırf semâ âyinlerini değil, Yunus Emre festivallerini de Sâmiha Anne başlattı. Ken’an Rifâî âilesi ile Mevlânâ âilesi arasında çok eskiye dayanan, tâ hocama icâzet verilmesine -yani son derece güzel Mesnevî şerhi yaptığı için icâzet verilmesine- dayanan bir beraberlik ve birlik var. Sâmiha Anne de bu dostluğu perçinlemiştir. Hattâ Esin Çelebi’nin çok defalar “biz hanımefendi olmayı Sâmiha Ayverdi’den öğrendik” dediğini ben çok iyi biliyorum. Dolayısıyle bu beraberlik ve birlik, Atatürk zamanında bütün tekkeler kapatıldığı, bütün âyinler ve zikirler yasaklandıktan sonra, âilenin zaman zaman kendi çocuklarına dahî semâ öğretemeyişlerinden şikâyet ettiklerini ve bunun içinde yer bulamadıklarını anlattıklarını biliyoruz.

 

Bunun üzerine Ekrem Ayverdi ve Sâmiha Anne, yalıyı açarak orada Resuhi Bey’in çocuklara semâ öğretmesini sağladılar. Buna karşılık bir ricâda bulundular, bizim çocuklarımıza da öğretir misiniz diye. O devrin Milli Eğitim Bakanı, Rifâî olan Tevfik İleri Beyefendi de bunun üzerine Sâmiha Annenin konferansları şeklinde Konya’da bir çalışma yaptı. Konferanslar bir-iki sene sonra âyin-i şeriften küçük bir parçanın gösterimi ile devam etti. Ve ilk parça gösteriminde bizim abilerimiz ile Mevlânâ’nın âilesi birlikte döndüler. Bu dönüşlerden sonra, yavaş yavaş birkaç sene sonra tamamen âyin-i şerif icrâ edilmeye başladı. 1960 yılına kadar bu iki âile birlikte döndüler. Yani bizim âilemiz ve Mevlânâ âilesi… Hattâ çoğu zaman Mevlevîlerin bile Rifâîler için şöyle dediğini biz duyduk: “Onlar, mürşidleri önlerindeymiş gibi semâ yapıyorlar.” Bu kadar güzel bir beraberlik oluştu.

 

Bu birlik ve beraberlik de çok önemlidir tarikatlar arasında, fakat tabiî sonra Mevlevîler yeterli derecede yetişince hürmet olarak Sâmiha Anne kendi öğrencilerini geri çekti. İstanbul’daki âyin-i şeriflerde veyâ başka şehirlerde dönmeleri için izin verdi. Daha sonra ise Rifâîliğin asıl çalışmasının zikir üzerine olması gerektiğini düşünerek -zikir de yasak olduğu için o devirde sadece unutulmaması için Ken’an Rifâî Hazretleri’nin büyük torunu Orhan Büyükaksoy’a rica ederek- zikir derslerinin devamını sağladı. Bu şekilde zikir bugün daha kabul görür bir zamana geldiğinde zikrin bütün kuralları, edebi ve birliği ile unutulmamasını sağlamış oldu.

 

Buradan görülüyor ki Sâmiha Anne her yaptığı ile devrim yapmıştır Türkiye’de. Türkiye’de yeniden imanın, dinin ve dinin şeklinin, şeriatının, hakikatinin ve tarikatinin korunması için sonsuz bir mücâdele vermiştir. Dinî taassuptan da korumuştur tıpkı Mevlânâ’nın da yaptığı gibi, gerçek insân-ı kâmilin yaptığı gibi… Onun taassup anlayışı da sadece şeklî taassup değildi, ilmî taassuptan da korumaya çalıştı dini. Yani sadece Allah’ı ilimle bilmenin değil, ilmi hâl ederek bilmenin gerekli olduğunu bize öğretti ve tevâzûyu ön plana aldı. O gerçek bir mürşiddi. İşte onun gerçek mürşidliğinde de en büyük rolü Ken’an Rifâî Hazretleri oynamıştır. Ayrıca  şunu da söylemek lâzım ki Sâmiha Anne bir devrimi de, kadından mürşid olur mu olmaz mı tartışmalarının içinde, “er kişiden mürşid olur” ifâdesini Râbiyatül Adviye gibi kullanarak, hâli ile kullanarak hiçbir mürşidlik iddiası olmadan bütün âleme göstermiştir. Bütün âlem bilir ki, Sâmiha Anne kadın bir mürşid-i kâmil’dir. Kadınlığını yitirmemiş, ama nefsânî bakımdan er kişi olmuş bir mürşid-i kâmil’dir. Herşeyi ile örnekti. Dünya yaşantısı ile, şıklığı ile, edebi ile, herşeyi ile örnekti. Hâl etmiş bir sultandı. Allah mânâsından ayırmasın. Allah bize Mevlânâ’yı öğretenlerden, İbn Arabî’yi öğretenlerden râzı olsun. Bizde de hâl haline getirsin inşaallah.

 

Müge Doğan: Âmin.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’den Bugüne Kalanlar

(… ) İlim ve felsefe insanı ne tanır ne de tanıtabilirdi. Hatta bir bakıma dinler de öyle… Sanat ise, anlaya­na, ancak bulanık işaretler verebilirdi. İnsanı ve kâi­natı kemâliyle tanıyan, sâdece büyük peygamberler, büyük mistiklerdi. İşte onlardan biri de Mevlânâ Ce­lâleddîn-i Rûmî idi.

Ne ki Celâleddîn’e, ateş püsküren yanardağlar gi­bi, aşk ve şevk lâvlarını akıtacak manevî müdâhale­nin, Şems-i Tebrîzî denen mürebbî-mürşitten gelmesi mukadderdi. Nitekim bu müdâhale Mevlânâ’ya, insa­nın, kendi kudretini kendi hâsıl eden bir dinamo ol­duğunu öğretti. Böylece de, cansız maddeyi hayâta kavuşturan, yükseltip ona kemal bahşeden sırrı bul­muş oldu.

Halbuki Şems’i tanımadan evvel genç Celâleddin, deve yükü bilgisi ile Konya’ya yerleşip vaaz kürsüleri­nin ve medreselerin gözbebeği olmuştu. Fakat o kür­süler, o medreseler, asırlar boyu nice şöhretler gör­müş, hemen hepsi de ilmini ve fazlını, oralardan hal­kın üstüne akıtmış, lâkin insanlık âlemine bir temel fikir getiremeden silinip gitmişlerdi. Çünkü pek çoğu, o basamaklara varlıklarıyla çıkmışlar, bu varlığı, bir libas gibi üstlerinden soyup çıkaramadan da geçip git­mişlerdi.

Başka türlü de olamazdı. Zira beşeriyete istikâ­met ve hedef çizebilmek için mutlaka o yükü atmak lâzımdı. Nitekim müşahhas bir yokluk sembolü olan Şems-i Tebrîzî ismindeki rehber-mürşit Mevlânâ Celâleddîn’in elini tutar tutmaz, müridini bir anda var­lık sahilinden yokluk kıyısına fırlatıp attı. Böylece de onu kendi engin manâsıyla yüzleştirip tanıştırdı.

Bu bir transformasyondu. Nice zaman sonra yüce mürit, hâdiseyi şöyle dile getirdi: “Onun sayesinde kurtulanların canlarına yemin ederim ki, kurtuldum. Hürüm. Eskiden Utarit gibi deftere düşkündüm. Ediplerin üst yanına geçip otururdum. Sâkînin alın yazısını görünce sarhoşu oldum. Kalemleri kırdım.”

“Kalemleri kırdım” diyen büyük hakîm, varlıkla söylenmiş sözleri silip, yokluk defteriyle başbaşa kal­dıktan sonra, gazelleri, rubaileri ve Mesnevî’si gibi, beşeriyeti kıyamete kadar sürecek armağanlarla ma­yalayıp kabartmış ve idraklerini uyandırmış bulunan müstesnalar kafilesinden olmuştu. Zira o, indifa gü­nünü bekleyen bir volkandı. Kendini Şems’in büyük aşkına teslim ettikten sonra, lâvları bütün dünyâyı tutan bir yanardağ oldu.

Tek başına insan neydi? Amma, dünyânın iyilik­leri, kötülükleri, güzellik ve çirkinlikleri ortasında ye­rini tâyin etmiş insan bir yapı taşı, cemiyet binasının inşâcısı demekti.

İşte Şems’in Mevlânâ’ya gösterdiği de bu idi; ken­di hakikati, gerçek gücü ve bu gücü, insanlar lehine sebil etme şevki idi.

*

Şems-i Tebrîzî, felsefeye ve sıra şeyhlerine mua­rızdı, sertti. “Bilgi bir vâsıtadır; hakikate ise, buyruk dinlemek ve aşkla ulaşılır,” derdi. Böylece de bilgideki aczi göstermek suretiyle, yokluk içindeki büyük kud­reti belirtmiş oluyordu.

“Akıl, hakikate perdedir. Eğer bu mânâlar, okun­mak ve bellenmekle elde edilebilseydi, âlemin hâli de­ğişir, bir başka hâle dönerdi. O vakit, Bâyezid ve Cüneyd, Fahreddîn-i Râzî’ye haset ederler ve Fahreddîn’e yüz yıl talebelik etmeleri icap ederdi. Fakat ge­ne de yüz binlerce Fahreddîn-i Râzî, Bâyezid’in izinin tozuna bile erişemez, kapı halkası gibi dışarda kalır; hem de harem dâiresinin kapı halkası değil, dış kapı­nın halkası gibi…

Hakikate bilgi ile değil, feyz ve cezbe ile erişilir. Tanrı kullarından bir kul, Eflâtun’u bir anda bütün bilgilerinden soymaya kadirdir. Bil ki her şey insana fedâdır. İnsan ise kendisine… Allah, hiçbir defa: Biz gökleri, arşı ululadık, dedi mi? Arşa çıksan da faydası yok; arşın üstüne çıksan da, yedi kat yerin dibine gir-sen de… Lâzım olan, gönüle, gönül sahibine yâr ol­maktır. Bütün peygamberlerin, erlerin, erenlerin çalı­şıp can vermeleri hep bunun içindir. Bütün âlem bir kişidir. İnsan kendini bildi mi, her şeyi bildi demek­tir,” diyordu. Müslümanlık, teslimdir. Yâni halkın kendisinden emin olmasıdır. Hikmetin ve muhabbetin canlı örneği olan Mevlânâ da, inanılan, sevilen, elinden, dilinden kötülük beklenmeyen insandır: “İki cihan bir araya gelse gene bende şer niyeti, dünyâyı birbirine katma dileği yok” diyen o, topsuz tüfeksiz giriştiği aşk ve irfan savaşıyla, hâli ve geleceği de feth eylemiş büyük dehâdır.

Böylece de onun fikir ve duygu hazînelerinden hikmet ve irfan aşısı almış, ham, durgun, dağınık ve işlenmemiş insan yığınları, cevval, uyanık, aktif ve bilhassa bir müşterek gayeye bağlı yapıcı merkezler olarak cemiyet içine yayılmıştır.

Bir beşer fedaîsi ve örnek terbiyeci olan Mevlânâ, kütleleri şevk ve îman potasında birleştirip bütünledikten sonra, bu şevk ve îmânı, beşeriyetin müşterek enerji kaynağı hâline getiren merkezî otoritedir. Bu gaye uğrunda da sanatını, îmânını, aşkını, hulâsa ne­si var nesi yoksa seferber etmek suretiyle, etrafına, güzelliğin, iyiliğin ve kemâlin zevkini tattırmış; beşe­rî ve nefsânî duygular altında ezilip uyuklayakalmış ruhanî ve manevî kudreti dürtüp faaliyete geçirmek suretiyle de, ferdî egoizmi musaffa bir enerji hâline getirmeyi, beşeriyete karşı borç bilmiştir. (…)

 

———-

Kaynak: Sâmiha Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 29-32.

 

 

Hak Ziyâsı

“Ey Hak âşığı Hüsâmeddîn, sen öyle bir ersin ki Mesnevî,

senin nûrunla ayı bile geçti, aydan bile parlak bir hâle geldi.”

 

Hz.  Mevlânâ

 

Asırlardır insanlığı kendine çekmiş bir ulu deniz Hz. Mevlânâ. Herkes onu kendinden bilmiş, her meşrep kendine yakın bulmuş. Bugüne kadar kalemler kurumuş, denizler mürekkep olup tükenmiş ama yine de anlatmaya yetmemiş o mübârek insan-ı kâmili. Oysa o, kendini sorana şöyle buyurmuş:

 

Yaşadığım sürece, Kur’an’ın kölesiyim,

Muhammed Mustafa’nın yolunun ben tozuyum,

Kim benden naklederse buna aykırı bir söz!

Ondan da, o sözden de bilin şikâyetçiyim!

 

Hz. Pîr, yolunu tarîk-i Muhammedî ve sebeb-i varlığını aşk-ı ilâhî olarak ortaya koymuş bir büyük sultan… Bende-i Kur’an…

Bir de kıymetlileri var. Karşısında Hakk’ın tecellîsini seyretmekten zevk duyduğu gönlünün yakinleri… Başka kâmil ruhlar…

“Keşşâf’ül Kur’an” olarak nitelendirdiği Mesnevî’si gönül imbiğinden 26.000 beyit olarak dökülürken, kendisine hemdem olan ve kalemi tutan hele bir kıymetlisi var ki yanında, huzûr-u Pîr’e girerken hemen sağ tarafta karşılar sizi. Makamı üzerinde “ Mevlânâ’nın Kâtibi” yazar, benim de içim sızlar.

Çelebi Hüsamed^din Hazretleri’ni salt bir “kâtip” olarak tanıtmak nasıl bir nasibsizliktir?

Oysa orijinal sandukasının başında “Burası şeyhler şeyhinin, âriflerin uydukları zâtın, hidâyet ve yakıyn imamının, arş hazinelerinin anahtarı, yeryüzü definelerinin emini, zamanın Cüneydi, devrin Bâyazid’i olan faziletler sahibi, Tanrı ışığı Hasan oğlu Ahî Türk diye tanınmış Muhammed’in oğlu Hüsâmeddin Hasan’ın türbesidir” diye nakşolunan kitâbe bu mübârek sultanın mânâsını az da olsa târife kiyâfet etmiş belli ki.

 

O, devrin ileri gelenlerinden birinin oğlu iken tüm servetine yüz çevirmiş, kendilerinin irşad halkasında en özel yerlerden birine, iltifat ve muhabbetlerine mazhar olmuş bir ulu velidir. Dergâh-ı Pîr’de önemli hizmetlerde bulunmuş, Hz. Pîr kendisini halîfe tayin ettiğini cümleye ilân etmişken yine de Hazret, âlem-i bekâ’ya göçtükten hemen sonra -oğlu olması hasebiyle- Hz. Sultan Veled’e postu teslim etmiş bir hiçlik sultanıdır.

 

Lâkin, bir başka Allah eri olan Sultan Veled Hazretleri’nin zâtının önünde baş kesmesiyle on yıl posta geçmiş ve hilâfetinde Mevlevîlik yolunu tesis etmiş gerçek “Hak Ziyâsı”dır.

 

Allah, Mesnevî’nin yazılmasında onun ricâsını vesile kılmıştır. Öyle gizli bir hazinedir ki o, Hz. Pîr onunla rahatlar, coşar, hakikat ilminden sırları paylaşırmış. “Can memesinin sütünü emen”, emdikçe daha çok süt gelmesini sağlayan yine de susuzluğu geçmeyenmiş o.  Hz. Pir,

 

“Dinleyen susuz ve arayıcı olursa, va’z eden ölü bile olsa söyler.

Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile, sözde bülbül kesilir.”

 

diyerek Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’nin Mesnevî’ye olan katkısını kalem tutan bir elden çok öteye taşımış ve Mesnevî’sinde hitap buyurmuş:

 

Çelebi Hüsâmeddîn, âriflerin muktedâsı, hidâyet ve yakîn ehlinin imâmı, kalb ve akıl sâhiblerinin emîni, âcizlerin imdâdına yetişen bir kâmil şeyh ve bir mükemmel mürşiddir.

Çelebi Hüsâmeddîn mahlûkat arasında Allah’ın emânetidir.

İnsanlar içinde Allah’ın güzîdesidir.

Allah’ın Resûl-i Ekreme tavsiye eylediği muhterem şahsiyetlerdendir.

Kıymet ve şânını, ümmetin içindeki tertemiz kullarından gizlediği kişidir.

Çelebî Hüsâmeddîn, arş hazînelerinin anahtarı, yeryüzü defînelerinin emîni, zâhirî ve bâtınî fazîletlerin sâhibi olan Ahî Türk oğlu diye tanınan, Hakk’ın ve dînin keskin kılıcı, Hasan oğlu Muhammed’in oğlu Hasan’dır.

Çelebî Hüsâmeddîn vaktin Bâyezîd’i, zamanının Cüneyd’i, sıddîk oğlu sıddîk oğlu sıddîkdır.

Allah ondan da, atalarından da râzı olsun.

 

Hz. Pîr’in sınırsız hazinesinden 26.000 beyitin dökülmesine vesile olan, tarîk-i Mevlevî’yi kurarak bizlere kadar taşıyan, Hz. Pîr’in deyimiyle Hakk dininin Husamı, Hakk nûru ve hâle ziyâsı…

 

Ey Hüsammeddin Çelebi Hazretleri!

Çeşme-i feyzlerinizden bizi de nasiplendirmeniz niyâzıyla…

Mânevi Hekim Hz. Pîr

Aralɩk ayɩ Hıristiyan âlemi Hz. Îsâ’nɩn doğum gününü kutlarken bizim de Şeb-i Arus’u yaşadɩğɩmɩz, Hz. Mevlânâ’yɩ daha yoğun anmaya ve anlamaya çalɩştɩğɩmɩz bir ay. Hz. Mevlânâ, Cemâl’e yürüdükleri zaman değişik din ve milletten yaklaşık 40 bin insanın katıldığı cenazesinde, Müslümanlar, diğer dinlerin müntesiplerine, ‘Neden siz de bu cenazeye katılıyorsunuz?’ diye sorduklarɩnda, Hıristiyan ve Yahudiler, ‘Biz Hz. Îsâ’yı ve Hz. Mûsâ’yı hep ondan öğrendik’ diye cevap vermişlerdi.

“Hz. Ahmed’in ismi bütün peygamberlerin ismidir, onun ismi anɩldɩğɩnda hepsinin ismi anɩlmɩş olur” diyen Hz. Mevlânâ, mürşidine “Ey benim kurtarıcım! Neşelere dal, sen zamanın Îsâ’sısın!” diye seslenir ve yine ona hitab ettiği bir şiirinde, Hz. Muhammed’in vârisi olan insan-ɩ kâmilin de aynɩ şekilde bütün peygamberlerin mânâlarɩnɩ taşɩdɩğɩnɩ şöyle anlatɩr:

 “Sen, gökyüzündeki parlak aysın; bizse, kapkaranlık geceyiz! Ay olmayan geceler pek karanlık olur!

Sen, Mûsâ’sın; biz de, senin elinde âsâyız! Âsâ, Mûsâ’nın elinden başka elde işe yaramadı!

Sen, hoş nefesli Hz. Îsâ’sın; bizse, çamurdan yapılmış kuşuz! Bir nefes üfür de, bizim nasıl göklere yükseldiğimizi seyret!

Sen, zamanımızın Nûh’usun; bizse, sana bir gemiyiz! Nuh gemiden çıkıp giderse, o gemi belâ tufanından kurtulabilir mi?

Ey benim canım; sen, benim Halil’imsin! Bütün dünya ateşlerle dolu; Halil olmadıkça, ateş, gül bahçesi olamaz!

Sen, Mustafa’nɩn nûrusun! Gönül Kâbesi putlarla dolu; lutf edip gel de, Rahmân’ın evinden putları dışarı at gitsin!

Sen, güzellik Yusuf’usun! Halkın gözleri bağlı; hakikati görmüyorlar! Onların gözleri, Kenan’ın ihtiyarı Yakup’un gözleri gibi, seninle açılır; lutf edip gel de, gözlerini aç!”

Geylânî Hazretleri, Futûhu’l-Gayb adlı eserde tasavvufun 8 huy üzerine olduğunu belirterek bu 8 özellikten ‘seyahat’in İsâ Peygamber’e nasib olduğundan bahsetmektedir. O, bu âlemde başɩnɩ sokacak hiçbir yeri olmayandɩr. Hz. Mevlânâ’nɩn Fîhi Mâfîh’te anlattɩğɩ hikâyede Hz. Îsâ bir gün kɩrda dolaşɩrken çok şiddetli bir yağmura yakalanɩr ve yağmur dininceye kadar karakulaklarɩn yuvasɩna, mağaranɩn bir köşesine sɩğɩnɩr; “Karakulağın yuvasından çık! Yavruları senin yüzünden rahat edemiyorlar” diye vahiy gelir. O da şöyle feryad eder: “Ey Allahım! Ka­rakulağın yavrularının sığınağı olduğu halde, Meryem’in oğlunun ne sığınağı, ne yeri, ne de evi ve makāmı var.” Hz. Mevlânâ şöyle söyler: Karakulağın yavrusunun bir evi varsa onun da böyle bir evden atanı vardɩr. O’nu evden çıkaranın lûtfu, şerefi yüzbinlerce yere, göğe, dünya ve âhirete, arş ve kürsüye bedeldir. Onun mekânɩ ve konak yeri bu balçɩktan yaratɩlan dünya değil, göğün 4. katɩdɩr. Hazret, Divân-ɩ Kebîr’de der ki:

Eğer şu cihan, tamamıyla yok olsa, ne gam! Dünya olmaksızın benim yüzlerce gizli dünyam var!

Ben, şeker yüklü kervanları, yokluk diyarından yola düşürdüm, yürüttüm.

Ben, aşkla mest olmus bir kişi olduğumdan, bu kervanlar yüzünden kâr mı ettim, zarar mı ettim, haberim yok!

Baş gözüm vaktiyle aşk derdiyle inciler saçardı. Halbuki, şimdi benim, inciler saçan bir canım var!

Ben, eve barka bağlı değilim, Hz. Îsâ gibi, benim de dördüncü kat gökte evim var!

Bedene can verene şükürler olsun. Can gitti ama, cânın cânına sahip oldum.Tebrizli Şems’in verdiği bir şey var ya, işte sen benden onu iste, onu ara!

 

Mürşidi Şems-i Tebrîzî’ye “Sen bir güneşsin, Sen bugün bizi başsız ve ayaksız ettin. Hz. Îsa gibi dördüncü kat göğe çıkardın, güneşin yanına oturttun” diyen Hz. Mevlânâ kendi geçirdiği değişimi de şöyle anlatɩr: “Onun sayesinde kurtulanların canlarına yemin ederim ki, kurtuldum. Hürüm. Eskiden Utarit gibi deftere düşkündüm. Ediplerin üst yanına geçip otururdum. Sâkînin alınyazısını görünce sarhoşu oldum. Kalemleri kırdım.”

Hz. Îsâ’nɩn bir diğer vasfɩ da “çok gülen” olmasɩ idi. Bu Hz. İsâ’nın bütün beşerî sıfatlarından ve vücut bağlarından kurtularak ilâhî âlemin mukaddes harîmine yükselmesi demekti. Hz. Mevlânâ bunu şöyle ifade eder:

Ben öyle bir mânevî zevke dalmışım ki, neşelerden, sevinçlerden bile usanmışım, bıkmışım. Gönlümün yârinden başka, hiçbir kimse bana yâr olamaz, beni neşelendirmez!

Ben, aşk ırmağının suyuna düştüm, yıkandım, renkten ve kokudan arındım. Sevgilimin, kalbimde açtığı yaranın zevki aşkına düştüm de, merhem aradığım yok!

Ben güzel gülüşlü Îsâ’yım. Şu ölü dünya benimle dirildi.

Mürşid-i kâmil, aşk ile perişan olmuş hastalara Hz. Îsâ gibi şifâ olandɩr. Çünkü o insanı büyüleyen güzel yüzünü gösterince mihnet ve keder ordusu bozguna uğrar, kaçar, gider. Hz. Mevlânâ der ki: “O suçludur, kusurludur. Yüzlerce mihnete, yüzlerce eziyete lâyıktır ama, sana lâyık olan, sana yakışan şey, bağışlamaktır, keremde ve lûtufta bulunmaktır. Aşk zevkini vererek, sevmeyi öğrenerek lûtuflarda, ihsanlarda bulunduğun, yüzlerce mânevî sütle, şekerle beslediğin şu gönüle, bunca lutuflardan, tatlılıklardan sonra, her nefesde her an cefâ zehrini tattırma!”

 

Hz. Mevlânâ, nefesi ile ölü gönülleri dirilten mürşid-i kâmili ise şöyle anlatmaktadɩr:

Biz gerçek hekimleriz. Hz. Îsa’nın talebeleriyiz. Nice ölülere üfürdük, dirilttik.

Ölüleri nasıl dirilttiğimizi görenlerden sorunuz. Onlar elemlerden kurtulanları, şükranlar içinde hayata kavuşanları size anlatsınlar.

O hekimler çok uzaklardan gelen garip kişilerdir. Hastalara verdikleri ilâçlar da hiç görülmemiş, acayip, garip ilâçlardır.

Onlar diyorlar ki: “İnsanların başlarına belâ olan gussaların, kederlerin başlarını ezeriz. Gamı evlerden dışarı atarız.

Hepimiz güzeliz, dilberiz, bayram ayı gibi her tarafa sevinç ve neşe getiririz.

Biz Allah‘ın hekimleriyiz. Hiçbir hastadan muayene ve tedavi ücreti almayız. Biz tertemiz ruhlarız. Kirli huysuz değiliz.

Biz anlayışlı hekimleriz. İdrar tahlili şişesine ihtiyacımız yoktur. Fikir gibiyiz, hastanın bedeninde dolaşır dururuz.

Biz Ahmed (s.a.v.)’in tevhid müjdesini vermedeyiz.

İnsan-ı Kâmil’in Nûru

Hazreti Mevlânâ’nın Şeb-i Arûs’unu, yani düğün gecesini idrak edeceğimiz 17 Aralık günü ülkemiz büyük çalkantılara sahne oldu. Neyin ne olduğu henüz ortaya çıkmadı fakat ülke maddî-mânevî büyük kayıplar yaşadı. Tüm bu olanlardan içim o kadar sıkıldı ki, Hazret bana ne der diye Cemâlnur Hocamız’ın da sıklıkla yaptıkları gibi Mesnevî-i Şerif’e sığındım. Rastgele açtığım sayfada özetle şöyle diyordu Hakk’ın sevgilisi:

“Peygamber gelene kadar kötü ile iyinin farkı görülmezdi. Fakat o geldikten sonra hak bâtıldan ayrıldı. İyi ile kötü ayan beyan ortaya çıktı. Kıyamet gününde de bu olacaktır, hak ve bâtıl ortaya çıkacak, birbirinden ayrılacaktır. O yüzden o zamana Kıyamet ‘günü’ denilir. Gündüz velilerin sırrıdır. Bildiğiniz gündüz, onların ay gibi parlak gönüllerine göre gölgeden ibarettir. Gerçek gün İnsan-ı Kâmil’in nûruyla aydınlanır.”

Ben yaşadığımız toprakların kutsallığına inanıyorum. Gerçi dünyanın her köşesi kutsaldır fakat ülkemiz topraklarının özel bir durumu vardır. Hz. Harakânî’den başlayarak medeniyetimizin bu topraklara yerleşmesi hep mânevî adımlarla gerçekleşmiştir. Vatan topraklarının her karışı Allah sevgililerine kucak açmıştır. Hz. Peygamber’in duasını almak isteyen Hz. Ebâ Eyyub el-Ensârî’den başlayarak birçok Allah dostu Anadolu topraklarında sırlanmıştır. Hatta ondan da önce, Hz. İbrahim, Hz. Yûşâ, Hz. Zülkifl, Hz. Nuh, Hz. İlyas, Hz. Hârun ve nefs-i sâfiyenin nâdir sahiplerinden Hz. Meryem bu toprakları teşrîf etmişlerdir.

Hz. Bâhâeddin Veled de oğluyla diyar diyar gezdikten sonra Konya’yı lâalettayin seçmemiştir. Hz. Mevlânâ tevellüt itibarı ile Belhî’dir, belki ama kemâl itibarı ile Rûmî’dir, Anadoluludur.

Mânevî önemi bu denli büyük olan bu topraklar medeniyet sahnesinde de çok büyük önem arz etmektedir. Belki geçtiğimiz yüzyıl boyunca bunun tersine inandırıldık, özgüvenimiz, itibarımız incitilmeye çalışıldı, kısmen de başarılı olundu fakat artık sahne değişmeye başladı. Tarihini bilen, potansiyelinin farkında, geleceğe büyük umutlarla bakan, en önemlisi de mâneviyâtı giderek yükselen genç bir toplum olmaya başlıyoruz.

Büyük değişikliklere şâhit oluyoruz. Bununla beraber birçok yerde hak ve bâtıl biribirine karışıyor.

Hz. Mevlânâ’nın nûrundan bir nebze gördük diyelim. Belki biraz gözlerimiz kamaştı ama aydınlığa alışınca inşaallah hak ve bâtılı biribirinden seçmiş olacağız. Allah bu millete zevâl vermesin.

Ey Gönül

“Ey gönül niye kederlenirsin?” der, Hz. Mevlânâ. “Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır”.

Ne kadar mânâ yüklü bir öneri değil mi?

Bu deyiş benim Hz. Mevlânâ’yı anlamaya çalışmakta en çok yardımcım olmuş deyişlerden en birincisidir.

Hz. Mevlânâ, edebiyat kitaplarına yansıdığı gibi sadece bir şâir, bir düşünür, bir filozof değil, aynı zamanda tasavvufta Mevlevî yolunun öncüsü ve çok daha önemlisi, bir Hak âşığı kâmil insan, bir yol göstericidir.

Bizler insan olma yolunda uğraşırken şüphesiz çeşit çeşit dünya hallerine mâruz kalıyoruz. Sabah uyandığımız andan itibaren hayatlarımızda hep bir ‘var olma savaşı’ mevcut âdetâ. Ne giyeceğimizden tutun da, ne yiyeceğimize, işe nasıl gideceğimize, çalan telefona nasıl cevap vereceğimize kadar, her ânı bir ‘şahsî mücâdele’ olarak yaşıyoruz. Üstelik birçok kereler de bu cebelleşmenin eteğinde kendi şahsımız dışındaki herkesin şahsımıza karşı olduğunu düşünüp, insanlara gizliden gizliye küsüyoruz.

Hz. Mevlânâ işte tam da bu evrede devreye bizlere yardım etmek veya yol göstermek adına giriyor.

O bizlerle bugünkü batı dünyasının “pozitif düşünce” başlığı altında tanıttığı, kişinin kendisini bilme, öz iradeyi tanıma ve yönlendirme konusunda müthiş sırlar paylaşıyor.

İnsanın yüreğinin özgür olmasını, kalbinin Yaratan’a dönük olmasına bağlı görüyor ve ‘tevhid’ inancının kişiyi kıymetli bir yüzük olma yolunda tutabilecek yegâne yol olduğunu anlatmaya çalışıyor. İçinde yaşadığımız evrenin hepimizin olduğunu anlatıyor bizlere. Asıl mücâdelenin insanın kendi egosu ile olduğunu, bize karşı olduğunu düşündüğümüz kimselerin aslında bir bütünün pek kıymetli parçaları olduğunu ve hattâ bizlerin tamamlanmasındaki rollerini anlatıyor Hz. Mevlânâ. Üstelik bahsi geçen özgürlüğe nasıl kavuşabileceğimiz konusunda bizlere çeşitli ve çok kıymetli dersler veriyor. Gerek Mesnevî’sinde, gerek Divân-ı Kebir’de, gerek Fîhi Mâ-Fih’de, yaşama dâir ne varsa ise içimizde olduğunu ve evreni döndüren gücün sadece aşk olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Öğrenmeye çalıştıkça Hz. Mevlânâ ve öğretilerini dipsiz bucaksız bir ummana benzetiyorum. Ne var ki bu ummandaki öğretileri okuryazar bir insan olarak bile, yalnız başına kitaplardan anlamak çok zor, hattâ belki de imkânsız. Bu yüzden sevgili öğretmenlerimiz, mürşid-i kâmil kimseler devreye giriyor. Eğer siz de ‘bu vakitten tezi yok, kendimi keşfetmem lâzım’ diyor iseniz, sizlere nâçizâne tavsiyem, âcilen bir kâmil insanın gölgesine girmeniz ve âlimlikten, yani bilgiye sahip, bilirkişilikten, bilgeliğe doğru, yani sahip olduğu bilgiyi uygulayabilen kişiliğe doğru, aktif olarak yelken açmanız olurdu.

Sevgi ve muhabbetle…

Aşk ile Kaybolmak

Ne mutlu, insanım diyene!

Kendileriyle birlikte yaşayabileceğimiz ne çok yıldız ve atom var. Bunların arasında üflenen nefes ile yaşıyoruz. Ne atom gibi ufağız, ne de yıldızlar gibi büyüğüz. Fakat yalnız değiliz, birlikteyiz. Birlik hâlindeyiz. Bu hususta bize lûtfedilen, fevrî olmak değil, âşikâr olan birliği birlikte yaşamak olsa gerek. İnsanlar, içeride ve dışarıda olanlar ile birlikte ne kadar memnun aslında.

İnsan gözüyle bir resim çizelim ve resimde mâneviyat ile maddiyat yer değiştirse şâhit olunacaklar bize nasıl kapılar aralardı?

Gece gök yüzüne baktığım vakit gördüğüm, siyahlık yerine sonsuz ışık olsaydı yıldızlar yerine kara delikler görünür müydü?

İnsan, âlemi rüyâsında görürken uyanık olsaydı dünya ona nasıl şâhit olurdu?

Sıcak ile soğuk birbirine karışsaydı, hissedilen yakar mıydı, üşütür müydü?

Toprak akarak, su ise parçalanarak avucumuz arasından kayabilseydi ağaçların kökleri nasıl tutunup gıdasını emerdi?

Her şeyin olması gerektiği gibi olduğu idrâki insanı huzurlu kılıyor. Fakat merak etmeden de durulamıyor. Hayâl ederek yelken açıyorsun engin okyanuslara, keşfetmenin ümidiyle.

Her nefes semâda dönülüyor. Haydi gel, dönüşe teslim olabileyim. Lütfen yardım et.
Elini uzat ki tutayım. Neyini üfle ki kulak vereyim. Eteğine yapışabileyim. Anlatabileyim.

Hz. Mevlânâ diyor ki, dil ile söz arasında sıkışmış kimseler vardır. O vakit hâl ehli olup bu sıkışıklıktan kurtulana kadar o sözleri bal edip dilden su gibi O’nun için dökülmesini sağlayabilirsek ne hoş olur.

Bunu da öyle bir teslimiyette yapabilsek de hoş olanı bile hoş etsek. Bu gayreti eğer bize nasip olan icrâmız olarak görürsek doğaçlama müzik gibi kendiliğinden ve kendisinden memnun olunanı ortaya çıkaran müzisyenlere benzetebiliriz miyiz kendimizi?

Müzik bestelenirken ateş bazen kısık yanıyor. Lâkin hep yakıyor. Yakıyor oluşu o kadar tatlı ki daha da yanası geliyor insanın. Şöyle bir havuz olsa da ateşten, içine atlansa, kulaç kulaç aşkın ateşine dalınsa…

Gayret ederek bu yolda yürünüyor.

Her şey ile hiçbir şey aynı anda anlatılırken

kayboldum.

Belki okuduğumuz şu kelimeler arasında daha da kaybolduk.

Yine de tüm evren gibi dönüyoruz hızla.

Konya’da güzel bir insan, her yerde var oldu.

Ne güzel insan ki gönüllerde yer ediyor.

O’na yakınlaştırıyor.

Çok şükür.

Aşkın İlmi

Her büyük sultanın öne çıkan bir özelliği vardır. Hz. Mevlânâ aşk sultanıdır. Bu bizim anladığımız gibi bir kişiye duyulan aşk değil, ilâhî aşktır.

Mevlânâ, Şems gelmeden önce Allah’ı ilimle bilen bir din adamıydı. Şems onun bütün putlarını kırıp onu bir aşk sultanı haline getirdi. Hz. Şems, Mevlânâ’nın mürşididir. Şems olmasaydı Mevlânâ bugün de bilinen bir âlim olabilirdi. Ne var ki yüzyıllar öncesinden bize seslenen bir aşk sultanı olamazdı. Bunun içindir ki Mevlânâ hocasına çok hürmet ederdi. Hz. Mevlânâ mürşidine olan aşkını Mesnevî’deki hikâyelerinde bazen sembollerle (örneğin doktor veya güneş gibi), bazen de açıkça Şems’den bahsederek göstermiştir. Şems de Makâlât adlı kitabında Hz. Mevlânâ’nın kendisini altı yaşında bir çocuk gibi dinlediğini anlatmıştır. Sultanlar sultanı Allah’ı önce Şems-i Tebrizî’de görmüş ve sonra da her yerde Allah’ı seyretme zevkine mazhar olmuştur. Bu aşk ve güzellik, içinden taşmış ve her zerresi “lâ ilâhe illallah” diyen bir sultan olmuştur.

Hz. Mevlânâ yazdığı eserleri şuurla yazmadığını, ney olmuş gönlünden akıttığını söyler. Nedir ney olmak? Hz. Mevlânâ bunu Mesnevî’nin birinci  cildindeki 18 beyitte anlatır. Neyi sazlıktan koparırlar. İçini oyarlar. Fırınlarda cayır cayır yakarlar. Sonra yedi tane delik açarlar. Artık o ney olmuştur. Ondan konuşan kendisi değildir ve sazlıktan koparıldığı halden bir eser kalmamıştır. Kendinden geçmiş, üfleyenin sesini çıkaran bir vâsıta olmuştur sadece. Bunun iç mânâsını Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Mesnevî Şerhinden şöyle öğreniyoruz: Hz. Mevlânâ, sazlıktan, yani Allah’ın mânâsından koparılıp dünyaya gönderildiğini, içinin arzu ve isteklerden arınıp oyulduğunu, sonrasında hâdiseler ve acılar içinde cayır cayır yandığını ve son olarak nefsin yedi mertebesini simgeleyen yedi tane delik açıldığını anlatır. Artık Hz. Mevlânâ’dan konuşan Allahu Teâlâ’dır. O’nda benlik kalmamıştır. O Allah’a aşk ile gidenlerdendir. İlmi bize aşk ile anlatmıştır. Onun için de aşkın ilmidir Hz. Mevlânâ…

Yazdığı eserler 800 yıl öncesinden bizi bize anlatır, ayna tutar. Hocam Cemâlnur Sargut der ki: “Çok sevdiğiniz birini en fazla üç dört gün büyük bir hayranlıkla dinlersiniz. Fakat gönlü ney olmuş bir kâmil insanı dinlemeye doyamazsınız.” Onun içindir ki bize Hazret yüzyıllardan beri Mesnevî ile  ışık tutar, kutup yıldızı gibi yolumuzu bulmamıza yardım eder. Hikâyeler  aracılığıyla Allah aşkını gönlümüze zerk eder.

Hz. Mevlânâ aşkı ve eserleriyle hepimizi hâlen irşâd eden bir sultandır. Allah mânâsını idrak etmeyi nasip etsin.

 

Âmin.