Cennetin Nehirleri

Tasavvufu ne yalnız bir teori, ne de dünyâyı ihmâl eden bir devamlı sarhoşluk hâli olarak gören Ken‘an Rifâî Hazretleri için tasavvuf insana üçüncü bir gözlük kazandırıyor. Diyorlar ki:

“Benim üç gözlüğüm var. Biri yakını gösterir, ötekini uzak icin kullanıyorum, üçüncüsü ile de hem yakını hem uzağı görüyorum. Yani bunda iki türlü görüşe de elverişli camlar mevcut. Eğer yakın gözlüğü ile uzağa bakacak olsam başıma dönme veriyor, kezâ uzak gözlüğü ile de yakın bir şeye baksam aynı hâl vâki oluyor, fakat üçüncü böyle değil. Bundan şu neticeyi çıkarmak mümkün: Demek oluyor ki, yalnız dünyâyı, şeklî maddeyi görmek isteyenler için âhireti, mânâyı, rûhu görmek mümkün olmuyor. Yalnız âhireti görmek isteyenler için ise dünyâyı görmek mümkün olmuyor. Halbuki insanın gözünde öyle bir gözlük olmalı ki dünyâyı, yani zâhiri, şekli görmesi mânâyı görmesine ve mânâyı görmesi de şekli görmesine mâni olmasın.”

İnsana dünyânın mâhiyetini ve mânâsını bildiren bu mânevî gözlük aynı zamanda beşerî dünyânın çukurlarına, girdaplarına düşmekten koruyor ve kurtarıyor; bu gözlüğü takmış olanlar, nereye basacaklarını ve ne gibi tehlikeler karşısında olduklarını görüp biliyorlar.

O’nun dünyâyı ve âhireti birleyen bakış açısına ve madde planından mânâ planına hemen geçişine, hayatındaki sayısız örneklerden birisi şöyle: Bir gün etajerin üstünde doktorların ampul kesmek için kullandıkları bıçağı görerek bu nedir diye soruyor. Ampul bıçağı denince “Ne için ortada bıraktın?Biri gelir farkına varmaz, elini kesiverir” diyor ve ilâve ediyor: “Demek ki böyle kesici ve kırıcı âletleri bir kazâya sebebiyet vermemek için ortada tutmayıp kaldırmak lâzım olduğu gibi insanın kalbini ve rûhunu cerîhadar edecek kötü ahlâkları da vücut ortalığından kaldırmak lâzımdır. Onların yeri de senin vücudun ortalığın değildir.”

Sâmiha Ayverdi’nin ifadesiyle “her zerrede Allah’ın bir ismi ile alışveriş eden ve bu alışverişi günlük hayatına mâl eden bir mutasavvıf”olan Ken’an Rifâî Hazretleri yine her mevcutta Hakk’ı görmek ve hâdiseleri Hak’tan bilmek lazım geldiğini bir başka vesile ile şöyle anlatıyorlar: Birisi o devirde yeni çıkan, hocaların şapka giymek mecburiyetinden şikâyetle bahsedince ona “Sus” diyorlar, “bu gibi sözler bize yakışmaz, bunlar cahil laflarıdır. Allah kalbe ve niyete bakar, şapkaya veya kavuğa değil. Bilmiyor musun, Resûlullah mübârek göğüslerine elleriyle vurarak üç kere “takvâ buradadır, takvâ buradadır, takvâ buradadır” diye göstermişlerdir.

İşte “Mesnevî Hâtıraları”, onun hikâyelerin sembollerini ve karakterlerini tek tek açarak ve hemen hayatımıza uyarlayarak bize yaşatan üslûbu, “bundan da alınacak hisse budur ki” diyerek hikâyeden kendimize çıkaracağımız paya dikkat çekişi, nefsimizde nasıl yaşayacağımızı öğretişi ve günümüzün ilmini de katarak yorumlayışı ile onun Mesnevî sohbetlerini âdetâ doğrudan dinliyormuş havasını veren bir kaynak eser. Kitap, mevcûdu tükenmiş olan 1952 ve 1968 baskılarından sonra 2013 Mayıs ayında üçüncü defa yayınlanarak irfan dünyâmıza kazandırıldı. Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Fatih Hirka-i Şerîf’teki Ümmü Ken’an Dergâhı’nda 1908-1925 yılları arasında haftanın belli günlerinde yaptığı Mesnevî derslerinin bir kısmından oluşan bu eser, sohbetler esnasında tutulan notların oğlu Kâzım Büyükaksoy Beyefendi tarafından biraraya getirilmesi ve düzenlenmesi sûretiyle ortaya çıkmıştı.

Bir gün ilk defa dergâha gelerek bu sohbetlere katılan ve orada anlatılan cennetler bahsini dinleyen Vâhit isimli bir Bektâşî dervişi kendinden geçerek, “Cennetleri dünyâya indirdin” diye haykırıyor ve etrâfındakilerle konuşamayacak kadar büyük bir heyecan ve galeyan haliyle sokağa çıkarak taşın üzerinde şu şiiri bir solukta yazıyor:

Ben bugün geldim senin dergâh-ı pür-âgâhına

Benziyorsun tıpkı şâhım, sevdiğin ol şâhına

Benziyorsun mağz-ı Kur’ân’ın bütün tefsirine

Benziyorsun Pîrine, üstâdına, Allâh’ına

Va’zını gûş eyledim gönlüm neşât içre revân

Cenneti dünyâya naklettin ne mutlu nâmına

Ravzanın enhârı veş carî olurdu sözlerin

Nûr-ı vechin nur salardı şol semânın mâhına

Vâkıf-ı ilm-i kemalsin, mürşid-i hakk-ı zaman

Gıptalar uşşâka kim yüz sürmede dergâhına

Münci-i ehl-i tarîksin, melce-i bî-vâyegân

Kurtulur şekk ü teşevvüşten gelenler râhına

Kimseyi medheylemezken kilk-i Vâhit pek aceb

Oldu hayran bağteten etvârına evsâfına.

 

Ken’an Rifâî Hazretleri tasavvufu kısaca “birlemek, bir bilip bir görüp bir sevmek” olarak ifâde ederek diyorlar ki: “Amelin kemali mahlûku sevmek, imânın kemali Allah’ı sevmektir.” Mesnevî Hâtıraları’nda onun aşk, birlik, cemâl kelimelerini sıklıkla beraber, âdetâ aynı mânâda kullandığına şahit oluyoruz: Vahdaniyet (birlik) aşkı, vahdet (birlik) şarabı ile mest olmak, cezbe-i ahadiyet (birlik cezbesi), cemâl-i ahadiyet (birliğin cemâli), ahadiyyet-i aşk (aşkın birliği) vs. Bir gün “Allah akl-ı küldür. Allah’ı ancak kendimizde mevcut olan Allah ile bilebiliriz” sözlerini izah ederken odada bulunan 2 yaşındaki torunu elindeki aynaya bakıp kendi hayâlini görünce eğilerek selâm veriyor. Kenan Rifâî Hazretleri bu vakayı da gözden kaçırmayıp diyorlar ki: “İnsan mir’at-ı ilâhîde kendi kendisini görünce anlar ki kendinin matlûbu ve mescûdu yine kendi imiş ve kendi lisanından tahiyyatı yine kendi zâtına söylermiş. Demek oluyor ki o mir’at-ı hakikiye nazar eden sâcid ve mescud, âşık ve mâşuk yine kendi olduğunu anlıyor. Ahsen’in aynaya bakması ve temennâyı kendine etmesi gibi görür ki secdesi kendisinedir, eden de kendisidir.”

İbn Arabî, vahdet-i vücûdu anlatırken vahdet-i şuhûdu eksik biraktığı yönünde kendisinden sonraki âlimler tarafindan eleştirilmişti. Halbuki vücud kelimesiyle aynı kökten gelen vicdan kelimesi insanın o vücûda dönüşünü ve idrâkini anlatırken, yine ayni kökten gelen vecd kelimesi hepsini birleştiren ve kuşatan aşkı anlatıyordu; o, Futûhat’ta “vücud Hak’tır” derken vücud kelimesinin içinde taşıdığı bütün bu mânâların hepsinin süphesiz şuurunda idi.

İşte “aşk gibi öğretmen yoktur” diyen, Sâmiha Ayverdi’nin tâlim ve terbiyesinde en kuvvetli metod olarak aşk motifini kullandığını ve her kalpte onu uyandırmak için yanıp yakıldığını ifâde ettiği Ken’an Rifâî Hazretleri’nin, Mesnevî Hâtıraları’nda, ziyârete gelen Bektâşî dervişinin şiirinde “cennetin nehirleri gibi akıyordu” diye nitelediği sözlerinden bazıları şöyle:

İşte bir gönülde âh-ı ateşbâr (ateş saçan âh) berki yâni şimşeği ve sûz-i sîne (gönül yanığı) ve gönül niyâzı bulutu yağmuru olmaya, Cenâb-ı Hakk’ın nâr-ı tehdit (tehdit ateşi) ve ateş-i gazâbı (gazap ateşi) nasıl sâkin olur? Ve gönül ravzasında (bahçesinde) sirişk-i dîde yâni göz yaşlarından husûle gelen hikmet ve maârif çeşmeleri bulunmasa, zevk-i visâl (kavuşma zevki) yeşillikleri nasıl hâsıl olur? Evet, sûz-i sîne yâni derûn ateşi ve âh-ı sûzan (yakıcı âh) ve dîde-i giryân (ağlayan göz) olmasa, gönül gülistânı (gül bahçesi), esrâr-ı ilâhî (Allah’ın sırlarını) söyleyebilir mi? Ve gönül bağında efkâr (fikirler) menekşeleri; envâr-ı ilâhî (Allah’ın nurları) yaseminleri ile ahd u peymân eyleyebilir mi (ant edebilir mi)? Ve zevk-i şevk ellerini kaldırıp duâ edebilir mi? Ve havâ-yı yâre serefrâz yâni baş kaldırıp niyaz edebilir mi? Ve kalp sanûberi yâni kalbin yüzü, nûr-i ilâhî (Allah’ın nûru) ve âfitâb-ı şevk-i rabbânî ile (rabbânî şevk güneşiyle) parlak ve münevver (aydınlık) olabilir mi? Ve kızıl lâle ve zerrin, gül gibi açılıp, ten kesesinden, derûnunda (kalbinde) gizli olan mânâ altınları saçabilir mi? Ve bülbül gibi tâbesabâh (sabaha kadar) âh ve efgân (feryat) etmezse, ruh bülbülü gönül maksûdunu (arzusu olan gönülü) bulup, matlûbunu (isteyip aradığını) koklayabilir mi? Ve gönül âsumânı (göğü); ilim ve irfan yıldızlarıyla münevver (aydınlık) ve müzeyyen (süslü) olabilir mi? İşte bu hâlin cümlesi o Kerîm ve Rahîm olan Allah-u Zülcelâl’in lutuf ve ihsânındandır.

 

O’na

Ondört yaşımda, hayatımdaki en önemli şeyin sahip olduğum “mânevî değerlerim” olduğunu söyler dururdum. Bu mânevî değer denen şeyin içini, alnı sivilceli, içi ise ergenlik hormonları yüzünden bir o yana bir bu yana savrulan çocuk kafamla nasıl doldururdum pek hatırlamıyorum. Ama o prensipler silsilesinin onsekiz yaşıma geldiğimde alnımdaki sivilcelerle birlikte yitip gittiğini nice sonra farkettim. Ya inandığınız gibi yaşarsınız ya da yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. Ben geleceğe dair hayaller kuran, eğitimli ve kentli bir genç kadın olarak “modern” olduğumu her bakımdan göstermekle mükelleftim. Çevremin bana sessiz bir yasa olarak sunduğu hayatı takip etmeye ve “sosyal imaj” kredisi kazandıracak puanları toplamaya kendimi mecbur hissettim. Bana hitap edip etmediğine, ahlâkî bir temele oturup oturmadığına bakmaksızın tüm sosyal faaliyetleri takip ediyordum. Dilimi burkan ve ne tadını ne de kokusunu hiç sevmediğim rakıyı karizmatik bir biçimde tokuşturuyor ve mümkün olduğunca büyük yudumlar hâlinde yutarken yanına katık edilen konuşmaları “dost meclisi” sayıyordum. Kadın ve erkek rollerinde kesin ve biçimsel bir eşitliğin bayraktarlığını yaparken ilişkilerde seviyesizce özgürlüğü normalime alıyordum. O dönem giderek artan türbanlıları “ötekileştirerek” küçümsemek ise davranışlarımın içinde belki de en mâsumuydu. Farketmeden birçok konuda yaşadığım gibi inanmaya başladım. Tüm bu yaşantının bir kenarında da çoğu kişiye belli etmeden namaz ve oruca devam ediyor, bir yandan da içimde yarattığı çelişkilerle başa çıkmaya çalışıyordum. Benim Allahım hep esirgeyen ve bağışlayıcı olandı, korkutan ve cezalandıran değil. Değil mi ki bağışlayıcıydı; benim derinde bir yerde içimi sızlatan vicdan azâbımı da bağışlardı. Zaten “Allah’la arama kimseyi de sokmuyordum” nasıl olsa; böylece bu vicdan azâbını yok saymak ve Allah’ın bağışlayıcılığına sığınmak daha da kolaylaşıyordu.

Sonra yıllar geçti. Okul bitti, “iş kadını” oldum; evlendim, eş oldum, anne oldum. Kimliklerim arttıkça üzerime binen baskı da arttı. Daha iyiyi yapma, başarma kaygım arttı. Takıntılarım, vesveselerim daha net ortaya çıktı. Huzur ile depresyon arasındaki iki uçta gel-gitler yaşamaya başladım. Her şeyin kendimce en mükemmeli olmalıydım. Dünyayı istediğim gibi kontrol edemediğimi farkettikçe de gerginliğim ve vicdan azâbım arttı.

Nihâyet bir gün bir el öptüm. Küçücük bir vücutta tüm mânâyı saklayan güzel bir el. İçinde cinsiyet bulunmayan yegâne aşkın evlât ya da ana babaya duyulan aşk olacağını sanıyordum ki bambaşkası eklendi hayatıma. İçim titredi ve âşık oldum. Allah’la arama O girdi. İçimdeki boşluk doldu. Onsekiz yaşımda kaybettiğim değerlerimi buldum.

Haksızlığa tahammülüm yok derdim. Hakk’ın Hakk’a ait olduğunu ve ancak nefsi aradan çekersem haksızlıkla mücâdele edebileceğimi söyledi.

Çok çalışarak her şeyi başarabileceğimi sanırdım. Çalışarak hiçbir şeyi elde edemeyeceğimi, ancak elde edebileceğim her şeyin yine de çalışmayla mümkün olabileceğini söyledi.

İddiamı özgüvenle ortaya koymayı mârifet sayardım. “Varlık testisini yokluk taşıyla kır ki mânâya dalabilesin” dedi.

Her hatâda kendimi suçlar, vicdan azâbından çatlayacak gibi olurdum. “Senin hatân Allah’ın bağışlayıcılığından daha mı büyük?” dedi.

Başıma gelen her olumsuzlukta kendimle ilgili mutluluk karnesi hazırlardım. Belânın belâ olmadığını gerçek mutluluğun râzı olmaktan geçtiğini gösterdi.

Çocuklarımın bana ait olmadıklarını, onların hayatlarını sandığımın aksine şekillendiremeyeceğimi, zirâ her birinin kendindeki ismi hakikate kavuşturmak için kendi yolunu bulacak ırmaklar olduğunu anlattı.

Putlarımı bir bir kırdı. Peygamber’i hiç tanımayan vahabî zihniyetli imânımı Hakikat-i Muhammedî ile âşinâ kıldı. Tanımadığım için sevemediğim Peygamberimi içime işlemeye başladı.

Hiç görmediğim hâlde sevmeye doyamadığım Hz. Kenan’ı O’nda gördüm. Ve bize anlattıkça Hz. Kenan’da O’nu…

Bu arada tüm bu değişimleri yaşarken çevremdeki insanların tepkilerini de seyretmeye başladım: Kiminin bir hastalığa yakalanmışız da tedâvi görmemiz gerekiyormuş bakışlarına, bir başkasının “cık cık”ları karıştı. Ve bir gün geldi ki O’nun yanındayken aslında her an Kâbe’yi tavaf etmekte olduğumuzu farkettim. Ve her seferinde “Kâfirun” Sûresi’nin mânâsıyla buluştuğumuzu…

Değerlerin olacak bu hayatta. Bir omurgan olacak. Tarafını belli edeceksin. Ya inandığın gibi yaşayacaksın ya da yaşadığın gibi inanacaksın. Ben artık inandığım gibi yaşamak istiyorum. Adam olur muyum bilmiyorum ama bu ihtimalin yarattığı ümit ile korku arasında her gün gidip gelmek bile öyle güzel geliyor ki…

Değerlerin olacak bu hayatta, bir omurgan olacak… Ben omurgamı buldum. Tüm mânâyı içinde saklayan küçük ve güzel bir vücutta…

Allah ayırmasın.

 

Ceviz Ağacı

Önce bir tohumdum.

Kabuğumdan çatladım, bir fide oldum. Ve sonra da bir fidan…

Bahçıvanım beni suyu ile, sevgisi ile besledi.

Büyüdüm…

Dallarım uzadı. Gövdem gelişti. Güçlendim.

Bir ağaç oldum.

Diriliği bütün vücudumda hissettim.

Allah’ın topraktan gövdeme ve dallarıma yolladığı suyun hücrelerime işleyişini hissettim.

Güneş, ışıklarını yollarken yüzümü ona çevirdim.

Büyümek için, hakikatim için…

 

Ben bir ceviz ağacıyım…

Yerlerin ve göklerin rabbi, beni, meyve vermem için yarattı.

Köklerimi toprağa bağladı sımsıkı; meyvelerimi dallarımdan sarkıttı ve onları murâd ettiklerine yollamak için benden ayırdı.

Vazifem, onun kullarını beslemekti. Kuşlar ve kurtlar da faydalandılar meyvelerimden…

Ama bütün hasretim, insanların hakikatine, insanın hakikatine erebilmekti.

Ve O’nu gördüm; O’nu gözlerinden gördüm, gözlerinden bildim.

O gözler ki, bana değdi; meyvalarım süt doldu. Ve birden anladım ki daha küçücükken, büyüdüğümde nasıl olacak, kimleri nasıl besleyeceğim, vazifemi nasıl yapacağım diye düşünürken rüyâlarıma girip “endişelenme” diyen O idi.

O gözler bana değdi, ben kendimden taştım ve kimse sallamadan dallarımı, kimse merdiven kurup çıkmadan üstüme, ben onun önüne, varlık sebebimin ayaklarının dibine serdim meyvalarımı.

Tenezzül etti, yere eğildi ve yerden, yeşil ve kınalı kabuklarından onun cemâli önünde kendi kendine sıyrılmış olarak yatan henüz tazecik meyvamı alarak ısırdı.

 

O anda Peygamber’imi gördüm!

Bütün vücûdum titredi!

Vücûdum, vücud olmaktan çıktı. Bir titreşim hâlinde köklerimden kurtuldum ve O’nunla O’nun çıktığı göklerin katına çıktım.

O, beni hakikatime ulaştıran O, gözleri gözlerime mıhlı, bütün seyahatime şâhitlik etti.

Ben bir ceviz ağacıydım.

Ama artık ben, ben değilim…

İstemem cennetleri, seni isterim ben… Senin ayaklarının bastığı bu yerde seninle birlikte olmak isterim ben…

***

Bir kış günü, O’nun hayâliyle yapayalnızken karların altında, kuzeyden esen rüzgâr O’nu fısıldadı, “geliyor!” dedi…

Ben de O’nun geldiği yöne koşmak ve önünde secde etmek istedim.

O, geldi, yaklaştı, eldiveninin elinden o güzel elini çıkarıp gövdeme koydu, bana değdi…

“Süt anam..” diye fısıldadı… “Süt anam…”

Ben O’na “sen de benim her şeyimsin” dedim.

“Sen, beni sendeki hakikate ulaştıransın… Ben bir kuru kabuk ve çıplak bir dal değilim seninle…”

Soğuğa aldırmadan elini üzerimde tuttu, tuttu…

Hasret ve vuslat, bu aşk ve vefâ elinin altında birlikte var oldular.

O, hep; O, hiç…

O, ezel ve O, ebed…

 

Efendim

Veysel Karanî Hazretleri, Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye Peygamber’i sormuşlar. Hz. Ebûbekir “O çok sâdıktı”, Hz. Ömer “O çok âdildi” ve Hz. Osman ise “O çok edepliydi” diye cevap vermişler. Hz. Ali ise “Peygamber Efendimiz bir gün beni putları kırmak için omzuna çıkardı. Aşağıya baktım, her yer kadem-i Resûlullah, hizâma baktım, her yer sadr-ı Resûlullah, yukarıya baktım, her yer cemâl-i Resûlullah. Vallâhi billâhi, O’ndan başka bir şey yok” diye târif etmişler.

Efendim de Hocam Cemâlnur Annem’in söylediği gibi Peygamber’in tam tecellisi olduğu için, O’nun hakkında bir yazı yazmam istendiğinde bu hikâye aklıma geldi. Bir hikâye kullanma ihtiyacı da hissettim açıkçası; çünkü benim kullanacağım kelimeler Efendimi anlatmada kifâyetsiz kalır. Yine de haddim olmayarak, bana arkadaşlarım tarafından “yaz” denildiği için Efendimden bahsedeceğim.

Bana göre Efendim, her şeyden önce bir af sultanıdır. Herkesi ve her şey affeder; affetmekle kalmayıp size kendinizi sanki önemli ve akıllı biriymişsiniz gibi hissettirir. Aslında bence burada affetmeyi ve güzel görmeyi sadece biz âcizlere örnek olmak için yapar, çünkü O’nda ikilik görecek bir göz kalmamıştır. Bununla beraber Allah’a “bîçâreyim, tevessül edecek bir amelim yok” diye seslenir. Bence bu seslenişin iki yönü vardır. Birincisi kendisi öyle bir sultandır ki ne yapsa da kendi tam potansiyelini ortaya çıkaramaz, çünkü biz maddî bir âlemde yaşıyoruz, o ise hem maddenin hem de mânânın sultanıdır ve bu sınırlı âlemde yapabilecekleri de sınırlıdır. İkincisi ise benim gibi müridleri yüzünden Allah’tan af dilemektedir. Yani çalışıyorum, ama bunlar adam olmuyor, demektedir. Lâkin, hocam hep “iyi terzi kötü kumaşı dikmesinden bellidir” der. Benim gibi kulların bir kapıya bile bağlı kalması aslında onun mûcizesinin ta kendisidir.

Efendim, bütün bilgilere vâkıftır. Fakat bu özelliği, onu “ben tamamım” diyeceği yerde daha çok çalışmaya, daha çok ibâdete sevk etmiştir. Tevâzu onun en belirgin bir diğer özelliğidir ama bu özelliğini fiziksel olarak yani eğilip bükülerek göstermez. Tam tersi, her zaman son derece şık, hoş ve dik durduğunu resimlerden görüyoruz. Onun tevâzuu, olayları yaşayışında ve çevresine bakışındadır. Kimseye öfkelenmez, “bu benim başıma nasıl geldi, ben buna lâyık mıydım?” demez ve etrafındaki her şeyin, bir eşeğin dahî kendisinden daha üstün olduğunu düşünür.

Efendim, o kadar yerinde ve kararında müdâhaleler yapar ki beni bazen cemâli ile bazen de celâli ile kendime getirir. Bazen hâdiseler vâsıtası ile öyle bir tokat atar ki “oh, çok şükür kendime geldim” derim. Bazen de bütün göğsümü genişlettiğini, kendi mânâsını oraya doldurduğunu, bana bitmeyecek bir huzur ve mutluluk akıttığını hissederim. İşte bu zamanlarda bir şarkı dinlerim, onu bulurum, ağlarım; denize bakarım, ne güzel derim, ağlarım; hocamın bir görüntüsü aklıma gelir, ağlarım. Benim gibi hiçbir şey olmayan, aşağılardan da aşağı bir kula bu mutluluğu lâyık gördüğü için ona teşekkür ederim. Bir yandan da “ya bir gün beni bırakırsa” diye korkarım ve içimden ona her dâim benimle olsun diye yalvarırım.

Efendim, hem madde hem de mânâ sultanıdır. Bunu ilâhîlerinden de anlayabiliriz. Bir yerde “aşk beni etti zebun, ne yamanmış bu füsun” derken başka bir ilâhîde “bir nokta idim, kıldı beni kâmet-i tûbâ, giydirdi beni tâ elif’ten yâ’ya o Mevlâ” dediğini görürüz. Ama beni en çok etkileyen özelliği, iki denizin karışmaması gibi bu aşk ile ilmi karıştırmamasıdır. Yani ilim konuşulacak yerde ilim, aşk konuşulacak yerde aşk konuşur. Bilmeyen, O’nun ne kadar büyük bir mürşid olduğunu anlayamaz, O’nu büyük bir düşünür bile zannedebilir. Aslında karıştırmaz gibi gözüktüğü hâlde O’nun bütün ilmi aşk, bütün aşkı ise ilimdir. Bu ikisini öyle bir birlemiştir ki biz onun aslında iki ayrı şey olduğunu anlamayız.

Benim için her şey demek olan Efendimi kendi kabımca anlatmaya çalıştım. Çok eksik kaldığını biliyorum ama her kul ancak kendi idrâkinden bahsedebilirmiş. Bu yazı vesilesi ise Efendime niyâzım, bana kendini daha çok, daha çok tanıtması, her nefes yanımda olduğunu idrâk etmem için yardımcı olması ve O’nun hâllerini giymem için duâcım olmasıdır. Bunlara karşılık ise, ben de artık sağla solla meşgul olmak yerine ona dönmek ve idrâkimin açılması için de Allah’tan yardım dilerim. Âmin.

 

 

“Selâmun Aleyküm…”

Ken’an Rifâî Hazretleri….

Hiç idrak edemediğim ama etmeyi çok ama çok istediğim, rengine boyanmak için himmetlerine herkesten ve her şeyden çok ihtiyaç duyduğum, her düşüşümde gözyaşlarıyla başvurduğum, Mesnevî aracılığıyla konuştuğum, ne kadar zor bir yol olduğunu, ama sonucun muhteşemden de öte olduğunu bana hatırlatanım…

Aşk, tevâzu, huzur, anlayış, kavrayış, sarış, affedicilik, merhamet, irâde, vefâ, güzel bakış,  asâlet, zariflik, bilgelik, modernlik, güncellik, hoşgörü, her şeyi ve herkesi içine alan sonsuz sevgi O.

Bir okyanus, sonsuzluk, Nazlı Anne, Sâmiha Anne, Meşkûre Anne ve Cemâlnur Anne, O.

Bu yolda tek başıma zaten gidemeyeceğimi, yapmam gereken tek şeyin kapının tokmağına yapışmak olduğunu öğretenim…

Her dem canlı, her an yanımızda, ama perdelerimiz yüzünden ulaşamadığımız O.

Her devir farklı yüzlerle gelen, ama aslında yine O, yine O…

Anlayan ve idrâk eden için sadece “bağlı” değil, her şeyi ile “bağımlı” olunması gerektiğini öğreten O…

***

Geçen Pazar günü huzurlarına gittim, yine her zamanki gibi “beni sen anlarsın” diye başladım. Konuştum, konuştum, kendimce duâlar ettim, sonra başımı kabrindeki demir lâlelere dayadım ve mübârek kabirlerine baktım. Sanki karşımda bana gülümseyip cevap verdiler.

Ben yine ısrarla beni anlamasını ve yardım etmesini isterken “ne olur bir işaret göster bana” dedim. Sonra çiçeklerin üzerine konan kelebeğe takıldım, çok geçmeden arkadan bir ses “Selâmün aleyküm” dedi, ben de başımı salladım ve cevap verdim. Tanımadığım mütebessim genç bir çocuk, kendilerinin huzurlarını selamladı, duâlar etti ve diğer büyüklerin yanına geçti.

Bir müddet sonra dank etti ki işaretin en güzeli gelmişti: “SELÂMÜN ALEYKÜM”

İçimden nasıl bir şey geçti, anlatamam… Cevap canlı canlı O’ndan gelmişti işte, tanımadığım biri vesilesiyle. Çok, ama çok güzelsin ve çok büyüksün Allahım…

Ne olur, ama ne olur bizi senden ayırma; ne olur, ama ne olur bizi senden ve senin sevgililerinden ayırma…

Ne olur, ama ne olur, en çok da gözümüze perdeler indiğinde, yönümüzü şaşırdığımızda, dengemizi yitirdiğimizde bizi senden ayırma efendim.

Ne olur, ama ne olur, senin sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve seni sevenlerin sevgisini artıracak şekilde yaşayarak rengine boyanmayı nasip et efendim…

 

Sezen İlhan

Züliş’e (Şiir)

Bir güzellik gördüğümde,

Bir şarkıyı sevdiğimde,

Öyle aşka geldiğimde,

Çağırırım Züliş Züliş…

 

Gülmek için, gezmek için,

Yediğimden zevk almak için,

En fazla da sevmek için

Çağırırım Züliş Züliş…

 

Renklerde, şekillerde,

Gogen, Van Gogh, Rodin’lerde,

Chopin’den noktürnlerde,

Çağırırım Züliş Züliş…

 

Aklımdaki her anımda

Çoğu zaman sen yanımda,

Kalamazsın uzağımda,

Çağırırım Züliş Züliş…

 

Bir fakire ulaşırsam,

Bir insanı kazanırsam,

Güçlüklere dayanırsam,

Çağırırım Züliş Züliş…

 

Huzur sende, şükür sende,

Dolmak bilmez gönül sende,

Bu dünyadan göç etsen de,

Çağırırım Züliş Züliş…

 

Mürşidinin yolundaydın,

Meş Annenin koynundaydın,

Menzile de erken vardın,

Çağır bizi “nura” Züliş…

 

Aşk Kurbanı

“Ah, Meydancı dede, Mevlânâ meydana bugün de gelmeyecek mi!”

 

Dergâhın mermer kapısında, Hazreti Mevlânâ’nın yeşil üzerine nûrânî hatlarla nakşolunmuş ismi aşkı altında, küçük harmanisine sarılarak sikkesini yana dayamış, çok mahzun duruyordu; seyredeni harab edecek kadar mahzun duruyordu:

 

  • Demek ki gene gelmeyecek! Baksana, dedi, zünbüller açtı, onun sevdiği menekşeler de açtı. Can nasıl tahammül eder?

 

Meydancı dede, kolları sıvalı, sarı sakalını tarayarak baktı. Kırmızı ince damarlarla dolu, küçük gözlerini kapadı. Ruhu, seyran için vücudunu yarı terk eder gibi idi:

 

  • Evet gene rahatsız, gelmeyecek, evlâd; meydanın güneşi gözlerden nihan düştü!

 

  • Ben sana bir şey söyleyeceğim, dedi! Ben bu akşam aşkı öğreneceğim. Dün gece bana dediler ki: “Aşkı öğrenmek istiyorsan vücudunu aşkla yak. Bir şem’a gibi eri, kurban ol. Şulen sarı, benzin solgun olsun!” Bu harmaniyi al, Hazret’e götür!

 

Küçük Mevlevî, harmaniyi omuzundan düşürdü. Tennûresiyle mihrap cihetine Hazreti Mevlânâ’ya niyaz ederek ince toprak yol üzerinden uçar gibi geçti.

 

Hücrelerin birinden musaffa bir ney sadâsı geliyordu; rüzgârın saf ırmaklarda yıkanışını hatırlatan bir şeffafiyetle akıyordu.

 

Böyle safâ içinde akarken birdenbire dilsiz bir şikâyet hâline geçti.

 

“Bişnev ez ney çün hikâyet mikünet

Ez cüdâyiha şikâyet miküned”

 

Bir zümbül tarlası önünden geçiyordu. Bütün zümbüller ona, bir visal âleminden düşmüş, mahzun ve âşık şikâyetler gibi geldi…

 

Bahar rüzgârı tennûresinin eteklerini tahrik ediyor, küçük kalbine semâ-ı aşkı, cânan bağlarından esen bir nefes hâlinde ateş döküyordu. Gelincikleri güneşe açılmış, çimenleri son rengi aşka kanmış, sarhoş ve pürfeyz bir tepenin üzerinde idi. Yavaş yavaş parmaklarını çıkardı. Rüzgâr hâlâ tennûresinin eteklerini ürpertiyor, devr ve âsımânı istilâ eden vuslat hicrile râşenak, aşk vahdetiyle mesti ezel bir hava, gül renk çiçeklere, bûyi çimenzâra ve ona sürünerek kâh konuyor, kâh uçuyor, ferşi arşa refediyordu.

 

Küçük mevlevînin alnı üzerinden aşk cemâli râşesi pervazkâr bir nur gibi rûhunu seyrâb ediyordu. Kollarını bıraktı. Avucu, bu aşkı cûşâcûştan daha daha ister gibi açıldı. Nârin boynu büküldü ve sikkesi omuzu üzerine, bezm-i Mevlânâ’dan tuhfe düşmüş gibi iğildi. Artık aşkı öğrenecekti. Bu gece Şâhın sıhhati için kurban düşecekti. Temiz elleri aşk tennûresinin eteklerini açtı, açtı… Gittikçe alçalan güneşin altında, uzun düz ufukların ortasında saydolunmuş bir pervâne gibi idi. Gelincikler kolu kanadı düşmüş gibi sapları üzerinde bükülüyor, birbiri üzerine iğiliyordu. Onun kapanan gözleri üstünde nûrânî bir mestüvisal mestliği inkişaf ediyor, mâverâdan iki yıldız, envârını ta kalbe içiriyordu…

 

Akşam oldu. Güneş ufukta bir değirmenin hizâsına düştü. Çarktan akan sular, tıpkı güneşten dökülüyormuş gibi mâyi bir ateş halinde damladı damladı… Güneş çekildi, gün karardı ve filiz rengi âsımanda bir hilâl belirdi. Bu, aşk meleklerinin semâvî ve sübhânî nurdan ördükleri ince tiz bir yaydı.

 

O, uçtukça uçan rûhu, coştukça coşan vücudiyle dembedem sivâ âleminden pek uzaklara, aşk âlemine seyrediyordu.

 

Dudakları üstünde ince bir ter tabakası vardı. Vechinde bir damla kan kalmamıştı. Yüzüne dikkatle bakılsa nazar, sekirden yanar, sönerdi.

 

Bir dem, tekrar rûhu semâhaneye, şâhının huzûruna geldi. Orada bütün mutripler tarapta, bütün canlar semâda idi. Aziz sıhhat bulmuş ve meydan şemse kavuşmuştu. Yalnız her zamankinden başka, gözleri hâlinden geçirip nûra kalbeden tahammülsüz bir aydınlık vardı. Bu aydınlık Azizim güzel ellerinden şûle saçıyor ve kendisi artık şekil ve vücutsuz bir rûh-u ilâhî halinde semâ ediyor, aziz, güzel ellerile dembedem ona tadına kanılmaz bir şarap sunuyordu…

 

Semâyı şiddetlendirdi, ayakları üzerinde çarhları seçilmez oldu.

 

Lisanı, bir visal âhı vurdu:

 

  • Ya Mevlânâ, ya Aşk ilâhı! dedi ve birden cisim ve rûhu tennûresinden uçarak yerde boş bir libas kaldı…

 

Ertesi gece ihyâ gecesi idi. Semâhânede, meydancılar çerağları uyandırıyorlardı. Meş’aleleri, üstünde tüten alevi mumdan muma, kandilden kandile gezdiriyorlar, renk renk fânuslarda, avizenin kâh alâim-i elvanı veren billûrlarında titreye titreye söyleşen alevler artıyordu. Birdenbire meş’aleleri ellerinde kaldı, bulundukları merdivenlerden sür’atle indiler. Aziz, uzun ilâhî kametiyle meydana geldi. Bir dede, mihrâbın önüne, küçük bir tennûre ile bir harmani koydu. Aziz, sikkesi üstüne siyah bir sarık sarmıştı. İşte, Hazreti Mevlânâ, bütün aşkıyle tecelli etmişti. Dedelerden birkaçı ona yaklaşamayacak kadar câzibesine mestolmuşlardı ve güzellik, zuhûrundan beri bu derece mukavemetsiz olmamıştı. Aşk mihrâbının önünde, ezeliyeti aşka timsal olarak durdu. Yavaşça libaslar üzerine iğildi ve elini koydu. Birden, bu boş tennûre ve harmanı bir ruhu hafînin zevki sekriyle uyandı ve ayan olacak kadar hareket etti, aşk-ı ezelîden haber verdi…

 

O vakit seyyadı rabbanî mumların alevini fart-ı ra’şe ve sûzdan dinlenecek bir hale getirdi ve dedelerin başlarını çarpan göğüsleri üstüne düşürdü…

 

 (Semiha Cemal, Gül Demeti, Bilgi Basım ve Yayınevi, İstanbul, 1954, s. 29-32)

 

Pervâne Olmuş Bir Güneş: Safiye Erol

Bir acep nûr kim güneş pervânesi…

 

Safiye Erol’un “Kadıköyü’nün Romanı”nı henüz bitirdim. Başladığım andan itibaren neredeyse elimden düşmeyen bu eser beni derinden etkiledi. İnsan psikolojisini hem erkek, hem de kadın cinsinde bu kadar sağlam çözümleyen ve bunu yalın fakat bir o kadar da hâkim bir lisanla anlatabilen az yazar okudum. Yazarın beni en çok etkileyen yönü ise, Sâmihâ Anne’nin kendileri hakkında buyurdukları gibi ancak kendisi ile hesaplaşıp kemal zirvesine erdikten sonra taşmış, yazdıklarını da bu minvalde neşretmiş olması oldu. Yoksa şimdilerde beynelmilel popülariteye sahip yazarlar arasında dahî sıkça rastlanan “yazmış olmak için yazmak”tan çok uzak bir tavrı var. Anlattıkları, insanın hakikatine yönleniyor, okuyanı bu yönde tefekküre teşvik ediyor ve okuruna bu yolda yardımcı oluyor. Şimdiye kadar Dostoyevski’den Boris Vian’a, Camus’den Turgenyev’e kadar psikolojik çözümlemede üstad birçok yazarı takdir ve hayret içinde okumuş olmama rağmen, onun adını dahî duymadan otuzlu yaşlarıma gelebilmişim. Hayret…

Hemen yanı başımda Türkiye’nin yıllardır en çok satan gazetelerinden biri duruyor. Üçüncü sayfasında yazan muharririn ne söylemeye çalıştığını dahî anlamak güç. Üç nokta ile biten yarım cümleler, tamamlanamamış düşünceler, yazıda sürekli bir şikâyet havası, fakat şikâyetin çözümü için önerilen bir felâh noktası da mevcut değil. Çoğu köşe yazarı, romancı, hatta müzisyen için bu düşüncem geçerli: Hiç de haketmedikleri nâmütenâhî bir üne sahipler ve insanlardan teveccüh görüyorlar. Sanki sihirli bir değnek bir gün onlara değiyor ve onlardan katbekat donanımlı insanları geride bırakıp şöhret sahibi oluyorlar. Bir kez umûmî kabul gördükten sonra da artık ne yapsalar takdire şâyân oluveriyor. Kitleler onların liderliğinde kendi entelektüel ve sanatsal çerçevesini çiziyor. Ne kadar yazık…

Üniversite yıllarında almakla mükellef olduğumuz Türk Dili ve Edebiyatı dersinde bir kitap okumamız gerekiyordu. Hocamız bizler kitabı okuduktan sonra kitap hakkında düşüncelerimizi sordu. Ben de biraz gençliğin verdiği pervâsızlık, biraz da hocamdan gördüğüm samîmiyet havasının verdiği cesaretle “Allah aşkına hocam, okutacak başka bir kitap bulamadınız mı? Bu kadar kötü bir eser üzerinde bu kadar vakit ayırdığımı hiç hatırlamıyorum” demiştim. O da aslında benimle aynı fikirde olduğunu itirâf etmişti. Fakat o sıralar umûmî beğeniyi kazanmış bir kitaptı ve üniversitedeki tüm öğrencilerin okuması için seçilmişti.

İçi boş, anlamsız, hiçbir övgüye lâyık olmayan birçok değer hayatımızın neredeyse merkezinde bulunuyor. Sanatı dahî takdir ederken çoğumuz popüler reyden etkileniyor, neyin güzel olup neyin güzel olmadığına başkalarının, çoğu zaman da yukarıda bahsettiğim mesnetsiz kanaat liderlerinin fikirlerinden etkilenerek karar veriyoruz.

Safiye Erol, şüphesiz istidad nazar-ı itibariyle de çoğumuzdan fersah fersah ötesindedir. Batıyı en kıymetli yönleriyle sindirmiş, günümüz dünyasında özellikle de oryantalist bir görüşle neredeyse aşağılanma raddesine gelmiş Doğu değerlerini de sahiplenmiş ve onların gerçek kıymetlerini özümseyebilmişti. Yine kafası kesik tavuk gibi nereye gittiği anlaşılamayan ve olsa olsa şekil itibariyle taklit mesâbesinde kalmış bir “Batıcılığı” savunmak yerine öz değerlerinin zirvesine çıkarak Batı’ya parmak ısırtacak bir noktaya gelmiştir. Sâmihâ Anne, bu müstesnâ yol arkadaşı hakkında “Kenan Rifâî gibi bir kurtarıcının yoluna düşüverdi ve Safiye Erol denen bu çıplak istidat ve hazır enerji, derhal toparlanıp mukadder kriteryumu buldu…” diyor.

Böyle müstesnâ bir entelektüelin dahî kriteryumunu bulması kilit noktadır. Onu Sırât-ı Müstakîm üzere seyrettiren câzibe budur. Gördüğü nûra doğru kanat açmış ve yanarak seyretmiştir. Bizler eğer bu vatanda bir medeniyetin devamından ya da tekrar yeşermesinden bahsediyorsak, bu öyle ya da böyle televizyonda gözüken, şöhretinin nereden geldiği anlaşılmayan, kendisi dolmadığı için taşması da muhâl kimselerin izinde değil, Safiye Erol gibi âbidelerin önderliğinde olacaktır.

Kenan Rifâî Hazretleri’nin büyüklüğünü anlamak için belki de kendilerine pervâne olmuş güneşlere bakmak, onları anlamaya çalışmak iyi bir yoldur.

Umut Kapısı

Ne olurdu yıldızlardan kendimize bakabilsek, bir şarkı sözünde geçer gibi

Ne olurdu hallerimiz nice, bir görebilsek

O kadar zor ki insanın kendisine dürüst olması

Bir insan yetiştirmek, hele ki ışık, yol gösteren yoksa, o kadar zor ki…

Bir hatâ, bir gayret üzerine derken,

Yıllar geçti, biz bir arpa yol almışız ancak

Toplumları insanlar oluşturuyor, hatırlıyor muyuz?

Milleti de toplumlar…

Gelişim de, değişim de ancak içeriden oluyor; insanın değişimi ile sadece.

Seneler evvel o sebepten uykusuz kalıp, korku içinde büyüyen çocuklar, bugün şu sebepten korku içinde uyuyorlar

Ve bilâhare ana yüreği yanıyor topraklarımda vatanımın

Değer mi bunca tohumu güzel şeylerle beslemek varken, tevhid inancını paylaşmak varken, her canlıya, her cansıza, her maddeye hürmet etmeyi öğretmek varken, korkulara terk etmek, değer mi?

Gecelerdir uyku girmiyor gözlerimize, gönüller dur duraksız duâda…

Efendimin sözleri ile karşılaştım dün, şöyle diyordu, içime şu serpti: Bu ateşin sana verilmesinden maksat, yalnız o an için kavrulmaklığın değil, belki içinin ve dişinin yanıp kül olması ve pişmekliğin idi. Elbette gün olup o cünun, o taşkınlık senden alınır, işte o zaman bu ateşin altından pişmiş olarak çıkarsan ne âlâ!

Bizim yolumuz umut kapısı zirâ, hatırlatıldım,

İşimiz insan olmaya çalışmak, mânevî kirlerden arınarak

Yaşanan herşeyden ders çıkarmak görevimiz, daha iyiye gitmek adına

Savaşımız kendimizle, barışımız başkalarıyla bizim

Aşk yolu dürüstlük ister, affedicilik ve hoşgörü ister,

Önce Hakk’a sonra, halka hizmet ister

Bizim yolumuz umut kapısı, zirâ, hatırlayalım.

Sen Ben

 

“Ben” demeden “Sen” diyebilseydim

o zaman Sen’den biraz bahsedebilirdim.

Ama heyhat…

Sen ise bana “Sen” derken tamamen tenezzülünden

Bu “Sen”li “Ben”li konuşma ise edepsizliğimden…

O yüzden,

Sen, yine de Sen, ille de Sen…