Aşk Kurbanı

“Ah, Meydancı dede, Mevlânâ meydana bugün de gelmeyecek mi!”

 

Dergâhın mermer kapısında, Hazreti Mevlânâ’nın yeşil üzerine nûrânî hatlarla nakşolunmuş ismi aşkı altında, küçük harmanisine sarılarak sikkesini yana dayamış, çok mahzun duruyordu; seyredeni harab edecek kadar mahzun duruyordu:

 

  • Demek ki gene gelmeyecek! Baksana, dedi, zünbüller açtı, onun sevdiği menekşeler de açtı. Can nasıl tahammül eder?

 

Meydancı dede, kolları sıvalı, sarı sakalını tarayarak baktı. Kırmızı ince damarlarla dolu, küçük gözlerini kapadı. Ruhu, seyran için vücudunu yarı terk eder gibi idi:

 

  • Evet gene rahatsız, gelmeyecek, evlâd; meydanın güneşi gözlerden nihan düştü!

 

  • Ben sana bir şey söyleyeceğim, dedi! Ben bu akşam aşkı öğreneceğim. Dün gece bana dediler ki: “Aşkı öğrenmek istiyorsan vücudunu aşkla yak. Bir şem’a gibi eri, kurban ol. Şulen sarı, benzin solgun olsun!” Bu harmaniyi al, Hazret’e götür!

 

Küçük Mevlevî, harmaniyi omuzundan düşürdü. Tennûresiyle mihrap cihetine Hazreti Mevlânâ’ya niyaz ederek ince toprak yol üzerinden uçar gibi geçti.

 

Hücrelerin birinden musaffa bir ney sadâsı geliyordu; rüzgârın saf ırmaklarda yıkanışını hatırlatan bir şeffafiyetle akıyordu.

 

Böyle safâ içinde akarken birdenbire dilsiz bir şikâyet hâline geçti.

 

“Bişnev ez ney çün hikâyet mikünet

Ez cüdâyiha şikâyet miküned”

 

Bir zümbül tarlası önünden geçiyordu. Bütün zümbüller ona, bir visal âleminden düşmüş, mahzun ve âşık şikâyetler gibi geldi…

 

Bahar rüzgârı tennûresinin eteklerini tahrik ediyor, küçük kalbine semâ-ı aşkı, cânan bağlarından esen bir nefes hâlinde ateş döküyordu. Gelincikleri güneşe açılmış, çimenleri son rengi aşka kanmış, sarhoş ve pürfeyz bir tepenin üzerinde idi. Yavaş yavaş parmaklarını çıkardı. Rüzgâr hâlâ tennûresinin eteklerini ürpertiyor, devr ve âsımânı istilâ eden vuslat hicrile râşenak, aşk vahdetiyle mesti ezel bir hava, gül renk çiçeklere, bûyi çimenzâra ve ona sürünerek kâh konuyor, kâh uçuyor, ferşi arşa refediyordu.

 

Küçük mevlevînin alnı üzerinden aşk cemâli râşesi pervazkâr bir nur gibi rûhunu seyrâb ediyordu. Kollarını bıraktı. Avucu, bu aşkı cûşâcûştan daha daha ister gibi açıldı. Nârin boynu büküldü ve sikkesi omuzu üzerine, bezm-i Mevlânâ’dan tuhfe düşmüş gibi iğildi. Artık aşkı öğrenecekti. Bu gece Şâhın sıhhati için kurban düşecekti. Temiz elleri aşk tennûresinin eteklerini açtı, açtı… Gittikçe alçalan güneşin altında, uzun düz ufukların ortasında saydolunmuş bir pervâne gibi idi. Gelincikler kolu kanadı düşmüş gibi sapları üzerinde bükülüyor, birbiri üzerine iğiliyordu. Onun kapanan gözleri üstünde nûrânî bir mestüvisal mestliği inkişaf ediyor, mâverâdan iki yıldız, envârını ta kalbe içiriyordu…

 

Akşam oldu. Güneş ufukta bir değirmenin hizâsına düştü. Çarktan akan sular, tıpkı güneşten dökülüyormuş gibi mâyi bir ateş halinde damladı damladı… Güneş çekildi, gün karardı ve filiz rengi âsımanda bir hilâl belirdi. Bu, aşk meleklerinin semâvî ve sübhânî nurdan ördükleri ince tiz bir yaydı.

 

O, uçtukça uçan rûhu, coştukça coşan vücudiyle dembedem sivâ âleminden pek uzaklara, aşk âlemine seyrediyordu.

 

Dudakları üstünde ince bir ter tabakası vardı. Vechinde bir damla kan kalmamıştı. Yüzüne dikkatle bakılsa nazar, sekirden yanar, sönerdi.

 

Bir dem, tekrar rûhu semâhaneye, şâhının huzûruna geldi. Orada bütün mutripler tarapta, bütün canlar semâda idi. Aziz sıhhat bulmuş ve meydan şemse kavuşmuştu. Yalnız her zamankinden başka, gözleri hâlinden geçirip nûra kalbeden tahammülsüz bir aydınlık vardı. Bu aydınlık Azizim güzel ellerinden şûle saçıyor ve kendisi artık şekil ve vücutsuz bir rûh-u ilâhî halinde semâ ediyor, aziz, güzel ellerile dembedem ona tadına kanılmaz bir şarap sunuyordu…

 

Semâyı şiddetlendirdi, ayakları üzerinde çarhları seçilmez oldu.

 

Lisanı, bir visal âhı vurdu:

 

  • Ya Mevlânâ, ya Aşk ilâhı! dedi ve birden cisim ve rûhu tennûresinden uçarak yerde boş bir libas kaldı…

 

Ertesi gece ihyâ gecesi idi. Semâhânede, meydancılar çerağları uyandırıyorlardı. Meş’aleleri, üstünde tüten alevi mumdan muma, kandilden kandile gezdiriyorlar, renk renk fânuslarda, avizenin kâh alâim-i elvanı veren billûrlarında titreye titreye söyleşen alevler artıyordu. Birdenbire meş’aleleri ellerinde kaldı, bulundukları merdivenlerden sür’atle indiler. Aziz, uzun ilâhî kametiyle meydana geldi. Bir dede, mihrâbın önüne, küçük bir tennûre ile bir harmani koydu. Aziz, sikkesi üstüne siyah bir sarık sarmıştı. İşte, Hazreti Mevlânâ, bütün aşkıyle tecelli etmişti. Dedelerden birkaçı ona yaklaşamayacak kadar câzibesine mestolmuşlardı ve güzellik, zuhûrundan beri bu derece mukavemetsiz olmamıştı. Aşk mihrâbının önünde, ezeliyeti aşka timsal olarak durdu. Yavaşça libaslar üzerine iğildi ve elini koydu. Birden, bu boş tennûre ve harmanı bir ruhu hafînin zevki sekriyle uyandı ve ayan olacak kadar hareket etti, aşk-ı ezelîden haber verdi…

 

O vakit seyyadı rabbanî mumların alevini fart-ı ra’şe ve sûzdan dinlenecek bir hale getirdi ve dedelerin başlarını çarpan göğüsleri üstüne düşürdü…

 

 (Semiha Cemal, Gül Demeti, Bilgi Basım ve Yayınevi, İstanbul, 1954, s. 29-32)

 

The following two tabs change content below.

Nefes Arşiv

Nefes Akademi; tasavvufî bilginin güvenilir kaynağı...
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın