O’na

Ondört yaşımda, hayatımdaki en önemli şeyin sahip olduğum “mânevî değerlerim” olduğunu söyler dururdum. Bu mânevî değer denen şeyin içini, alnı sivilceli, içi ise ergenlik hormonları yüzünden bir o yana bir bu yana savrulan çocuk kafamla nasıl doldururdum pek hatırlamıyorum. Ama o prensipler silsilesinin onsekiz yaşıma geldiğimde alnımdaki sivilcelerle birlikte yitip gittiğini nice sonra farkettim. Ya inandığınız gibi yaşarsınız ya da yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. Ben geleceğe dair hayaller kuran, eğitimli ve kentli bir genç kadın olarak “modern” olduğumu her bakımdan göstermekle mükelleftim. Çevremin bana sessiz bir yasa olarak sunduğu hayatı takip etmeye ve “sosyal imaj” kredisi kazandıracak puanları toplamaya kendimi mecbur hissettim. Bana hitap edip etmediğine, ahlâkî bir temele oturup oturmadığına bakmaksızın tüm sosyal faaliyetleri takip ediyordum. Dilimi burkan ve ne tadını ne de kokusunu hiç sevmediğim rakıyı karizmatik bir biçimde tokuşturuyor ve mümkün olduğunca büyük yudumlar hâlinde yutarken yanına katık edilen konuşmaları “dost meclisi” sayıyordum. Kadın ve erkek rollerinde kesin ve biçimsel bir eşitliğin bayraktarlığını yaparken ilişkilerde seviyesizce özgürlüğü normalime alıyordum. O dönem giderek artan türbanlıları “ötekileştirerek” küçümsemek ise davranışlarımın içinde belki de en mâsumuydu. Farketmeden birçok konuda yaşadığım gibi inanmaya başladım. Tüm bu yaşantının bir kenarında da çoğu kişiye belli etmeden namaz ve oruca devam ediyor, bir yandan da içimde yarattığı çelişkilerle başa çıkmaya çalışıyordum. Benim Allahım hep esirgeyen ve bağışlayıcı olandı, korkutan ve cezalandıran değil. Değil mi ki bağışlayıcıydı; benim derinde bir yerde içimi sızlatan vicdan azâbımı da bağışlardı. Zaten “Allah’la arama kimseyi de sokmuyordum” nasıl olsa; böylece bu vicdan azâbını yok saymak ve Allah’ın bağışlayıcılığına sığınmak daha da kolaylaşıyordu.

Sonra yıllar geçti. Okul bitti, “iş kadını” oldum; evlendim, eş oldum, anne oldum. Kimliklerim arttıkça üzerime binen baskı da arttı. Daha iyiyi yapma, başarma kaygım arttı. Takıntılarım, vesveselerim daha net ortaya çıktı. Huzur ile depresyon arasındaki iki uçta gel-gitler yaşamaya başladım. Her şeyin kendimce en mükemmeli olmalıydım. Dünyayı istediğim gibi kontrol edemediğimi farkettikçe de gerginliğim ve vicdan azâbım arttı.

Nihâyet bir gün bir el öptüm. Küçücük bir vücutta tüm mânâyı saklayan güzel bir el. İçinde cinsiyet bulunmayan yegâne aşkın evlât ya da ana babaya duyulan aşk olacağını sanıyordum ki bambaşkası eklendi hayatıma. İçim titredi ve âşık oldum. Allah’la arama O girdi. İçimdeki boşluk doldu. Onsekiz yaşımda kaybettiğim değerlerimi buldum.

Haksızlığa tahammülüm yok derdim. Hakk’ın Hakk’a ait olduğunu ve ancak nefsi aradan çekersem haksızlıkla mücâdele edebileceğimi söyledi.

Çok çalışarak her şeyi başarabileceğimi sanırdım. Çalışarak hiçbir şeyi elde edemeyeceğimi, ancak elde edebileceğim her şeyin yine de çalışmayla mümkün olabileceğini söyledi.

İddiamı özgüvenle ortaya koymayı mârifet sayardım. “Varlık testisini yokluk taşıyla kır ki mânâya dalabilesin” dedi.

Her hatâda kendimi suçlar, vicdan azâbından çatlayacak gibi olurdum. “Senin hatân Allah’ın bağışlayıcılığından daha mı büyük?” dedi.

Başıma gelen her olumsuzlukta kendimle ilgili mutluluk karnesi hazırlardım. Belânın belâ olmadığını gerçek mutluluğun râzı olmaktan geçtiğini gösterdi.

Çocuklarımın bana ait olmadıklarını, onların hayatlarını sandığımın aksine şekillendiremeyeceğimi, zirâ her birinin kendindeki ismi hakikate kavuşturmak için kendi yolunu bulacak ırmaklar olduğunu anlattı.

Putlarımı bir bir kırdı. Peygamber’i hiç tanımayan vahabî zihniyetli imânımı Hakikat-i Muhammedî ile âşinâ kıldı. Tanımadığım için sevemediğim Peygamberimi içime işlemeye başladı.

Hiç görmediğim hâlde sevmeye doyamadığım Hz. Kenan’ı O’nda gördüm. Ve bize anlattıkça Hz. Kenan’da O’nu…

Bu arada tüm bu değişimleri yaşarken çevremdeki insanların tepkilerini de seyretmeye başladım: Kiminin bir hastalığa yakalanmışız da tedâvi görmemiz gerekiyormuş bakışlarına, bir başkasının “cık cık”ları karıştı. Ve bir gün geldi ki O’nun yanındayken aslında her an Kâbe’yi tavaf etmekte olduğumuzu farkettim. Ve her seferinde “Kâfirun” Sûresi’nin mânâsıyla buluştuğumuzu…

Değerlerin olacak bu hayatta. Bir omurgan olacak. Tarafını belli edeceksin. Ya inandığın gibi yaşayacaksın ya da yaşadığın gibi inanacaksın. Ben artık inandığım gibi yaşamak istiyorum. Adam olur muyum bilmiyorum ama bu ihtimalin yarattığı ümit ile korku arasında her gün gidip gelmek bile öyle güzel geliyor ki…

Değerlerin olacak bu hayatta, bir omurgan olacak… Ben omurgamı buldum. Tüm mânâyı içinde saklayan küçük ve güzel bir vücutta…

Allah ayırmasın.

 

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın