Editörden (Temmuz 2013)

Merhaba Her Nefes Dostları,

 

Bir ay daha geçti ve Temmuz sayımıza ulaştık. Dergimizin konusu bu ay Hakk’a kavuşmalarının 63. senesini idrak ettiğimiz hocamız, bir koca sultan Ken’an Rifâî Hazretleri… Yalnız kendi değil, yetiştirdiği, mürşitlik ettiği müstesnâ öğrencileri vâsıtasıyla devirler sahibi, hâlâ zamana hükmeden, zamanın babası (ebû’l vakt) bir insân-ı kâmil…

 

Bu büyük sultanları yazmak da, anlatmak da elbette bizler için pek güç. Buna ne aklımız, ne kalemimiz ve ne de gönlümüz yeter, ama olsun, topal karınca gibi yolundayız diyerek kalemlerimize sarıldık. Dolayısıyla hepimiz kıymetli sultanımızı kendi anladığımız mertebelerden anlatmaya çalıştık. Kırık kalemlerimiz ve eksik-noksan kelimelerimiz ile kendi kaplarımız ölçüsünde anlatmayı denedik. Elbette yetmedi, yetişmedi. Şimdiden Her Nefes yazar ekibi adına “Sürç-ü lisan ettiysek affola” diyorum.

 

Kendi adıma ise Ken’an Rifâî Hazretleri’nin, Efendimin adının her anılışında onun Hz. Peygamber’e olan aşkını, edebini ve tevâzuunu düşünür ve idrak etmeyi dilerim. O’nun söylediklerini hâl etmeyi cân-ı gönülden diliyorum:

 

“Dünyâya âit güzellikler içinde üç şeyi severim; Aşk, edep, irfan! Hattâ bence edep olmayınca, aşk ve irfan da noksandır. Edep bir taçtır, onu başına koyduktan sonra istediğin yere git…

“Ayıran, âdemi hayvandan edeptir”

İki âlemde felah Ken’an edeptir”

Dil-i çeşm-i beşerin nuru edeptir”

Beşerin kalbi ve gözü nuru edeptir. Kur’ân’ın bütün mânâsı da yalnız edeptir.

Edepten maksat da, Hakk’ın rızâsını kazanmaktır. “Bu rızâ-yı ilâhîyi bulmak nasıl olur?” derseniz, onu da hocasından öğrenmelidir. Her şeyin bir muallimi olduğu gibi, bunun da şüphesiz vardır. Bu da ancak, onun dediğini tutmak, gittiği yoldan gitmekle mümkün olur (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul, 2000, s.279).

 

O’nun anlattığı tasavvufu öğrenmeyi istiyorum:

 

Onun için tasavvuf ehlinde bulunması lâzım olan iki türlü edep vardır ki biri zahirîdir, biri de bâtınî… Zâhirî edep, namaz, oruç, hac, zekât vesâire gibi şeylerdir. Bâtınî edep de, insanın hayvan sıfatlarından kurtulması, elinden, dilinden kimsenin rencide olmaması ve kalbinin hile ve fesat gibi kötülüklerden arınmış olarak Allah’ın cemâlini seyretmesidir. İşte tasavvuf ehli diye bunlara derler.” ((Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul, 2000, s.324)

 

O’nun gibi yaşayan güzel sultanların dizinin dibinde, yine O’nun anlattığı ve O’nun yaşadığı ölümsüz hayatı yaşamayı mürebbimden diliyorum: “Tasavvuf, ölümsüz hayat ve her hal ve vakitte edeptir.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 468)

 

Rabbim nasip etsin inşaallah…

 

Yosun Mater

Sohbetler (Temmuz 2013)

Semîha Hanım:

– Mecnun, Leylâ’ya giderken, zevk ve istiğrakının ziyâdeliğinden, devesinin yularını bırakır, deve de yavrusunun bulunduğu şehre dö­nermiş. Mecnun bu ters gidişle kendine gelince bir daha dalmamak
için karar verirse deyine ihtiyar sız olarak kendinden geçince, deve tek­rar geri dönermiş. Nihayet Mecnun, başka çâre olmadığını anlayarak deveden atlayıp Leylâ’nın tarafına yaya olarak gitmiş:

– “Öyledir. Vücut devesi insanı dâima dünyâya, nefsinin îcaplarına çeker. Mademki kâh şuraya kâh buraya çekiyor, o halde sen de onu terket… Şeytan nedir? Seni dünyâya, nefsinin arzularına çeken her şey şeytandır. Enbiyâ ve evliya ise seni Allah’a, Hak tarafına çeker.”

Semîha Hanım:

–  Mecnûn ‘u kendinden geçiren Leylâ olduğu halde deve yine onu yolundan geri döndürüyor.

–  “Bu hal, müridin ilk zamanlarına, iptidâ-i hâline benzer. Mürit o zaman mürşidinden sâde lûtuf bekler, dâima hoşlanmak ister. Halbuki ne lûtuftan şâd ol, ne de kahırdan incin ki dervişlik budur işte.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 206)

 

***
“Beşer, ne eski filozofların dediği gibi Allah’tır, ne de yenilerin dediği gibi “sur homme” yâni insan üstüdür. Beşer Allah olamaz. Bak ne diyoruz:

Ey mazhar-ı mürşitte tecellî eden Allah!

Fakat o kimsenin vücûdunu ilâhî tecelliyat yakmış, yâni kalıbını, cismini, benliğini kendinde fânî etmişse, o vakit beşer Hak’la bakî ol­muş, ondan Hak tecellî etmiştir. Güneşin zuhûrunda idâre kandili hü­kümsüz kalır.”

Peki efendim, bu dâimî tecellî o zâtın cismine zarar vermez mi? Yâni bu tecellî ile yanıp harap olmaz mı?

–  “O kimse bu tecellîden esâsen yanmıştır da ondan sonra o hâle mazhar olmuştur. Artık onun yanacak yeri olur mu? Gerçi o zâtın orta­da bir bedeni vardır, fakat varlığından eser kalmamıştır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 23)

***

Münîre Hanımefendi, kardeşlerimizden birinin, herhangi müşkül ânında, Hocamızın maneviyâtını rahatsız etmemek için Server Beye­fendiden istimdat ettiğini söyledi:

– “Rahatsız etmek ne demek? Bu fikri neden tashih etmediniz? Mürşit demek, sâde onun kalıbı demek değildir ki… onun maneviyâtı hudutsuzdur. Zâhir başka, bâtın başka… bir kimsenin, mürşidinin maneviyâtından yardım dilemesi, zâhiren bir istekte bulunması bir iş teklif etmesi gibi değildir ki rahatsızlık bahis mevzuu olsun…”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 185-185)
***

Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Hayâtı

1867 senesinde Selânik’te dünyâya gelen Ken’an Rifâî Hazretleri, Filibe hânedanından Hacı Hasan Bey’in oğlu Abdülhalim Bey’le Hatîce Cenan Hanım’ın çocuklarıdır.

 

İstanbul’da Galatasaray Sultânîsi’ni (bugünkü Galatasaray Lisesi) bitirdikten sonra Bâb-ı Âlî Hâriciye Kaleminde vazîfe almış, Acem Mektebi’nde tabiat muallimliği yaparken Posta – Telgraf Nezâreti’nde Alman müşâvir Groll’ün muâvinliğine getirilmiş, bu arada da Hukuk Fakültesi’ne devâm etmiştir.

 

Oğlunun ilk mürşidi annesidir. Kendisine mânevî dünyânın, Allah yolunun kapılarını açan annesi Hatîce Cenan Hanım, daha sonra onu kendi mürşidi Şeyh Edhem Efendi’ye teslim etmiş, bu sûretle Ken’an Rifâî Hazretleri’nin mânevî şahsiyeti bu iki mürşid tarafından oluşturularak kemâle ermiştir.

 

Madde ve mânâ dünyâsını et ve tırnak bilen Ken’an Rifâî Hazretleri, günün birinde kendini maârif çatısı altında bularak sırası ile Balıkesir İdâdîsi, Adana, Manastır, Üsküp, Trabzon Maârif Müdürlükleri, daha sonra Numûne-i Terakkî ve Medîne-i Münevvere İdâdî-i Hamîdî Müdürlükleri yapmıştır. Tekrar İstanbul’a döndükten sonra Erkek Muallim Mektebi Fransızca hocalığı, Tedkîkât-ı İlmiye Encümen Azalığı, Dârüşşafaka Müdürlüğü ve Meclis-i Maârif Azalığı vazîfelerinde bulunmuş, emekliliğinden sonra da onüç sene Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmıştır.

 

Onbir aylık Balıkesir devri, genç müdürün Allah velîsi anne eliyle yükselen mânevî temelinin, artık mürşidi Edhem Hazretleri’nin taş taş işlenme mesûliyetini bütünü ile üstüne aldığı devirdi. Hocası kendilerinin maddî ihtiyaçlarını kısıtlayarak, en azla yaşamanın temizleyici zevkini tattırıp (riyâzât), ileride halkının bütün acılarını paylaşacak olan o mürşid-i kâmili bir mânevî âbide derecesine ulaştırmıştır. Yine burada bir san’atkârdan mûsıkî nazariyatı öğrenmesini ve ney meşk etmesini istemiş, daha sonra da keman ve piyano çalmayı öğrenerek manevî feyzini öğrencilerine aktarmanın diğer bir yolu olan mûsıkîyi, bestelediği ve güftelerini yazdığı ilâhileri ile çevresine akıtmıştır.

 

Manastır Maârif Müdürlüğü sırasında mürşidi Edhem Şah cemâle yürümüş, kendisine yerini bıraktığını, mânâ âleminden haber vererek dünyâdan göçmüş olduğunu bildirmiştir.

 

Medîne-i Münevvere’de İdâdî-i Hamîdî müdürlüğü yaptığı dört sene zarfında Şeyh’ül Meşâyih Seyyid Hamza Rifâî Hazretleri’nden, dört sene hizmetlerinde bulunduktan sonra icâzet almışlardır. Bir gün Hamza Rifâî Hazretleri, “Oğlum, bilmem ki ben mi senin şeyhinim, yoksa sen mi benim?” demekle Ken’an Rifâî Hazretleri’nin vâsıl olduğu mertebenin yüceliğine pek güzel bir şekilde işâret etmiştir.

 

İstanbul’a avdetlerinden sonra Erkek Muallim Mektebi’nde Fransızca Hocalığı, Tedkîkat-ı İlmiyye Encümeni âzâlığı, Darüşşafaka Müdürlüğü, Meclis-i Maârif Âzâlığı’nda bulunmuştur. Aynı yıllarda annesi Hatice Cenan Hanım’ın Hırka-i Şerîf’te inşâ ettirdiği Ümmü Ken’an Dergâhı’nda postnişîn olarak irşâd faâliyetine başlamıştır. Ken’an Rifâî’nin irşâd faaliyetini dergâh çatısı altında götürmeyi tercih edişini Sâmiha Ayverdi devrin icâbettirdiği şeyi yerine getirmek olarak yorumlar: “O devrin şartlarına göre bu meydan, ancak bir dergâh olabilirdi. Eğer o zamanki cemiyet, bir zâviye değil de bir akademi yoluyla fikrini yaymak imkânlarına sahip olsaydı belki de Ken’an Rifâî bir akademiyi tercih ederdi. O, cemiyetin nabzını elinde tutarken, insanları hayâtın endîşe verici dönemeçlerinde, vartalı yollarında, kıymet ölçülerini benimsemesinde, fikir ve ahlâk muhâsebesinde, hulâsa varlığının bütünü üstünde emniyet ve ahenk sağlayacak bir kontrol ve mesuliyet hissinin sahibi kılmak istiyor ve terbiye sistemini o yola yöneltiyordu.” (Sâmiha Ayverdi, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2009, s. 111)

 

Bir taraftan irşâd işleri ile meşgûl olurken, diğer taraftan da memleket kültürüne katkıda bulunma, öğrenci yetiştirme ve idârecilik yapma gibi vatan hizmetine de yeniden başlamış, Darüşşafaka ve Gelenbevî okullarında müdürlük yapmış, yüksek sınıflara da Edebiyat ve Fransızca dersi vermiştir.

 

1925 yılında dergâhlar kapandıktan sonra da Ken’an Rifâî’nin vazifesi bitmiş olmadı. Bu defa da kendi kendine gelişen tabiat hâdiseleri gibi, etrafında tabiî bir akademi teşekkül ediyordu. 1925’de tekkelerin devlet eliyle kapatıldığı zaman halkın sesini Hakk’ın sesi olarak kabul eden Ken’an Rifâî bu durumu en küçük itiraz ve hoşnutsuzluk göstermeden kabul etmişti. Onun için tarîkat bir gāye değil bir vasıtadan ibaretti. Ken’an Rifâî tarîkat kurumunun sadece şekilde kalmış olduğunu görmekte ve devrin ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte olmadığını bilmekteydi. Bu fikri öylesine samimiyetle benimsemiştir ki, kendisine bu konuda soru yönelten bir gazeteciye hâlihazırda açık olan üç yüz küsur dergâhtan pek azının irfâna hizmet ettiğini ve söz konusu kanun ile bu duruma bir son verildiğini ifâde etmiştir.” (Sâmiha Ayverdi, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Kubbealtı Neşriyâtı, 2009, İstanbul, s. 120-121)

 

Maârif Vekâleti’nden emekliye ayrıldıktan sonra on üç yıl boyunca Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmış, soyadı kanunu ile Büyükaksoy soyadını almıştır. Ken’an Rifâî, 7 Temmuz 1950 tarihinde vefât etmiştir. Kabri Merkezefendi Camiî avlusunda şadırvanla kabristan duvarı arasındaki hazîrede bulunmaktadır.

 

Kendileri Fransızca, Almanca, İngilizce (80 yaşından sonra öğrenerek), Arapça, Farsça, Rumca, Çerkezce’yi anadili gibi bilmekteydiler.

 

ESERLERİ

 

  • Muktezâ-yı Hayat
  • Camille Flammarion’dan tercüme “Dünyânın İnkılâbı”
  • Rehber-i Sâlikîn
  • Tuhfe-i Ken’an
  • Ahmed er-Rifâî
  • İlâhiyât-ı Ken’an (ilâhileri ve besteleri)
  • 1 cilt şerhli Mesnevî-i Şerif
  • Sohbetler

 

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi: “Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Öğrettiği Şey, Ahlâk-ı Muhammedî’dir”

“Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Öğrettiği Şey, Ahlâk-ı Muhammedî’dir”

 

Müge Doğan: Hocam, bu ay 20.yy. mutasavvıflarından Ken’an Rifâî’den bahsetmek istiyoruz. Kendilerini ve diğer mutasavvıflardan farkını  anlatır mısınız?

 

Cemâlnur Sargut: Aslına bakarsan insân-ı kâmil vasfına en güzel uyanlardan bir tanesi hocam Ken’an Rifâî’dir. Zirâ O, kemâl noktasında kendi varlığını yok etmiş, etrâfa dâimâ fayda saçmak için ve kendi bildikleri ile etrafı faydalandırıp insan yetiştirmek için çabalayarak ömrünü geçirmiştir. O’nun en büyük özelliği, bir yandan son derece kaliteli bir ilmî bilgiye sahip oluşu, 8 tane lisan bilişi, dünya ve âhiret işlerini bir arada götürme özelliğini üzerinde çok güzel taşıyışıdır. Yani kendisinde maddî-mânevî bütün ilimleri seyretmek mümkündür. Bu bakış açısından O’na Peygamber vasıflarına sahip bir mürşid-i kâmil denebilir. Bence bir diğer büyük özelliği de devrimci yapıya sahip olmasıdır. Çünkü kendisi son derece modern, o devrin klasik şeyh anlayışından uzak, cübbesiz, sarıksız, sadece yeri geldiğinde bunları kullanan, her şeyi kullanan ve her şeyin üstüne çıkmış bir öğretmendir.

 

O öyle bir âriftir ki bütün ideolojileri bilir, fakat kendisi hiçbirinden değildir. Yani ideolojiyi O yaratır. Sanki her felsefî dalı, her bilgiyi, her öğretiyi Allah ile ilişki kurduracak şekilde kendine hasretmiş ve bambaşka bir mânâ ile ifâde edip yeni bir yorum ortaya koymuştur. Belki İbn-i Arabî’nin târif ettiği insân-ı kâmil anlayışına en güzel uyan kişi Ken’an Rifâî Hazretleri’dir. Yani O, devrinin yorumcusudur. Kur’an’ı da yorumlar, tevil de eder ve onun tevil etme hakkı vardır, çünkü nefsinden konuşmaz. Sanki “attığın el Allah’ın elidir” âyetinin tecellisi gibidir. Bu bakış açısından da öğreticiliği ve kendisine olan güveni ve emniyeti, kendisinden emin olarak Allah’ından emin oluşu, Peygamber vasıflarını taşıdığının bir başka güzel delilidir. Bu yüzden de âhlak-ı Muhammedî’yi onda seyretmek mümkündür. Hattâ Sâmiha Ayverdi, O’nu anlatırken “İnsanlık idealini kendine gaye düzen ve cemiyet içinde gönüllü bir ahlâk mücâhidi olarak temâyüz eden hocam, terbiyeciliği, öğretim ve eğitim metodları ve hususiyetleri O’nun şahsiyet yapısının üzerinde ehemmiyetle durulması icab eden bir noktasını teşkil eder”  diyerek hocasını devrinin en iyi eğitimcisi ve öğretimcisi olarak târif eder.

 

Müge Doğan: Kendilerinin eğitim metodlarından biraz bahseder misiniz?

 

Cemâlnur Sargut: Hocamızın, yani Ken’an Rifâî Hazretleri’nin eğittiği ve öğrettiği şey, ahlâk-ı Muhammedî’dir; yani Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bunu öğretmekte iki metod kullanmıştır: Birincisi, bir mürşid gibi anlatmak; onu maddî ve mânevî ilimler içerisinde çok güzel kaynaştırarak anlatmak. Bunun için de bütün kendisinden önceki âlimlerin bilgi ve ilimlerinin sentezini yapıp oradan yeni bir tarz çıkarmıştır. Bu yönü ile hakiki bir mürşiddir. İkincisi de yaşayarak göstermektir. Bu ikisi de çok önemli bir şekilde O’nun şekle takılıp kalmadığını ve her şeyin özüne ve mânâsına gittiğini gösterir. O yüzden de tekkeler kapatıldığında, tekkenin vücud olduğunu ve hakiki semânın gönül etrafında yapılması gerektiğini söylemiştir. Medine’ye âşıktır ama hiçbir şeyi mecbûriyet hâline getirmez. O’nun âdet ve alışkanlıkları yoktur. Âdet ve alışkanlıklardan uzak, Allah’ın istediği gibi yaşayan bir sultandır. Çok eziyet görmüştür; çünkü “bana Ken’an da, şeytan da diyen var” demiştir. Hattâ birisi “O’nun büyüklüğünü aleyhinde konuşulanlardan anladım” buyurmuştur. Aleyhinde kitaplar bile yazılmıştır ama O’nun güzelliği bütün bunların üstüne çıkarak çalışmasına bir an aralıksız devam etmesidir. Yani gözünü bir hedefe dikmiş ve o hedef dışındaki hiçbir şey O’nu ilgilendirmemiştir. Hattâ aleyhinde olanlara gizli gizli duâ etmiş ve yardım etmiştir. İşte gerçek insân-ı kâmilin vasfı bence budur.

 

Müge Doğan: Hocam, gündemimiz mâlûm..Memleketimiz adına üzücü zamanlar yaşıyoruz. Dolayısıyla biraz da Kendilerinin vatan ve millet anlayışına değinelim mi?

 

Cemâlnur Sargut: O’nda Allah’ın ahlâkı olduğu için memleketine âit hiçbir şeye ters muâmele etmemeyi ön plana almıştır. Bir kere çok iyi biliyoruz ki hiçbir zaman yabancı sigara içmemiş, günde sadece 1,5 tane içtiği sigarasını yerli sigaradan seçmiş, çünkü bir taraftan milliyetçi, bir taraftan ümmetçidir. İkisi arasında sırât-ı müstakim üzere dengede olduğunu her an göstermiştir. Hocamızın bize öğrettiği maddî şeylerin başında elektrikleri söndürmek, musluğu açık tutmamak ve bu şekilde devlet malına hiçbir şekilde zarar vermemek ilkesi vardır. Çünkü devlete zarar verenin Allah’a zarar vermiş olduğunu söyler. Bu yüzden de insanı dünya içinde yaşayacak ve dünyanın problemleri ve dertleri içerisinde nasıl davranması gerektiğine göre odaklayacak şekilde hareket etmiştir.

 

Atatürk tarikatleri kapattığı zaman çok eziyet çekse de kendisi büyük bir zevkle yapan ve yapılanın Allah’tan olduğunu bildiği için devrin kanunlarına katiyen karşı gelmemiş, hattâ kitaplarını kuyuya atmış ve birçok yerde hakkında tahkikatlar açıldığı hâlde o kendisi hiçbir şeyden yılmayarak, Atatürk’ü ve devlet büyüklerini savunarak hayatına devam etmiştir. Tekkesini kapatmış, bir daha da açmamış, zikir yasak olduğu sürece zikri yasaklamıştır. Yani devrin kaide ve kurallarını ulû’l emre itaat olduğunu çok iyi bildiği için, “bizden olanın emrine itaat ediniz” lâfından dolayı, yapanın ve yaptıranın Allah olduğunu çok iyi bildiğinden, Atatürk’ün hattâ tarikatleri kapasa bile Allah’tan olduğunu bilerek ona itaat etmeyi birinci planda herkese öğütlemiştir. Şapka devriminde şapkayı ilk giyen kişidir. Bu yönden de çok eleştirilmiştir. Bunun devlet büyüklerine yaranmakla hiçbir alâkası olmadığını, bunun sadece Allah’ın hoşuna giden gerçek bir haslet olduğunu bize her hâli ile öğretmiş bir sultandır.

 

Müge Doğan: Kendilerinin ekolünden olan Sâmiha Ayverdi “Devirlerle bu devirlere hükmedenlere bir bakıma âşık-mâşuk diyebiliriz. Zîra cemiyetlerin, aşikâr olmasa bile, mutlaka bir gizli talebi vardır ki, idarecisini kendi beğenmiş, seçmiş, çekip başa getirmiştir”  diyor.

 

Cemâlnur Sargut: Evet, kişi kendisinin lâyık olduğu hükûmetleri kendi getirir diye Allah’ın da sözleri var. Dolayısı ile lâyık olduğumuz şeyle terbiye oluruz. Burada söylenmek istenen, bizim itirazlarımızı ortaya koyma şeklimizin çok dikkatli olması gerektiğidir. Bölünmekten yana olan itirazlar, Allah’ın hoşuna gitmediği için bizi de Allah’tan uzak tutar ama bir zâlim görüyorsak ve onun zulmüne eşlik etmek istemiyorsak o zaman bunu çeşitli metodlarla, kalemlerle, oylarla yapmak mecbûriyetindeyiz. Benim hocam Ken’an Rifâî’den de Sâmiha Ayverdi’den de öğrendiğim budur.

 

Bir kere önce birlik yönünde hareket etmenin gerektiğini, tevhid noktasından hareket etmenin gerektiğini, bölünmeye meydan vermenin çok büyük vebâli olduğunu biliyoruz. İkincisi de mücâdelenin aslı, kavga ile savaşla olmaz. Mücâdelenin aslı hilim, yumuşaklık ve sevgi metodu ile olur. Hz. Ali’nin kendi yüzüne tüküren müşriği öldürmeyip kılıcını geri çekmesi ve müşriğin sorgusu üzerine “şahsıma hakaret ettiğin için artık seninle mücâdele edemem, bu nefsime ağır geldiği için seni öldürmek olur, katil olurum” demesine benzer. O zaman da müşrik çok güzel birşey söyler: “Beni kılıcınla öldürmedin ama yumuşaklığın ve adâletinle öldürdün ya Ali.” O hâlde yumuşaklık ve adâlet bizden tecelli ederse, halk adâlet ve edebi öğretirse, idâre de adâlet ve edebi öğrenir. İdâre adâlet ve edebi gösterirse, halk öğrenir. Dolayısı ile bu karşılıklı bir ilişkidir. Burada yapılması, dikkat edilmesi gereken şey, mâneviyattan uzaklaşmamak, her yerde Allah ile ilişki kurmak ve Allah’tan uzak olan her şeyde yanlış yaptığımızı idrak etmektir.

 

Müge Doğan: Gene Sâmiha Ayverdi millî romantizmi şu şekilde târif ediyor: “Türk milletine âit bütün güzellikleri, değer ve hasletleri bir aşk ve şevk hâlinde tâ yüreğinde hissetmek, fikir milliyetçiliğinde kalmayıp gönül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile ye­tiştirmektir.

 

Cemâlnur Sargut: Sâmiha Anne hakikatten gönül milliyetçisiydi. Onun için de  gerçekten mücâdelesini gönlü ile veren, kalemi ile veren bir insan olarak devirlere bir kadın mürşid olarak adını yazdırdı. O, hocasının söylediklerini aynen uygulayandır. Hocası ile arasında sadece şive farkı vardı. Hocamda daha yumuşaklık, daha mâneviyat anlatarak izah, Samiha Anne’de daha net bir izah vardı ama söylenenler hep aynı idi, hiç farketmedi. Her ikisi de bir taraftan kuvvetli milliyetçi, bir taraftan kuvvetli ümmetçi, yani bir ayakları şeriatta sabit diğer ayakları ile yetmiş iki  milletle bir ve beraberdiler. Her ikisinin söyleminde de nefsânî hiçbir şey bulamazsınız. Allah’ın istediğinden başka bir şey de görmek mümkün olmazdı. Onun için, gerçekten mürid olanın, çünkü bu çok azdır, ona hakiki hürmet ve saygısı vardı. Mürid olduğunu zannedenin de saygısı olduğunu zannetti ama mürşidler ölmez, bugün hâlâ O’nun mânâsı ile yaşayanlar var. Bir de o mânâyı hiç anlamamış olanlar var. O bakımdan da bugün yaşanan birçok sıkıntıların sebebi devrin sahiplerinin bize verdiği mesajları çok idrak edememekten oluyor.

 

Bence muâmelelerimizi tekrar gözden geçirerek hiddet, şiddet, edepsizlik, terbiyesizlik yerine edep, karşımızdakinin de bizim bir parçamız olduğunu düşünerek ona göre muâmele lâzım. Biz senelerce sağ-sol meselelerinden çok acı çektik. Aynı evin içerisinde iki insan birbirine düşman oldu. Sonra o düşmanlık edenler kol kola birlikte aynı üniversitelerde profesörlük yaptılar. Olan, ölenlere oldu. Bugün de dikkat etmek lâzım. Nihâyet, eziyet ettiği söylenen, senin kardeşin, edilen de diğer kardeşin. İki kardeş birbirinden ayrı olamaz; et ve tırnak gibiyiz. Aynı dili konuşuyoruz, aynı dini konuşuyoruz. Allah korusun, yeni Bosna Hersek’ten geldik, Boşnakları gördük, Avrupa Birliği’nin onları nasıl Sırplara teslim ettiğini ve Sırpların onların bütün ailelerini nasıl öldürdüğünü gördük. Demek ki insanın dostu yalnız kendi milletidir; başka milletler olmaz. O yüzden kendimizdeki değeri bilelim ki birbirimize hürmet edelim. Yaptırmak istediklerimizi daha edep çerçevesinde ve daha güzel anlatarak yapalım. Vatan-millet malına zarar vermeyelim. Bu çok acı bir şey. Birbirimizi sevelim. Bir şeyle mücâdele edeceksek o mücâdeleyi kibarlıkla ve zarâfetle yapalım. Dervişlik bunu gerektirir. İnşaallah Türk milleti bir daha böyle bir şey yaşamaz. Çok iyi niyetle başlayıp çok kötü olabilir hâdiseler. Bunun idrâkine varıp tarihin tekerrürden ibâret olduğunu hatırlayıp târihe hürmet edip, kendimizi tekrar gözden geçirelim. Bu, çocuk oyuncağı değildir, çocukların oynadığı bir hâdise de değildir. Zevk ve eğlence aracı da değildir. Memlekete zarar vermenin vebâli insanların üzerinden çıkmaz, gitmez. Allah hepimizi korusun.

 

Müge Doğan: Hocam, sizin için Ken’an Rifâî Hazretleri ne ifâde ediyor?

 

Cemâlnur Sargut: Şahsen ben, Ken’an Rifâî Hazretleri gibi bir sultanı tanımak şerefine nâil olduğumdan dolayı ve şu dünyada zerrece itibârım varsa O’ndan olduğunu bildiğim için kendimi dünyanın en şanslı insanı hissediyorum. Hattâ hayatımın çok kötü devreleri de olsa, insanlar bana bir sürü eziyet ve sıkıntı da verse bunların içerisinde ben yine de bu âlemdeki en şanslı kulum. Çünkü bütün bu sıkıntılar ile mücâdele etme zevkini ve bu sıkıntıların beni Allah’a yaklaştırdığını ve bana kötülük edenlere iyilik etmem gerektiğini, onları sevmem ve onları korumam gerektiğini öğreten bir mürşidin evlâdıyım.

 

Sanki Ken’an Rifâî, öğretileri ile bizleri başımıza gelecek her türlü, en feci hâdiselere karşı zırhlamış. Ben o zırhı hissediyorum şimdi. Hocamın çektiği sıkıntıları şimdi çok daha iyi idrâk edebiliyorum. Bu yüzden de öyle bir hocam olduğu için -yani inşaallah bana öğrencim demek şerefine beni nâil eder- O’nun hakiki öğrencisi olan, şeksiz şüphesiz sadece vücudlarının değiştiği, ama varlık olarak aynı varlık olduklarına iman ettiğim Sâmiha Ayverdi’yi tanıdığım için, Allah’ıma binlerce şükrediyorum. Ayrıca Nazlı Annem ve annem gibi bunları hâl etmiş, uygulayan ve hâlleri ile bize örnek olan iki öğretmeni görmüş olduğum için de çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Gene Hayri Hoca gibi bir Kur’an dehâsını, yokluğun içinde baştan aşağıya ilim olan bir sultanı tanıdığım için ve Nermin Hoca gibi gerçek bir hoca ile Mesnevî çalıştığım için Allah’ıma şükrediyorum ve kendimi dünyanın en şanslı varlığı olarak görüyorum. Bu yüzden her şeyi Ken’an Rifâî’ye borçluyum. Daha doğrusu, öyle biri var mı bilmiyorum; aslında her şeyimi Peygamber Efendimize borçluyum.

 

Müge Doğan: Çok teşekkürler…

Sırr-ı Hâl (Şiir)

Şâh-ı Merdan gözüm oldu âlemi seyreyledi

Gördüğünü nokta dürüp kirpiğime üfledi

 

Güneşi suya gark edip semâya taş bağladı

Cümle zıdları toplayıp aklımı halkeyledi

 

Gaybı parça parça etti vücûdumu süsledi

Üfledi Hak nefesinden rûhuyla küfreyledi

 

Ona hamd ü senâ eden hizmetiyle şenlenen

Bunca dili mühürledi, arıya vahyeyledi

 

Bir günahımın içinden bin sevab ile taşıp

Âşikâr edile diye celâlle kabzeyledi

 

Arz ü semânın üstüne inceden bir tül çekip

On sekizbin âlemi de altına hapseyledi

 

On sekizin bin katına perde perde gizlenip

On dokuza teslim oldu, sırrını fâş eyledi

 

Şâh-ı Merdân mürşid oldu, isimlerden göründü

Ken’ân Kerîm’den konuşup kuluyla meşkeyledi

 

Dost

…Tasavvufun inandığı hürriyet, nefsin kin, kibir, yalan, gösteriş, menfaat, benlik gibi insanı hayvanlaştıran esâretinden kurtulması olduğuna göre, velîlerin gayesi, âdemoğlunu, cemiyetin hür adamı yapmaktır.

Zîra kendileri hürdürler. Üstelik, dünya sevgisi ile bağlı olmadıkları için, dünya ehlinden de korkuları yoktur.

Bu hikmet, irfan, îman ve aşk merkezleri, bizâtihi hâmil oldukları değerleri ücretsiz ve karşılıksız olarak etraflarına dağıta dağıta, sâkin âlemleri içinde yaşarlar. Asırlar asırları tâkip etse de, kütleye adadıkları varlıkları ile, kâh gizli, kâh âşikâr, etraflarına huzur getirmekte kıyâmete kadar devam eyleyeceklerdir.

Kendileri için doğmamış, kendileri için yaşamamış bu uluları, ne yazık ki bugün körebe şaşkınlığı içine düşmüş dünya fark etmeyecek bir gaflet içindedir. Kimbilir, daha ne kadar zaman kollayıp aramayı da düşünemeyecektir.

Halbuki yaratılış âlemi içinde tecellîleri eksiksiz olan Allah, evliyâsını eksik eder mi? Yeter ki kütle uyansın ve gene bu merkezlerin etraflarında kurtuluşunu aramak ihtiyâcını duysun. Arayıcı olan, elbette bir gün bulucu da olur.

***

İşte XX. asrı şereflendiren bir kütle fedâîsi, bir rehber Ken’an Rifâî’dir.

İlâhî irâdenin, insanoğluna bir armağan olarak göndermiş olduğu Ken’an Rifâî’yi, anlatmak isteyenin, mazgaldan ufku gözleyebildiği kadar seyreden bir nöbetçiden farkı yoktur.

Niçin mi?

Kulaçlamakla sonsuzluğuna erişilemeyecek bu ihlâs ve samîmiyet âbidesi, insan idrâkinin zorlukla kavrayacağı bir hayır ve sevgi hazînesini akılları durduracak ölçüde etrâfına saçtığı için, anlatılması ve anlaşılması güç, belki de muhaldir.

İlmine, fazlına, fazîletine, maddî- mânevî asâletine rağmen, bu iddiasız, sâde, şatafatsız büyük velî, kendisine ilticâ edenlerin, maddî-mânevî yardım bekleyenlerin ellerini boş çevirmemiş, almadan vermiş, fegâgatini, tevâzuunu, vefâsını, sabrını, merhametini, adâletini, eksiksiz bir insanlık tablosu içinde toplayarak etrâfına sunmuştur.

Öğrettiği, tâlim ve tedris ettiği iyilikleri ve güzellikleri nazarî ve katı üniformalar içinde bırakmamış, onları yaşayarak etrâfına göstermiştir.

“Hakîkatle mağlûp edilmekten üstün bir zevkim yoktur” demişse, muhâtabının doğru bulduğu fikrini derhal kabul etmekte bir an tereddüt etmemiştir.

Kezâ, “Ben yalan söylüyor muyum? Ben dedikodu ve gıybet ediyor muyum? Ben kalp kırıyor muyum? Ben kin tutuyor, kibir ediyor muyum? Eğer bunları yapıyorsam, size de bol bol izin! Amma beni hocanız bilmişseniz, bende olmayan sıfatlarda konaklamanız, üstünüzdeki mânevî hakkımı red etmek olmaz mı?” demiştir.

Evet, hiçbir söz ve nasîhat, hayâtının hesâbını bu derece cesâretle ve açık alına veren bir mürebbînin beyânı kadar tesirli olamaz.

İşte Ken’an Rifâî, söylediğini işleyen, tâlim ettiğini tatbik eden, fiilleri ile fikirlerine ihânet eylemeyen bir kahraman olduğu için, dâvâsında muvaffak olmuş ve böylece de etrâfı, sevgi, îman ve vatan aşkını aksiyon hâline getirmiş seçkin bir kadro ile dolup taşmıştır.

Bir gün “Sizin hakkınızı nasıl ödeyelim?” yollu sorulan bir suâle, tereddütsüz şu cevâbı vermiştir: “Yolumdan gelin, hepsi o kadar..”

İşte böylece de, yalnız sual sâhibine değil, bütün yakınlarına, hiç kimseden ihsan ve âtıfet beklememiş olan bir ulu kişinin prensibini açıklamış, karşılığını vermiştir.

 

(Sâmiha Ayverdi, Dost, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2007, s. 12-13)

 

Ken’an Rifâî Hazretleri Hakkında

Annem, babam, ablalarım, hepimiz Efendimin mânevî evlatları câmiasından olup ihvan halkasına dâhil olmak şerefi ve bu en büyük nasip ile ezelden lûtfa uğramışız. Bayramlarda, 3–4 yaşında iken hep hatırladığım, yeni elbiseler ve ayakkabılarla bayram namazından sonra konağa giderdik, Efendimizin elini öperken şu duâ her zaman kulaklarımda çınlamıştır. Kendileri “Allah’ın rızâsı üzerinize olsun” buyururlardı. Çocukları, şekerler çikolatalarla sevindirirlerdi. Beni de o yaşımda elimden tutar, kendi ziyâret odalarına götürürler ve eteğime bir kutu çikolatayı boşaltırlardı.

 

˜˜

Biz Fâtih’e, kendi evimize geçtikten sonra yine konağın karşısında oturan Ömer Efendi ve Şaziment Hanım’ın evine gider, ziyaret saatlerinde konağa karşı olan pencerenin önünde otururduk. Efendimiz, Sabiha Hanımefendi’nin odasına teşrif ederler, pencere önündeki koltuğa otururlardı. Pencereden bizi görünce biz çocukları daima konağa çağırır, gel işareti verirlerdi. Büyükler her zaman çağrılmazlardı. Biz çocuklar ekseriya huzurda oturur, “Söyle bakalım” buyurduklarında sualler sorardık. Bir seferinde Mansur şöyle sormuştur: “İslamiyet’te mâtem yoktur buyuruluyor. Muharrem’de niçin matem tutuyoruz?” Efendimiz ona hitâben “Bu, mâtem değil saygı, Ehl-i Beyt’e gösterilen hürmet ve bağlılık. Senin annen baban yahut çok sevdiğin bir kimse ölse, o ölüm gününde eğlenmek içinden gelir mi? İşte bu saygıyı o ölüm yıldönümlerinde gösterirsin.” buyurmuşlardı.

 

˜˜™™

Sultânım Efendim yazlığa nereye giderse bizler de orada yaz için ev kiralardık. Bir gün atlı bir araba içinde Lütfiye Vâlide ve Sâdiye Hanım ile birlikte kendileri giderlerken arabayı durdurdular ve yolda yürüyen bendenize “Atla arabaya!” dediler ve Sâdiye Hanım’a hitâben fakiri gösterip “işte ruhûmun doğurduğu evlât” buyurdular.

 

˜˜™™

O seneler hep huzûra gider, sorular sorar cevaplar alırdık. Gösterdikleri misalleri hârikulâde sever, beynimize iyice yerleştirirdik. Bir seferinde “Peygamberimizin rûhu her şeyden önce vardı, fakat zuhûru bütün peygamberlerden sonra oldu, sebebi neydi?” diye sorduk. Cevâben “Bir şeftali meyvesini elde etmek istiyorsun, önce tohumunu, çekirdeğini toprağa ekersin, filiz verir, sonra yeşerir, gövdesi olur, yaprakları, dalları olur, en sonra meyvesi meydana gelir. Bütün bu gövde, dallar, yapraklar her şey, bu meyve içindir” buyurdular.

 

˜˜™™

Bir sefer de “Kur’an, Peygamberler arasında fark yoktur” diyor. Fakat en mükemmel insanın son peygamber olduğunu söylüyor?” diye sorduk. “Güneşin doğduğu anı, Hz. Âdem farz et. Dünyaya ışınlarını ne kadar yolladığını düşün. Güneşin yavaş yavaş yükseldiğini ve ışınlarının dünyaya daha çok geldiğini düşün ve güneşin bu safhalarını diğer peygamberlere benzet. Sonra da tam öğle vakti dünyaya yolladığı ışınların nasıl dik geldiğini ve tam mânâsıyla her tarafı kuşattığını gör. İşte Hz. Muhammed. Güneş hep aynı güneş, fark yok, ama derece farkı var. Mesele bu” buyurdular.

 

˜˜™™

Eşim Doktor Faruk Bey, Efendimizin kerâmete itibar etmediklerini bilir ve akıl hârici iş görmezler diye iddia ederdi. Bir gün Ziya Beyefendi’nin arzusu üzerine Profesör Muzaffer Esat’ı konsültasyon için Faruk Bey getirdi. Faruk, kendilerinin her zamanki hekimiydi. Efendimize felç gelmişti. Bir taraf hiç hareket etmiyordu. Ve bu felç iki sene sürdü. Fakat birinci ayında iken Muzaffer Esat “Hiç hareket yok mu?” diye üst üste sorup Faruk’u iyice sıkıştırdığı esnâda Sultanım Efendim Muzaffer Bey’e “Allah için güçlük yoktur oğlum” deyip “Lâ ilâhe İllâllah Muhammeden Resûlullah” diyerek kalkmışlar, tutmayan taraflarına rağmen salonu baştan başa dolaşmışlar, tekrar eski hallerini almışlar. Muzaffer Bey hayretler içinde kalarak “Bu ne iştir, tıp buna ne der Faruk Bey?” diye sorunca Faruk “Buna tıp karışmaz, bu işe Rifâîler karışır” demiş. Bu hâdiseyi Doktor Bey bize hayretler içinde anlattı.

˜˜™™

Sultanım “Duygulu Gönüllere Hitap” isminde yazdığımız bir kitapçığın basılması için bizi Kâdirî Şeyhi eski Erzurum mebusu Salih Yeşil’e yolladı. Onların matbaası varmış. İhvandan Mesude Hanım ile birlikte gittik. Efendimin selâmını götürdük ve matbaada bu kitabın basılmasını Efendimin istediğini söyledik. İçeri girer girmez bu zat “Kızım, Efendi evlâdısın, hemen aklına ilk geleni söyle” dedi. Fakir de Bayezid Bistâmî’nin bir sözünü söyledim: “Sûrete itibar yok, nazar sîretedir” dedim. “Aferin kızım, aferin kızım” dedi. Meğerse bir bacağı trafik kazasında kesilmiş. Ben bilmiyordum; çünkü bacaklarının üstünü battaniye ile örtmüşlerdi. Bana “Efendine söyle: cismimle, onun cisminin ayaklarından; rûhumla rûhunun kanatlarından bûs ederim” dedi ve kitabın basılmasını temin etti. Efendimiz, fakire bu kitapçığı üç kere okuttular. Kendileri benim teşekkür etmem için bu zâta beni tekrar yolladılar ve şunu söylememi istediler: “Beş pençe-i Âl-i Abâ olan o elin içinden ve dışından öperim.”

˜˜™™

Bir gün Konak’ta, salondaki bir levhada yazılı olan yazıların mânâsını sordum. Salon ihvanla doluydu. Kendileri anlatmağa başladılar: “Hazreti Ahmed er-Rifâî hacca gittiklerinde Medine’ye varıp Peygamber Efendimize şöyle hitapta bulunuyor: ‘Her zaman rûhumla gelir seni tavâf ederdim. Bu kez nöbet vücûdumda, uzat mübârek elini de o eli öpmekle dudaklarım şerefyâb olsun.’” Bunun üzerine bütün hacıların gözü önünde Türbe-yi Saadet’ten el uzanıyor ve Hazreti Ahmed er-Rifâî o mübârek eli öpüyor ve sonra sonsuz tevâzu ile “Allah’ını seven bana bassın da geçsin” diyor. Fakir bunları duyunca öyle ağladım ki sanki gözlerimden seller aktı. Sultânım yerlerinden kalktılar, fakirin önüne geldiler, “Al bu mendili, o gözyaşlarını sil; çünkü Allah için dökülen gözyaşlarının kıymetini ancak biz biliriz” buyurdular. Gözyaşlarımı mendile silerek kendilerine iâde ettim.

 Meşkûre Sargut

 (Meşkûre Sargut Hanımefendi’nin anlatımından yola çıkılarak deşifre edilmiş ve yazıya geçirilmiş olan “Efendim Hayatımda” başlıklı yazıdan seçilmiştir).

 

 

Ken’an Rifâî’de Kerâmet, Mucize ve İman

“Bir şeyler yazmak ister misin?” Sevgili kardeşim Melike’nin bu suali üzerine şöyle bir içim titredi, tüm vücuduma bir hareket geldi. Lâkin “isterim isterim, amma gel gör ki bu koca sultanlar öyle kendilerini şuna buna pek anlattırmıyorlar; günlerdir derdindeyim ama olmuyor, yazamıyorum” diyemedim.

Beni tanıyanlar bilir. Öyle aklı fazla derinlere eren biri değilimdir. Mâneviyat konusunda da hasbelkader “bir pîrin eteğin tuttum, ana belû deyup gittim, nice yüzbin günah ettim, her biri bir dağa benzer” misali bir gidişatım var elhamdülillah. Bundan olsa gerek öyle ilmî, derûnî, mübârek bir yazının benden çıkası pek olmaz; çıksa da yine beni tanıyanlar bilir ki, ya biraz zorâki olmuştur ya da eteğini tuttuğum sultan alenen kerâmet göstermiştir. Gel gelelim onlar da öyle kerâmet göstermeyi pek sevmiyorlar ne yazık ki.

“Kerâmet, kerâmetsizliktir. İlim, ilimsizliktir ve bir şeyi bilmediğini bilmektir.”…”İman da insanlık da mucize ile değildir. İnsanlık, bu çokluk âlemi içinde ve dünya umûru ortasında olduğun hâlde bir nefes Allah’tan gâfil olmamaktır.” (Sohbetler, Ken’an Rifâî)

İşte imanın ve insanlığın mucize göstermek ya da bunlara tanıklık etmekle olmadığını ifade eden bu koca sultan, aynı zamanda Allah sevgililerine muhabbetin de kerâmetle ve mucize ile değil, mânevî yakınlıkla yani onların izlerinden gitmekle, yaptıklarını yapmak, yapmadıklarından ise kaçınmaya çalışmakla olacağını sohbetlerinde defaatle izah etmektedir. Kaçınmaya çalışmak diyorum zirâ kişi herkesi kendisi gibi bilirmiş ya; işte ben de kendimden biliyorum ki ancak gayret etmeye gayret edebiliyorum; sonrası için ise sadece duâcıyım.

Ken’an Rifâî Hazretleri, sohbetlerinde mucizenin iman sebebi olmadığını, imanın aynı cinsten olmakla mümkün olabileceğini, ancak idrâki belirli bir seviyenin üzerine çıkamayanlar için kerâmet ve mucizenin önemli olduğunu belirtmektedir.

“Böyle olmasaydı Resûllullah Efendimize herkesin iman etmesi gerekirdi. Ortada Ebû Cehil’ler ve Ebû Leheb’ler kalmazdı. Resûllullah’ın mübârek yüzü mucize üstüne mucize iken, ona ne eziyetler ettiler, mübârek vechine bile tükürdüler.”.….”Cins cinsine meyleyler, bu ilâhî bir kanundur;

Nadânı nadân bulur, dânâyı dânâ, dûnu dûn

Cinsine meyleyler elbet bu cihanda her kişi

 

Şu da var ki geçici olarak iki ayrı cins arasında bir yaklaşma vâki olsa da, ilk fırsatta ayrılık mukadderdir.” (Sohbetler, Ken’an Rifâî)

***

“Büyük mürşitler, eşyayı hükümleri altına alma yoluna aslâ kıymet vermezler. Çünkü onların gayesi kerâmet değil, istikâmettir.” (Sohbetler, Ken’an Rifâî)

“Kerâmet istikâmettir.” Mânevî yolculukta (seyr-i sülûkta) sabit kadem olmak, sırât-ı müstakim üzere kalarak tereddütsüz, tezatsız ve devamlı olarak hedefe yüzünü dönüp, “korkutucu yol kesicileri” fark edemeyecek kadar hedefe kilitlenmiş olmak, ondan başkasını görememek, başkasından meded umamamak, sevgilinin gerdanlığından, yakın olduğu anlarda, cebine kaçan 2-3 parça inci ve elmasın tuzağına düşmeden edebini, hem de nâmusunu koruyabilmektir, hakiki kerâmet.

“Tarikat demek, irfân-ı Muhammedî demektir. Falan pîr şöyle uçtu, falan şeyh böyle kerâmet gösterdi demek değildir. Ehlullah kerâmetten son derece kaçınırlar. Esâsen ehlullah demek, baştan ayağa kerâmet demektir. İnsanın insanlığı gayreti ile çalışması ile ölçülür kaidesince çalışmak şarttır.” (Sohbetler, Ken’an Rifâî)

Pek çok mefhumun benim için sadece harflerden ibâret olduğu yıllarda “mürid” kelimesinin anlamının “murâd edilen” olduğunu ve istikâmetin de murâd edilen şekilde hareket etmek olduğunu ve dolayısıyla da müridin “murâd edilen şekilde hareket eden, yani istikâmet eden, yani kerâmetin ta kendisi” olduğundan habersizdim. Tıpkı Ken’an Rifâî Hazretleri’ni görebildiğim o pek nâdir rüyâların birinde “Benim en muazzam eserimi görmek istiyorsan…” diyerek Hocamı işaret ettiklerinde de hem bu sırdan hem de ondaki sırdan habersiz olduğum gibi…  Vakti zamanında İmam Rabbânî’ye etrafındakiler, hiç kerâmet göstermediği için biraz serzenişte bulunmuşlar. Bunun üzerine kendisi de, “omuzumuzda bunca günahın kamburu varken, ayakta duruyor, geziyor, dolaşıyoruz ya” cevabını vermişler. Bu sözün derûnî mânâsını ehline, mahremine bırakıp da zâhirine bile bakarsak anlatılan kerâmeti görmek mümkün olabilir. Ama görene, köre ne?

“Haberiniz olsun ki, Rabbimiz Allah deyip de sonra istikâmet üzere doğru gidenler yok mu? Onların üzerine melekler iner, korkmayın, mahzun olmayın, vaadolunup durduğunuz Cennet ile neşelenin. Bizler sizin hem dünya hayatında, hem âhirette dostlarınızız. Ve size orada, mağfiret ve rahmetine nihâyet olmayan Allah’tan bir konukluk ikrâmiye olarak nefislerinizin hoşlanacağı şeyler ve her ne isterseniz o var.” (Fussilet, 30-32 )

Semerkand Dergisinde rastladığım bir yazıda bu âyet-i kerimede geçen “sonra istikâmet üzere doğru gidenler” ifâdesinin mânâsını açıklarken Hz. Ebûbekir’in “Sözlerinde müstakim oldukları gibi işlerinde de müstakim oldular” buyurduklarını okumuştum. Yani Ken’an Rifâî Hazretleri’nin de sohbetlerinde sıklıkla vurguladıkları gibi “dildeki dâvâya elde hüccet isterler.”

“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adâlet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hud, 112)

Peygamberimiz, kendisini Hud Sûresi’nin ihtiyarlattığını buyurduklarında, “Seni oradaki peygamber kıssaları mı ihtiyarlattı?” diye sorarlar. Kendileri ise “Hayır! Emrolunduğun gibi dosdoğru ol âyeti ihtiyarlattı” buyururlar.

Sözü, fazla uzatmadan, müfessirlerin bu âyet-i kerimeyi tefsirleri ile artık dinlendirelim.

 “Ey Nebî! Kur’an ahkâmı ve ahlâkı mucibince hareket ederek, bilfiil müşahhas bir istikâmet örneği olman gerekmektedir ki, böylece hakkında hiçbir şüpheye ve tereddüte yer kalmasın. Sen müşrik ve münâfıkların lâflarına bakma. Onları Allah’a havâle et. Gerek umûmî ve gerekse husûsî vazifelerinde tam emrolunduğun gibi hakkıyla istikâmette ol. Sırât-ı Müstakim’den ayrılma. Sana vahyolunan emrin ifâsı ne kadar ağır olursa olsun, o emrin tebliğ, icrâ ve tatbikinde hiçbir engelden yılma. Rabbin senin yardımcındır.”

 

K. R. Ö. – K. R. S.

Koskoca bir sultanı anlatmak bana düşmez ama dilim döndüğünce Ken’an Rifâî Hazretleri’nin benim hayatımdaki etkilerini anlatmak isterim.

 

Bir mürşide nasipli olmak, daha doğru bir deyişle ezelden bir mürşidin seni seçmesi, büyük bir lûtuftur. Âcizâne yaşadığım hayatı “Ken’an Rifâî öncesi” ve “Ken’an Rifâî sonrası” diye değerlendirirsem  yanlış olmaz. Kendileri, hayatıma anlam, içime mutluluk ve huzur, gönlüme aşk ve ilim zerketti. Belki küçücük bir damlaydı hissettiğim… O koca azgın nefsimin karşısında böyle ulu ve mütavâzı birini hissetmek beni utandırdı.

 

2008 yılına kadar kendi küçücük aklımla bir gün mutlu, beş gün depresif geçen bir hayatım vardı. Yaşamımda bir sağa bir sola koşuştururken düşüp duruyordum. Tam kalkayım ve bir adım atayım derken yerde yuvarlanıp duruyordum. Derin bir mutsuzluk içinde savrulurken, bir kâbusun içinde olup ama kâbusun içinde olduğumu bilmezken, bir gün bir el dokundu omuzuma. “Ben burdayım” dedi bir ses. “Ben hep burdaydım ama sen farkında değildin. Artık kâbus bitti. Ben buradayım, aç gözlerini.” Açtım ve karşımda karşısında ağlamaktan duramadığım, büyüklüğü karşısında başımı kaldıramadığım birini gördüm. Aslında zâhirde küçücük bir kadındı. Ama bâtında herşey oydu.  Ken’an Rifâî Hazretleri’nin vârisiydi. Ben Efendimi onda gördüm ve onda tanıdım. Benim için Cemâlnur Hoca neyse Ken’an Rifâî Hazretleri de oydu. Muazzam bir tevâzu, ilim, aşk, yumuşaklık, huzur, mutluluk, hizmet aşkı, âhireti ve dünyayı dengeli yaşayandı Hz. Ken’an.

 

Kâbusum bitip uyandığımda başka bir dünyaya gözlerimi açtım. Ahlâk-ı Muhammedî’nin  halifesi olan mürşitten göründüğünü ve elinde fener ile hep doğru yolu göstermek için kendini hizmetçi kıldığını gördüm. “Gördüm” demek çok büyük bir lâf. Ben kimim ki görebileyim… O istediği zaman gösteriyor ışığını, istediği  zaman gözünü kör ediyor nefsinle. Nefis öyle azgın bir şeytan ki, dışarda şeytan aramaya hiç gerek yok. Feneri  gören senin rûhun ama gözünü kör eden nefsin.

 

Hz. Ken’an’ın bütün büyük mürşitler gibi “ben bir hiçim” demesinin bir nedeni de bize  örnek olmak içindir. O zaten Allah’la bir ve beraberdir, fakat biz değiliz. Biz nefsimizin arzu ve isteklerinin esiriyiz. O nefsinin emiri. Mürşit, olunması gereken bir prototip gibi karşımızda durup bize nasıl insan olmamız gerektiğini ve Peygamber’in ahlâkını gösterir. Biz ona benzeme ve rengine boyanma çabasındayız. O da bize doğru yolu gösterme ve örnek olma istediğinde…  Hz. Peygamber’in söylediği gibi “Allahım, ben sadece tebliğ ettim.” O da bize tebliğ ediyor; yapıp yapmamak, uyup uymamak, yanında durup durmamak bizim sadece ezelî nasibimiz. Bu yazıyı yazarken içimde uyanan istek ve duygu şu ki; Allahım  kimseyi mürşidinden ayırma. Hepimizi bölünmelerden koru. Bizi kendi nefsimizin eline bırakma.

 

Ken’an Rifâî’nin ilmiyle tanıştıktan sonra ne değişti hayatımda derseniz, ben gene eski nefis ehli, içinde bir sürü öfke, suçluluk ve hırs barındıran biriyim aslında. Değişen şu ki,  bunların farkına varma ve düzeltme gayretindeyim. O bana bunlara takılmamayı, kendimi suçlamamayı, bir kul olduğumu ve hatâ yapabileceğimi ama aynı hatâyı tekrarlamama gayretinde olmam gerektiğini öğretti.

 

Önemli bir konu da, Ken’an Rifâî Hazretleri’nin yolundan giden vârisine, yani şu anda yaşıyan halifesine biât etmektir. Mürşitler ölmez, onlar ezelî haydır; yalnız mutlaka önümüzde ondan feneri devralmış bir mürşidin yolumuzu aydınlatmasına ihtiyacımız vardır. Âcizâne ben biraz sohbetlerden uzak kalsam hemen yoldan çıkıyor ve bu çıkmalarımın da farkında olmuyorum. Tâ ki sohbete gidince anlıyorum ki ben mânâdan uzaklaşmışım. Tekrar suru üflüyor kulağıma sohbetiyle, ilmiyle, aşkıyla… Tekrar diriliyorum. Bir kâbustan uyanır gibi sarılıyorum eteğine, beni ne olur bırakma diye yalvarıyorum. Bu gel-gitler oluyor hep. Tek dileğim, ondan bir dem ayrılmamak; bu gel-gitler arasında son nefese kadar bölünmeden Ken’an Rifâî Hazretleri’nin yolunda kalmak.

 

Allah hepimize nasip etsin.

 

Âmin.

 

Mütercim’den

“Hiçbir şey yoktur ki Allâh’ı zikretmesin. Niçin davulun, defin Allah demesini hoş görmeyelim? Kulağın varsa ne ses çıkardığını işit!” diyerek mûsıkîye özel bir önem atfeden Ken’an Rifâî Hazretleri’nin bestelenmiş ve bestelenmemiş ilâhi ve manzûmelerinden oluşan İlâhiyât- Ken’an adlı eseri hakkında Sâmiha Ayverdi şöyle diyor:

 

“İşte elinizde bulunan kitap, o büyük velî Ken’an Rifâî Hazretleri’nin kütleleri içine dâvet ettiği insanlık, İslâm, îman ve ihlâs cennetidir. Her satırında bir hikmet ve irfan çağlayan bu manzum irşadnâme, onun kendini rehber ittihaz eden kimseler için bitip tükenmez bir hazîne olarak dünyânın bağrına dikilmiş âbidevî bir feyz kal’asıdır.

 

Bu manzûmeleri çevresine bir âbide olarak hediye eden o velînin her nefesi, insanoğluna sırasında sözle, sırasında sazla, bıkıp usanmadan çağlayan gibi akmış durmuştur vesselâm…”

 

Biz de kendilerinin Cemâl’e yürüyüşlerinin 63. senesine tekabül eden bu sayımızda İlâhiyat-ı Ken’an’dan bir manzûmeyi Almanca tercümesi ile birlikte dergimize alıyoruz.

 

Allah hâl etmeyi nasip etsin…

 

 

 

İmânın Derecâtı        

 

Actılar bâb-ı cinânı eyleyin azm u şitâb

Etmede hazînleri mü’minlere dâim hitâb

 

Allah’ın lutf u selâmı sizlere olsun karîn

Sâhib-i îmân u takvâ “Fedhulûhâ hâlidîn”

 

Mü’minin îmânı taklîdî ise o bî-gümân

İttikâ eyler günahtan sâlih iş işler her ân

 

Ayna-i ef’âlde sekrân bir temâşâ-ger olur

Cenneti kulluk, tecellîsi onun esmâ olur.

 

Ger yakînî olsa îman, nefs sıfâtından çıkar

İttisâf eyler sıfat-ı Hakk’la, ef’âli atar

 

Hem tecellîsi sıfâttır, cennet-i kalbe geçer

Ayna-i âyâtta her dem safvet ü ihlâs içer

 

Olsa aynî, mü’minin îmânı, kalkar hep hicâb

Bir sıfat kalmaz ona kesretten hiç bî-irtiyâb

 

Yok televvünden eser kendinden o bî-akl u hûş

Cenneti rûhdur onun, vuslatta zâttan bâde-nûş

 

İttika etmiş o mevhûmî vücûdundan hemân

Vuslatın olmuş tecellîsiyle bî- nâm-u nişân

 

Dehşetinden o cemâlin iktidâr yok gayrete

Zevk kesilmiş, mest girmiş hayret-ender-hayrete

 

Cennet-i zâttır bulan hakka’l-yakîn îmânını

İkiliksiz eyler o Arş-ı bakâ seyrânını

 

Nûş edip vahdet safâsın aslâ etmiş ittisâl

Oldu aslıyla fakat bil, birlik aşkında visâl

 

Müttakîler sevk olunur cennete her dem emîn

Cennetin hâzinleri der “Fedhulûhâ hâlidîn”

 

Eylesin bu cennet ü takvâ vü îmânı hemen

Her dü âlemde nasîb Ken’ân’a Allah her zaman

 

 

VOM ÜBERSETZER

„Es gibt nichts, was Gott nicht gedenkt. Warum sollten wir der Stimme von Trommel und Tamburin nicht wohlwollend zuhören, die wiederum Gott sagen? Wenn du Ohren hast, höre zu, welchen Klang sie wiedergeben!“ So sprach Kenan Rifâî, der der Musik in seinem Leben eine besondere Stellung zuschrieb. Sâmiha Ayverdi äußert sich zum Werk „İlâhiyât- Ken’an“, das die komponierten und nicht komponierten Gebetshymnen und Gedichte Kenan Rifaîs beinhaltet, Folgendes:

„Dieses Buch in eurer Hand ist das Paradies von Menschlichkeit, Islam, Glauben und Aufrichtigkeit, in welches jener große Gottesfreund Ken’an Rifâî die Massen einlädt. Diese Gedichtsammlung zur Rechtsführung, aus deren jeder Zeile eine Weisheit und Wahrheit herausströmt, ist ein unerschöpflicher Schatz und eine Riesenweisheitsquelle für diejenigen, die ihn als Wegweiser angenommen haben.

Jeder Atemzug dieses Gottesfreundes, der diese Gedichte seiner Umgebung als ein monumentales Werk schenkte, floss der Menschheit mal mit dem Wort, mal mit dem Instrument, wie ein Wasserfall ununterbrochen zu.

Anlässlich des 63. Todestages von Ken‘an Rifâî präsentieren wir Ihnen in dieser Ausgabe unserer Zeitschrift ein Gedicht aus dem Werk „İlâhiyat-ı Ken’an“  im Original und in seiner deutschen Übersetzung.

Gott möge uns es wahrnehmen lassen!

 

 

Die Stufen des Glaubens

 

Sie öffneten des Paradieses Tor, beeilt euch entschlossen

Seine Wärter sprechen ständig die Gläubigen an:

 

Friede und Gnade Gottes mögen euch nah sein

O Gläubige und Fromme, um ewig zu weilen, tretet ein

 

Wenn der Glaube des Gläubigen nachahmend ist, zweifellos

Hütet er sich vor der Sünde, tut allezeit rechtschaffene Taten

 

Berauscht betrachtet er im Spiegel der Handlungen                                                                                            Das Dienersein wird sein Paradies, ihm erscheinen die Gottesnamen.

Wenn sich der Glaube festigt, löst er sich vom Nafs-Attribut los

Versieht sich mit Gottesattributen, befreit sich von den Taten

 

Ihm offenbaren sich die Gottesattribute, schreitet er ins Paradies des Herzens

Trinkt jeden Augenblick Reinheit und Aufrichtigkeit im Spiegel der Zeichen

 

Wenn er sieht, woran er glaubt, hebt sich der Schleier

Zurück bleibt ihm zweifellos kein Attribut des Vielseins

 

Keine Spur von Wankelmut und seiner Selbst, ohne Verstand

Im Paradies der Seele, trinkend in der Vereinigung von Gottesessenz Wein

 

Bewahrt vor seiner nur imaginierten Existenz

Mit der Erscheinung der Vereinigung ohne Namen und Zeichen

 

Aus Verblüffung durch jene Schönheit keine Kraft mehr zu streben

Versunken im Genuss, berauscht in Verwunderung

 

Sein Paradies ist die Gottesessenz, wenn er seinen Glauben verwirklicht hat

Er betrachtet den Ewigkeitsthron ohne Dualität

 

Trank von Frieden des Einsseins, erreichte den Ursprung

Wisse, dies erfolgte durch die Liebe der Einheit

 

Gewiss werden die Geschützten jeden Augenblick ins Paradies geführt

Des Paradieses Wärter sagen „tretet ein, um ewig zu weilen“

 

Möge Gott dieses Paradies, diese Bewahrung und dieser Glaube einzig

Jeder Zeit Kenan in beiden Welten zuteilwerden lassen.