Uykudan Uyanınca
“Uyku ölümün kardeşidir… Bizim şimdi bilmemiz lazım gelen, bir insan olduğumuz ve ona göre yaşamamız gerektiğidir.”
Bu sözü bir kaç hafta evvel bir sabah namazı sonrasında Kenan Rifâî Hazretleri’nin Sohbetler kitabında okudum.
Uzun zamandır tasavvufun hayatımdaki etkisini ve kendi yolculuğumda boyut kazanmak için atmam gereken adımları düşünüyorum. Zira, senelerdir ruhânî bir hayatın içinde olmama rağmen var oluş amacımı keşfetmemiş olduğuma inanıyorum.
Hepimizin sınavı birbirinden (günden güne ve büyük resimde de) farklı, ama ‘acı çekmek’ ve ‘büyüme’ noktalarında ortak.
Sınavım gereği ben şahsen senelerdir sabır, tevekkül ve rıza bahçelerinde fazlasıyla zaman harcıyorum. Oysaki teslimiyet ve kurbiyet bahçeleri yeni yeni önüme açılıyor. Ya da ben o bahçeleri yeni görebiliyorum. Görüş mesafesinin açılması ile uzun zamandır bu kavramları ne kadar önyargı ile algıladığımı da fark etme imkanına eriştim. Geniş açıdan bakınca yargımın o kadar yersiz bir değerlendirme olmadığını da gördüm, âcizâne.
Birçoğumuz ‘teslimiyet’ kavramını sadece mürşidin sözüne bağlı olmak olarak anlıyoruz ve yaşıyoruz, meselâ. Ben bu denklemi kendi adıma hep eksik bulduğumdan, sayısız öğretmenim olmasına rağmen, kavramın kendisine çoğunlukla şüphe ile yaklaştım. Yine geçen gün, çok sevdiğim bir ihvan kardeşim bana ‘kurbiyet’ kavramı bağlamında “neden bir hocamızın sürekli yanında olmaya çalışmadığımı” sordu. Benzer bir şekilde bütün öğretmenlerime cânı gönülden bağlı olmak ile beraber, kurbiyeti bir insana, bir veliye, mürşite yakınlıktan çok, Allah’a yakınlık olarak değerlendirdiğimi bir kere daha hissettim ve bu kavrama da niye mesafeli olduğumu anladım.
Bizler ‘insan’ olarak insanî vasıflarımızdan dolayı kavramlara dolu dolu anlamlar yüklüyoruz. Birçok kelimeyi, değeri de, kendimize en uygun geldiği şekilde algılıyoruz. Bu genellemeye ben de dahilim. İşin komik tarafı bir şeylere anlam yüklediğimiz yetmiyormuş gibi, bir de yüklediğimiz anlamların (o anlamları derinliğini içselleştirmemiş kişiler tarafından) yaşanışına bakıp, oradan da kendimize yepyeni bir algı/ öğreti yaratıyoruz. Halbuki kavramlar özünde çok basit ve net… Ve kavramların gerçek anlamlarını yaşayarak örnekleyen için mürşitler var…
Okuduklarımdan, hocalarımdan feyz alarak ve kendi algılarımı yenmeye çalışarak, teslimiyetin en güzel şeklinin, anda kalabilmek olduğuna inandım ben âcizâne. Düşüncelerimizi, nefesimizi, algımızı ve davranışlarımızı şu ânın içinde tutabilmenin şeffaflığını ve tazeliğini yaşayarak deneyimledim. Bizi çevreleyen bütün yaratılış ile fiziksel duygulardan ayrılarak, mânevî bir bağ kurabilmenin insanın kendisini bir yerlere ‘ait’ hissedebilmesi için ne kadar etkili olabileceğini birebir deneyimledim. Bu inanç ile beyinsel savaşı durdurmanın peşindeyim şu ara…
Kurbiyetin de en güzel şeklinin, hayat sınavlarının içinde kişinin bireysel özüne karşı dürüst kalabilmesi olduğuna inandım. İçinde yaratıcı gücü her dâim hissederek, dengede yaşayabilmesi…
Ve birkaç büyük hocanın kitaplarında okudum ki, kurbiyetin başlangıcı vücuda karşı dürüst olmaktan geçiyormuş. “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur” sözü sanırım gerçekten doğru. Bu öğreti ile de vücuduma ‘kötü’ gelen şeylerden arınmaya çalışıyorum. Örneğin kahveyi azaltmak, örneğin vücuda asit oranı yüksek şeyleri sokmamak, doğru oturmak, düzenli spor yapmak, vs.
Bu sebepten de yazıma Rifai Hazretleri’nin sözü ile başladım. Ben bütün kalbim ile iman ettim ki bizim bilmemiz gereken belki de tek şey, insan olduğumuz ve sahipsiz olmadığımız. Kendi aczimiz ve ihtiyacımız karşısında, sonsuz verici bir enerjinin olduğunu idrak edebilmemiz ve bunun bilinci ile kendi yolumuza odaklanmamız. Belki de bundan gayrisi koca bir hikâye…