Yazılar

HİZMETLE YANAN ÇERAĞ

 

İnsan ya başkalarının kusurlarıyla ya da kendi süsü püsü ile uğraşmaya meyillidir. Gözünü dışarıya dikip kendi kusurlarını görmemek için elinden geleni yapar. Birçoğumuz bu halde iken, Kars’ın mânevî sultanlarından olan Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri (v. 1033) de vaktini ve enerjisini halka hizmet ile geçirmiş bir âriftir. Bütün büyük üstadlar gibi Hz. Harakānî’nin örnek hayatı, sözleri ve mânevî tasarrufu bugünümüze ışık tutup bize yol göstermektedir.

Feridüddin Attar’ın eserinde onun hayatını ve yaşayışını özetleyen bir sözü şöyledir: “Âlim sabah kalkar ilmini arttırmak için çabalar; zâhid de zühdünü arttırmak ister; Ebu’l-Hasan ise bir kardeşin gönlüne yücelik ulaştırma derdindedir.” Bu söz bize ârifin hayatını da özetler niteliktedir. Böylece âlim, zâhid ve ârif arasındaki fark da ortaya çıkmaktadır. Buna göre, âlim daha çok ilmi ile, zâhid ise daha çok ibâdet ile uğraşır. İkisi de aslında kendi nefsini düşünmektedir. Âlim daha çok bilince Allah’a yaklaşacağını umar, zâhid ise daha çok ibâdet ile Allah’ı bulacağını zanneder. Oysa Hz. Harakānî, Allah’ı bulma ve O’na kavuşma yolunun halka hizmet olduğunu söyler. Tabiî ki ilmi ve ibâdeti küçümsemez; her ikisi de gereklidir. Fakat Harakānî’nin önceliği halka yardım etmek ve bu vesile ile kendi nefsinden önce başkasını düşünmektir.

Menkıbelerinden ve hakkında yazılanlardan öğrendiğimiz kadarıyla Harakānî her şeye hizmet etmiştir. Onun için ırk veya din önemli değildir. Harakānî’nin sadece insanlara değil, yaradılmış her şeye hudutsuz bir hizmet aşkı vardır. Bunu şu söz ile ifade etmektedir: “Her kim bu dergâha gelirse ekmeğini verin ve dinini ve inancını sormayın; zirâ Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya lâyık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye de lâyıktır.” Ebu’l-Hasan bu yüce gönlü ile halka hizmet etmiş, böylece Hakk’a erişmiş ve O’nda yok olmuştur. Kısacası bu husus tasavvufun öğretilerinden biri olan Hakk’a hizmetin halka hizmet olduğu hususuna işaret etmektedir.

Bin yıl önce Anadolu’yu mayalayan Ebu’l-Hasan Harakānî bugün de bize o gün yaktığı çerağ ile seslenir ve Allah’a ulaşmak için hizmetin önemini hatırlatır. Kendi nefsimizle uğraşıp kibrimizi veya aşağılık kompleksimizi parlatıp cilâlamak yerine, kendimizden önce başkasını düşünüp ruhumuzu parlatıp cilâlamamızı söyler.

Hepimizin Hikâyesi

Bir varmış bir yokmuş… Ezel âleminden bir isim bir cisim giyip bu âleme gelmiş. Gelmiş de daha ilk andan itibaren arzularının ve isteklerinin esiri olmuş. Yemek yemek, oynamak istemiş, canı o an ne istiyorsa ağlayarak ve bağırarak arzularının gerçekleşmesi için uğraşmış. Gel zaman git zaman, bu cisim büyümüş, arzuları hiç bitmemiş, hep istemiş, aldıkça kendini özgür sanmış. Kaybettikçe kendini esir addetmiş. İşte bu hikâye aslında dünyanın hikayesi imiş. Bu hikâyenin bazı karakterleri şanslı imiş. Bu şanslılar, bu dünyada kaybolmuş olduğunu, maksadını unuttuğunu hatırlatacak olan bir bilge ile karşılaşanlarmış.

Bilge, tıpkı bir rehber gibi kaybolmuşlara yol gösterirmiş. Bilge, yol gösterir ve bu yolun inceliklerini anlatırmış. Kaybolmuşların asıl maksadı, önündeki yolları en kısa yoldan geçip geldiği yere gitmekmiş.  Bilge dermiş ki, “Bu âlemde mutlu ve huzurlu mu olmak istiyorsun? O zaman hâdiselerden memnun olma sanatına eriş ve hizmet et.”

Sadece iki şey mi? Başına gelenden memnun ol, kabullen ve hizmet et! Aslında çok kolay gibi görünen bu iki şey, uygulamaya çalıştıkça pek de kolay değil sanki.  

Bilge, “Bazen hizmet birine gülümsemektir. Öyle ya, Peygamberimiz gülümsemek sadakadır der.” demişti.

Bilge ile karşılaşan bazıları bu sözü kāle almamış, bazıları biraz uygulamış ve bir işe yarayıp yaramadığını göremeden çekip gitmiş, kimileri kendinde bir fark görünce “ben oldum” deyip kendi yoluna gitmiş. Son kalanlar da, öğrettiklerini tam uygulayamasa bile onun gösterdiği yoldan gayret ile gitmiş. Nice vadiler geçmiş, nice dağlar aşmışlar… Yolun sonunda maksat hâsıl olmuş, geldikleri yere sağ sâlim kavuşmuşlar. Ama bu sırra ancak onunla sonuna kadar gidenler erişmiş.

Bu kıssadan bize düşen hisse, hâlinden memnun ol, kabullen, affet. Affetmenin en güzel yolu başkaları için bir şey yapmakmış. Henüz yapamıyorsan bile vıdıvıdı yapma, gayret et, bilgeyi dinle, çünkü o, bu yolu kimbilir kaç kere aştı ve kaç cismi hakikatine kavuşturdu.  

Seçim

İnsanoğlunun hayatını icrâ etmede belli odak noktaları, belli mercekleri var. Görmek istediğini görmek istediği gibi görürken her şeyi değiştirdiğinin farkında olmaksa her zaman o kadar kolay olamayabiliyor. Hâlbuki insan, inandığını yaşıyor.

 

Yüzümüzün gülmesiyle değiştirebileceklerimiz:

1) Kendimiz.

 

Hepimiz hayatımızı en yüksek seviyede mutlu olabileceğimiz şekilde düzenlemeyi mi istiyoruz? Yoksa bazılarımız, bazen mutsuzluktan, sorundan, karmaşadan beslenmeyi mi tercih ediyoruz?

Mutluluk odaklı ve mutsuzluk odaklı hayata dair bazı gözlemlerim oldu. Gördüğüm örnekler içinde öyleleri vardı ki beni hayrete düşürdü ve içimi yazma iştiyâkıyla doldurdu. Neredeyse tüm istekleri gerçekleştiği hâlde mutluluğu hissetmekten uzak duran, ne olursa olsun mutlu olmayan insanlarla beraberdim. Bu insanların tutumları sebebiyle, o güzel atmosferin içinde büyük hayal kırıklıklarına düçâr olan insanlarla da beraberdim. İki taraf için de bir şeyler yapmaya çalıştım, iki tarafın canının yanışını da paylaştım, onlarla beraber benim de canım yandı. Mutluluğu kovalarken, can havliyle topa şiddetle vuran oyuncunun topu sahadan dışarı atışına benzer şekilde ben de güzel tekmeler savurdum. Sonra gördüm ki, mutluluk kovalanacak bir şey değildi. Anlatılarak aktarılabilecek bir şey de değildi. Sadece arzu edilebilecek ve de tercih edilebilecek bir parçamızdı. O da diğerleri gibi bizden ayrı değildi.

Tekrar örnek vak’ama döndüm. Görünüşe göre belli bir konuda hedeflenen/tasavvur edilen her şey ve belki de fazlası gerçekleşmişti. Esâsında onların mutluluğu bu şeylerin olmasına bağlı gibiydi, hep istedikleri, hep konuştukları bunlardan ibaretti. Ancak şu hâl içerisinde her şey önlerinde hazırken, onlar neden mutlu değildiler?

Kendi mutluluklarını önemsemedikleri gibi, diğerlerinin mutlu veya mutsuz olmasıyla ilgili bir fikirleri de yoktu. Oysa iyilik yapmak veya bir şekilde yardıma koşmak onların her zaman yaptığı şeylerdi. Ama kendilerine değil… Yüzleri gülmüyordu.

Yüz gülmeden, şükür oluyor muydu? Şükür olmadan, yüz gülüyor muydu?

Benim bu durumdan çıkardığım sonuç ise şu oldu: Tövbe için niyet ederken, yüzümüzün gülmediği her an için tövbe edebilmeyi dilemek gerekiyordu. Sadece tebessüm edebilmek için dudaklarımızı kıvrılmaya zorlamak değil; içimizle ve dışımızla samimi şekilde gülümseyebilmek yapabileceğimiz en iyi, en doğru seçimdi.

Başarı buydu, gol buydu, şampiyon ‘Tebessümspor’du!

Editörden (Mart 2017)

Merhabalar,

Baharın doludizgin geldiği bu günlerde siz dostlarımızla yeniden beraberiz çok şükür. Her Nefes’in bu ayki konusuna geçmeden önce sizlerle Her Nefes’teki bazı değişiklikleri paylaşmayı diliyorum. Yaşadığımız dönem son derece süratle dijital dünyaya doğru değişti-değişiyor. Artık birçoğumuz için dijital haberleşme, bilgilenme daha popüler hale geldi-geliyor. Bizler de Nefes Yayınevi çatısı altında PDF formatında yayınladığımız dergimizi daha interaktif bir forma, blog formuna çevirme kararı aldık. Zaten 2013 yılından bugüne kadar çıkan sayılarımızdaki yazıları blog formatında da yayınlıyorduk, şimdi blogu asıl formatımız haline getirdik. İnşallah gün geçtikçe bu formatımızı da da istekleriniz ve önerileriniz doğrusunda geliştirerek daha donanımlı ve güzel kılacağız. Böylece yazarlarımıza, yazılarına doğrudan beğenilerinizi ve önerileriniz iletebileceksiniz. Bir anlamda daha yüzyüze olacağız diyebiliriz. Beğenirsiniz inşallah diyerek Mart konumuza geçelim.

Efendim, konumuz “İstidat”. İstidat kelimesi, aslında a’yân-ı sâbite demekmiş. Bunun dışında istidat kelimesi güzel Türkçemizde, yetenek, kabiliyet, fıtrat, yatkınlık, kapasite ve hakkını verme gibi pek çok anlamda kullanılıyor. Arapça kökenli bir kelime ama dilimize yerleşmiş ve yukarıda belirtildiği gibi pek çok farklı anlamda kullanılabiliyor. Biz yazılarımızda nasıl kullandık? Yazar ekibimiz ile toplandık. Önce bu kelimeyi öğrendik, çalıştık ve kendimizce bizi, hayatımızı etkileyen anlamları ile gönlümüzden gelen, kalemimizden dökülenleri bir hizaya getirdik ve sizlere kendimizce, bu kelimenin ve anlamlarının hayatımızdaki yerini istidâdımız ölçüsünde anlatmaya çalıştık.

İnşallah sizler de bizim kadar bu kelimeden etkilenir ve kendi gönlünüzde yeşeren mânâ çiçeklerini derlersiniz. Elbette kusurları bizlere, güzellikleri yaratılmış her şeyin rabbine ait olmak üzere Mart 2017 sayımıza hoş geldiniz, safâ getirdiniz.

Sohbetler (Mart 2017)

–  Cenâb-ı Hakk’ın iki âşıktan birine zâtıyla, diğerine ise sıfatiyle tecellî etmesinin sebebi nedir?
–  “Tecellî, herkesin istidat ve kabiliyetine, yâni kabına göredir. Bu kaplardan meselâ bir fincanın, bir bardağın üstünden deryayı da geçirsen, istiabı kadar alır ve dolunca da, hal diliyle ‘doldum’ diyerek geri kalan akıp gider. Kezâ bir kazan, bir havuz ve ilh… için de aynı kânun hâkimdir. Tâ deryaya varıncaya kadar…
Gerçi her kabın dolunca, doldum, demesi tabiîdir. Fakat bir fincanın bir kazana nisbetle doldum diyip övünmesi ne kadar gülünçtür.
İşte, bu alış ve istidat sebebiyle, herkese kabiliyetine göre tecellî vâki’ olur. Fakat azamet-i ilâhiyyeye nihayet yoktur. Öyle olmamış olsa, Hazret-i Resûl-i Ekrem ‘Yâ Rabbî senin marifetini hakkıyle bilemedik’ buyurur muydu?”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 17)

********


Her ihtiyâcın üstünde olan aşk ihtiyâcına neden herkes aynı ölçüde arzulu ve istekli olmuyor?
— “İlâhî saltanatın zuhuru zıtlar iledir de onun için. Her ihtiyaç da istidat ve kabiliyete göredir. Meselâ İstanbul vilâyetini aşk farzedelim. Bu vilâyetin valisinden en küçük memuruna kadar her kademede birçok hizmet erbabı mevcut. Defterdarı, muhasebecisi, husûsî kalem müdürü olduğu gibi, belediye memuru, polisi, jandarması hattâ süprüntücüsü de var. Kendilerine göre birer mevkie ve isme sahip olan bütün bu kadro, hep aynı vilâyetin lüzumlu elemanları. Fakat bunların hepsi birden, valinin muavini olmak isteseler, bütün kalabalığın vilâyet merkezinde toplanması ve aynı işi yapması lâzım geleceğinden, teşkilât ve nizam derhal alt üst olmaz mı?
Halbuki bunların hepsi de aynı vilâyetin yukarı veya aşağı kademeden vazifelileri, memurları. Yâni o merkez etrafında hisselerine ve liyâkatlarına düşen tecellîye sahip âşıklar… fakat o merkezin, kendi ihata ve kudretine göre uhdesine vermiş olduğu derecede kalmaya mecbur. Tâ ki çark dönsün, nizam bozulmasın.
Bunun gibi herkes de ilâhî mâşûka nedîm olmayı istese dünyâdan maksut hâsıl olmaz ve Hakk’ın saltanatı zuhura gelmezdi.”

Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 36

 

************

 

– Mesnevî-i Şerif’de de dişleri çıkmamış bir çocuğa ekmek yahut et yedirebilir misin? Ama dişleri çıkınca o bunları kendiliğinden ister, buyuruluyor.
– “‘Öyle ya… bir süt çocuğuna vakitsiz elemek vermek hazımsızlığına belki de ölümüne bile sebebiyet verir. Yâni, bir kimseye, kaldıramayacağı sözleri söylersen îmânını kaybetmek tehlikesine düşer. İşte bunun için Resûlullah Efendimiz ‘Halka, akıllarının yettiği dereceden söyleyiniz, kendi aklınızın yettiği mertebeden değil…’ buyuruyor. Çünkü herkes aynı istidat ve kabiliyeti hâiz değildir.”

Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 84

Editörden (Şubat 2017)

Merhaba Dostlar,

Her nefes gönlümüzden kalemimize dökülen ve kâğıtlara saçılan kelâmlarımızı paylaştığımız kıymetli dostlarımız!

“Şükür” konulu Şubat 2017 sayımıza hoş geldiniz.

Bu sayı bizim için çok özel bir sayı oldu. Nedenini siz dostlarımızla da paylaşmak istiyorum. Biz Her Nefes yazarları olarak oldukça uzun zamandır birarada bulunan ve iyi dostlardan oluşan bir ekibiz. “Şükür” sayısı hakkında konuşmak için biraraya geldiğimizde konu gereği, ne kadar çok şükredecek sebebimiz olduğunu ve bizim bunlara ne kadar az şükrettiğimizi konuştuk. İşte tam da bu noktada yıllardır süren dostluklarımızı, ailelerimizi, sahip olduklarımızı, kıymetini bildiklerimizi ve kıymet bilmekte zâfiyete düştüğümüz zamanları hatırladık. Anılarımızı, hallerimizi ve birlikte geçirdiğimiz zamanlarımızı düşündük, konuştuk ve paylaştık. Bu fikir alışverişi bizi bizle yüzleştirdi. Velhasıl bu sayı bizler için de etkileyici bir sayı oldu.

Sayımızda neler var derseniz, neler yok ki diye cevap verebiliriz. Öncelikle hâlimize şükür var. Sonrasında sahip olduklarımıza, olamadıklarımıza, öğrendiklerimize, öğretenlere, daha doğrusu öğretenlerin ve öğrenilenlerin en mükemmeli olan Rabbimize, peygamberimiz Ahmed Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) ve dinimize şükretmek var. Özetle, bizler gibi eksik ve yetersiz olsa da her şeyden biraz var.

Elbette konusu şükür olan bu sayımızı hazırlarken hatamız, eksiğimiz ve kusurumuz olmuştur. Siz kıymetli okuyucularımızın hoşgörüsüne sığınıyoruz ve sürç-ü lisan ettiysek affola diyoruz. Bir sayımıza daha kavuşmanın şükrü ile Şubat sayımıza safâlar getirdiniz.

Sohbetler (Şubat 2017)

Şükrün mânâsından söz açılması üzerine:

– “Yalnız dil ile şükreylemek, tam şükür demek değildir. Şükür, çalışmaktır. Hakk’n hoşlandığı her yerde ibretle Allah’ın azametini seyreylemektir. Şükür ailesinin hizmetinde bulunmaktır. Kulağınla, fena ve harama müteallik bir şey dinlememek; elinle, Allah’ın rızâsının hâricinde bir şey tutmamak; ayağınla, yine o rızânın olmadığı bir yere teveccüh etmemek; hâsılı bütün varlığını Hakk’ın rızâsında kullanmak şükretmek demektir.

Meselâ bir sarhoş gördün. Sarhoş, rezil… Bak şu adamın hâline… Başı da hiç secdeye gelmiyor… deme. Yâni ayıplama! Yâ Rabbî, şu kuluna hidâyet et, beni de bu halden muhafaza et… Bilirim, istersen bir anda beni onun hâline, onu da benim hâlime koyarsın. Yâ Rabbî sana sığınıyorum. Koru beni, buna da hidâyetini ihsan et! diye Allah’a yalvar.

Böyle yapmaz da o kimseyi ayıplarsan, hem onu gıybet etmiş hem de kendini beğenerek şeytanlık sıfatını giymiş olursun. Hulâsa şükür, benliğe düşmemek, yâni kendini beğenmemek, Allah’tan gelen lütuf ve kahrı hoş görmek, Allah’ın verdiği sefayı da cefâyı da tatlı karşılamaktır.”

(Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2011, s. 398)

******

Hazret-i Davut öyle demiş: Yâ Rabbî ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü şükür de senden bir nimettir. O nimete de ayrı şükür lâzımdır. Bunun üzerine buyurulmuş ki: Yâ Davut, şükre iktidarın olmadığını, aczin bulunduğunu bilmek asıl şükürdür.

Şükür üç türlü olur. Biri kalp şükrü ki, kalbin, nimetin nimeti vericiden olduğunu bilmesidir. Yâni maddî olsun, manevî olsun, nimetlerin Allah’tan olduğunu bilmek kalp şükrüdür.

Biri de lisan şükrüdür ki, nimeti vereni lisanla medhetmektir.
Üçüncüsü ise âzâ ile şükürdür ki, bu da Allah’a itaat ve ibâdet etmektir. Fakat bu şükürlerden asıl olan, kalp şükrüdür.

Şükür üç kısım olduğu gibi, aynı zamanda üç derecedir. Birinci derece, senin için makbul olan, hoşuna giden şeylere şükretmektir. Bu şükürde avam da havas da dâhildir. Meselâ evlât sahibi olmak, işi ilerlemek, maaşı artmak gibi, hoşlanılan hâdiselere şükretmektir.

İkincisi, sevdiğin ve sevmediğin şeyleri bir tutarak, Hak’tan her ne gelirse ona razı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı değildir.

Üçüncüsü ise, nimeti veren Allah Zülcelâl’de o kadar müstağrak olmak ki, nimeti görmeye bile vakti olmamaktır, ki şükrün asıl mânâsı budur. İşte, bu şükür sahibinin önünde bende ol, yok ol.”

(Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2011, s. 315)

Dede Efendi’yi Anlamak

Seneler önce ney dersleri alıyordum. Her hafta Cuma akşamları yaklaşık on kişilik bir grup halinde hocamız Salih Bilgin’le ders yapıyor, derslerin sonunda da sohbet ediyorduk. Bu derslerden birinde kulağımızın musikiye alışması için kimleri dinlememizi tavsiye edeceğini sorduk hocamıza. Türlü isimlerden bahsederken bir arkadaşımız “Dede Efendi’yi de dinleyelim mi?” diye sordu. Salih Hoca herkesi şaşırtan bir cevap verdi: “Hayır, dinlemeyin”. İlk önce bu cevabı duyduğumuza emin olamadık. Soruyu tekrar soracaktık ki hocamız devam etti: “Sizin kulağınız Dede Efendi’nin müziğini dinlemeye henüz hazır değil. Daha çok çalışmanız, müzik kulağınızı geliştirmeniz gerek. Ancak o zaman üstâdı dinleyebilirsiniz. Erkenden dinlemeye kalkarsanız o müziği anlayamaz ve ona layık olduğu takdiri gösteremezsiniz. Belki Dede Efendi’den soğursunuz bile”.

Evet, bazı şeylerin kıymetini anlayabilmek için idrakımızın belli bir seviyede olması gerekiyor. Fakat kıymet biçmek deyince aklımıza hep değeri âşikar şeyler gelir. Oysa hergün gözümüzün önünde olan ve değerini idrak edemediğimiz o kadar güzellik var ki…

Selamsız’da, Kâtibim Azîz Bey Sokak’ta Muhsin Baba Cumartesi akşamları sohbet yapardı. Bu sohbette daim olanlar arasında Mehmet Amca da vardı. Her Cumartesi gelir, sohbeti dikkatlice dinler, çok gerekmedikçe de konuşmazdı. Sohbeti dinlerken gözümün hep ellerine takıldığını hatırlıyorum. Yıllarca demirci ustası olarak çalışmış Mehmet Amca’nın elleri hayatını özetler gibiydi. Çok çalışmış, yorulmuş, hırpalanmış ama hala dinç ve güçlü. Yine bu Cumartesi akşamlarından birinde, konunun nereden açıldığını hatırlamıyorum ama bu yaşlı demirci ustası konuşmaya başladı. Bir önceki gün, torunları onu Salacak’ta, boğaz kenarında bir çay bahçesine götürmüşler. Mehmet Amca önce denize, sonra gökyüzüne ve etrafına hayret içinde bakmaya başlayınca torunları ne düşündüğünü sormuşlar. Mehmet Amca “Ne muazzam bir yerdeyiz! Şu deniz ne hârikulâde, martılar ne kadar muhteşem!” demiş. Bunu duyan torunları, “Dedeciğim ne şanslısın; böyle küçücük şeylerle mutlu olabiliyorsun. Seni mutlu etmek ne kolay!” demişler. Dürüst olmak gerekirse hikâyenin buraya kadar olan kısmını duyunca ben de torunları gibi düşünmüştüm. Mehmet Amca’yı mutlu etmek ne kadar da kolaydı. O ise anlatmaya devam etti: “Bu deniz sizin için küçük bir şey mi? Bu gökyüzü sizin için küçük bir şey mi? Tüm bunlara bakıp hâlâ bunların küçük şeyler olduğunu nasıl düşünebiliyorsunuz? Sizin için büyük şeyler nedir, ben de onu merak ediyorum.” Hakîkaten de daha büyük, daha muazzam ne olabilirdi?

Çok uzağa gitmeden, hemen sokağımızda dahi görebileceğimiz kediler, karıncalar, bahçede biten otlar, kendi kendine senelerce ayakta kalan ağaçlar, mevsim mevsim değişen bitkiler, çiçekler… Her birinin güzelliğini layıkıyla takdir edebilmek için belki bir ömür boyu seyretmek yetmez. Biz ise kendi aklımızca neyimizin eksik olduğunu, nerede kusur olduğunu bulmakta mâhir olmuşuz. Bu muazzam şeylerin güzelliğini idrâk edenlere de “küçük şeylerle mutlu olanlar” diyoruz. Oysa Cenâb-ı Allah “Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir düzensizlik görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin halde sana dönecektir” (Mülk 3, 4) diyor.

Dede Efendi’nin musıkîsi her tarafımızı sarmış, yüksek sesle çalıyor. Fakat o musıkînin hakkını verecek kulağımız var mı? Yoksa anlamadığı için onu beğenmeyenlerden miyiz?

Şükrân-ı Nimet

Hep böyle miydi yoksa yeni dünyanın bir hastalığı mı bilmiyorum ama gerçekliği tartışılmaz bir durum var; insanın herhangi bir şeyden şikâyet ederek özgüvenini yükseltmeye çalışması… Sanıyorum bu yolla kusursuz şekilde muhakeme etme kabiliyetimizin olduğuna, bir fikre ve daha iyiyi düşünebilen bir akla sahip olduğumuza inanıyoruz. Bu yolu denemenin özgüvenin sağlamlaştırılmasına belki de bir katkısı vardır ama işin diğer tarafında, insanda şikâyetin artması şükretmenin azalmasına sebep oluyor. Şükür denilen pozitif halin vücutta işgal ettiği yer azalıp şikâyet hali hâkim olunca da hayattan ve bulunduğumuz ortamdan tat alma, zevk alma konusunda bazı sıkıntıların yaşanması kaçınılmaz.

Şikâyet etmek en fazla iş hayatında gözlemlediğim bir durumdur. Kendim de dâhil, çalışanı memnun etmek neredeyse imkânsız. Çalışma hayatı tüm hayatımız boyunca en fazla vakit ayırdığımız yer olduğu için, sahip olduğumuzdan daha fazlasını hak ettiğimiz inancıyla, neye sahip olursak olalım hep bir sonraki şeye göz dikiyoruz. Mevcut durumla yetinememeye ve bunu bir alışkanlık haline getirmeye başladığımız zaman, şükretme kabiliyeti kayboluyor. Sadece Allah’a şükretmek anlamında değil insana teşekkür etmek anlamında da durum bu şekilde. Çünkü iş hayatında teşekkür etme alışkanlığı ne yazık ki çok düşük. Daha doğrusu benim gözlemim bu yönde diyebilirim.

Herhangi bir topluluk içinde birlik olmanın ve bir arada bulunmanın son derece önemli olduğunu bütün disiplinler kabul eder. Birlik olmanın önemli faydalarından birisi, topluluk üyelerinin, topluluğun değer yargılarından ve varoluş kodlarından uzaklaşmadan varlığını sürdürmesidir. Neden bu kadar az teşekkür ettiğimizi, şükrettiğimizi sorgularken, bunun sebeplerini geleneksel birlik ruhunun bozulmasında ve varoluş kodlarımızdan uzak kalmamızda da arayabiliriz. Zira medeniyetimizin temel taşlarını oluşturan büyük İslam âlimleri, mutasavvıfları yüzyıllar boyunca şükrün, teşekkürün önemini usanmadan bize anlatmışlar, yazmışlar. Örneğin son dönem Osmanlı mutasavvıflarından Ken’anRifâî, şükretmek ve iyilik etmek arasındaki bağlantıyı şöyle kuruyor; “İşte iyilik nâmı verilen bu hareketler, fiiller için biz, bir karşılık beklememeliyiz; kıymet bilsin, kadir bilsin diye bir düşüncede bulunmamalıyız. Esasen bizim başkalarına yaptığımız iyilikler, şükran-ı nimettir.” Bu bakış açısıyla, Hakk’ın bize sunduğu nimetlerin şükrü olarak başkalarına iyilik yapmak ve hiçbir karşılık beklememek bizim medeniyetimize göre bir vazifedir.  Daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz, eğer yaptığımız bir iyilikten bir karşılık beklersek, vazifeyi kötüye kullanmış oluruz. Zira yine Ken’ânRifâî buyurmuş ki; “Yapılan bir iyiliğe karşılık beklemek, iyiliğin hakikatini ihlâl eder.”

İş hayatındaki “teşekkürsüzlük” durumunun yanı sıra sıkça karşılaştığım başka bir durum daha var; başkalarının hatasını bulma ve bunu ilân etme. Bu alışkanlık çalışma hayatında ne yazık ki takdir gören bir duruma dönüşebiliyor. Zira hata yakalayan çalışanın, dikkatli ve disiplinli olduğu kabul edilebiliyor. Yani kadim bilgelikten çok uzak değer yargılarına sahip olan kapitalist sistem bu durumu teşvik edebiliyor.

X. yüzyılda yaşamış olan büyük İslam mutasavvıfı Kuşeyrî şöyle demiş:“Gözlerin şükrü, arkadaşında gördüğün kusuru örtmek, kulakların şükrü, arkadaşın hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretinde olur.”Bu durumda insan gözünü, kulağını, tüm azalarını başkalarının aleyhinde kullanmadığı zaman, onları yerinde kullanmış oluyor. Her şeyi yerine uygun bir konum içine sokmak da Hakk’a bir şükür ifadesi haline geliyor. Tabi iş dünyasında bırakalım hatalar alsın başını yürüsün gibi bir anlayış içine giremeyiz, hiçbir sosyal ortamda bu anlayışı benimseyemeyiz. Fakat sistemin düzelmesi, kötünün iyi hale geçebilmesi için yapılan gayretle, egonun besin kaynaklarından biri olan kusur görme alışkanlığını birbirine karıştırmamak gerekiyor.

Hepimizin malumu, Hz. Peygamber (sav) buyuruyor ki; “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez”. Sebeplerin önemini, X. yüzyılda yaşamış olan İslam mutasavvıfı Ebu Talib El-Mekkî’nin şu sözü son derece güzel açıklıyor:“Sebepler Hakkın hükümleri ve O’nun hikmetlerinin vasıtalarıdır.” El-Mekkî burada şuna vurgu yapıyor, nasıl ki hüküm noktadır ve bir değişmezliği ifade eder, bir şeyin var kılınmasını sağlayan sebepler de, o şeyin vücuda gelebilmesi için, değişmeyecek şekilde özellikle seçilmiştir. Bu noktadan baktığımızda, o sebep mevcut olmasaydı o şeyin gerçekleşmesi de mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla sebebe teşekkür etmek Allah’a şükretmenin yoludur.

Âşıkın Şükrü

Şükür, sözlükte iyiliği anmak, övmek, işine karşılık birini mükâfatlandırmak, minnettarlık, yapılan iyiliği bilmek ve onu yaymak anlamında kullanılır. Şükür, bir başka mânâda ise nimetin farkında olmak demektir.  Sahip olunan güzelliklerin farkına varmak ve bu güzellikleri vereni bilmek de şükürdür.

Şükrün zıddı küfürdür, nimeti inkâr etme nankörlüktür. Küfür Arapça, “kefere” kökünden gelir ve örtülü demektir. Nankör kelimesi Farsça bir kelimedir. Farsça “nan” ekmek manasındadır ve “ekmeğe kör” olan mânâsına gelir. Yani nankör kişi nimeti görmeyen demektir. Nimeti verenin farkında olmama, hatta elindekilerin nimet olduğunu bilmeme halidir.

Herkes çeşitli sıkıntılar yaşar ve bu imtihanların sonucunda farklı farklı tepkiler verir. Kimi insan hayata küser ve elinde kalanların kıymetini bilmez. Böylece kendisini karamsar ve karanlık bir dünyaya hapseder. Elindekilerin de kıymeti kalmayınca Allah’ın mükâfatından da mahrum kalır. Karanlıklar içinde derdinden sızlanır durur, böylece  farkında olmadığı, kanıksadığı güzelliklerin de bereketi kalmaz.  İşte bu örtülü hal, nankörlük ve küfür halidir. Allah’ın verdiği nimetlerden örtülü olma durumudur. Beşer her dâim bu hale düşebilir, ama mühim olan bu kör kuyulardan tekrar şükür ile çıkmaktır. Karanlıkta kandilin yanması için şükür ipine sarılmak lazımdır.  

Bu mânâda 20. asrın en büyük ozanlarından olan Âşık Veysel’in hayatı ve şiirleri, kendi karanlık gibi görünen dünyasını şükür ile nasıl renkli bir hale getirdiğinin adeta bir örneğidir. Aşık Veysel çiçek hastalığından yedi yaşında kör olmuştur. Yaşamı boyunca birçok kayıp yaşamış ve çeşitli acılar çekmiştir, fakat yine de O “küçük dünyam” diye adlandırdığı aydınlık dünyasında Allah’a giden yolu sabır ve şükür ile kat etmiştir.

“Bir küçük dünyam var içimde benim
Mihnetim ziynetim bana kâfidir
Görenler dar görür  geniştir bana
Sohbetim ülfetim bana kâfidir”

Dünyada yedi ana renk ve bunların sonsuz tonları görülür, fakat Veysel, bu renklerden sadece iki tanesini hatırlar. Küçük dünyasında mihnet ve zenginlikleri ile mutlu olduğunu söyler. Dışarıdan dar gibi görünen dünyası onun için geniş ve kâfidir. Gözünü içine yöneltip dışarıdaki sıkıntılara katlanma ve hatta bunları kabullenme seviyesine erişmiştir. Âşık aslında herkese şunu hatırlatır: Dışarıdaki sıkıntı ve zevkler insanı kendine çeker ve savurur. Oysa insan kendi içine döner ve yüzünü tek olan Allah’a çevirirse sıkıntı ve zevklere takılmadan Allah’la irtibat kurabilir. Ve gönlüne ilhamlar gelebilir. Aslında her şey âlem içinde uyumu yakalamaksa bu uyum içe dönerek yakalanabilir. Bu uyumu yakalamak da Allah’ın bir lûtfudur. Kerem sahibi olan ise ancak şükredenlere lûtuf ile muamele edecek ve mükâfatlandıracaktır.