Yazılar

Editörden (Eylül 2015)

Merhaba Dostlar,

Bu ay Her Nefes Dergisi’nin konusu “Sonbahar”. Bu konuyu okuyunca bir grup dostumuz “Yaşanabilir tasavvufu anlatmaya çalışan bir dergide nasıl böyle bir konu olabilir?” diye düşünebilir. Olur canlar, hem de pek güzel olur. Nasıl mı? Açıklamaya çalışayım efendim… Biz her zaman yüce Rabbimizin bizimle hâdiseler vâsıtasıyla konuştuğunu duyduk, okuduk. Şahsen ben bu kelâmı ilk duyduğumda pek anlamamıştım. Sonrasında bir hâdise ile biraz hissetim diyebilirim. Yıllar once, Ankara’da yaşayan Azize Teyzemiz, bana “Dikkat bir mertebedir kızım” demişti. Anlamadığımı ve şaşkınlığımı görünce de durumu yine kendisinin hâtıralarından Ken’an Rifâî Hazretleri’yle karşılaştığında yaşadığı birkaç hâdise ile anlatmıştı. Ben çok etkilenmiş ve bu konuda oldukça düşünmüştüm.

Şimdi “Sonbahardan buraya nereden, nasıl geldin?” derseniz hemen söyleyeyim. Sonbahar denildiğinde hepimizin aklına ilk gelen şey sararıp dökülen yapraklar, belki biraz hüzündür. Adı üstünde, sona eren bir bahar, sona eren canlılık gelir. Halbuki insan-ı kâmiller sararan bir yaprağa bakıp Kur’ân-ı Kerim’den âyetler tefsir ederler. Çünkü duruma başka türlü bakarlar. Hâdiselerin dili dediğim de tam olarak budur işte ve bu dilden nasiplenmek her kulun harcı değildir. Örneğin, baharı vücudundan çekilen Zekeriya Peygamber Allah’a dua etmiş, O’nun daim Hay adına sığınarak YAHYA emânetine sahip olmuştur. Hâdise dili ile “İste ki vereyim” sırrını okumuş ve böylece Hz. Allah’ın dâim diri adına şâhitlik etmiştir.

Hz. Allah sonbahar mevsimini de belki böyle ağaçların yaprak dökmesi, budanma, kayıplar, hatta kışın gelmesi ve ölüm olarak algılayanlara inat, ilkbahar ile tamamlar ve bizlere yaşatır. Belki tabiattan fışkıracak olan hayatı bize göstermek için, hiç ümit kesmemiz gerektiğini hatırlamak için yaratmıştır. Belki böylece sapla-samanı, ümidi ve ümitsizliği birbirinden ayırır. Belki Yüce Yaratan dâim diri adını zuhura getirmek ve âlemi berekete doyurmak için tabiatı yeniden düzenler. Her dem, her nefes, her an, hem de hiç bıkmadan, vazgeçmeden, her dâim yeni bir şe’nle ve asla bir önceki anda kalmayan ve önceki âna benzemeyen sonsuz bir rahmetle bütün âlemi ve yaratılmış olan eşyayı diriltir.

İşte tam da bu yüzden aslında “son-bahar” muhteşem bir şekilde yeni ve “güzel-bahar”a başlama hazırlığıdır. Aynı ölüm diye kabul ettiğimiz hâdisenin yeni bir başlangıçın habercisi olması gibidir. Belki yüce Allah yine hâdiselerin diliyle Habîr ismini bizlere gösteriverir. Bir görebilsek, bir okuyabilsek o dili diyeceğim ama âlemlere rahmet Hz. Peygamberimiz bile “Bana eşyanın hakikatini göster Allahım” diye dua ederken, edepsizlik etmekten korkarım.

Velhâsıl yüce Rabbimiz, her şeyin dilinden konuşur ve her şeyi kullanır. Böylece bütün isimlerini âşikâr eder de biz pek anlayamıyoruz sanırım. Nasip; belki bir gün, inşaallah bir gün, büyüklerimizin duâsı ve Rabbimizin himmeti ile bu dili bir parça anlamayı da öğreniriz.

Evet dostlar, adı “sonbahar” olan ama bir nefes de olsa Hakk’ı temâşâ etmenin keyfine vardığımız bu mevsim vesilesiyle ve inşaallah yeni ve münbit (bereketli) baharlara vuslat nasip olsun duası ile kusurları ve eksikleri bize, güzellikleri ve rahmeti, diriliği sonsuz Rabbimize ait olan, yeni sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

Yosun MATER

Sohbetler (Eylül 2015)

– “Dün dedim ki: Haydi çocuklar bir sandala binelim de Göksu’ya gidelim!” Herkes hayretle, aman Efendim, celâli cemalle bir bilenler için güzel ama, bizim tahammülümüz zayıf… bu soğukta nasıl olur, dediler.
Öyle demeyiniz, dedim. Kış, yâni celâl dediğimiz bu mevsim, bir sınıf halk için yâni servet ve kudret sahibi zümre için bir nevi eğlence ve zevk zamanıdır. Zîra evlerinden, kürklerinden otomobillerine kadar her şeyleri hazır ve her tarafları sıcaktır. Onlar bu mevsimde de zevk ve eğlencelerine devam ederler.
Halbuki zenginlere zevk ve sefa olan kış, fakirler için sefalet, yokluk ve ölüm mevsimidir. Neden? Çünkü bunların o celâle karşı korunacak iktidarları yoktur. Yâni mücehhez değillerdir.
İşte servet-i aşkı olan kimseler için de celâl, aynen böyledir. Celâl onlara bir nevi zevk-i diğer olur. Aşktan yoksul fakir halliler için ise ölüm ve helak olur, dehşet ve ıztırap olur.
Halbuki aşk ganîsine celâlden korku yoktur. Nasıl ki Bâyezîd-i Bistâmî: “Allah’ım benimle olunca, cehennemde de olsam, cennet zevkini duyarım! buyurur.”
Bu konuşmadan bir gün sonra bizi çağırıp yaz ve kış yapraklarını muhafaza eden bir defne ağacını göstererek:
– “İşte kahır ve lûtfun ikisine de aynı zamanda mazhar olan bir numûne… Yâni kışta da yazda da aynı tarâveti muhâfaza eden bir gü¬zellik!” dedi.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 5)

********************

– “Bu kış mevsiminin gelmesi, nasıl ağaçların yapraklarına, dalına budağına tesir ediyorsa, ölümün pîşdârı, öncüsü olan hastalıklar da bu vücut ağacının yapraklarına öylece tesir eder. Bundan kurtulmuş olanlar, ancak kalplerinde yârin cemâlinin baharına mâlik olanlardırki onlar için her dem tazelik ve bahar vardır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 263)

********************

“Sen… diyoruz. Fakat hangi sen? Sen yoksun ki… var olan yalnız Hakk’ın irâdesidir ve onun vücûdudur. Meselâ bahçedeki güllerin, menekşelerin, nergislerin gururlanıp güzelliklerimiz bizdendir! demeleri ne kadar gülünçtür. Hele bir sonbahar gelsin de o güzellikleri görürüz. Hâsılı kelâm, müritlik derecesi, elbet muhiplikten üsttür. Çünkü müritlikte, nefsin arzularını bezletme, bol bol harcama şerefi vardır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 210)

*****************

Vefakâr olmaktan konuşulurken, söz, Erenköyü’nde yaz mevsimi¬ni içinde geçirdiğimiz Doktor Suphi Neş’et Bey’in köşkünün bahçesindeki ceviz ağacına intikâl etti. Hocamız bize dâima:

– “Vefâ, Allah’ta ve Allâh’ın sevgililerindedir”

Demiş ve her söylediğini işlemesine alışmış olduğumuz için bu hükmünü de hareketleri ile doğrulamak ve isbat eylemekten geri kalmadığını göstermiştir. İşte, havalar sertleşmiş ve yazlıktan Konağa nakledeli bir hayli zaman geçmiş olduğu halde, bir gün Erenköyü’ne gidip ceviz ağacını ziyâret etmek arzusunu gösteren Hocamız:
-“O bana yazın süt annelik etti. Meyvesinden yedim. Şimdi gidip ağacı okşamak isterim” diyerek İstanbul’dan Kadıköyü yakasına geçip ağacı ziyâret eylemiştir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 451)

“Sonbahar bizi tekrar yaza hazırlar…”

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi

Her Nefes Dergisi, 2009 yılının Ekim sayısı ile yayın hayatına başlamış ve bu sayıda Cemâlnur Sargut Hocamızla yapılan röportajın konusu da sonbahar olarak belirlenmişti. Bir başlangıçtan ziyade bir sonlanışı ifâde ettiğini düşündüğümüz sonbahar mevsimi, ilginç bir şekilde ilk sayıya can veren sözlerin kaynağını oluşturuyordu. Bu yıl sonbahara girerken o ilk sayımızdaki sözleri yeniden hatırlamak istedik. Bu vesileyle 6 yaşını tamamlayan dergimize gönüllere can veren nice kelâmı aktarma lûtfunun bundan sonra da nasip olması niyâzıyla nice yıllar diliyoruz.

Müge Doğan: Sevgili hocam, tasavvufî bir bakış açısıyla bize sonbaharın mânâsından bahseder misiniz?

Cemâlnur Sargut: Sonbahar gece gibi insanın varlık zannettiği her şeyden soyunduğu andır. Allah’ın celâlî tecellîsi insanı hakîkaten vurduğu için varlıktan soyunmak hiç de kolay bir iş değildir.

Burada Allah’ın celâlî tecellîsi negatif bir etki olmayıp, sadece kuvvet ve kudret ile yeniden yapılandırmak üzere bir şeyi yok etmesidir. Bahçıvanın ağacı budamasındaki, çiftçinin ekini biçmesindeki hikmet gibi… Dolayısıyla her acı insan için bir sonbahardır.

Ancak bazen gaflet gelir insana… Biz buna bast ve kabz hâlleri arasındaki geçiş diyoruz. Bu gaflet anında, yani Allah’tan uzak olduğu anda insanın gönlü içinde tam bir sonbahar oluşur. Mâneviyat ağaçları yavaş yavaş yapraklarını döker. O zaman insan gönül bahçesinin tekrar düzene girebilmesi için bir bahçıvana ihtiyaç duyar, çünkü bu bahçıvan yaprak döken ağaçların budanıp yeniden nasıl yeşereceğini en iyi bilen kişidir.

İşte bahçıvan burada mürşid-i kâmil’dir ki insanın varlık bahçesini yeniden oluşturur. Mürşit bu celâlî mevsimin, gafletin, insan için ne kadar büyük bir lûtuf olduğunu hatırlatarak, hâdiseler sonbaharının insan üzerindeki negatif etkilerini siler. Çünkü insan, yalnız ilkbahar ya da yazı yaşasaydı, suyun nerede olduğunu soran balıklar gibi bu devamlı cemâl hâlinin kıymetini bilemezdi. Ama insan sonbahar mevsimini de yaşar ve o zaman, “Çok şükür ki, bunun arkasından gelecek baharlar var ve elbet yeniden yaz gelecektir” diye düşünerek ümitlenir. Bu düşünce ve celâl ve cemâl tecellîleri arasındaki gidiş geliş de onda yaşama zevkini oluşturur.

Velhasıl, Allah ile irtibatın zevkine varabilmek, ara sıra o irtibatın kesintiye uğramasıyla mümkündür ki, basîret gözüyle bakan insan için bu bir lûtuftur. Tabi bu gaflet kesintilerinin çok fazla olmaması şartıyla…

Hocamız Ken’ân Rifâî bunu anlatırken nohut yemeği örneğini veriyor. Nohut, diyor, kaynarken iyi pişmesi için az ateşte yavaş yavaş kaynaması gerekir. Ara sıra birer bardak su ilâve edilir ki, azalan suyu çoğalsın ve iyi pişsin. İşte gafleti, bu örnekteki su olarak değerlendirmek gerekir. Ocaktaki yemeğin içine bir bardak yerine bir kova su boşaltırsak, o zaman nohutun pişmesi imkânsızlaşır. Tıpkı bunun gibi, eğer gaflet anlarımız çoğalır ve içimizdeki sonbaharlar uzarsa, o zaman da gönül bahçemizdeki ağaçların mânevî meyveye dönmesi zorlaşır.

İnsanda sonbaharda yaprağı dökülmeyen ağaçlar gibi hiç dökülmeyen ağaçlar var. Onlar kışa hazır olan, her dâim yeşil olan ağaçlardır. Onlar insanın gönlündeki tecellîlerdir ve onlar dâima yeşildir.

Hâsılı Allah’ın celâlî tecellîleri insan vücûdu içinde yeniden yapılanmayı sağlar. Ama bu tecellîlerin üzerimizdeki tesirlerini uzatmamaya gayret etmelidir.

 

Müge Doğan: Hz. Mevlânâ, Mesnevî’nin birinci cildinde, sonbaharı mürşidin celâline benzeterek bu celâlden kaçmamamızı öğütlerken nefsanî hâllerimizi de kendi vücûdumuzda yaşadığımız mânevî sonbaharlara benzeterek ondan ise kaçmamızı öğütlüyor. Sizce bu iki benzetmeyi nasıl anlamamız gerekir?

Cemâlnur Sargut: Ne güzel buyuruyor Hz. Pîr. Bu yönden alırsak sonbahar “mürşidin celâline” benzer ve Hz. Mevlânâ da bize bu celâlden kaçmamamızı öğütlüyor. O mânâsı ilkbahar gibi olan, Allah’ın Cemâl tecellîsi olan mürşidin, sonbahar gibi olan Celâlinden kaçma, diyor. Çünkü bu sonbahar, seni yeniden yaza hazırlamaktadır.

İnsanın kendi nefsinin celâli de sonbahar gibidir ve o nefsanî sonbahar insanı gaflete götürür. İşte Hz. Mevlânâ kaçacaksan o sonbaharın celâlinden kaç diyor.

Yani nefsimizin etkisini uzun tutmamamızı öğütlüyor. O gaflet anları bizim nefsimizin azdığı anlardır. Meselâ insan nefsanî öfkelerde Allah ile irtibâtını keser.

Öfkesini ve gayzını uzattığı nispette, gafleti ve Allah’tan uzaklığı artar. Yalnız, beşer olmak sebebiyle, bazen öfkelenebilir ya da bazen kendisinden istenmeyen farklı hâller zuhur edebilir… Mesele bu öfke ateşini Allah aşkı ile suyu ile bir an evvel söndürebilmektir. Allah hepimize her nefes yeniden yapılanmayı nasip etsin ve maddî mânevî yaşadığımız sonbaharları da buna vesîle kılsın inşallah.

 

Müge Doğan: Sonbahar ile ilgili bizimle paylaşmak istediğiniz bir anınız var mıdır acaba?

Cemâlnur Sargut: Çocukken sonbahar ile ilgili bir şiir yazmıştık kardeşimle berâber, küçücüktük ama sonbahar mevsimi bizi çok etkilemişti. Baharda yemyeşil olan o yaprakların, sonbaharda sararıp solmaları ve yere düşüp hayata veda etmeleri, çocuk aklımız ve gönlümüz üzerinde büyük bir tesir uyandırmıştı. Kardeşim Âsuman’ın şiir kitabında o şiir var. Berâber yazmıştık, “Yapraklar yığın yığın yerlerde” diye yaprakların dönüşümlerini anlatıyor.

Ama sonbahar benim için her zaman yaşlılık dönemini hatırlatır. İnsanın çok yaşlanmadan önce yaşadığı, o çok yaşlılıktan önceki devreyi… O devre bugüne kadar benim için çok korkuluydu. Ama ben artık o devreyi yaşıyor ve ne kadar zevkli olduğunu görüyorum. İnsanlar Allah aşkı ile dolup ebedî hayat bulunca, ömür sonbaharının zevklerini çok hoş idrak ediyor. Birçok şey eksiliyor, belki her gün bir özelliğin gidiyor ve her gün güzelliğinden bir şey azalıyor… Varsın eksilsin, çünkü şimdi anlıyorum ki insanın mânevî güzelliği, maddî güzelliğinin yok oluşuyla birlikte artıyor.

Demek ki, insanda sonbaharda yaprağı dökülmeyen ağaçlar gibi hiç dökülmeyen ağaçlar var. Onlar kışa hazır olan, her dâim yeşil olan ağaçlardır. Onlar insanın gönlündeki tecellîlerdir ve onlar dâima yeşildir. Eğer gönlümüz ormanımız içindeki o ağaçları özenle büyütürsek bu yaprak dökümlerinin üzerimizdeki etkisi son derece azalır. Hatta kendimizi bile şaşırtacak bir samimiyetle bu dökülüşten mutluluk bile duyabiliriz. İşte benim için sonbahar, bu demektir.

Muhammed Ali ve Yenilmedeki Zafer

Muhammed Ali, kimi otoritelere göre gelmiş geçmiş en büyük boksör. Ringlerde şüphesiz büyük başarılara imza atmış bir sporcu. Fakat boksörlüğünden ziyade ring dışında yaptıklarıyla sporla ilgilenen ya da ilgilenmeyen herkesin hâfızasında yer etmiş bir şahsiyet.

1967’de Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddetti. “Vietnamlılarla ancak eğer ülkeme saldırırlarsa savaşırım” dedi ve bokstan men edilme tehdidine rağmen bu kararından vazgeçmedi. Böylece büyüklüğünün ringlerle sınırlı olmadığını gösterdi.  En verimli çağında profesyonel bokstan tam dört yıl ayrı kalmaya razı oldu.

Dört yıl aradan sonra boksa döndü ve disiplinli bir çalışmayla dünya şampiyonu sıfatını tekrar kazandı. Bunu daha önce kimsenin yapmadığı bir şekilde, münzevî bir kamp evinde çalışarak başardı. Sabah açık havada koşuyor, kampta sadece annesinin yaptığı yemekleri yiyor ve etrafında yalnız aile yakınlarını ve antrenörünü tutuyordu. Bu inzivaya halkla kaynaşabilmek için belli günlerde ara veriyor ve ziyaretçilerin antrenmanlarını seyretmesine müsaade ediyordu.

İşte böyle bir günde kampa yaz günü kafasına bere takmış, on iki yaşlarında bir çocuk geldi babasıyla. Muhammed Ali ona bu sıcakta neden bere taktığını sorunca sebebin çocuğu artık iyiden iyiye zayıflatmış olan lösemi olduğunu öğrendi. O zaman çocuğa şöyle söyledi: “Hey çocuk, ben Foreman’ı yeneceğim, sen de lösemiyi. Tamam mı?” Gururu okşanan çocuk teklifi kabul edip Muhammed Ali’ye sarıldı.

Aradan iki hafta geçmişti ki kampın telefonu çaldı. Arayan çocuğun babasıydı. Antrenöre çocuğun hastanede olduğunu ve artık kurtuluşunun mümkün olmadığını anlattı. Antrenörü, Ali’yi üzmemek için haberi sabaha sakladı. Sabah 5’te mûtad koşularını yapmak üzere yola çıktıklarında olanları anlattı. Ali koşu biter bitmez duşunu alıp arabaya atlayacağını ve saatlerce uzaktaki şehirdeki hastanede çocuğu ziyarete gideceklerini söyledi. Öyle de yaptılar.

Hikâyenin bu ilk bölümü bana sonbahardaki hüznü hatırlattı. Hani o yemyeşil otlar ve yapraklar kurur, sararır, toprağa karışır, cıvıl cıvıl öten kuşlar ve hareket içindeki hayvanlar yavaşlar ve ortadan el ayak çekilir ya, çocuk da bir yaprak gibi göz göre göre kuruyor, bu dünyadan elini ayağını çekiyordu. Muhammed Ali üzüntüyle bunu görmeye gitti.

Hastaneye vardıklarında çocuk “Geleceğini biliyordum” dedi. Sevinmişti. Muhammed Ali tekrarladı: “Hey çocuk, ben Foreman’ı yeneceğim, sen de lösemiyi!” Bu sefer çocuk “Hayır” dedi. Rolleri değişmişti. “Ben” dedi, “Allah’ıma kavuşmaya gidiyorum. Sense Foreman’ı yeneceksin. Ama seni olabilecek en güzel yerden seyrediyor olacağım.” Sonraları Muhammed Ali bunun hayatta duyduğu en büyük iltifatlardan biri olduğunu söyleyecektir.

Sonbahardaki sır, Hakk’a dönüşü bize hatırlatmasıdır. İlk bakışta bir son gibi gözükmesi sebebiyle insanda hüzün uyandırır. Fakat bu hikâyedeki çocuk gibi hüznün arkasındaki hakîkati görebilen bir mürşid, işin aslını görmemize yardımcı olur. Her yenilenme için bir son gerektir. Sonbahar o yenilenmenin habercisidir.

Yeşil bir yaprağın kuruması, ya da gencecik bir evlâdın lösemiyle zayıf düşmesi bir mağlubiyet değil, dünya şampiyonunun gözünde yaşlarla önünde eğileceği bir galibiyettir.

 

Ânın Çocukları Olmak

Zaman… Ne kıymetli bir algı değil mi? Bir bakıyoruz yaz mevsimi zuhur etmiş, bir bakıyoruz bahar… Bu ne güzel bir döngüdür, Ya Rabbi!

Yaz aylarının bitimi ile sonbahar mevsimine giriş yaptık çok şükür. Benim en sevdiğim mevsim sonbahar. Sonbahar ile birlikte yaprak dökümüne, gönül evlerine dönüşe, çorbadaki tuza, çanağa batan kaşıktaki birliğe giriş yaptık. Bana göre aşkın en güzel zuhur ettiği mevsim sonbahar… Allah hissedebilmeyi nasip etsin.

Bu sene, sonbahar mevsimine milletçe buruk giriyoruz sanki. Ülke hanemizde sıkıntılar var. Sonbahara uygun bir yaz sonu hüznü var şehirlerde. İnsanlarımızın yüzleri de kalpleri gibi mahzun âdetâ. Bitmiş yaza dönülemeyeceği gibi, geçmişe dönülemeyeceğini de hissediyor gibiyiz. İleride olabilecekleri belki biraz merak ediyoruz, belki biraz merak etmekten kaçınıyoruz. Diyorum ya, sonbahara uygun bir evcil halimiz var. Allah kimseyi bu vakitte evsiz, barksız, dostsuz bırakmasın.

Belki böyle bir dönemde konuşulacak en güzel konu zaman. Nedir zaman? Gerçekten var mıdır? Yaşanmış olaylar, içinden geçerkenki gibi midir gerçekten, yoksa algılarımıza mâruz kalır, kısıtlı anlayışımızda kalıplaşırlar mı? Hep deriz ya “…ama o zaman…”, o zaman tam olarak ne zamandır acaba?

Mevlânâ der ki “Sûfî ‘İbnu’l-vakit’tir. Fakat vakitten de kurtulmuştur, hâlinden de…”. Ben de tam bu noktaya değinmek istiyorum zamana ilişkin olarak. İnanıyorum ki tam bu nokta, içine, gönlüne ferahlık doğabilmesi için bir topluluğun, çok elzem, çok gereklidir. Nasıl mı?

Organizasyon psikolojisine göre, bir toplumun değişim süreci en önce ve mutlak sûrette o topluluğun bireylerinin kişisel değişiminden geçer. Bir tek kişi, milyonlarca insanın arasından bir tek kişi bile, geçmişi, geleceği, ölmüşü, bitmişi bir kenara bırakıp ‘ân’ı, yani içinde nefes aldığı noktayı, pozitif bir düşünce ile besler ise, o topluluk –dikkat edelim, sadece o kişi değil– bu tek kişilik adımı görülmez bir enerji olarak hisseder. Şöyle örnek vermeye çalışalım: Ne zaman birimiz başımızı kaldırıp gökyüzüne baksak ve içimizden ‘çok şükür Allah’ım’ diye geçirsek, etrafımıza gözümüzle göremediğimiz bir pozitif enerji yaymış oluyoruz. Ve devam eder organizasyon psikolojisi şöyle diyerek: “Ne vakit bireyler tek tek bulundukları noktadan bir adım ileri gidebilmek ister, ancak o zaman düşünceleri davranışlarına yansımaya başlar; bu hâl süreklilik arz edebilirse, topluluktaki diğer kimseler için örnek teşkil etmeye başlar. Sonuçta belirli bir süreç içerisinde sadece niyet etmiş kişiler değil, içinde bulundukları topluluklar da ileri gider, yol alır.” Ne kadar güzel, ne kadar motive edici, değil mi?

Tabiî ki bu süreci destekleyebilmek, zamanın kıymetini kişisel bazda benimsemekten geçmektedir. Aynı şekilde, yol alabilmek için, kişinin, kişisel bazda inanmışlıklarından, anılarından, yaşanmışlıklarından ve gelecek korkularından arınması da gerekmektedir. Zaten bizlerin de dervişlik yolunda yapmak istediğimiz de bu değil midir? Bizler biliyoruz ki zaman mefhumunun en önemli gereği benlikten sıyrılıp gerçek âna sığınmaktır ve o ânın içinde, eğer lûtfedilirse derin bir nefes alıp her şeye sıfırdan başlayabilmektir.

Öyleyse böyle yanık odun sobası gibi güz kokan bir sonbaharda bizlere ne güzel bir görev düşer: Ânın çocukları olabilmek…

Duyularımızdan aklımıza yönelen vesveselere, ‘bir nebze kenara çekilin’ diyebilmek ve şu zamanda ihtiyaç görülen o saf, o berrak, o naif duygulara, düşüncelere vâsıl olabilmek. Ne güzel bir olanaktır o. Bizler bu güzel sonbaharda o pozitif birlik ve beraberlik dolu duyguları temsil etmez isek, bir gün belki o perde kalktığında hakikaten pişman oluruz. Tıpkı Ömer Hayyam’ın dediği:

Zamanın sırlarını ne sen bilirsin ne ben
Bu muammayı ne sen çözebilirsin ne ben.
Perdenin önünde benimle senin dedikodularımız var ancak
Perde kalkınca ne sen kalırsın ne ben…

Yaprağın İz Düşümü

Sonbahar mevsiminin hüzünle anılması bir ön yargı mıdır? Neden sonbahar, doğanın “solması” anlamına gelir her zaman? Bütün bu sorular zihnimden geçerken aslında öyle olmadığını hissetmeye başladım. Neydi aslında sonbahar? Doğa en başından beri insanın kendini anlamlandırmasında bir araç, bir yakın arkadaş değil miydi? O zaman nasıl sadece olumsuz duygularla anılabilirdi ki bu mevsim?

Bütün bunların ışığında bir parkta ağaçların altında otururken bir şey fark ettim. Bu sarı, kırmızı turuncu yapraklar aslında solmuyordu. Bir nevi kendi yaşam süreçlerinde onlara hayat veren güneşin rengine benzemeye çalışıyor gibiydiler… Tıpkı bizi aydınlatan büyüklerimize benzemeye çalışmamız gibi. Acaba bu yapraklar anlamadığımız bir yolculuk içinde miydiler? Bir tefekkür sürecinden sonra içlerine kapanma, bir nevi olgunlaşma mı yaşıyorlardı? Çünkü yaprağın hayat bulduğu kök yok olmuyordu, ölmüyordu, sadece kendi içine dönüyordu.

Bu süreçle insanın kendi olgunlaşma süreci arasında benzerlik ilişkisi kurarsak şöyle yorumlayabilir miyiz? Kuruyan her yaprak; insanın kendinde fark ettiği, tefekkürle, sınavlarla olgunlaşmış bir parçası olarak görülebilir mi? Bence görülebilir. Sarı yaprak kendine hayat veren güneşin rengine benzemeyi başarınca yerini bir başka yaprağa bırakır. İnsanın da huyları kendini aydınlatan, yol gösteren büyüğüne benzemeye başladığında yaprağın yaşadığı sürece ortak olur.

Bu bakış açısı sonbahar mevsimini bir hüzün değil bir tefekkür mevsimi haline getirir.

Bir tükeniş değil, bir uyanıştır, bir şeylerin farkına varma mevsimidir…

Elimde tuttuğum bu sarı yaprak bir yok oluşun değil bir olgunlaşmanın simgesidir. Yaprak sararıp güneşe benzer… İnsan da öyledir…

 

Tuhfe

Değişim Mevsimi

Yaz güzeldir, herkesin kendi dünyasına çekildiği, okulların tatil olup yazlıkların hayat bulduğu dönemdir. İstanbul sakinleşir, herkes biraz yavaşlar. Kahvaltılar uzar, kaçamaklar artar, öğle uykuları, havuz sefaları başlar. Herkes bir yerdedir, arkadaşları görmek zorlaşır. Topluca yapılan aktiviteler azalır. Yaz herkes için biraz tembellik dönemidir. Oysa sonbahar yaklaşırken herkes yavaş yavaş şehre döner, okulların açılmasıyla alışveriş alanları hareketlenir. Şehir kendine çekidüzen vermeye başlar.

Benim kendi içime döndüğüm ve dönemsel değerlendirmeleri yapmaya başladığım günler genelde yaz sonuna denk gelir. Yaklaşmakta olan yeni okul dönemi için, eskiden kalan bir alışkanlıkla planlar yapmaya başlarım. Bir sonraki yaza kadar yapmak istediklerimi, bütçemi planlarım. Hayatımda değişmesini istediğim şeyleri gözden geçiririm, iç muhasebe yaparım. Yaklaşmakta olan sonbahar beni heyecanlandırır, çünkü yeni bir dönem başlıyordur! Tembellikten ve rehavetten kurtulup silkelenerek hareketlendiğim bir zamandır benim için sonbahar başlangıcı. Bir sevinç dolar içime, hayatımı gözden geçiririm; genellikle sonrasında kolaylıkla uygulayabildiğim kararlar alırım.

Sonbaharla birlikte Hocamın sohbetleri başlar, düzen yavaş yavaş geri gelir hayatımıza. Herkes daha planlı programlı olmaya başlar. İşte bu bana heyecan verir. Yılbaşından çok daha önce gelen sonbahar yeni bir diriliştir. Çünkü artık doğa değişmeye karar vermiştir; zor olanı yapar, mevcuttan vazgeçer ve yenilenmek için sabreder. Ağaçlar kel kalır, kuşlar göç eder; her şey aslında müthiş bir hareket içinde yeni bir yaşama hazırlık yapar. Sonbahar benim için değişim zamanıdır, gerekirse zor kararlar alma ve başarmak için mücadele gücü bulma dönemidir. Çünkü her sonbahardan sonra kış ve ondan sonra ilkbahar gelir. Ağaçlar daha gür, kuşlar çoğalmış olarak geri döner. Ben işte bu yüzden sonbaharda coşarım, yenilenmek için hayat bir fırsat daha vermiştir. Yüzüm güler ve huzurla beklerim kısalacak günleri, soğuk sabahları, yağmurlu yolları. Çünkü bilirim ki her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

Allah, bu sonbaharda da farkındalığımızın artmasını, daha mutlu, daha huzurlu ve daha faydalı insanlar hâline gelmemiz için bir ve beraber olmamızı nasip eder inşallah…

 

Bir Avuç Aşk

Bir varmış, bir yokmuş… Ucu bucağı olmayan bir derya varmış ve içinde binlerce yolcusuyla pek çok gemi yol alırmış bu deryada… Her geminin rotası meşrep olarak birbirinden farklıymış; hâliyle kimi yolculuklar çetinmiş kimi de kolay… Ama bütün yolcuların bu sonsuzlukta varmak istediği hakikat ve gönüllerindeki aşk birmiş…

Aralarında bir de küçük bir kız varmış. Cenâb-ı Allah, imtihanlarını eline tutuşturup onu “Yokluk” isimli gemiye göndermiş ve kaptana emanet ederken de “Ona beni öğret, beni sevdir” demiş. Kızcağız, aşkın hüküm sürdüğü bu geminin kaptanını zâhirde hiç görmemiş ama mânâsını taşıyarak yolundan giden sevgililer “Bize emânettir” diye tutmuşlar onun ellerinden… Her zaman ona örnek olmuşlar, yüzünü fânî olandan bâkî olana çevirmişler.

Bir yandan da dünyanın tuzaklarına dalıp “nefis”le tanışmış küçük kız. Kimi zaman olduğu yerde saymış kimi zaman da düşüp yaralanmış. Ama ne büyük bir lûtuf ki Cenâb-ı Allah, o küçük gönüle iman tohumunu ekmiş. Küçük kız da gönlüne kulak verip minik ellerinin tutabildiği kadar yapışmış sevgililerin eteklerine ve onların himmetleriyle büyümüş. Derken, yıllar geçmiş ve onlar, Hakk’a kavuşmuşlar.

Küçük kız yalnız kalmamış elbette. Zâhiren göremese de Cenâb-ı Allah, geminin kaptanı ve onu büyüten sevgililer her an onunlaymış. Ama kızcağız yine de kendisini bu yolculukta yalnız hissediyormuş. Bir mürşidin rehberliğine, nazarına ve muhabbetine çok açmış. Hiç farkında olmasa da gönlü böyle bir arayıştaymış… Çünkü mânen daha çok küçükmüş. Önünde uzun bir yol varmış. Sonra bir gün hiç beklemediği bir anda o sevgili çıkmış karşısına…

Daha ilk görüşte küçük kızın gönlü o sevgilinin aşkıyla dolmuş. Bu hal içinde günlerini geçirmiş ama ne çare ki bir zaman ayrılık gelip kapıya dayanmış… Sevgiliyi tekrar göreceği günü beklerken uzun bir süre kendisine ne olduğunu idrak edememiş. Çünkü hayatında böyle bir şeyi ne hissetmiş ne de yaşamış. Ruhu, beden kafesinin parmaklıklarını zorluyormuş adeta… Koşup kavuşmak istediği ise Hakk’ın o sevgiliden yansıyan hakikatinden başka bir şey değilmiş aslında…

Zaman akmış, günler birbirini kovalamış… Küçük kız, yanında olduğuna inandığı geminin kaptanına gece gündüz o sevgiliyi anlatmış. Sonunda Cenâb-ı Allah bahşetmiş ve vuslat gerçekleşmiş… Bakmış ki birbirlerinden uzak kalmalarına rağmen hiçbir şey değişmemiş. Aksine o sevgiliden de küçük kıza bir muhabbet akıyormuş. Bu ucu bucağı olmayan derya, sevgilinin gözlerindeymiş sanki… O nazar ettikçe küçük kızın ruhu yavaş yavaş işleniyormuş.

Şimdi küçük kız, âvâre bir su misali, sevgilinin lûtfedeceği kaba dolmayı diliyormuş. Onun arzu ettiği şekle girip boyasına boyanmak ve bu vesileyle Hakk’a vâsıl olmak için…

 

Mehveş Eşitkoş

Mutluluğun Reçetesi Var mıdır?

İki kardeş hayâl edin; aynı anda annelerinin rahmine düşmüş, dokuz ayı birbirlerine sarılarak annelerinin karnında geçirmiş ve aynı anda dünyaya gözlerini açmış iki kardeş… Aynı ortamda, aynı ekonomik, sosyal ve kültürel yapıda, aynı zaman diliminde doğmuş ikizler: Ali ve Fatma, benim canımın güzel canları…

Tamamen aynı ekosistemin içinde büyüyen bu bir elmanın iki yarısı olan yeğenlerimle geçen bayram, bayram alışverişine beraberce gittik. Güzel insanlardan hep duyageldiğim “okunacak en güzel kitap, hayattır” sözü sanki bir kere daha can buldu, ete kemiğe büründü. O gün ikisinin de istedikleri bayram hediyelerini alırken içinde bulundukları ruhsal durum, bana “mutluluğun kaynağı nedir?” sorusu üzerine tefekkür etmek için çok güzel bir fırsat yarattı. Neredeyse tüm dış değişkenlerin sabit olduğu bir ortamda (zaman, mekân, ebeveyn, ekosistem… vs.) bu ikiz kardeşlerin sahip oldukları mutluluk seviyeleri arasındaki gözlemlenebilir bu fark “Mutluluğun kaynağı nedir?” sorusunu bir daha düşünmeme neden oldu.

Kendileri dışında tüm değişkenlerin aynı olduğu bir ortamda birinin sahip olduğu mutluluk ve diğerinin ise aradığı mutluluk acaba neydi? Bu konu üzerine farklı birçok kaynaktan okumalar yaptıktan ve bazı görselleri izledikten sonra kendi çıkarımlarımı sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bugün sizlere kısaca mutluluk hakkında yapılan çalışmalar sonucunda ispatlanan iki olgudan bahsedeceğim. Bunlardan biri mutluluğun dış etkilere bağlı olmadığı, diğeri ise insanların aslında neyin kendilerini mutlu ettiğini bilememeleri.

Prof. Dr. Dan Gilbert, psikoloji ve sosyoloji referanslı olmak üzere uzun yıllar boyunca interdisipliner birçok çalışma yapmış bir bilim adamıdır. Çalışmalarının en can alıcı noktalarını içeren “the surprising science of happiness” başlıklı TED-Talks konuşmasında, yapılan tüm çalışmalarının neticesinde, mutluluğun sentezlenen bir durum olduğunu ve hiçbir dış faktöre bağlı olmadığını deneysel çalışmaların sonunda elde edilen ölçümler ile tüm dünyaya ispatlamaktadır. Öyle ki, Amerika’da büyük ikramiyeyi kazanan bir insan ile bir uzvunu kaybeden bir insanın bir yıl sonra nasıl başlangıçtaki mutluluk seviyelerine döndüğünü anlattığı bölüm, insanın dış etkilerden kısa bir dönem için etkilendiğini fakat bir müddet sonra -tâbir-i câizse- özüne geri döndüğünü anlatmakta. Ayrıca bazen bizim “özgürlük” diye yorumladığımız bazı durumların (örneğin seçme özgürlüğü ve bunun getirdiği çok sayıda seçenek arasında kalmışlık hâli gibi), aslında düşündüğümüzün aksine bize mutluluk değil, daha çok karmaşa ve huzursuzluk getirdiğini ve dolayısıyla da aslında insanların neyin kendisini mutlu ettiği konusunda gerçekte çok fazla da fikri olmadığını uzun yıllar süren bilimsel araştırmalarına dayalı olarak anlattığı bir konuşma.

İnsanların kendilerini neyin mutlu ettiği konusunda aslında çok da fazla bilgiye sahip olmadıkları, Ekonomi dalında Nobel kazanan tek psikolog unvanını taşıyan Daniel Kahneman’ın da “Beklenti Teorisi” teorisinin de temel noktasını oluşturmaktadır. Kahneman, insanların mutluluk için şart olarak kendilerine bir çok maddî kriter koyduklarını, ancak belirli bir yaşam standardına ulaşıldıktan sonra mutluluk ile madde arasındaki korelasyonun (ilişkinin) gittikçe zayıflayarak azaldığını insanların verdikleri binlerce karar üzerinden yapılan çalışmaların sonucunda ispatlamıştır. Bundan sonrası için mutluluğu salt madde üzerinden tarif etmek ise insanı, daha tatminsiz, daha huzursuz ve daha mutsuz bir noktaya sürüklemekten başka bir işe yaramamaktadır. Kendi kişisel tecrübelerimiz üzerinden konuya yaklaştığımızda da anneannelerimizden ve dedelerimizden çok daha konforlu bir hayat sürdüğümüz halde, olaylar karşısında onlardan daha fazla şikâyet eden bireyler olmamız da bu farkındalığı kendi özel tecrübemizden çıkarımlamamıza yetecektir.

Görünen o ki, bizler mutluluğunun dış değişkenlere bağlı olmadığını ve kendini gerçekte neyin mutlu edeceğini bilmeyen Âdem oğlu ve Havva kızlarından oluşmuş bir dönemin parçalarıyız ve bizden öncekiler gibi bizler de hayatlarımızda mutluluğu aramaktayız, istemekteyiz. Bir mâbede çekilip bütün gün izole bir ortamda, -adına her ne dersek diyelim- “O”nu düşünerek vaktimizi geçiremediğimize ya da çok az uyaranın olduğu izole bir yaşantıda tam konsantrasyonla her an büyük bir farkındalık içinde bir dağ evinde ya da bir ovada yaşayamadığımıza göre, günümüzün şartları ve mevcut ekosistem içinde nasıl mutlu olunabileceğine dair yapılan bilimsel araştırmalar ve sonuçları üzerine konuşmak için bir sonraki sayımızda buluşmak üzere…

Sevgiyle, mutlulukla kalın.

Hoşçakalın.

Aşk Biziz

Sûrete bakıp da bizi hor görme
Eyyub’un özündeki hâl biziz

Sözümüz yâredir avam işitmez
Dili dudağı dikilmiş lâl biziz

Hakk emrin tutar akıl sır ermeziz
Musa’yı Nil’de taşıyan sal biziz

Sadakattir aşımız ey erenler
Kıtmir’in önündeki yal biziz

Derviş kâinatta bizi okur durur
Kitaptaki elif biziz, dal biziz

Gafil neylese de bizi göremez
Renksiziz lâkin ak biziz al biziz

Mâşukun nazarıyla ekiliriz
İçinde bostanlar gizli dal biziz

Ruhun şifâsı bizim sırrımızdır
Lokman’ın elindeki bal biziz

Sırtımıza binen mîrâca çıkar
Burak’ın ayağındaki nal biziz

Gökhan Yıldırım