Yazılar

“Meşkûre Sargut: Aşk, Kâmil İnsan ve Tevhîd”

Âliye M. Kurşun’un 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda Sunduğu Bildirisi 

 

Hatice Meşkûre Sargut, 6 Mart 1925 tarihinde İstanbul`da, Fâtih Eğrikapı`da dünyaya gelmiştir. Çerkez kökenli olan annesi Şâdiye Tınaz ev hanımıdır. Bulgaristan göçmeni olan babası Remzi Tınaz Bey, Osmanlı Devleti’nin donanmasında deniz subayı olarak görev yapmıştır.

Muallâ ve Süheylâ isimli iki kız kardeşten sonra dünyaya gelen Meşkûre Sargut`a “kendisinden dolayı şükredilen” mânâsındaki ismini anne ve babasının mürşîdi Ken`ân Rifâî Hazretleri vermiştir.

Meşkûre Sargut, resmî tahsîline altı yaşında, Fâtih`te bir mahalle mektebinde başlamıştır. Devâmında Hayriye Lisesi’nde, sonra İstanbul Kız Lisesi’nde eğitimini tamamlamıştır. Buradan mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyâtı bölümünde Hâlide Edib Adıvar gibi hocalarla öğrenimini sürdürmüştür. 1942 yılında, Hz. Ken`ân Rifâî`nin talebesi Dr. Ömer Faruk Sargut Bey’le evlenmiştir.  İkinci sınıfı bitirdikten sonra eşinin arzusu üzerine okulu bırakmıştır. Bu evlilikten on sene sonra, 1952 yılında Cemâlnur, 1954 yılında Âsuman isimli iki kız evlâdı dünyaya gelmiştir.

Hayatını İslam`a ve  bu dinin doğru yaşanmasına adayan Meşkûre Sargut, onlarca talebesini ve “Duygulu Gönüllere Hitap”, “Mevlânâ Diyor Ki”, “Hak ve Halk Yolunda Mevlânâ”, “Ârifler Bahçesinden” isimli neşredilmiş kitaplarını bizlere eserleri olarak bırakmıştır.

Eserlerini incelediğimizde, Meşkûre Sargut’a göre, yaradılışın aşkla başladığını, bu aşkın öğreticisinin hakîki âşık olarak nitelendirdiği kâmil insan olduğunu ve aşkın netîcesinin tevhîd olduğunu görmekteyiz.

Kâmil insanla ilgili düşüncelerini eserlerinden hareketle şu şekilde özetleyebiliriz: Ney’den murâd Hz. Muhammed’in (s.a.v) hakîkatidir. Hz. Muhammed’in vârisi olan kâmil insanlar da birer ‘ney’dir.[1] Kemâl ehlinin esrârına vâsıl olmak isteyenlerin kendi zanlarını bırakmaları bir şarttır. Zîra ancak bu şekilde onun Hâlik ile birleşmiş olduğuna şehâdet edilebilir ve Hz. Muhammed’in “Beni gören Allah’ı görür” sırrından gâfil olunmaz.[2] Hakîki âşık, kâmil insandır. Onun bağrı yanmış, içi mâsivâdan boşalmıştır. O, mâşuğun elinde bir kamış gibi onun dileğini terennüm eder. Kâmil insan Allah’tan ayrı değildir.[3] Meşkûre Hanımefendi’ye göre, kalbinde muhabbet besleyerek, kâmil insanın eteğine yapışanların aşk yolunda mücâhedesi çok çabuk olmaktadır.[4]

Sargut, aşkı Hz. Muhammed’in yolu olarak değerlendirmektedir.[5] O, Allah’ın kalbe koyduğu en büyük lûtfu ve en asil duygudur ki, ona lâyık olan Allah’a lâyıktır. İnsanın nefsini yokluk mertebesine eriştiren yegâne kuvvet aşktır. Aşk, dağınık fikirleri tek noktada toplamaya muktedirdir ve insanın hırsına, tamahına, şehvetine bir kalem çizer. Aşk, insana vaktini ve kalbini kazandırır. Kalbini gerçeğe, vaktini insânî düşünce ve hareketlere bağlar. Sargut’a göre, hakîki âşık sevdiği bir, gördüğü bir, taptığı bir olandır.[6]

Seksen sekiz yaşında, geçirmiş olduğu akciğer rahatsızlığı sonucunda bir süre hastahanede tedâvi gördükten sonra  9 Şubat 2013 tarihinde vefât eden Meşkûre Sargut, kâmil insan eliyle yok olduğunu ve yeniden aşkla var oluğunu, kendisi için gayrının kalmadığını yıllar önce mürşîdi Hz. Ken’ân Rifâî’ye söylemiş olduğu iki mısrâya sığdırarak şu şekilde ifâde etmiştir:

Gâh var olup Cemâl`e dururum

Gâh yok olup Cemâl`in olurum

 

 

[1] Meşkure Sargut. Duygulu Gönüllere Hitap. İstanbul:Adil Ceylan Matbaası,1950, s.3.

[2] a.g.e., s. 9-10.

[3] a.g.e., s. 29-31.

[4] a.g.e., s. 17-19.

[5] Meşkure Sargut.Hak ve Halk Yolunda Mevlana.Konya:Azim Yayınları,1958, s. 4.

[6] a.g.e., s. 34.

“Hannah Hauxwell: Hayatın Pahası Üzerine”

 

Hannah Hauxwell geçtiğimiz Ocak ayının 30’unda 92 yaşında vefat etti. Bir dergide okuduğum yazı üzerine varlığından haberdar oldum. Hannah, günümüzde alışılmışın çok dışında bir hayat sürmüş. En son beraber yaşadığı yaşlı amcasının vefatından sonra, yaklaşık kırk yıl tek başına çiftliğini çekip çevirmiş. Fakat çiftlik gelişmiş ülkelerden biri olan İngiltere’de olmasına rağmen, sunduğu imkânlar çok iptidâî imiş. Merkezî ısıtma sistemi yok, elektrik yok, şebeke suyu yok. Çiftlik, kışlarının sertliği ile meşhur Cotherstone yakınlarında. Kar yağışının ardı arkası kesilmediği uzun kışların ardından rengârenk ve canlı doğasının tadını çıkarmak için kısa bir yaz mevsimi var.

Hannah’nın hayatı birçok insanın merakını cezbetmiş. Zamanında hakkında belgeseller yapılmış, gazete makaleleri yazılmış. Hatta bir keresinde büyük bir şeref olarak Kraliçe’nin misafiri sıfatıyla saraya davet edilmiş. Bu ilgiden çok memnun olmasına rağmen, Hannah hep çiftliğine dönmeyi tercih etmiş. Tâ ki artık çok sevdiği ineklerine bakamayacak duruma gelene kadar.

Yazıyı okuduktan sonra hemen hakkındaki meşhur belgeseli bulup ailece seyrettik. Isıtması olamayan evde kışlar o kadar soğukmuş ki bir keresinde takma dişlerini koyduğu su dahi donmuş. Karla kaplı uzun kış günlerinde hayvanlarına yiyecek saman getirebilmek için tek başına kilometrelerce yürümek zorunda kalıyormuş. Her ne kadar çiftliğini çok sevse de, sert kışlar hakkında çok dürüst konuşuyor Hannah: “Yazları çok seviyorum fakat kışları amacım sadece hayatta kalabilmek. Kışlar çok zor ve nefret ediyorum”. Gerçek anlamda bir yaşam mücadelesi olan sert ve uzun kışlarına rağmen Cotherstone’u o kadar seviyor ki “Beni tanımak isterseniz ben burasıyım” diyor. O ineklerini, inekleri de onu seviyor. Fakat yaptığı iş çok ağır ve altından kalkamayacak bir yaşa geldiğinde çiftliğini satıp elektriği ve sıcak suyu olan bir eve geçmek zorunda kalıyor. İneklerini sattığı sahnede hepimiz çok duygulandık, yedi yaşındaki oğlum gözyaşlarına boğuldu. Ne inekler, ne de Hannah birbirlerinden ayrılmak istemiyordu birbirinden fakat artık yaşlı kadın onlara bakamayacak kadar elden ayaktan düşmüştü.

Bu yaşlı hanımefendinin hayatında beni en çok etkileyen yüksek seviyedeki farkındalığı oldu. İnternet devrinden çok önce, hakkında yapılan belgeseller sâyesinde eşine az rastlanılır bir şöhrete sahip olmuş. Bu şöhret şüphesiz ki onu yaşadığı hayatının meşakkatlerinden kurtarabilirdi. Fakat başta benden ve tanıdığım birçok insandan farklı olarak, kendisine bahşedilen değerlere karşı yüksek bir bilinci var. Onu canından bezdiren kışlara rağmen Cotherstone’u olduğu gibi sevmekten başka bir çaresinin olmadığını biliyor.

Hannah ileri seviyede bir eğitime sahip. Yaşlı amcası ona org çalmayı öğretmiş. Kendisiyle konuşan gazetecileri çok büyük bir dikkatle dinliyor. Verdiği cevaplar sanki bir şiirden alınmış parçalar gibi. Dengeli ve kısık bir ses tonuyla konuşuyor. Zamanının büyük bölümünü hayvanlarıyla başbaşa geçiren biri için çok yüksek bir belâgatı var. Şehre gelse çok daha rahat bir hayatı olabilir, oradaki insanlarla iletişimde hiçbir sıkıntısı olmazdı. Yine de o çiftliğini seçmiş.

Hannah’ı tanımaktan bana kalan kâr, ne istediğini, ne aradığını bilmenin önemi oldu.

Günümüzün kıstasıyla Hannah’ın sürdürdüğü yaşamın bedeli yılda 250 Pound. Hannah’ın terazisi ise çok farklı. Benim gibilerden çok başka bir şeyi ölçtüğü muhakkak.

“Anladım ki BenimYolum Bu Yol, Hedefim Şark”

Semanur Bal’ın 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda Sunduğu Bildirisi
 

Annemarie Schimmel engin bilgisi ve objektif kişiliğiyle tasavvuf tarihine önemli katkılarda bulunmuş, Doğu ve Batı kültürünü en güzel şekilde hem hayatında hem de eserlerinde birleştirmiştir. Son yüzyılın en dikkat çekici şarkiyatçılarından olup çalışmaları tasavvuf literatürünün temel kaynaklarından sayılmaktadır. Bu yazıda 1954-1959 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görev yapmış olan Schimmel’in burada bulunduğu döneme dair kısa bir bakış sunmaya çalışacağız.

1922’de Almanya’da dünyaya gelmiş olan Schimmel, çocukluğundan itibaren okumaya olan merakını evlerindeki mütevâzı kütüphane ile gidermiştir. 7 yaşında okuduğu bir Şark masalı ile “yıldırım gibi çarpıldığını” belirterek, “Şark hedefimdi artık”[1] demiştir. Şark memleketlerine duyduğu merakla bu memleketlerin haritalarını alıp tetkik etmiş ve lisanlarını öğrenmek istemiştir.[2] 13 yaşına geldiğinde ise artık defterinde elle çizilmiş Türkiye haritası, coğrafî resimler, camiler, padişah portreleri, tezhip ve minyatür örnekleri bulunmaktadır.[3] Lise yılları boyunca Şark’a olan ilgisini okuduğu kitaplar ve öğrendiği lisanlar ile pekiştirmiş, üniversite eğitiminde kimya ve fizik bölümüne kaydolmuş, zorunlu derslerinden kalan zamanı şarkiyat dersleri ile doldurmuştur. Tam da bu yıllarda İkinci Dünya Savaşı başlamış ve bulunduğu bölge Sovyet kontrolüne geçince Schimmel de arkadaşları ile kamyonlara bindirilip Amerikalıların oluşturduğu gözaltı kampına, ardından Marburg’a nakledilmiştir. Bu zor dönemde Schimmel’in bavulunda iki kıyafetinin dışında doçentlik tezi, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin üç cildi, Serrac’ın Arapça Kitâbü’l-Luma’sı ve Goethe’ye ait Doğu-Batı Divânı bulunmaktadır. İlk doktorasını Berlin Üniversitesi’nde, ikinci doktora çalışmasını ise Marburg Üniversitesi’nde tamamlamıştır.

1952 yılında Arapça ve Farsça el yazmalarını incelemek ve araştırma yapmak amacıyla İstanbul’da iki ay kalmıştır. Onun için İstanbul, tasavvuf ve edebiyat kültürüyle iç içe ‘eşsiz bir şehir’ olmuştur.[4] Salı günleri Maçka Kahvesi’nde Behçet Necatigil, Salâh Birsel, Cahit Külebi, Haldun Taner, Samim Kocagöz gibi o dönemin önde gelen edebiyatçılarıyla buluşmasını ve şiir hakkında yapılan tartışmaları bulunmaz bir fırsat olarak görmüştür.[5] Çok geçmeden hayranı olduğu Yahya Kemal ile tanışmış, “Divan edebiyâtından, Osmanlı tarihinden ve problemlerinden bahsederken, nefesini tutarak onu dinlemiş”[6], Almanca’ya tercümesini yaptığı “Endülüs’te Raks” şiirini kendisine takdim etmiştir.[7] Dostlarının teşvikiyle, İstanbul, Yeditepe ve Hayat dergilerinde Cemile Kıratlı imzasıyla denemeler yazmaya başlamış ve kendisine Annemarie diyenlere cevaben “İsmim Cemile’dir, bana Annemarie diye hitap etmeyin” [8] demiştir.

Schimmel 1954’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi Kürsüsü Profesörü olarak göreve başlamış ve fakültede bu kürsünün kurulmasına öncülük etmiştir.[11] Burada beş yıl Dinler Tarihi dersi vermiş ve bu ders notlarının derlenmesi ile ‘Dinler Tarihine Giriş’ adlı bir ders kitabı hazırlamıştır. Nezihe Araz bu vazifenin başlaması ile ilgili olarak “Cemile, bir insanın arzulayabilme kudretinin bütünü ile bir tek şey arzuluyordu: Türk üniversitelerinden birinde vazife almak! Böyle bir vazife almasaydı bile, onun arzusunun şiddeti bu vazifeyi icad ve ihdas edebilirdi.”[12] demiştir. Bir yandan derslerini en mükemmel derecede verebilmek için uğraşırken, diğer yandan aralıksız olarak çeviri yapmış ve makaleler yazmıştır. “Çocuklarım” dediği makalelerini Ayverdi’ye göndermeyi ihmal etmemiştir.[13]

Schimmel, bu dönemde pek çok ilahiyatçı yetiştirdiği gibi, kendisinin İslâm hakkındaki kanaatinin de bu çevrede ve öğrencilerinin etkisinde şekillendiğini bizzat dile getirmiştir.[14] Bir röportajında Müslüman talebeleri ile karşılıklı bir verim ortamı bulunduğunu belirtirken en mühim noktanın bu olduğunu vurgulamış ve sözlerini “İlginç olanı, Müslümanların bizden daha iyi Hristiyanlığı bilmeleridir! Bu bizi, Müslüman ve Hristiyanların hangi noktada müşterek değerler taşıdığına götürecektir. Pek tabii bununla beraber farklılıkların da görmezlikten gelinmesi doğru değildir.” diyerek tamamlamıştır.

Schimmel, velûd bir yazar olmanın bütün özelliklerini taşımaktadır. Bildiği onyedi dilden sekizi ile tercümeler yapmış ve Batı’da hâkim olan, İslâm dini ve Doğu’ya ait eksik ve hatâlı bilgileri, bizzat ilk kaynaklardan edindiği ve aslına mutâbık bilgilerle düzeltmiştir. Sunduğu tebliğlerle Doğu’yu Batı’ya, Batı’yı Doğu’ya tanıtan yazılar yazmıştır.[15] Ayverdi bu vazife için “Zira sen ne yalnız Almanya’nın ne de Türkiye’nin malısın. Sen insanlığa mal olmuş anonim bir irfan âbidesisin.”[16] demiştir.

İnsanın yaradılış gayesinin kendi hakikatine erişmesi olmasından yola çıkarak, Schimmel’in o zamana dek sahip olduğu ilmi Türkiye’de yaşama ve zevk etme fırsatı bulduğunu ve mektuplarından anlaşıldığı üzere Ayverdi ile âdetâ bir mürid-mürşid yakîn ilişkisi içinde bu ilmin hakikatine müdrik olduğunu görüyoruz. Kur’an sesi ile kendinden geçme isteğini, Şark âhenklerine, mûsıkîsine, sanatına gark olma talebine binâen Garb’a ait şeylerin kendisine garip geldiğini[17] belirttiğinde Ayverdi’nin “Senin için tefrih (kuluçka) devresi artık bitti. İnkişaf (aşikâr olma) ve kemal çağı başladı.”[18] demesinden, kendisinin içinde bulunduğu seyr-i sülûku izleyebiliyoruz. Schimmel’in mektubundaki “Senin iyi bir müridin miyim?”[19] sorusu ile bu yolculuktaki teslimiyetini ve “hissen ve hayalen hep sizinle alışverişteyim”[20] sözleri ile aradaki râbıtayı gözlemlemek mümkündür.

Sonuç olarak, Schimmel’in ömrünü İslâm’ı anlamaya–anlatmaya ve yaşamaya adadığını, bu sûretle de Batılı dinleyiciyi hiç tanımadığı, tehlikeli mistik bir lâbirentten emin adımlarla geçirerek hakikat bahrine ulaştırdığını söyleyebiliriz.[21]

[1] Annemarie Schimmel, Doğudan Batıya, (çev. Ömer Enis Akbulut), Sufi Yayınları, İstanbul, 2017, s. 21

[2] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 219.

[3] a.g.e., s. 223.

[4] Şule Bilman, “Ukbaya Kayan Yıldız: Annemarie Schimmel”, Tasavvuf Dergisi, Ankara, 2003, Yıl:4. Sayı:11,  s. 501.

[5] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 156.

[6] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 156.

[7] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 156.

[8] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 224.

[9] Annemarie Schimmel, Doğudan Batıya, (çev. Ömer Enis Akbulut), Sufi Yayınları, İstanbul, 2017, s. 132.

[10] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 31.

[11] Senail Özkan, “Annemarie Schimmel”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, Türk Diyanet Vakfı, C: 36, s. 229.

[12] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 224.

[13] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 26.

[14] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 159.

[15] Mustafa Kara, “Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya Bakan Bir Alim Prof. Dr. Annemarie Schimmel”, Tasavvuf Dergisi, Yıl: 4. Sayı: 11, s. 489.

[16] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 62.

[17] a.g.e., s. 118

[18] a.g.e., s. 120

[19] a.g.e., s.158

[20] a.g.e., s. 39

[21] Senail Özkan, “Sufi Arayan Sufi: Annemarie Schimmel”, Tasavvuf Dergisi, 2003, Yıl: 4, sayı: 11, s. 517.

 

Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) ve Tasavvuf Kültürü

Deniz Mater’in 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda Sunduğu Bildirisi

Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) 1966 yılında Türk Ev Kadınları adı ile mutasavvıf-yazar Sâmiha Ayverdi’nin fikrî önderliğinde, Sabahat Gülây’ın başkanlığında kurulmuştur. Kuruluş gayesi tüzüğünde “millî varlığın korunması ve geliştirilmesinde kadının büyük mesuliyetine uygun çalışmalar yapmak” olarak geçer. Dernek, kültür, eğitim ve sosyal alanlarda faaliyet göstermektedir. Genel merkezi Ankara’dadır. Ayrıca İstanbul, Bursa, Isparta, Kütahya, Konya, Manisa, Gaziantep ve Antalya’da da şubeleri bulunmaktadır.

Faaliyetlerine 1966’da millî şahsiyeti oluşturan değerler üzerinde durarak ve kültür programları düzenleyerek başlayan dernek daha sonra Türk Kadınları Kültür Derneği adını almış ve kamu yararına çalışan dernek statüsünü kazanmıştır. Kısa adı TÜRKKAD olarak tescil edilen dernek, konferanslar, paneller tertiplemiş, kültür, tarih, geleneksel sanatlar, mûsikî, güzel ve doğru Türkçe konuşma ve Osmanlıca kursları organize etmiştir. Millî ve mânevî değerlerimizle geçmişte iç içe olan tasavvuf anlayışının ürettiği kültüre eğilen TÜRKKAD, zamanla ülkemizde ve dünyada tasavvuf alanında akademik çalışmaları destekleyen bir sivil toplum kuruluşu (STK) haline gelmiş, Amerika’da North Carolina Üniversitesi, Çin’de Pekin Üniversitesi, Japonya’da Kyoto Üniversitesi’nde ve İstanbul’da Üsküdar Üniversitesi’nde İslâm ve tasavvuf araştırmaları ile ilgili kürsülerin oluşumuna katkıda bulunmuştur.

Tasavvuf Kültürü: Anadolu İrfanı

Bu yazıda TÜRKKAD’ı kuran irâde, tasavvuf kültürü açısından incelenmektedir. Tasavvuf kültürü ise kısaca tasavvufun yaşandığı bireylerce, onların târihî buluşma mekânlarında üretilmiş ve kazanılmış kültür olarak tanımlanabilir.

Sâmiha Ayverdi’nin eserlerindeki tasavvuf kültürünü incelediğimizde, karşımıza kendi deyimiyle ‘millî kimliğin sınır bekçisi olan dil, din, tarih, sanat ve her çeşit kültür sahası’[1] çıkmaktadır. Ayverdi aileye ve toplumda kadının yerine sıkça değinir. Ona göre gelenek ve töremiz içinde aile, toplumun en küçük ama en sözü geçen birimidir. Toplum hayatında dikkat çektiği hususlardan bir başka konu ise “millet olarak iç­timaî hassasiyet ve basiretimizin âbideleşmiş delille­rinden biri olan vakıflar”[2] ve millet olarak hayırseverliktir.

Tüm bu görüş ve düşüncelerin TÜRKKAD’a mayasını verdiği düşünülürse de burada üzerinde özellikle durulacak olan “Allah kelimesinin yüceltilmesi” anlamına gelen ‘Îlâ-yı Kelimetullah’dır. Ayverdi bunu şöyle ifade eder: “Bu anlayışın özünde her şeyden önce insanın kendi iç dünyasını düzene koyması, süflî hırs ve heveslerden kendini temizlemesi, benlik dâvâsından kurtulması, mânâsını zenginleştirmesi, dünyaya geliş sebebini idrak etmesi, kendisi ile barışık olması, güzel ahlâk sahibi örnek bir insan olarak yaşaması, rûhen sağlama basacak mânevî kemâle varması, bu ölçüler içerisinde şahsiyetini vatan toprağı sevdası, devlete hizmet aşkı, millî kültüre ve tarihe sahip çıkma şuur ve idraki ile bütünleşmiş olması düşüncesi ve fikriyâtı vardır.” [3]

Sâmiha Ayverdi’ye göre Îlâ-yı Kelimetullah olan anlayışta tevhidin dünyaya yayılması sözkonusudur. Tevhid, tasavvufta Allah’ın birliğine inanma olarak tanımlanır.[4] Tevhidi yaşamak ise, çoklukta birliği görmek, farklılıkları kabul ederek hoş görmektir. Ayverdi “Sadece İslâm ümmetleri değil tüm topluluklar tevhid anlayışını temel prensip alıp bu tercihi düşünce ve davranışlarında ön plana çıkarırlarsa zaten kendiliğinden birbirine destek, yardımcı, yumuşak, doğru ve saygılı olurlar.”[5] der.

TÜRKKAD’ın Gayesi: Birleştiricilik (Tevhid)

Madde ve mânâ kuşun iki kanadıdır diyen Ayverdi, birini kaybedenin öteki ile uçamadan sadece yerinde çırpınacağını belirtir.[6] Onun liderliğinde oluşan bir sivil toplum kuruluşu olan TÜRKKAD’ın da kuruluşundan beri mânâ kanadı İslâm tasavvufudur. İdeali ve amacı tasavvufun tevhid akîdesidir yani ‘birleştiricilik’tir

TÜRKKAD’ın tevhid anlayışı ile ‘birleştirici’ gayesine şu örnekler verilebilir:

  • Kuruluşundan itibaren TÜRKKAD aileyi ve toplumu ‘birleştirici’ olması sebebi ile kadına ve kadının eğitimine odaklanmıştır. Türk millî varlığının korunması ve geliştirilmesi için millî şahsiyeti oluşturan değerler üzerinde duran eğitim ve kültür programları düzenlemiş, konferanslar, paneller tertiplemiş, kültür, tarih, geleneksel sanatlar, mûsikî, güzel ve doğru Türkçe konuşma kursları açmıştır. Böylece millî hâfıza ile nesilleri ‘birleştirici’ bir rol de üstlenmiştir.
  • İstanbul Şubesi Başkanı Cemâlnur Sargut’un liderliğinde TÜRKKAD tasavvuf alanında akademik çalışmaları desteklemiş, Amerika, Çin, Japonya ve Türkiye’de üniversitelerde tasavvuf kürsü ve enstitüleri kurmuştur. TÜRKKAD Amerika’daki ilk kürsünün ardından, Çin’de ve Japonya’da Türkiye ile bağlantılı olarak aslında İslâm ve tasavvufta düşünce üretiminde Avrupa merkezli, oryantalist düşünce yapısını aşan bir paradigma getirmiş[7] bir bakıma Doğu ile Batı’yı birleştirmiştir.
  • TÜRKKAD tasavvuf alanında ulusal ve uluslararası çapta konferans ve sempozyumlar düzenleyerek toplumun her alanından katılımcıyı; akademisyenleri, çalışan, ev hanımı, emekli, kadın, erkek, genç, yaşlı farklı meslek gruplarından, ekonomik sınıflardan ve hatta değişik politik tercihlerden pek çok insanı bir araya getirmektedir.
  • TÜRKKAD, Mesnevî dersleri veya kültür programları gibi eğitimlerle de Türkiye’nin pek çok köşesinde yerel toplumu ‘birleştirici’ faaliyetler sürdürmektedirler.
  • TÜRKKAD’ın oluşturduğu ortam ve kurduğu merkezlerden yayılan tasavvuf eğitimi insanın iç dünyasında ‘birlik’ için fırsat yaratır. Ayverdi’nin Îlâ-yı Kelimetullah gayesinde belirttiği gibi insan önce kendi içinde birliği yakalayarak halka hizmete soyunabilir. İçte birliğin sağlanması için, insan kendini affetmeyi, sevmeyi, kendinden önce başkasını düşünmeyi, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamayı öğrenir. Halka hizmet vesilesiyle de kendi meseleleri ile uğraşmaktan çok, başkasına hizmetle kendini bile unutup kendindeki birliği sağlar.[8]

TÜRKKAD, tasavvuf terbiyesi ile yetişen liderler, çalışanlar ve gönüllüler için hem bir kişisel gelişim ocağı hem de “Hakk’a hizmet halka hizmettir” prensibiyle topluma hizmet etmeleri için bir çatı oluşturmuştur.

TÜRKKAD’ın ektiği tohumlar gönül bahçelerini baharda tutsun, kalplerde papatyalar, ihlâs yaseminleri, Hakîkat-i Muhammedîye gülleri,  tevhid lâleleri bezenmeye devam etsin.

[1] Sâmiha Ayverdi, O da Bana Kalsın, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı-183, 2014), s. 89.

[2] a.g.e. s. 244.

[3] İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı-23,2002), s. 595.

[4] Kubbealtı http://www.lugatim.com/s/TEVHİD

[5] Sâmiha Ayverdi, O da Bana Kalsın, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı-183, 2014), s. 148.

[6] İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı-23, 2002), s. 237.

[7] Cemil Aydın, Söyleşi 1st International Symposium of Kenan Rifai Center, Kyoto  http://kerimvakfi.org/vakfin-calismasi/1-uluslararasi-kenan-rifai-tasavvuf-arastirmalari-merkezi-sempozyumu-kyoto-universitesi/  Erişim Tarihi: 17 Aralık 2017.

[8] Cemalnur Sargut, Söyleşi, Tarih: Ocak 2018.

Editörden (Kasım-Aralık 2017)

Merhaba Dostlar,

 

Her Nefes Kasım-Aralık 2017 “Fütüvvet” konulu sayımıza hoş geldiniz. Bu sayımızda sizlere gönüllerimiz el verdiği ölçüde fütüvveti anlatmaya çalıştık.

 

Elbette konumuz “Fütüvvet” olunca, fütüvvet ehli sultanları anlatmadan geçmemiz mümkün olamazdı, dolayısıyla biraz da onların hoşgörüsüne sığınarak ve dilimiz-kalemimiz döndüğünce o muhteşem sultanları da andık, anlatmaya çalıştık.

 

Fütüvvet kelime olarak “Hak ile ‘ünsiyet’ kurmak, her şeyi kendine dost ve âşina bilmektir” anlamında kullanılabilir. Bu sayımızda Ebû’l Hasan Harakânî gibi büyük sultanlardan, sonraki dönemlerde yaşamış ve günümüzde yaşamakta olan fütüvvet ehli gönül sultanlarından bazılarına değindik. Fütüvvet gibi önemli ve geniş bir konuyu hakkıyla anlatmamız mümkün olamasa da, anlatma yolunda “topal karınca” misali gayret göstermeye çalıştık. Eksik ve kusurlarımızı hoşgörsünler inşallah.

 

Günümüz fetâlarının fütüvvet tanımlarından yardım alarak, konuyu mütefekkir-yazar Cemâlnur Sargut hocamızın fütüvvet tanımı ile bağlayalım istedik.

 

Fütüvvet ehli, teslim ve rızânın gayret ile ortaya çıkacağını bilir. Onun dili, kalbi, hâli hep şükür hâlindedir.”

 

Allah, bu hâli cümlemize nasip etsin inşallah diyelim ve kusurları biz eksik cüzlere, tüm güzelliği her şeyin sahibi, yegâne bütüne-külle ait olmak üzere hoşgörünüze sığınıyor ve yeni sayımıza hoşgeldiniz diyoruz.

 

Sohbetler (Kasım-Aralık 2017)

Ehl-i Beyt sevgisinden konuşulurken, Hocamız, o saâdetli devrin şu vak’asını anlattı:

– “Bir gün Hazret-i Hüseyin evlâtlariyle yemek yerken, köle elindeki sıcak çorbayı Hazret’in üstüne döktü. Kaynar çorbadan vücûdu müteessir olmuştu. Köleye bir şey söylemedi; fakat yüzüne sertçe baktı. Köle suçlu ise de hem ârif, hem de lutuf ile muâmele görmeye alışık olduğundan hemen “Allah öfkesini yenenleri sever âyetini okudu. Hazret-i Hüseyin derhal “Gayzımı yendim” buyurdu. Bundan cesâret alan köle, bu defa da “Allah affedenleri sever âyeti ile sözüne devam edince, Hazret-i Hüseyin yine tereddütsüz “Seni affettim” cevâbını verdi. Köle iyice yüz bulmuştu: “Allah ihsan edenleri sever âyetini de okuyunca Hazret-i Hüseyin büyük bir cömertlik ve anlayışla “Seni azat ettim yâ köle!” buyurdu.

İşte Ehl-i Beyt’i sevmek, onların yoluna gitmek demektir. Yoksa kuru kuruya muhabbet iddiasında bulunmanın hiçbir faydası olmaz. Düşünün ki kölelik müessesesinin hüküm sürdüğü bir devirde, hizmetkârına karşı geniş haklara sahip olan bir efendi, karşısında o hizmetkâr, sevabı dolayısiyle değil, günâhı sebebiyle hem affa mazhar oluyor, hem de hürriyetine kavuşuyor.

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 11)

 

***************

 

Tebessümün insanlık âlemindeki mevkii çok ehemmiyetlidir. Hep muvaffakiyetler tebessümle hâsıl olur. Gülümsemez bir kimseyi görürsen hasta zannedersin. Bu adam hiç gülmüyor, hasta veya asabî, dersin.

Tebessümü bilmeyen bir koca, karısını mes’ut edemez ve nihâyetinde de anlaşma hâsıl olmaz. Kezâlik tebessümü bilmeyen bir kadın da kocasını mes’ut edemez.

Milletler arasındaki karakter farkında da tebessümün yeri büyüktür. Şen bir millet, muvaffakiyet ve refah içinde demektir.

Bir doktor tebessüm etmeyi bilmezse, mesleğinde muvaffakiyet gösteremez.

İki balcı varmış. İkisi de yan yana küpler içinde bal satarlarmış. Balcının birine çok müşteri gelir, ötekine ise kimseler gelmezmiş. Balını satamayan adam, oradan geçmekte olan bir ârif kişiye dert yanarak éİkimiz de bal satıyoruz. Hattâ benim balım komşumunkinden daha da iyi. Böyle olduğu halde niçin benimkini kimse almıyor da, herkes ona gidiyor, ondan alıyor?” demiş. Balcının sualine muhatap olan ârif de “Oğlum, senin küpün bal satıyor ama yüzün de sirke satıyor!” demiş.

Resûlallah Efendimiz ekseriyetle mütebessimdirler. Havva ile Âdem’in birbirleriyle buluştukları vakit tebessüm ettikleri söylenir.

Aşkın da başlangıcı öyledir, evet öyledir!

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 151-152)

 

“Fetâların Yüzü Suyu Hürmetine Bu Hayattayız”

 

Biliyor musunuz efendim, son üç gündür hava durumunda şöyle bir şey var: Türkiye’de, bu mevsimde, İstanbul‘da hava sıcaklığı bugün de dâhil 21 derece olacak. Sebebi -aynen şöyle diyorlar- Cezayir’den gelen bir sıcak hava yüzü suyu hürmetine… Adımın bile anılmasından edep ettiğim bu mübârek günlerde, Peygamber‘in yanına adımın konulmasından edep ettiğim bu mübârek günlerde, bu sene de bu vesile ile İslâm‘a hizmet etmiş hakiki fetânın bize lutfettiği, aslında onların bizi dost kabul edip bize lutfettiği bu hazırlanışta herkese teşekkürler ediyorum. Gene muazzam bir gece geçirdik.

Fetâ… Harakânî Hazretleri‘nin mübârek sözleriyle, “Beni incecik bir iple gökyüzünden assalar, üzerime dünyanın bütün sıkıntılarını yollasalar kılım bile kıpırdamaz.” İşte fetâ budur. Onlar hal etmiş, her yerde Allah’ı görme seviyesine erişmiş büyük sultanlar… Bir keresinde şöyle duymuştum -affınızı niyaz ediyorum-, bütün ölenler öbür âlemde Kur’ân-ı Kerîm’i duyacaklar. Yalnız karşılıksız hizmet edenler, Allah’ın mânâsında Rahman Sûresi’ni dinleyecekler. Yavuz Hocamdan cesaret alarak önüme gelene bunu anlatmaya başladım. Fetâ olmayı, karşılıksız hizmet etmeyi Allah‘ımdan niyaz ettim. Kolay olunmuyormuş.  Bir gün çok sevdiğım bir dostuma “Biliyor musunuz” dedim, “Rahman Sûresi’ni karşılıksız hizmet edenlere Allah lutfedecek.” “Sâhi mi Cemâlnur?” dedi. Ayağa kalktı, düştü ve vefat etti. İşte fetâ budur. Fetâ, canını Allah için verme derecesine ulaşandır. Fetâ hizmet edendir.  

Yavuz Hocam çok güzel başladılar, İbnü’l Arabî’nin fetâ anlatımına… Ben biraz daha ileri giderek onun anlatımıyla konuyu daha derinleştireceğim. İbnü’l Arabî Hazretleri, sultanlar sultânı, “Fütuhât”ının başında bir fetâ ile karşılaştığını, genç bir delikanlı ile karşılaştığını anlatır. Ona ilâhî rubûbiyetin, ilâhî hakikatin öğrettiği şahıstır bu delikanlı. Aynı anda hem ilim hem âlim hem mâlûm olan, zaman ve mekânın ötesindeki bu şahıs kimdir? İbnü’l Arabî, onu “Ne iri, ne diri, ihâta eden ve ihâta edilmiş, bu kitapta yazılmış her şeyi bana bildiren genç bir delikanlıydı” diye târif eder. Anlaşılıyor ki İbnü’l Arabî karşısında kendi hakikatini görmüştür.

Ona ne olduğunu ve ne olmadığını, genç yani dâimâ diri, ezelî ve ebedî diri olan rûhu anlatmıştır. İşte Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîfinde “Rabbim bana bir genç delikanlı olarak göründü“ demesi onun Hakikat-i Muhammedî’siyle karşılaşmasıdır. Fetâlık, kendindeki Rabbi bulmaktır. Fetâlık kendi özüne gitmektir. Nasıl mı kazanılır? Hocam Ken’an Rifâî’nin mübârek annelerinin söylediği gibi:

“Oğlum, insanları seveceksin. Gönlün bitmez, tükenmez bir hoşgörü, bağışlama ve sevgiyle dolsun. Ayrıca insanları sevmenin yanında bütün yaratılmışı seveceksin, insanları sevmenin yanında insanlara dost olacaksın. Onlara sempatik ve merhametle davranacaksın, kendini onların yerine koyacaksın.  Başarılarından sevinç duyup üzüntülerinde üzüleceksin. O şekilde birleş ki herkesle, ölümlerinde eksil, doğumlarında art.”

Böyle bir fetâ yetiştiren mübârek anne, öyle bir öğretmen oluşturmuştur ki o kendi hakikatinde bütün yaratılmışı sevmiş ve hizmet etmiştir. Bir öğrencisi şöyle der -Semiha Cemâl Hanım-: “Sizi çok seviyorum hocam” Cevap muazzamdır: “Beni seviyorsan,  her şeyi seveceksin. Çünkü benim sevmediğim yok bu âlemde.”

Sevgili öğrencisi Sâmiha Ayverdi, hocasından öğrendiği bu hakikati şöyle anlatır -devrin fetâsıdır o da: “Tundan tuna gitmeyi, renkten renge girmeyi, senden değil derlerse, ya ben kimden öğrendim? Yetmiş iki milletle, yetmiş türlü mezheple, izzet, zillet, mihnetle, vahdet, kesret, hicretle, hasret, hasret, hasretle haşır neşir olmayı ya ben senden değilse kimden öğrendim?”

Onun öğrencisi annem Meşkûre Sargut Hanımefendi de bize şunu öğretti: 1960 senesinde babam ihtilalde hapse girdiğinde ve idam isteği ile yargılandığında, anneciğimin başı seccâdede, şöyle diyordu: “Çok şükür çocuklar, Hazreti Yusuf’a eşlik ediyoruz.” İşte fetâ budur. Fetâ, Allah’ın takdirini sevmek, kabul etmek, Cezâyirî Hazretleri’nin söylediği gibi, ilâhî kaderden memnun olmak, onu başının üzerinde taşımaktır.

Bir büyük fetâdan daha bahsetmek isterim. Konya’da hocamın çok sevgilisi Mehmet Emiroğlu… On bir çocuğunu birden Zümrüt Apartmanı’nda kaybettiğinde tek kalan torununa şöyle diyordu: “Sakın müteahhide bedduâ etme. Yarın cennette seninle kalktığında üzülürsün.” Torun şöyle dedi: “Yani cennette bütün âilemi öldüren kişi ile beraber mi olacağım?  Ben o cennete girmek istemem.” Mehmet Amca muazzam bir cevap verdi -ben yanındaydım-: “Sırf benim duâm, o adamı cennete sokar. On bir çocuğumun birden şehit olmasına sebep oldu, Allah ondan râzı olsun.” İşte fetâlar bunlar… Onların yüzü suyu hürmetine biz bu hayattayız. Onlar var olduğu için bizim de adımız var. Bu dünyada zerrece îtibârımız varsa, bu büyük sultanların adını andığımız içindir.

Efendim, ben konuşmamı, müsaade ederseniz, beste ve güftesi hocam Ken’an Rifâî’ye âit, bu geceyi sonuçlandıran Allah’a duâ ile bitirmek istiyorum.

Allah’ım, Peygamber’e hem Âl’ine eyle salât!

O tahiyyât hürmetine bulalım emn ü necât!

 

O sebeble olalım havf ü mihenden biz rehâ

Hem de âfât ü fiten, eskām ü belvâdan necâ!

 

Cümle ayb u seyyiattan pâk ü tathîr et bizi!

Hep günahlardan, hatâdan afv ü tecrîd et bizi!

 

Âhiret, dünyâ bütün hâcâtımız kıl Sen revâ!

Arzumuz sensin, rızandan hiç bizi etme cüdâ!

 

Bu hayatta hem de mevtten sonra hep yücelt bizi!

Sence en âlâ olan mevkîlere yükselt bizi!

 

Lutf u ihsânın eriştir gāye-i aksâsına,

Cümle hayrâtın demâdem erfa’ u âlâsına!

 

Ey mürebbî-i hakîkî, cümlenin bir Hâlık’i,

Ey Mücîb’i her duânın, cümle mülkün Mâlik’i!

 

Zâtına mahsustur ancak arz-ı hâcet, ibtihâl,

Sen duâmızı kabûl et, ey Hudâ-yı Zülcelâl!

(14. DOST – İslâm’a Hizmet Ödülleri Takdim Töreni Açılış Konuşmasının metnidir.)

 

“14. DOST Ödülü Sahibi Emîr Abdülkādir el-Cezâirî Hakkında”

Cezayir emîri Abdülkādir el-Cezâirî 1807 yılında Batı Cezâyir’in Oran şehrine bağlı Kaytana köyünde dünyaya geldi. Soyu Hz. Hasan Efendimize dayanan Emîr Abdülkādir’in babası Muhyiddîn Efendi bir Kādirî şeyhi idi. Temyiz çağına kadar babasının gözetiminde köklü bir eğitim aldı ve küçük yaşta hâfız oldu. Aynı zamanda iyi bir at binicisi ve keskin nişancı olarak yetişti. Daha gençliğinde dînî ilimlerdeki kudreti, insanları teshîr eden hitâbeti, İslâm tarihine dair geniş malûmatı, cesareti, takvâ ve fazîleti ile şöhret buldu.

1825 yılında babasıyla birlikte çıktığı Hac yolculuğu esnasında döneminin ünlü simâsı Şeyh Şâmil ile görüştü. Hac görevini tamamladıktan sonra Şam’da Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den Nakşibendiyye icâzeti, bir müddet kaldığı Bağdat’ta da Mahmûd el-Geylânî’den Kādiriyye icâzeti aldı.

1830 yılında ülkesinin Fransız işgāline uğradığını duyar duymaz Cezayir’e döndü.  Bölgedeki kabîleler düşmana karşı koymak için babası Şeyh Muhyiddîn’in etrafında toplandılarsa da, o yaşlılığını gerekçe göstererek yerine oğlunun gelmesini istedi.  1832’de “Emîrü’l-Mü’minîn” seçilen Emîr Abdülkādir, Fas Sultanı Abdurrahman’ın halifesi sıfatıyla Fransızlar’a karşı mücâdeleye başladı.

Emîr Abdülkādir der ki: “Devlet işlerini hırs, gurur, güç arzusu yahut bu fâni dünyanın çıkarları için yürütme iznini kendimize vermedik; tam tersine – ve  Allah kalbimin en derininde bunun olduğunu bilir – Allah için, kardeşi kardeşe kırdırarak Müslüman kanının akmasına son vermek, Müslümanların mülklerini savunmak için ve ülkede imanın ve vatanseverliğin gerektirdiği sükûneti sağlamak adına devleti yönetmek sorumluluğunu yüklendik.”

1837’de imzalanan Tafna Antlaşması ile ülkenin büyük bir kısmını hâkimiyeti altına aldı ve İngiltere’den getirdiği silâhlarla düzenli bir ordu kurdu.

Savaş esirlerine uygulanmak üzere insancıl bir yönetmelik oluşturarak kendisine karşı savaşanların dahi saygısını kazandı.

Kral Louis Philippe’e yazdığı mektubunda şunları söylemiştir.

“Esir olarak yanında bir Fransız ya da Hristiyan barındıran her Arap, onlara davranış biçiminden sorumlu tutulur. Yemek ve barınma bakımlarından esirlerle kendi ordumuz arasında hiçbir ayrım yapmadık.”

Fransızların Tafna Antlaşması’nı ihlâl etmesi  üzerine, 1939’da yeniden cihâd ilân etmek zorunda kaldı.

1840’ta savaş Cezayir’in her yanına yayıldı. Emîr  Abdülkādir küçük bir kuvvetle Fas’a sığındıysa da, sultanın kuvvetlerinin Fransız birliklerine yenilmesi üzerine 1847’de teslim oldu. Kırk kadar savaşa komutanlık yapan Emîr Abdülkādir teslim olurken dudaklarından şu kelime döküldü: “Kader!

İskenderiye veya Akkâ’ya götürüleceğine dâir verilen söze rağmen Fransa’da beş yıl esir olarak tutuldu.

Fransa kralı tarafından tebaasına girmesi karşılığında kendisine büyük bir armağan verileceği söylendiği zaman şu cevabı verdi: “Kral nâmına bana bütün Fransa’nın tüm zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cübbemin üzerine yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hatırımdan dahi geçirmem. Ben burada sizin misafirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak bu utanç bana değil size ulaşacaktır.”

1852 ‘de III Napolyon tarafından şu sözlerle serbest bırakıldı: “Size şu andan itibaren özgür olduğunuzu bildirmek isterim (…) yakın geçmişte Fransa’nın düşmanıydınız ancak cesaretinizin, karakterinizin ve zor şartlar altındaki tevekkülünüzün hakkını veriyorum. Bu nedenlerden dolayı, vermiş olduğunuz sözlere tamamen güvenerek, esaretinize son verme şerefine sahibim.”

Bunun üzerine Osmanlı Topraklarına giderek Sultan Abdülmecid’in Bursa’da kendisine tahsis ettiği konağa yerleşti. 1855’de gerçekleşen büyük depremin ardından buradan ayrılarak Şam’da yaşamaya başladı.

Cebel-i Lübnan’da patlak veren ve Şam’a kadar yayılan Dürzî isyanına bizzat müdahale ederek onbeşbine yakın Hristiyanı işkence ve ölümden kurtardı. Bu olay sırasında göstermiş olduğu olağanüstü gayretler Doğu’da ve Batı’da büyük takdir topladı.

“Kafkasya Kahramanı” olarak anılan sûfî İmam Şâmil’in bir mektubuna verdiği cevapta der ki: “Hristiyanlar için yaptığımız dinî ve insani bir ödevdi (…) gerçek mânâda adaleti pek az mü’minin sağladığı bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla ahmaklar; kabalığın, zulmün, haksızlığın ve tahammülsüzlüğün İslamiyet’le âlâkalı olduğunu sandı… umarım ki Rabbimiz bizlere yeterli sabrı verir.”

Yine İmam Şâmil’e yazdığı bir başka mektubunda der ki: “ Hristiyan kitleleri koruma altına alarak –imkânlarımız ve gayretlerimiz ölçüsünde– onlara can ve mal güvencesi sağlayışımız, sizin de pek iyi bildiğiniz gibi, sadece ilâhî inancımızın ve insan olma sorumluluğunun bizden istediklerini yerine getirme arzumuzdandır.”

Abdülkādir cesur akıllı ve dindar bir idareciydi. O aynı zamanda iyi bir şair, değerli bir fikir adamıydı. Tasavvufî düşüncede Ekberiyye ekolünü benimsemiş olan Emîr Abdülkādir el-Cezâirî’nin kaleme aldığı eserlerin sayısı kaynaklara göre farklılık göstermekle birlikte:

– “Kitabü’l-Mevâkıf  fî  ba’zı işârâti’l-Kur’âni ile’l-esrâr ve’l ma’ârif”,

– “Zikra’l-âkîl ve tenbîhü’l-gâfil”, (Felsefi ve tasavvufi meseleleri işlediği bu eserini Bursa’da kaleme almıştır.)

– “El-Mikrâdu’l-hâdd li-kat’ı lisâni müntekıdı dîni’l-İslâm bi’l bâtılı ve’l-ilhâd”,

– “Risâle fi’l-hakâiki’l-gaybiyye”,

– “Nüzhetü’l-hâtır fî karîzi’l-Emîr Abdülkādir” ve “Ta’lîkât”. Başlıca eserleri olarak sayılır.

Emîr Abdülkādir Kraliyet Basımevi’ne yaptığı ziyaret sırasında, “Bu sabah savaş toplarının muazzam atışlarına tanıklık ettim, şimdi ise düşünce toplarının karşısındayım. Şehirleri çevreleyen surları yıkabilecek silahları görmüştüm; şimdi ise krallarla savaşabilecek, devletleri haberleri dahi olmaksızın devirebilecek makinaları görüyorum!” demiştir.

1883 tarihinde Şam’da vefat eden Emîr Abdülkādir, tasavvufta en çok etkilendiğini söylediği İbnü’l- Arabî’nin türbesine defnedildi. Cezâyir istiklâline kavuştuktan sonra naaşı, buradan alınarak 5 Temmuz 1966’da el-Aliye Mezarlığı’ndaki şehitler bölümüne nakledildi.

http://sefikcan.net/Emîr-abdulkadir-el-cezairi.html

“14. DOST Ödülü Sahibi Prof. Dr. Fuat Sezgin Hakkında”

Prof. Dr. Fuat Sezgin 24 Ekim 1924 tarihinde Bitlis’te doğdu.  İlkokulu Doğubeyazıt’ta, ortaokul ve liseyi Erzurum´da bitirdi. 1943 yılında matematik mühendisliği okumak için İstanbul´a geldi. Ancak, tavsiye üzerine seminerine katıldığı Alman şarkiyatçı Hellmut Ritter’in, “bilimlerin temelinin İslâm Bilimleri’ne dayandığı” söylemi tüm düşüncesini değiştirdi. Bunun üzerine matematik mühendisliği okumaktan vazgeçerek, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü‘nde “İslâmî Bilimler ve Oryantalizm” alanında öğrenime başladı.

1947 yılında “Bedî’ İlminin Tekâmülü” konulu tezini tamamladıktan sonra, gene Hellmut Ritter danışmanlığında “Ebû Ubeyde Me’mar İbn el-Müsennâ´nın Mecâz’ül-Kur’ân’ındaki Filolojik Tesiri”ni konu alan ikinci tezini hazırladı. Mecâz’ül-Kur’ân’ın Tenkidli neşrini hazırladı. 1951 yılında  Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Daha sonra 1954 yılında Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, “Buhârî’nin Kaynakları” başlıklı doktora tezini hazırladı. Bu teziyle, hadis kaynağı olarak önemli bir yere sahip olan Buhârî’nin, bilinenin aksine sözlü kaynaklara değil, yazılı kaynaklara dayandığı tezini ortaya koydu.

1960 yılındaki askerî darbe hükümeti tarafından 147 akademisyenin üniversitelerden uzaklaştırıldığı listede onun adının da bulunması üzerine, çalışmalarına Frankfurt Üniversitesi’nde devam etti. 1965 yılında Frankfurt Üniversitesi Doğa Bilimleri Tarihi Enstitüsü´nde “Câbir ibn Hayyân” üzerine ikinci doktora tezini hazırladı, bir yıl sonra da profesör ünvanını aldı.

1967 yılında insanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı eser olan “Arap Literatürü Tarihi”nin ilk cildini yayınladı. 17 ciltten oluşan eserin bugünlerde 18.’si olan Felsefe cildini yazmaktadır.

1978 yılında Kral Faysal İslâmî İlimler Ödülü’ne lâyık görülen Prof. Dr. Fuat Sezgin, verilen bu destekle 1982 yılında, Frankfurt Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi´nde “Arap-İslâm Bilimler Tarihi Enstitüsü”nü, 1983 yılında ise “İslâm Bilim Tarihi Müzesi”ni kurdu. Bu müzede, İslâmî kültür çevresinde yetişen bilim insanlarının geliştirdiği bilimsel âlet, araç ve gereçlerden oluşan 800’den fazla örnek sergilenmektedir. Ayrıca bu binada, dünyanın her yerinden 45.000 ciltlik kitap ve 10.000’e yakın mikrofilm arşiviyle oluşturduğu “Bilimler Tarihi Kütüphanesi” bulunmaktadır. Bu kütüphane, İslâm Bilimler Tarihi bakımından dünyada tek olma özelliğine sahip bir ihtisas kütüphanesidir. 2008 yılında kurulan ve içinde yaklaşık 700 eserin bulunduğu “İslâm Bilim ve Teknoloji Müzesi” ise Gülhane Parkı’nda yer almaktadır.

Prof. Dr. Fuat Sezgin’in bu müzelerdeki âletleri tanıtıcı mahiyette yazdığı 5 cilt ve toplamda 1.121 sayfalık “İslâm’da Bilim ve Teknik” adlı katalog eseri bulunmaktadır. Böylesi kapsamlı bir müze kataloğu ilk defa yazılmış; Türkçe, İngilizce, Almanca ve Fransızca olarak 4 dilde yayınlanmıştır.

2010 yılında İslâm Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin faaliyetlerini desteklemek amacıyla “İslâm Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı”nı kuran Prof. Dr. Fuat Sezgin, 2013 yılında Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde  “Prof. Dr. Fuat Sezgin İslâm Bilim Tarihi Enstitüsü”nün, 2015 yılında da “İslâm Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı Yayınevi”nin kuruluşuna öncülük etmiştir. Bu vakıf tarafından yayınlanan kitapların geliri de öğrenci burslarına tahsis edilmektedir.

Uluslararası düzeyde çeşitli akademilerin üyesi olan Prof. Dr. Fuat Sezgin, çok sayıda ödül ve nişana lâyık görülmüştür.

Şöyle demektedir:

Benim mensub olduğum bir ilim, kültür ve medeniyet dünyası var, bizler köksüz ve sahipsiz değiliz. Çok derinlere inen sağlam bir medeniyete beşiklik etmişiz. Fakat yüzyıllardır bu medeniyetin görmezden gelindiğini, hakkının yenildiğini, tahkir edilip bütün yaptıklarının da elinden alındığınıi ve ona zulmedildiğini gördüm. İslâm medeniyetinin bu göz kamaştıran birikimini ve dünya bilimine yaptığı büyük katkıları, bunun farkında olmayan dünyaya tanıtmayı gaye ittihaz ettim. Bu gayretimin bir kısmı sadece bilim dünyasına hizmet, ama diğer çok mühim bir gayesi ise koskoca bir İslâm âleminin yitirmiş olduğu kendine hürmeti, güveni ve insanlık tarihindeki yerini hatırlatarak, kaybettiklerini iade etmek içindir.  

Batı medeniyeti, İslâm medeniyetinin çocuğudur. Bilimler eski Mısır, Babil, Yunan, İslam ve Avrupa yolunu takip etmiştir. Batı bilimi adına ortaya konulanlar, İslâm bilimlerinin bir devamıdır.

Umumiyetle dinin veya dinî bir müessesenin gerilemede mes’ul olduğuna inananlar var. Ben bunu tamamiyle reddediyorum. İslâm dini, ilimleri, hiçbir medeniyette tanımadığım bir şekilde geliştirdi ve zirveye çıkardı. Himâye etti.  

Bu yol, çileli bir yoldur, bitmeyen bir azim ve gayret ister. Kitapların hangi kütüphanelerde veya özel koleksiyonlarda olduğunu takip etmek, araştırmaların izini sürmek; fakat bilhassa ehil bir hoca bulmak… ..İslâm medeniyeti dünyasının bu kadar inkişafında en büyük ve temel unsurlardan birisi Müslümanların ilimleri hocalardan öğrenmeleridir. Hoca, eğitimin vazgeçilemeyecek baş ustasıydı.

 

“Dedem Emîr Abdülkādir Cezâirî”

 

Muhterem Hâzirûn,

Ömrü hayatında dinî bir lider ve gerektiğinde cesur bir savaşçı olan büyük bir insanı anmak için bugün sizlerin arasında bulunmam benim için büyük bir zevk ve onurdur. Burada büyük büyükbabam olan Emîr Abdülkādir’in âilesini temsîlen huzûrunuzda bulunmaktayım. Kendisini takdime hâcet yok zîra birçok âlim ve düşünür onun hakkında çokça yazmışlardır.  Şâyet bugün kendisi anılıyorsa ve önümüzdeki yıllar boyunca hatırlanmaya devam edecekse, bunun sebebi insanlık için bir örnek teşkil etmesidir.

Kendisi kelimenin tam ve hakiki mânâsıyla Müslümandı. Düşüncelerinde ve yaşayışında hilim ve hoşgörü sahibi idi. Memleketini işgal edenlere karşı savaşmak mecbûriyetinde kalınca her zaman ordusunun başında duran cesur bir komutandı. Ve de o zamanlar var olan sayısız kabîleyi kaynaştırıp birleştiren irfan sahibi bir liderdi. Bu sebeple kendisi modern Cezayir’in kurucusu olarak görülebilir.

Emîr,  amansız bir düşmanla karşılaştığında gereksiz kan dökülmesini önlemek için ne zaman savaşı durdurması icap ettiğini bilirdi.  Bilhassa düşmanları bile ona saygı duyardı çünkü karşılarında takdîre şâyan birinin olduğunu fark ederlerdi.  Düşmanlarıyla dost oldu. Her zaman sözünün eri oldu ve onlarla anlaşma imzaladı.

Son olarak en mühim mesele, İslâmiyet’i öğretmeye ve devrinin en büyük evliyâsı olan Şeyhu’l-Ekber İbnu’l Arabî’nin düşünce ve öğretisini anlatmaya hayatını adamış olmasıdır.  Bugünlerde İslâmiyet saldırı altındayken Emîr Abdülkādir Cezâirî hayranlık duyulacak ve hürmet edilecek örnek bir zattır diyerek konuşmamı neticelendirmek isterim.  Aralarında böyle ahlâklı ve fazîlet sahibi bir insan bulunduğu için Müslümanlık âlemi gurur duymalı çünkü o bugünlerde kaybettiğimiz değerleri temsil ediyor.  Daha çok söz söylemeden size onun hayatı ve bizlere bıraktıkları ile ilgili her şeyi öğrenmenizi tavsiye eder, beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Omar Said Aitouni


(Omar Said Aitouni, Emîr Abdülkādir’in 4. kuşak torunudur ve bu metin 3 Aralık 2017’de 14. DOST – İslâm’a Hizmet Ödülleri Takdim Töreni’nde yaptığı konuşmanın metnidir.)