2015 Özel “Dost” Ödülü Sahibi İbrahim Kalın Kimdir?

İbrahim Kalın, 1971 yılında İstanbul’da doğdu. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, 1993-95 yılları arasında Türkiye’nin de kurucuları arasında bulunduğu Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi’ne bağlı Uluslararası İslâmî Düşünce ve Medeniyet Enstitüsü’nde, İslam Felsefesi alanında yaptı. Doktorasını, George Washington Üniversitesi’nde Beşeri Bilimler ve Mukayeseli Felsefe alanında yapan Kalın, Molla Sadra’nın varlık görüşü ve bilgi felsefesi üzerine yazdığı teziyle 2002 yılında doktor ünvanını aldı. College of the Holy Cross, Georgetown, Bilkent ve TOBB üniversitelerinde İslâm düşüncesi, İslâm-Batı ilişkileri ve Türkiye üzerine dersler verdi. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi’nde akademik araştırmalar yaptı.

İslâm felsefesi, İslâm-Batı ilişkileri ve Türk dış politikası üzerine kitap ve makaleler yayınladı. İslâm ve Batı adlı kitabı, 2007 Türkiye Yazarlar Birliği Fikir Ödülünü kazandı ve Yunanca ve Arnavutçaya tercüme edildi. Molla Sadra’da varlık ve bilgi sorununu ele alan çalışması, Klasik Yayınları tarafından Varlık ve İdrak: Molla Sadra’nın Bilgi Tasavvuru başlığıyla Türkçe olarak da yayımlandı. John Esposito ile beraber editörlüğünü yaptığı İslâmofobi: 21. Yüzyılda Çoğulculuk Sorunu isimli eserinde Batıda son yıllarda tekrar yükselişe geçen İslâm karşıtlığını ve çoğulculuk sorununu ele aldı. Kitabın Türkçesi İnsan Yayınları tarafından 2015 yılında yayınlandı.

Kalın, 2000’li Yıllarda Türkiye’de Dış Politika adlı kitabın editörlüğünün yanısıra War and Peace in Islam: The Uses and Abuses of Jihad adlı çalışmayı da, Gazi bin Muhammed ve Haşim Kemali ile birlikte yayına hazırladı. Kalın ayrıca, Oxford İslâm’da Felsefe, Bilim ve Teknoloji adlı iki ciltlik ansiklopedinin de baş-editörlüğünü yaptı.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin yanısıra, İslam ve İslam felsefesi alanındaki birçok uluslararası ansiklopedik çalışmaya katkıda bulundu. İbrahim Kalın, 2005-2009 yılları arasında SETA Vakfı’nın kurucu başkanlığını yaptı ve bu dönemde politika yapımına yönelik araştırma, raporlama ve yayın faaliyetlerine yoğunlaştı. 2009-2012 yılları arasında Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü görevini yürüten Kalın, 2 Ağustos 2012 tarihinde Başbakanlık dış politika konularından sorumlu Müsteşar Yardımcılığı görevine getirildi. Eylül 2014 tarihinden bu yana Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcılığı görevini yürütmekte olan Kalın’a, bu görevinin yanısıra Aralık 2014 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü görevi de tevdi edilmiştir.

“Özgürlük, sûretlerin ötesindeki mânâyı kavrayıp hakikat makamına ulaşmaktır”

Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla

Muhterem konuklar, sevgili dostlar,

Türk Kadınları Kültür Derneği ve Kerim Vakfı tarafından, Hakîkat-i Muhammedî yolunda İslâm’a hizmet eden kişilere verilen “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülüne lâyık görülmem münâsebetiyle duyduğum memnuniyet ve mahviyeti ifâde etmek isterim. Bu âl-i cenablığı gösteren vakıf yönetimine ve jüri heyetine teşekkürlerimi sunuyorum.

Bugün aranızda bulunamadığım için beni mâzur göreceğinizi umud ediyorum. Ukrayna’da devam eden çatışmalar nedeniyle evlerinden edilen Ahıska Türklerinin ülkemize intikali için el’an yürüttüğümüz çalışma nedeniyle Ankara’dan ayrılamadım. (…)

Âlemlere nur saçan bir kandil ve rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın bu dünyayı teşriflerini takip eden günlerde O’nun hikmet ve hakikati etrafında toplanmak ne kadar da güzel bir ameldir. Metafizikten topluma, siyasetten sanata hayatımızın her alanında Hakikat-ı Muhammediyye’yi bi-hakkın idrak edebilsek, dünya şüphesiz daha yaşanılır bir yer haline gelirdi. Zira bu dünyada yaradılışın gayesiyle mütenâsib bir hayat yaşamak, dünyayı da dünya hayatını da daha değerli ve anlamlı bir yer hâle getirir. Kur’an’ın buyurduğu gibi “Şüphesiz ki Allah hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır”.

Bu aslında bütün kadim geleneklerin ve dinlerin temelinde yatan iman, anlam ve hikmet meselesiyle doğrudan irtibatlı bir konudur.

“Hikmet, bize yaptığımız her işin mânâsını ve gayesini anlatır”

Bugün insanlığın ve hassaten İslâm dünyasının temel sorunu, ‘hüküm ile hikmet’ arasındaki dengeyi kaybetmiş olmasıdır. Bugün hayatımızda çok hüküm var ama çok az hikmet var…

İslâm, insanların imanlı, ahlâklı ve erdemli yaşamasını temin edecek kurallar koyar. Haram ve helâller dediğimiz bu kurallar manzûmesi, kaynağını, dinin asıl gayesine hizmet etmek isteyen bir idrakten alır. Temel hükümler ve ilkeler sadece kural olsun diye konmamıştır. Mekasidü’ş-şeria olarak bilinen, bugün ‘dinin gayeleri’ diyebileceğimiz ve her amelin arkasında yatan asıl neden, ‘hikmet’tir. Hikmet, bize yaptığımız her işin mânâsını ve gayesini anlatır. Hikmet olmadan emirler ve yasaklar, basmakalıp formel kurallar haline gelir.

Hukukun koyduğu hükümler ‘ne’ ve ‘nasıl’ sorularına cevap ararken hikmet, ‘niçin’ sorusunu yanıtlar. Etimolojik olarak hikmet sözcüğü Arapça’da ‘sınırlama veya önleme’ anlamına gelen ‘h-k-m’ kökünden gelir. Hikmet, bizi cehâletten, ayıplanacak iş yapmaktan ve adâletsizlikten koruyan şey demektir. Aynı kökten türeyen “hüküm” sözcüğünün de benzer bir anlamı var. Hüküm, aklımızla hatâ yapmamızı ve ahlâken yanılmamızı önler. Hüküm-hikmet sözkonusu olduğunda ‘nasıl’ ve ‘niçin’ soruları da birbirini bütünler hâle gelir.

Amellerin mânâ ve gayesinin nasıl belirleneceği konusu İslâm düşünce geleneğinde etraflı bir şekilde ele alınmıştır. Bazı ekollere göre bir şeyin iyi veya kötü olmasının yegâne sebebi, Allah’ın irâdesidir. Her tür hükmün kaynağı yalnızca O’nun irâdesi ve takdiridir. Yalan söylemek ve zulmetmek yanlıştır, zira Allah böyle emretmiştir. Aynı sebeple, hayırseverlik veya dürüstlük iyidir, zira Allah öyle takdir etmiştir.

“Allah, kullarından hakikat, adâlet ve merhamete aykırı hiçbir şeyi istemez”

Aralarında ârif, filozof ve mutasavvıfların da bulunduğu Müslüman mütefekkirlere göre ise Allah-u Teâlâ’nın, bir şeyi iyi veya kötü emretmesi ile o şeyin tabiatı arasında bir tenâkuz yoktur. Allah yalan söylemeyi yasaklamıştır, çünkü yalan söylemek tabiatı itibârıyla kötü bir eylemdir. Allah adâleti emretmiştir, çünkü adâlet özünde iyi bir ilkedir. Bu durum Allah’ın kudretini sınırlamaz, zira Allah-u Teâlâ her şeyin zaten mutlak yaratıcısıdır.

Kur’an’ın buyurduğu gibi Cenâb-ı Hak, hikmet ve gayeyle hareket eder. Allah, kullarından hakikat, adâlet ve merhamete aykırı hiçbir şeyi istemez. Mefhum-u muhâlifiyle söyleyecek olursa Cenâb-ı Hakk’ın peygamberleri vâsıtasıyla kullarına gönderdiği bütün emir ve yasakların temelinde hakikat, hikmet ve merhamet vardır. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz “hiç kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez”.

Hikmet; idrak, doğruluk ve merhamet demektir. Hikmet, inancımızın ve amellerimizin metafizik ve ruhânî boyutunu ortaya koyar. Doğruluk ve dürüstlük içinde yaşayabilmemiz için bizi hakikate sevk eder. Hikmet, yaptıklarımıza bir anlam ve amaç verir.

Bugün Müslümanların bu hikmet anlayışını yeniden keşfetmesi gerekiyor. ‘Niçin’ sorusuna cevap verilmediği sürece, dini hayat formel ve şeklî kuralların ötesine geçemez. Kur’an’ın yüzlerce âyeti, inananları evrene ve kendilerine bakarak her şeyin anlamını ve gayesini idrak etmeye dâvet eder. Allah hiçbir şeyi amaçsız yapmıyorsa, insanların da herhangi bir şeyi amaçsız ve gayesiz yapmasını istemez.

İslâm dünyası çeşitli dinî ve siyâsî sebeplerle bu hikmet anlayışını büyük ölçüde kaybetti. Gaye ve hikmetini idrak etmek, her ibâdetin ayrılmaz bir parçası iken bazen din, bereket ve zarâfetten yoksun şekilsel törenlere, âdetlere ve kurallara indirgenebiliyor. Mânâyı kavramadan sûrete sarılmak, özden uzaklaşma tehlikesini beraberinde getiriyor.

Sûret-mânâ dengesini kurmak, aynı zamanda hüküm ile hikmet arasındaki dengeyi bulmaktır.

Sûretler ve sebepler âleminde yaşadığımız için zâhir önemlidir. İman, amel ve ahlâk, sûretsiz ve zâhirsiz olmaz. Lâkin sûretlerin ötesindeki mânâya ulaşmak, bütün yolculukların nihâî amacıdır:

Kur’an’ın bendesi ve bir Peygamber aşığı olan Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Eğer insanlık âdemin suretinden ibaret olsaydı

Ahmed (Hz. Peygamber) ve Ebu Cehl aynı olurdu.” (Mesnevî I, 1019)

 

Özgürlük, sûretlerin ötesindeki mânâyı kavrayıp hakikat makamına ulaşmaktır. Çünkü mânâ, özgürleştirir. Özgür olmak, içeriği ve anlamı olmayan tercihlerde bulunmaktan ibâret değildir. “Özgürüm, istediğimi seçerim” demek, modernitenin temel düsturlarından biridir. Lâkin özgür olmak adına mânâdan vazgeçmek de mânâ adına özgürlüklüğümüzü yok saymak da çıkmaz yoldur. Mevlânâ’ya göre biz ancak bir anlama doğru yöneldiğimiz zaman özgür hâle geliriz. Mesnevî’de dediği gibi:

“Mânâ odur ki senin her tarafını kuşatır

Ve seni bütün sûretlere mahkûm olmaktan kurtarır.” (Mesnevî II, 720)

Sûret-mânâ dengesini kurmak, aynı zamanda hüküm ile hikmet arasındaki dengeyi bulmaktır. Bir hükmü uygulamak adına hikmeti bertaraf edemeyiz. Aynı şekilde hikmet ve mânâ adına hükümden ve sûretten vazgeçemeyiz.

Şu gerçeği görmemiz gerekiyor: Hikmet, hükme fedâ edildiğinde akıl iknâ olmuyor, kalp yumuşamıyor, nefs itminan bulmuyor. Hikmetten yoksun hükümler, mânevî-rûhî ihtiyaçlara cevap veremediği gibi bizi –Allah korusun- Hz. Muhammed’in kemal yolundan da uzaklaştırıyor.

Bugün İslâm dünyasının hüküm ile hikmet arasındaki bütünleyicilik ilişkisini yeniden kurması gerekiyor. Sûret ile mânâ, akıl ile kalp, zâhir ile bâtın, iman ile mantık arasındaki ilişkiyi doğru kurduğumuzda önümüze yeni imkânlar ve ufuklar çıkacaktır.

Toplumsal muhayyile, bu hikmet metafiziğinin tecessüm etmiş hâlidir. Metafiziğini ve muhayyilesini yitirmiş bir insanlığın, yaradılışın gayesine uygun bir hayat yaşaması, bütün varlık âleminin ona verilmiş bir emânet olduğunu hatırlaması elbette mümkün değildir. Bize verilen emânete sahip çıkacaksak, bunu ancak “emin” yani iman ve hikmet sahibi erdemli insanlar olarak yapabiliriz.

Sonsuz rahmet sahibi olan Rabbimiz bu konuda bizi yalnız ve çâresiz bırakmamıştır. Bize Hz. Muhammed gibi bir uyarıcı, müjdeleyici ve en güzel örnek (usve-yi hasene) göndermiş, O’nunla yolumuzu aydınlatmıştır. Akıl ve hikmet sahibi insan, bu açık-seçik dâvet karşısında ne yapması gerektiğini bilen insandır.

Mevlâ hepimizi Fahr-i Kâinat Efendimizin yolunda sebat edenlerden eylesin.

Bu ödül vesilesiyle başta Cemâlnur Sargut Hanımefendi olmak üzere hizmet ve emekleri her dâim takdiri hak eden TÜRKKAD ve Kerim Vakfı yöneticilerine teşekkür eder, feyizli ve bereketli çalışmalarının devamını dilerim.

(İbrahim Kalın’ın 2015 Özel “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri takdimi gecesi için hazırladığı ve Nurullah Koltaş tarafından okunan konuşmasının metnidir)

 

İbrahim KALIN

Âşık Mâşûku Temâşâ Etmekle Firkatten Âzâd Olmaz

Lâ ilâhe illâllah!

Nur Muhammed sallallah!

Hasbi-Rabbî cellallah!

Virdim Allah illallah!

 

Aşk beni etdi zebûn,

Ne yamanmış bu füsun!

Derd-i aşkla gece gün,

Eşk-i çeşmim oldu hûn.

 

Gelin âşık, yanalım!

Aşkı her dem analım!

Can bize aşktır hemen,

Aşk meyine kanalım!

 

Her taraf gül açıyor,

Dere coşkun akıyor,

Bülbül ötüp duruyor,

Benim âhım yakıyor.

 

Demedim mi sana ben,

Bana sensiz bu beden,

Oluyor bâr-ı girân.

Acı ahvâlime sen!

 

A güzelim nerdesin?

Kaldır hicran perdesin,

Bana göster kendini!

Bilirim her yerdesin.

 

Seni temâşâdayım,

Gerçi ben safâdayım,

Firkatinle âh yine,

Dembedem yanmadayım.

 

Zevk bana, aşkın hemen,

Seni yansın mı seven?

Yoksa başka çâresi,

Al beni benden hemen!

 

Kalksın hicrân aradan,

Vuslatın ver Câvidân!

Merhamet et Ken’an’a,

Taptığım bir Yaradan!

 

Ken’an Rifâî Hz.

 

Cân’a Candan Yaklaşmak

Hayat akıp gidiyor. Boşluklar doluyor, olmaz denenler oluyor, her şey yolunu buluyor. Bu süreç içinde biz neredeyiz? Nelerin etrafında koşup dönüyoruz? Gönlümüz kuşunu nerelerde uçurup kimlere konduruyoruz? Enerjimizi, gücümüzü nerelerde sarf ya da israf ediyoruz? Bazen yerinde sorular sormak, birçok şeyden iyi geliyor.

“Bana arkadaşını, sevdiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” demiş eskiler. Sevdiğin, yakın olmaktan, vaktini birlikte geçirmekten mutlu olduğun kişilere bak, kendinin kim olduğunu anla, demişler. Bu soruyu daha da çeşitlendirerek, ondan talebim ne, neden seviyor, neden yakın oluyor, neden vaktimi onunla geçiriyor, bundan ne bekliyor, ne elde ediyorum diye sorabiliriz biz de kendimize.

Efendiciğimin dizelerini hatırlamamak şimdi mümkün mü?

“Bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen.

İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın?

Hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle.

Noksanı meğer adl-i ilâhîde mi sandın?”

mısralarıyla Ken’ân Rifâî Hazretleri gönlümüze sesleniyor. Biz de bazen tek bir şeye takılıyoruz, bazen farklı farklı şeylere müşteri olarak geçiriyoruz zamanı. Yaşayıp gidiyoruz işte…

Sâhi, yaşıyoruz değil mi? Sâmiha Annem de Dile Gelen Taş’ta “Ruh için ölmez, derler. Ölmez mi? Allah’la biliş tutmamış her ruh zaten ölüdür. Hak’tan ırak olan ruh yaşar mı ki ölsün?” diyor. Yaşıyoruz, değil mi? O’nunla beraberiz, O’nu tanımaya çalışıyor, onu çok seviyoruz…

Fakat sevmek nedir? Bir büyüğümüz, Ken’ân Rifâî Hazretleri’ne “Efendim, sizi çok seviyorum.” demiş. Efendim de, “Beni sevmek, benim sevdiğim her şeyi sevmek demektir. Benim de sevmediğim bir şey yok.” buyurmuşlar. Allah’ın sevgilisi, sevmeyi böyle değerlendiriyor. Demek ki insanın yaşaması için Hakk’la biliş tutması, O’nu tanıması, o sevgiyle sulanması; Allah’ı sevdiğini iddia edebilmesi için de, O’nun sevdiklerini tanıyıp sevmesi gerekiyor. Buna göre Hazret-i Muhammed’i tanımadan, O’nu sevmeden ve dolayısıyla Ehl-i Beyt’i tanımadan, onları sevmeden Allah’ı tanımanın ve sevmenin mümkün olmadığını görüyoruz. Bu “seviyorum” iddiası kuru bir zandan ibaret kalıyor, sevdiğimizi sanıyoruz. Tıpkı yaşadığımızı sandığımız gibi.

Can, hayat, dirilik… Bu mefhumlar bir tek şeye bağlı kılınmış: Hazret-i Peygamber’le olan irtibatımıza. Can olan O, âlemi canlı kılan O’nun varlığı. Yaşamak O’nunla mümkün. Ne kadar O’nunlaysak, o kadar yaşıyoruz. O’nunla irtibatta olarak, O’nu tanıyarak, sevgisiyle bütünleşerek yaşamanın da benim anladığım bir sonucu var. Yaratılmış her şeye, her varlığa gönülden, aşkla, şevkle, muhabbetle hizmet etmek. Hizmet ettiğimiz kadar canlı, hizmete vesile olmaya şükrettiğimiz kadar O’na yakın, bunları kendimizden bilmediğimiz kadar da inşallah O’ndayız…

Kâbe’de Bir Öğle Namazı

Çiçek desenli halının üzerinde oturuyorum. Çevremde arkadaşlarım, biraz uzakta tanımadığım insanlar; farklı dilde, farklı renkte, farklı kıyafetlerde… Çocuk sesleri yükseliyor zaman zaman. Koşan çocuklar, ağlayan bebekler… Konuşmalar, gülüşmeler, duâ edenler, edeplice uzanmış dinlenenler. İnsanları seyrediyorum; çevremdeki havayı ciğerlerime çekiyorum. Huzur tüm bedenimde, ruhumda. Bekliyorum.

Kısa bir süre sonra okunacak öğlen ezanını bekliyorum. Sükûnetle…

Müezzinin sesi Kâbe ve çevresinde yankılanmaya başladığında artık farklı bir yerdeyim. Gidenler bilirler, Mekke ve Medine’de ezanlar farklıdır. Canınıza işler. Ezan başladığında artık zaman yok olur benim için. Mekân ise belirsiz…

O güzel sesten o güzel ezanı dinlerken artık nerede olduğumu bilmiyorum. Sanki bu dünyada değilim. Mekân önemini yitirmiş, zaman hükmünü kaybetmiş. Ben her şeyden ârî, bir huzur denizinde yüzerken buluyorum kendimi. Ses damarlarıma işliyor, ezanı duyuyorum ama cankulağımla duyduğum şeyler bambaşka. Bu öyle bir dâvet ki sanki tüm ömrümü bu ezanı duymak için yaşamışım. Bildiğim tüm duygular gidiyor -sevinç, hüzün, neşe, endişe, beklenti. Sadece derin bir huşû, büyük bir huzur. Etraftaki sesler ve yüzler ezanın başlaması ile siliniyor, koca Mescid-i Haram’da sadece ezan yankılanıyor. Tüm dünya tek ses oluyor.

Sünneti tâkiben farz namaza geçerken saflar sıklaştırılıyor. Mescid-i Haram sanki yekvücud olup hâzır olan imama uyarak namaza duruyor. Binlerce, yüz binlerce insan sadece birkaç metre ötesinde olan Kâbe’ye dönük olarak namaz kılıyor. Birbirinden bu kadar farklı insanı böylesine bir uyumla başka ne hareket ettirebilir acaba? Prova olmadan, koreografi olmadan böylesine bir görüntü başka nerede sergilenenilir? Birlik olmanın önemini kavrıyorum, safları sıklaştırmanın, farklara rağmen gözünü tek bir noktaya dikerek görev başındaki imama uymanın önemini hissediyorum. Böylesine bir teslimiyette ortaya inanılmaz bir enerji çıkıyor. Tek ses, tek yürek, ancak herkes kendi idrâkince Allah’ına ibâdet ediyor. Herkes biricik ve kendine has tecrübesini yaşarken diğerleri ile birlikte olmanın huzurunu, enerjisini, gücünü hissediyor. Peygamber Efendimiz’in ve hocamın birlik üzerindeki vurgusunun önemini ben bir öğle namazında Kâbe’de yüreğimde hissediyorum.

Kâbe’de ezan başkadır, namaz ise bambaşka. Kılınan farz namazlar, nâfile namazlar, tesbih namazları sonrasında odaya gelince abdest alıp namaz kılma telâşı yaşadığım o akşam kendi kendime gülümsüyorum. İnsanın ibâdette kendisini görmediği, zevk ve yokluk içinde yaptığında hep daha fazlasını isteyeceğini söyleyen hocamın sesi geliyor kulağıma. Çok şükür, diyorum; beni buraya getirene, burayı bana zevk edindirene, bu namazları kılmamızı nasip ettirene.

“Çok şükür” dedim, güzel Rabbime.

Cân-ı Candır…

Cân-ı candır Hazret-i Ahmet Muhammed Mustafâ

Tende hem rûh-i revânımdır Aliyyü’l-Murtazâ

 

Kurre-i ayn-ı Muhammed Şah Hasan ibn-i Alî

Hem Hüseyn-i müctebâ şâh-ı şehîd-i Kerbelâ

 

Seyyidü’s-süccâd Alî Zeyne’l-abâ Bâkır Velî

Şâfi-i mahşerdir elhak Câfer-i nûr-i Hüdâ

 

Mûsa-i Kâzım erenler cem’inin mısbâhıdır

Hak-nümâdır Hazret-i Şah-ı Alî hulku’r-rızâ

 

Sâkı-i kevser Takî mısbâh-ı pür-envar Nakî

Kıble-i irfân hasen el-Askerî bedrü’d-dücâ

 

Rehber-i dîn-i mübîndir, kıble-i hâcâttır

Hâdi-i hükm-i şerîat mehdi-i sâhib-livâ

 

On iki imamdan elhak şems-i aşk etti tulû’

Hep bu aşkın âşık u pervânesi buldu rehâ

 

İstemez ihsânına Allah Azîmü’ş-şân ecr

İstiyor ancak muhabbet, Ehl-i Beyt’e Kibriyâ

 

Allah’ın emriyle farzdır, hubb-i Ehl-i beyt heman

Ehl-i Beyt’imde dedi Allah, Resûl-i müctebâ

 

İsrine girmektir ancak bil muhabbet onlara

Hüccet ister buna kāl ile olmaz iddiâ

 

Seyyid Ahmed’den tecellî etti envâr-ı Alî

Oldu aktâba Rifaî muktedâ vü pîşivâ

 

Can nedir ki eyleyeyim dâim fedâ-yı Ehl-i Beyt

Etmesin aşk u edebden Ken’an’ı Allah cüdâ

 

Ken’an Rifâî Hz.

 

Aynı Kandilin Nuru

Aralık ayında Peygamber Efendimiz’in dünyayı teşrifini kutladık. Mevlid Kandili, O’nun o kutlu doğumunu azıcık da olsa idrak etmemiz için bir fırsat yaratıyor. İlim öğrendikçe Allah’a duyulan aşk artarmış der büyüklerimiz. Gerçekten de öyle. Peygamberi sadece 600’lü yıllarda 63 sene yaşamı bir zat olarak görmek gene bizim kalıplaştırmayı seven zihinlerimizin bir oyunu olsa gerek diye düşünüyorum.

Allah, Hz. Muhammed’in önce hakikatini yarattı, sonra her şey yavaş yavaş oluştu. Dünya, ilk canlılar, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve peygamberler… Âdem’le başlayan güneşin doğuş ânı, Hz Muhammed ile öğlen vakti gibi tam tecelli etti. Her şeyin çekirdeği Peygamber’in hakikati iken tüm 63 sene vücuduyla da teşrif etti dünyayı.

Peki Peygamber Hakk’a yürüyünce mânâsı çekildi mi? Mânâsının çekilmediğini O’nun nûrunu bir çıra gibi kendinde yakıp kendinden vazgeçip yananların nûrunda görüyoruz. Aynı nur vücut değiştirip farklı kandiller aracılığıyla aydınlatıyor yolumuzu. Hem de tam sahibinin  istediği gibi… Müslüman olanı da olmayana da tevâzu, aşk ve ilim ile nurlandırıyor…

25 Aralık’ta düzenlenen Özel Dost İslâm’a Hizmet Ödülleri gecesinde ödül alanlardan biri olan Fransız asıllı müslüman mutasavvıf Rene Guenon da bu nuru taşıyanlardan biriydi. Fransa’da Katolik bir ailede büyüyen Guenon, Allah’ın bir lûtfuyla müslümanlıkla tanışmış ve kitapları ve mektuplarıyla her dilden ve dinden insanı etkilemiştir. Mısır’da yaşayan Guenon, 1951 senesine kadar Mısır’da, Kenan Rifâî ise aynı senelerde İstanbul’da Muhammedî nûru arzdan arşa taşımışlardır. Kendilerine yanaşanların çıralarını aşk ateşinden tutuşturmuş ve her zaman müslüman ahlâkını, edebi ve ilâhî aşkı anlatmışlardır. Kendileri de bu nûrun tam tecellisi olması hasebiyle Peygamberimizin mânâsının dünyamızdan çekilmeyip aksine bütün dünyada nasipli gönülleri yakıp kül ettiğini görüyoruz. Ve bu nurdan nasiplenen kandiller, bir sonrakini tutuşturup vazifesini teslim  ederek vücutlarını terk ederler.

İşte Muhammedî nur, dalga dalga dünyayı sarıp bizi Allah’ımıza yaklaştırmak için çalışan rehberlerin önderliğinde her geçen gün daha da bir kor olmaktadır. Allah aşkının ateşi ile bizi doğru yola sevk eden rehberlere şükür.

Öbür Âleme Yolculuk

‘Gideceğiniz yer Arabistan değil, öbür âlem’ demişti Cemâlnur Abla. Öbür âlem kavramı bize çok tanıdık olmadığından, oralar bize uzak ve yabancı gelmiştir. Çünkü ne oralara giden biri ile karşılaşmıştık, ne de oralara gitmiştik. Yakınlarımızdan o tarafa yolcu ettiklerimiz olmuştu ama idrâkimiz oraya gidenlerin bizden hep uzaklaştığını düşündürmüştü nedense.

Yolculuk heyecanı, Medine topraklarına indiğim anda hafifledi. Sanki içimden bir ses ‘rahatla, geldin, hepimiz burdayız’ diyordu. Ravza’ya, yani Peygamber Êfendimiz’in huzuruna gidip orada bulunanların gözlerindeki peygamber aşkını ve heyecanını görünce henüz onun karşısında olduğumu hissedemediğimi fark ettim. Aslında çok yakınımdaydı ama gören gözlerimle göremiyordum. Etrafım duâ edenler, Hz. Pir Ahmed er-Rifâî’nin ravzaya geldiği zaman söylediği gibi ‘uzat elini de öpeyim’ diyenler, ağlayanlar, namaz kılanlar veya gülenlerle doluydu.

Ben de onlar ne yapıyorlarsa yapmaya çalışan âciz biri gibi hareket ettiğimi düşünürken, önümde duran bir teyze sandalyesini küçük ayak parmağımın üzerine koymuş ve üstüne oturmuştu bile. Tabii ki bir anda ayağımın acısıyla bir ah çekmiş ve ayağımı tutarak, küçük bir çocuk gibi ağlamaya başlamıştım bile. Ben ağlayınca ayağıma basan teyze de ağlamıştı, yanımızdaki bir başka teyze de ve bir başkası da… Hepimiz bir anda ağlamaya başlamıştık. Ağlayışın ardından bir anda o ‘ah’, Allah olmuştu (her âhın içinde bir Allah varmış). İçimi bir huzur ve sevinç kaplamıştı.

Ağlamaya devam ederken sanki Peygamber Efendimiz’in bana ‘kızım ancak bu şekilde anlayacaktın’ dediğini duyar gibi oldum. Onun aynı zamanda esprili de olduğunu bildiğimden içimde muzip bir gülümseme de belirdi. Ama dıştan görenler canımın çok yandığını ve o yüzden ağladığımı düşündüler. Olsun, ben onunlaydım o da benimleydi. Hatta ayağıma basan teyze bir yandan ağlarken bir yandan da ‘kızım affet, çok mu canın yandı?’ dedi. Ben de ‘yok teyzeciğim, önce acıdı ama sonrası bir zevkti’ dedim.

Orada olan olay sadece bir ayağa basma hâdisesi değildi, O bize dokunmuştu. Başka bir arkadaşımın da orada ayak parmağının kırıldığını öğrenince çok sevindim. Demek ki o benden daha güçlüymüş diye düşündüm. Bu olaylarla öbür âlemin güzelliklerini ve huzurunu hissettirmişti canım peygamberim bize. Kendi kapasiteme göre Celâl içindeki Cemâl’in bu olduğunu düşündüm.

Bu seyahat sırasında ağladığım tek olay bu değildi. Medine’den ayrılıp Mekke’ye Kâbe’ye gidişimiz ve Kâbe ile ilk karşılaşmamız sırasında da içimden bir şeyler koptu ve kendimi tutamadım. Evet, yine ağladım, hem de hüngür hüngür… Ağlarken de yüzümü kapatıyordum. Neden yüzümü kapattım, bilmiyorum. Belki edep ettim, belki af diledim, belki de utandım. Kâbe’nin karşısında ağlamamalı, huzuru hissetmeliydim. Sonra şunu hissettim, ağlamak beni öyle rahatlatmıştı ki, ardından müthiş bir huzur gelmişti. Kendi kabın ölçüsünde hissedebildiğim ‘huzur’u târif etmek çok zor. Kâbe’de birlik ve tevhid var derlerdi, gerçekten de öyle. Umarım bu huzuru herkes hisseder ve herkes buradaki güzellikleri görür.

Huzurumuzun daim olması, hep huzurda olabilmek ve Kâbe gibi herkesi birleyebilmek dileğiyle…

Velvele

Can cânına “Canım” dedi

“Benim” demeden

“Ümmetim…” dedi

Bizlere de can dedi

Can bulduk

 

İç, içine “İçim” dedi

İçiçe,

Şerbetten içtik

 

Yansıdı

Yan yana

Başladı

Başbaşa

Seyrettik

 

Kendi, kendine seslendi

Kendinden kendine

Kendiliğinden

“Ol” dedi

Olduk

 

Cân-ı Can

 

“Akıl adlı ihtiyar fikir adlı çocuğunu aşk mektebine yollamış… Ondan bir şeyler öğrensin diye… Ama nâfile, hiçbir şey öğrenememiş çocuk… Tâ ki kitapları atıp GÖNÜL olarak gidince öğrenmiş hakikati…”

İnsan ne tuhaf… İçimizde olan, bize en yakın hâlleri, hakikatleri göremiyoruz da, binlerce ötedeki herşeylerden haber oluyoruz.

Her birimizde bir kalp var, çok şükür. Biz vaktiyle kalbi olan herkesi bir zannederdik ve hatta ‘herkesin bir kalbi var işte’ diye bilir, üstünde durmadan geçerdik. Meğer öyle değilmiş: Kalp ayrı seymiş, gönül ayrı, can ayrı seymiş… Herkesteki kalp aynı şekilde zuhur etmezmiş.

Kalp denilen şey, maddî görevini yapan bir organcıkmış sadece. O organ ki ancak sahibi hakikat yoluna girip irfan ile aydınlanınca, diğer bir deyişle üzerine ilâhî ilim yansıyınca, onda Hak kendini gösterirmiş. İşte ancak o vakit kalp gönüle dönüşürmüş. Gönül ki, hakikat nuru ile aydınlanınca asla eşitlikten, haktan, çabadan, zarâfetten ve aşktan geçmezmiş.

Can ise insanın ruhuymuş, sırrıymış. Yaratılışımızdan gelen, bizdeki gizli isimlerin saklı yeriymiş. Tasavvufî eserlerde can kelimesi bazan Allah anlamında, bazan Resûlullah, bazan da şeyh için kullanılmakta… Demek ki biz de Allah’tan, Hz. Muhammed’den ve ustamızdan birer parça gizli… ama derinde… çok derinde… ve çaba göstermeden kendini âşikâr etmiyor. Bunu bilmek bile insanı heyecanlandırıyor.

Bir zamandır ‘cevher’ diyorum ben bu sırlara; belki doğru, belki yanlış… Dünyadaki en güzel seslerde söyleyenin cevherini duyuyorum veya çizilmiş bir tabloda çizenin cevherini görüyorum. Beyaz beyaz pamukçuk gibi hayal ediyorum o sırları ve yufka yufka görünmelerine rağmen sanıyorum ki çok zor onları taşımak, ağır bir görev ve mücadele istiyor. Belki de bu yüzden çok başarılı insanlar dünyevî bağlar üzerinden cebelleşmeye çalışıyorlar konumları ile diye de düşünüyorum. Bütün dünyanın dinlediği bir ses bahşedilmişse sana örneğin, fakat kimse sana içindeki sırdan bahsetmediyse ve bir usta sana o cevher ile başa çıkmayı öğretmediyse, bocalıyorsun.

Bu yüzden biz ihvan dostlarını ve kendimi dünyanın en şanslı insanları addediyorum. Bize dokunup gözlerimizin perdesini açan olmuş, çok şükür, ki şimdilerde içimizdeki cevheri dışarı çıkarmak için çabalıyoruz diye düşünüyorum. Sanıyorum Yunus Emre de “Bir ben vardır, benden içeru” derken, aynı bu sırra, sırlara atıfta bulunuyordu. Allah hepimize o sırlara erişmeyi ve minnacık bir atomdan halka halka çoğalmış gibi hayvanı katmanlarımıza sarılmış cevherleri bir bir açık etmeyi nasip etsin inşallah.