Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla
Muhterem konuklar, sevgili dostlar,
Türk Kadınları Kültür Derneği ve Kerim Vakfı tarafından, Hakîkat-i Muhammedî yolunda İslâm’a hizmet eden kişilere verilen “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülüne lâyık görülmem münâsebetiyle duyduğum memnuniyet ve mahviyeti ifâde etmek isterim. Bu âl-i cenablığı gösteren vakıf yönetimine ve jüri heyetine teşekkürlerimi sunuyorum.
Bugün aranızda bulunamadığım için beni mâzur göreceğinizi umud ediyorum. Ukrayna’da devam eden çatışmalar nedeniyle evlerinden edilen Ahıska Türklerinin ülkemize intikali için el’an yürüttüğümüz çalışma nedeniyle Ankara’dan ayrılamadım. (…)
Âlemlere nur saçan bir kandil ve rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın bu dünyayı teşriflerini takip eden günlerde O’nun hikmet ve hakikati etrafında toplanmak ne kadar da güzel bir ameldir. Metafizikten topluma, siyasetten sanata hayatımızın her alanında Hakikat-ı Muhammediyye’yi bi-hakkın idrak edebilsek, dünya şüphesiz daha yaşanılır bir yer haline gelirdi. Zira bu dünyada yaradılışın gayesiyle mütenâsib bir hayat yaşamak, dünyayı da dünya hayatını da daha değerli ve anlamlı bir yer hâle getirir. Kur’an’ın buyurduğu gibi “Şüphesiz ki Allah hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır”.
Bu aslında bütün kadim geleneklerin ve dinlerin temelinde yatan iman, anlam ve hikmet meselesiyle doğrudan irtibatlı bir konudur.
“Hikmet, bize yaptığımız her işin mânâsını ve gayesini anlatır”
Bugün insanlığın ve hassaten İslâm dünyasının temel sorunu, ‘hüküm ile hikmet’ arasındaki dengeyi kaybetmiş olmasıdır. Bugün hayatımızda çok hüküm var ama çok az hikmet var…
İslâm, insanların imanlı, ahlâklı ve erdemli yaşamasını temin edecek kurallar koyar. Haram ve helâller dediğimiz bu kurallar manzûmesi, kaynağını, dinin asıl gayesine hizmet etmek isteyen bir idrakten alır. Temel hükümler ve ilkeler sadece kural olsun diye konmamıştır. Mekasidü’ş-şeria olarak bilinen, bugün ‘dinin gayeleri’ diyebileceğimiz ve her amelin arkasında yatan asıl neden, ‘hikmet’tir. Hikmet, bize yaptığımız her işin mânâsını ve gayesini anlatır. Hikmet olmadan emirler ve yasaklar, basmakalıp formel kurallar haline gelir.
Hukukun koyduğu hükümler ‘ne’ ve ‘nasıl’ sorularına cevap ararken hikmet, ‘niçin’ sorusunu yanıtlar. Etimolojik olarak hikmet sözcüğü Arapça’da ‘sınırlama veya önleme’ anlamına gelen ‘h-k-m’ kökünden gelir. Hikmet, bizi cehâletten, ayıplanacak iş yapmaktan ve adâletsizlikten koruyan şey demektir. Aynı kökten türeyen “hüküm” sözcüğünün de benzer bir anlamı var. Hüküm, aklımızla hatâ yapmamızı ve ahlâken yanılmamızı önler. Hüküm-hikmet sözkonusu olduğunda ‘nasıl’ ve ‘niçin’ soruları da birbirini bütünler hâle gelir.
Amellerin mânâ ve gayesinin nasıl belirleneceği konusu İslâm düşünce geleneğinde etraflı bir şekilde ele alınmıştır. Bazı ekollere göre bir şeyin iyi veya kötü olmasının yegâne sebebi, Allah’ın irâdesidir. Her tür hükmün kaynağı yalnızca O’nun irâdesi ve takdiridir. Yalan söylemek ve zulmetmek yanlıştır, zira Allah böyle emretmiştir. Aynı sebeple, hayırseverlik veya dürüstlük iyidir, zira Allah öyle takdir etmiştir.
“Allah, kullarından hakikat, adâlet ve merhamete aykırı hiçbir şeyi istemez”
Aralarında ârif, filozof ve mutasavvıfların da bulunduğu Müslüman mütefekkirlere göre ise Allah-u Teâlâ’nın, bir şeyi iyi veya kötü emretmesi ile o şeyin tabiatı arasında bir tenâkuz yoktur. Allah yalan söylemeyi yasaklamıştır, çünkü yalan söylemek tabiatı itibârıyla kötü bir eylemdir. Allah adâleti emretmiştir, çünkü adâlet özünde iyi bir ilkedir. Bu durum Allah’ın kudretini sınırlamaz, zira Allah-u Teâlâ her şeyin zaten mutlak yaratıcısıdır.
Kur’an’ın buyurduğu gibi Cenâb-ı Hak, hikmet ve gayeyle hareket eder. Allah, kullarından hakikat, adâlet ve merhamete aykırı hiçbir şeyi istemez. Mefhum-u muhâlifiyle söyleyecek olursa Cenâb-ı Hakk’ın peygamberleri vâsıtasıyla kullarına gönderdiği bütün emir ve yasakların temelinde hakikat, hikmet ve merhamet vardır. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz “hiç kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez”.
Hikmet; idrak, doğruluk ve merhamet demektir. Hikmet, inancımızın ve amellerimizin metafizik ve ruhânî boyutunu ortaya koyar. Doğruluk ve dürüstlük içinde yaşayabilmemiz için bizi hakikate sevk eder. Hikmet, yaptıklarımıza bir anlam ve amaç verir.
Bugün Müslümanların bu hikmet anlayışını yeniden keşfetmesi gerekiyor. ‘Niçin’ sorusuna cevap verilmediği sürece, dini hayat formel ve şeklî kuralların ötesine geçemez. Kur’an’ın yüzlerce âyeti, inananları evrene ve kendilerine bakarak her şeyin anlamını ve gayesini idrak etmeye dâvet eder. Allah hiçbir şeyi amaçsız yapmıyorsa, insanların da herhangi bir şeyi amaçsız ve gayesiz yapmasını istemez.
İslâm dünyası çeşitli dinî ve siyâsî sebeplerle bu hikmet anlayışını büyük ölçüde kaybetti. Gaye ve hikmetini idrak etmek, her ibâdetin ayrılmaz bir parçası iken bazen din, bereket ve zarâfetten yoksun şekilsel törenlere, âdetlere ve kurallara indirgenebiliyor. Mânâyı kavramadan sûrete sarılmak, özden uzaklaşma tehlikesini beraberinde getiriyor.
Sûret-mânâ dengesini kurmak, aynı zamanda hüküm ile hikmet arasındaki dengeyi bulmaktır.
Sûretler ve sebepler âleminde yaşadığımız için zâhir önemlidir. İman, amel ve ahlâk, sûretsiz ve zâhirsiz olmaz. Lâkin sûretlerin ötesindeki mânâya ulaşmak, bütün yolculukların nihâî amacıdır:
Kur’an’ın bendesi ve bir Peygamber aşığı olan Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Eğer insanlık âdemin suretinden ibaret olsaydı
Ahmed (Hz. Peygamber) ve Ebu Cehl aynı olurdu.” (Mesnevî I, 1019)
Özgürlük, sûretlerin ötesindeki mânâyı kavrayıp hakikat makamına ulaşmaktır. Çünkü mânâ, özgürleştirir. Özgür olmak, içeriği ve anlamı olmayan tercihlerde bulunmaktan ibâret değildir. “Özgürüm, istediğimi seçerim” demek, modernitenin temel düsturlarından biridir. Lâkin özgür olmak adına mânâdan vazgeçmek de mânâ adına özgürlüklüğümüzü yok saymak da çıkmaz yoldur. Mevlânâ’ya göre biz ancak bir anlama doğru yöneldiğimiz zaman özgür hâle geliriz. Mesnevî’de dediği gibi:
“Mânâ odur ki senin her tarafını kuşatır
Ve seni bütün sûretlere mahkûm olmaktan kurtarır.” (Mesnevî II, 720)
Sûret-mânâ dengesini kurmak, aynı zamanda hüküm ile hikmet arasındaki dengeyi bulmaktır. Bir hükmü uygulamak adına hikmeti bertaraf edemeyiz. Aynı şekilde hikmet ve mânâ adına hükümden ve sûretten vazgeçemeyiz.
Şu gerçeği görmemiz gerekiyor: Hikmet, hükme fedâ edildiğinde akıl iknâ olmuyor, kalp yumuşamıyor, nefs itminan bulmuyor. Hikmetten yoksun hükümler, mânevî-rûhî ihtiyaçlara cevap veremediği gibi bizi –Allah korusun- Hz. Muhammed’in kemal yolundan da uzaklaştırıyor.
Bugün İslâm dünyasının hüküm ile hikmet arasındaki bütünleyicilik ilişkisini yeniden kurması gerekiyor. Sûret ile mânâ, akıl ile kalp, zâhir ile bâtın, iman ile mantık arasındaki ilişkiyi doğru kurduğumuzda önümüze yeni imkânlar ve ufuklar çıkacaktır.
Toplumsal muhayyile, bu hikmet metafiziğinin tecessüm etmiş hâlidir. Metafiziğini ve muhayyilesini yitirmiş bir insanlığın, yaradılışın gayesine uygun bir hayat yaşaması, bütün varlık âleminin ona verilmiş bir emânet olduğunu hatırlaması elbette mümkün değildir. Bize verilen emânete sahip çıkacaksak, bunu ancak “emin” yani iman ve hikmet sahibi erdemli insanlar olarak yapabiliriz.
Sonsuz rahmet sahibi olan Rabbimiz bu konuda bizi yalnız ve çâresiz bırakmamıştır. Bize Hz. Muhammed gibi bir uyarıcı, müjdeleyici ve en güzel örnek (usve-yi hasene) göndermiş, O’nunla yolumuzu aydınlatmıştır. Akıl ve hikmet sahibi insan, bu açık-seçik dâvet karşısında ne yapması gerektiğini bilen insandır.
Mevlâ hepimizi Fahr-i Kâinat Efendimizin yolunda sebat edenlerden eylesin.
Bu ödül vesilesiyle başta Cemâlnur Sargut Hanımefendi olmak üzere hizmet ve emekleri her dâim takdiri hak eden TÜRKKAD ve Kerim Vakfı yöneticilerine teşekkür eder, feyizli ve bereketli çalışmalarının devamını dilerim.
(İbrahim Kalın’ın 2015 Özel “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri takdimi gecesi için hazırladığı ve Nurullah Koltaş tarafından okunan konuşmasının metnidir)
İbrahim KALIN