Her Nefes’in bu sayısında maddî ve mânevî varlıklarıyla bizlere mürşitlik eden büyüklerimizin mânâlarını daha iyi idrak edebilmek niyâzıyla çıktık yola… Onları yâd etmek, onların himmetlerini dilemek üzere… Cemâlnur Sargut Hocamızla da kendisinin hayatına yön vermiş hocaları üzerine sohbet ettik. Hocaları Ken’an Rifâî’yi birebir yansıtan Nazlı Anne, Sâmiha Anne ve Meşkûre Anne’nin hâtıralarıyla dopdolu olan bu söyleşiyi büyüklerimizin varlığından dolayı sükürle siz okuyucularımıza sunuyoruz.
Müge Doğan: Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin birçok eseri bulunuyor ancak kendilerinin asıl eserinin insanlar olduğu ifade ediliyor. Nazlı Hanımefendi bu eser insanlar arasında hangi mertebeyi temsil ediyor?
Cemâlnur Sargut: O, Peygamber Efendimiz’in yanındaki Hz. Ebû Bekir makamında…. Yani tam sıddık makamını temsil ediyor. Gerek sadâkatiyle, gerek ilmiyle, gerek Peygamber’e olan aşkı gibi efendisine olan hürmeti, saygısı ve ondaki tecelliye olan aşkıyla ve Hz. Ebû Bekir’in Peygamber’in ahlâkını giyinişi gibi Nazlı Anne’nin de Efendimin ahlâkını giyinmiş olmasıyla anlıyoruz ki orada tamamen Efendim’le olan ilişkide Ebû Bekir-Peygamber ilişkisi var. Zaten Hz. Peygamber’in, Hz. Ebû Bekir için “Ölmeden önce ölü görmek isteyen ona baksın” buyurdukları gibi, aynı sözü Efendimiz de Nazlı Anne’ye söylemiştir.
Sâdıklık çok yüce bir makamdır. Sâdıklık onun ahlâkını giyinmek, onun rengine boyanmak demektir. Onun söylediği her söze şeksiz şüphesiz iman etmek demektir. Kendi varlığını aradan çekerek mürşidinin varlığında yok olup fenâfişşeyh olmak demektir. Sadâkat artık varlık istemez, yokluk ve hiçlik ister. Nazlı Anne’de bunu çok bâriz görürdük. Hiçbir zaman kendi için yaşamadı, dâimâ etrafı için yaşadı. Enteresan olan tarafı, hayatını tamamıyla adadığı mürşidinin vefâtında annem ağladığı zaman, “niçin ağlıyorsun, onlar ölür mü ki ağlıyorsun?” diyecek kadar dirâyetli. Gene mürşidi herkesle tek tek vedâlaştığında üç gün boyunca, onun odasına girmeyip onu rahatsız etmeyecek kadar da gerçekten sevmeyi bilen bir insandı.
Müge Doğan: Anneniz Meşkûre Sargut, Nazlı Hanımefendi’den, Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin âlem-i cemâle yürüyüşlerinden sonra Hz. Ebû Bekir’e sığınır gibi Nazlı Sultan’a sığındık diye bahsediyor. Bu süreçteki vazifelendirilme ne şekilde oldu?
Cemâlnur Sargut: Ken’an er-Rifâî Hazretleri’nin vefatından sonra Sâmiha Anne ve Nazlı Anne iki değişik vazifeyi birden yüklendiler. Birisi yazarak mürşidini anlattı ve bu çok büyük bir vazifeydi çünkü eğer Sâmiha Anne, Ken’ân Rifâî’yi anlatmamış olsaydı, kimse Ken’ân Rifâî’yi öğrenemeyecekti. Kulaktan dolma bilgilerle veya kendi bakış açısıyla Sâmiha Anne’ye bakarak ya da anneme bakarak onu görmeye çalışacaktı. Ama onların hakikatini göremeyeceği için de Ken’ân Rifâî’yi bilemeyecekti. Ancak kendi kadarıyla idrak edecekti. Ama kitapları onun iç mânâsını anlatıyor; yani Peygamber’in hakikati nasıl Kur’an’da yazılıysa ve sonsuza kadar Peygamber’in hakikati bâkî kalacaksa, Sâmiha Anne, -Nezihe Araz, Safiye Erol ve Sofi Huri’nin de yardımıyla-, Ken’ân Rifâî’nin hakikatini anlatan “20. Yüzyılın Işığında Müslümanlık” isminde bir kitap yazdı. İşte bu kitap Kur’an’ı da anlatan bir kitap oldu, Mesnevî’nin de özünü anlatan bir kitap oldu. Daha doğrusu bu bir “anahtar kitap” oldu ve bu kitap vâsıtasıyla insanlar İlâhiyât-ı Ken’ân’ı çözdüler önce. İlâhiyât-ı Ken’ân’ın hakikatinde Mesnevî ve Kur’an’ın iç mânâlarını ve kapılarını açtılar.
Müge Doğan: Siz Nazlı Hanımefendi’den “duasıyla doğduğum sultan” diye bahsediyorsunuz. Bu sultan size “öğretmen olacaksın” diye buyurmuşlar. Siz dünyevî ve mânevî öğretmenliğinizde kendisi de senelerce öğretmenlik yapmış olan Nazlı Hanımefendi’den nasıl etkilendiniz?
Cemâlnur Sargut: Annemle babamın on sene çocuğu olmamış. Annemin artık ameliyatsız çocuğu olamayacağını söylemişler doktorlar. Babam da annemin ameliyatına izin vermemiş. Çünkü kendisi de doktor olduğu için ve o devirde ameliyatların çoğu ölümle neticelendiği için babam böyle bir riski çok sevdiği karısı için almak istememiş. Daha sonra ihvânın içinde birisi işsiz kalınca, Nazlı Anne her zamanki gibi el atmışlar çünkü bütün ihvânın derdine dermandı o. İki çocuğuyla karısı ortada kalıyor ve adam işsiz kalıyor; verem olduğu için atıyorlar işten. O zaman babamın da Demokrat Parti ilçe başkanlığı var o devirde. Nazlı Annem, anneme diyor ki “Faruk gitsin, bu beyefendiye iş bulsun, gelsin.” Dünyada babama en zor gelen şey; çünkü başkasından bir şey asla istememiş bir adam. İkincisi de borç içinde çünkü yeni açmış muayenehanesini ve bir gün bile oradan ayrı kalmak babam için çok zor. Annem “başüstüne” diyor ama babamın ne tepki göstereceği hakkında da çok bir bilgisi yok. Dolayısıyla babama geliyor, babam her şeye rağmen “emrederler” diyor. İşte babamın o teslimiyeti, babamın işini kolaylıyor. Muayenehaneyi kapatıyor, Ankara’ya gidiyor fakat daha trenden iner inmez Ticaret Bakanı Enver Güreli’yi görüyor. O da “Sen burada ne yapıyorsun Farukcuğum?” diyor -İstanbul Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşı. Sen diyor, böyle kimseye bir şey istemek için gelmezsin. “Ama bir mübârek istedi benden” deyince, “sen git benim odamda dinlen, ben sana iş bulayım.” diyor. Gidiyor dinlenmeye babam ve on beş, yirmi dakika sonra da iş bulunmuş haberi geliyor. Ve onu duyunca, babam İstanbul’a o gece dönüyor.
Nazlı Annem de ağlayarak, babamın bu teslimiyeti üzerine duâ ediyorlar hayırlı bir evlâdı olsun diye. Annem o ay hâmile kalıyor. Bu gerçek mûcizedir. Allah’ın büyük lûtfudur. Sonra Efendimiz ve Valide Sultan her gece Şevket Bacı’nın rüyasına girerek, “Sâmiha’ya da söyle” diye emrediyorlar, “bir kızı olacak, adını Cemâl koyacağız, başka isim asla istemiyoruz, asla! Meşkûre’ye söyleyin, asla!” diyorlar. Onun üzerine Nazlı Annem de, “Biz de Nur ekleyelim” diyor. Burada da tabii bir hikmet var. Cemâl, cemâlî bir isim. Fazla cemâlî isimlerse zorlayıcı ve zorludur. Cemâlle celâlin bir arada olması lâzım ki kemâl zuhur etsin. Nur, celâlî isimdir. Onun için ikisini birleştirmiş Nazlı Annem.
Müge Doğan: “Öğretmen olacaksın” diye buyurmalarıyla ilgili ne söylerdiniz?
Cemâlnur Sargut: Dördüncü sınıftaydım, o sene vefât ettiler… Çok zorlandım, çünkü çok âşıktım hocalarıma. İkisine de… Konak sağ taraftaydı -Hırka-i Şerif’e inen yolun karşısından bir sokak iniyordu. O sokağın başının bir köşesindeki villada Nazlı Annem, karşı köşesindeki villada Sâmiha Annem oturuyorlardı. Nazlı Annem benim her zaman dünyada en sevdiğim insan oldu. Yani annemdi o benim, biliyordum, ruhumun annesiydi. Sonra dördüncü sınıfta karnemi aldığımda -Asuman da karnesini aldı- bizi beraber emrettiler, gelin karnelerinizi okuyun diye. Karneleri okudu Behire Teyze ve Nazlı Annem bana kızı Semiha Cemâl’in Gül Demeti kitabını uzattı ve aynen şöyle dedi: “Sen öğretmen olacaksın.” “Ol” ya da “olmalısın” değil! “Bu kitabı çok iyi oku.” Ben bizim yaşımızda, devrimizde, akıllı kızlar mühendis olur gibi saçma sapan bir kavram olduğundan kimya mühendisliğini tercih ettim.
Müge Doğan: “Kaç yaşındaydınız bunu söylediğinde?”
Dördüncü sınıftaydım ve yani (o sınıf için) bir yaş küçük olduğuma göre dokuz yaşında filandım… O bir de elimize bir çift çorap verdi, “babana söyle bunu giysin de gelsin” dedi. Ve biz Adana’ya gittik, iki senedir babamı hiç görmüyorduk. Adana Cezaevi’ne götürmüşlerdi. Biz Adana’da öğrendik vefat ettiğini. Bu, Nazlı Annem’i son görüşüm oldu benim. Sonra geldim, mühendis oldum ve eşim çalışmamı yasakladı. O sırada ben de o kadar bitirmişim okulu, bir de çocuğum olmuş, çalışmak istiyorum… Araştırdım araştırdım, Güneş Koleji’nde part time öğretmenlik buldum. Yarım gündü. Yalvar yakar onu kabul ettirdim. Öğretmenlik doğuştan olan bir şey, sonradan olmuyor, başlayınca mikrop gibi zaten insanın içine işliyor ve bir daha da onu değiştiremiyorsun. Sonra Allah’ın lûtfu olarak da resmî okula tâyinim çıktı. Ben Nazlı Annemin -sonradan Sâmiha Annem de aynı şeyleri söylediler- bu yorumlarını bu öğretmenlikle alâkalandırdım; ama sonra anladım ki onun bahsettiği öğretmenlik bu değildi. Bu öğretmenlik sadece hakiki öğretmenlik için bir hazırlıktı. İnsanları tanımam, onları sevmem, onları severken beklentisiz olmam için. Ve sonra asıl mânevî öğretmenliği yani bana verdiği kitapta öğretilen aşkın öğretmenliğini, Allah bana nasip etti. Aşkın, öğretmenin en güzel vasfı yahut en lûtuf vasfı, öğretirken hep kendisinin öğrenmesidir. Öğrenmekten zevk aldım ve ömrümün sonuna kadar zevk alacağıma inanıyorum.
Müge Doğan: “Sâmiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk” kitabınızın “Üç Kadın Bir Resim” başlıklı bölümünde Nazlı Anneyi, Sâmiha Ayverdi ve anneniz Meşkûre Sargut ile birlikte hayatınızın merkezindeki üç kadından biri olarak sayıyorsunuz. Bu üç kadın “âmânınız” olarak andığınız Ken’ân Rifâî Hazretleri’yle temsil edilen resmi hangi yönlerden yansıtıyorlardı?
Cemâlnur Sargut: Bir kere Nazlı Annem’de yokluk, hiçlik, Ebû Bekir vasfı; Sâmiha Anne’de adâlet, sevgi, Hz. Ömer gibi idâre vasfı ve muazzam bir anlatım kabiliyeti; annemde ise yaşayan Ken’ân Rifâî’yi seyrettim. Üçü bir arada olmasaydı, ikisinden bilgi edinip tam yaşamanın nasıl olduğunu görmeyecektim ama annemin varlığı çok büyük hizmet etti bize yani iki evlâdına ve çevresine… O, yaşayan Ken’ân Rifâî’ydi. Olduğu gibi yaşadı ve yaşattı. Sâmiha Anne ve Nazlı Annemi çok seviyordum ama her saniye birarada olamıyorsun. Ama annenle her saniye bir aradasın. Annem, celâlli bir anneydi, benim çok iyi yetişmem için çok uğraştı. Hiç tâviz vermedi. Ama bütün bunların içinde ben annemi çok sevdim. Ben ayrı bile kalamazdım o zaman. Onun için herhalde Allah beni gurbetlere attı. Çok uzun süreler ayrı kaldım. Ama bu ayrılıklar da Şems’den Mevlânâ’nın ayrılışı gibi beni eğitti ve öğretti, yetiştirdi, aşkımı artırdı sonra baktım ki artık sevdiğim annem filan değil yani. Ben Allah’ımı seviyorum. Yani peygamberimi seviyorum; Peygamber’i çok seviyorum, çok… Onları öğrendim. Annemin efendisine olan sevgisi bana bunları öğretti. Onun için hepsine çok müteşekkirim. Yani herkesin hayatında erkekler olur, benim kadınlar oldu…
Müge Doğan: Çağımızın insanının Nazlı Anne misalinden öncelikle neyi öğrenmesi ve hayatına hangi prensipleri geçirmesi gerekir?
Cemâlnur Sargut: Bir kere o devrinin Harakânî’si gibiydi. Sabah insanlığa nasıl hizmet ederim diye kalkardı. Kendi varlığını tamamen unutmuştu. İyice, her şeyini efendisine fedâ etti. Otuz dört yaşındaki kızı ölürken “oh oh maşallah” dedi. Semiha Cemâl Hanım “efendimi görmek istiyorum, ölmek üzereyim” dediğinde, “hayır, efendimin istirahat saati, göremez” dedi. Yani bu çok yüksek bir seviyedir, herkesin anlayacağı bir seviye değil. İşte bu idrâki öğrendik Nazlı Anne’den. Onun için ben ölümü çok güzel karşılamayı Nazlı Anne’den öğrendim. Ölümde ağlamamayı… Kat’iyen ağlamazlardı. Çok kızarlardı ağlayana. Annem de tamamen Nazlı Anne gibi hareket etti ömrü boyunca.
Nazlı Anne verici, fedakâr, başkaları için yaşayan, her şeyini başkaları için fedâ eden bir sultandı. Efendisinin kulu kölesiydi. Efendisi olmuştu… Öyle bir sultandı. Anneme “Meczuplar gelecek, sen tahammül edemezsin, bunlar dört gün dört gece konuşmak isterler, yemezler, içmezler, ben dayanabilirim, sen evine git kızım” dermiş.
Anneannem de çok aşklıydı ve bir gün anneannemle sohbet ederken şöminenin üzerindeki çam kozalağı kendini ateşe atmış onların aşkından. Böyle yürümüş tak tak tak tak ve kendini ateşe atmış. Ondan sonra elini uzatmış, ateşin içinden o yarı yanmış yarı yanmamış çam kozalağını almış Nazlı Anne… Onu Efendimin sürahisine kapak yapmış, ancak ona lâyıktır diye.
Çocuktan büyüğe kadar herkese hürmet ederdi. Geçen gün bahsedildiği gibi ya torununu soyardı ya beni soyardı, fakir çocuklara kıyafet olarak bizimkileri giydirirdi. Beni de çocuğu gibi görürdü; yani onun çocuğuydum ben. Hatta evlendiğimde kızı Behire Teyze bana bir hediye getirmiş ve üstüne şöyle yazmış: “Efendisinin ve Nazlı Annesinin pek kıymetlisi” diye… Böyle kıymetliydim ben. Yani insan, kıymetli olduğuna sevinmiyor da onların “kıymetlim” demesine seviniyor. Çünkü insan-ı kâmilin gönlüne girmek Allah’ın gönlüne girmek demektir.
Ben verem geçirdikten sonra yürüyemiyordum; bir gün gene annem Efendimize gitmişler ve demişler ki, bunu alacaksan al, her gece 40 ateş, her gece 40 ateş… Üç ay hiç yürümedim; bacaklarım böyle pâre pâre, ciğerlerim çok kötü durumdaydı, şişmiş… Sonra “alacaksan al” dediği gece ateşim düşüyor işte. Demek ki annemin teslimiyetini bekliyor Efendim.
Bir kırmızı elbise dikmişti ablam bana, çok şıktı. Ablam da o zaman Olgunlaşma’da okuyor. Onu giydim ve doktora gittim. Doktor da “esmere al bağla, geç karşısına ağla” dedi. Ondan sonra Nazlı Annemi istedim, onu görmek istiyorum dedim, o da beni görünce “ne güzel, ay kızım yürümüş gelmiş” diye iltifatlar ettiler, sonra da “elbiseni çıkar, buradaki fakir kızın ihtiyacı var” dediler. Ama ben çok sevindim çünkü benden bir şey istiyordu ve vereceğimden emindi yani o çok…
Biz onları memnun etmek için yaşadık. Asuman’la okula giderdik, her gün önünden… -konakta oturan fakir ihvan vardı; o zaman Efendimizin eşi orada böyle sığınacak kişileri oraya almıştı konağın bazı odalarına. Onlara seslenirdik ama gözümüz Nazlı Anne’nin penceresinde -o bizi görüyor mu acaba, bir şeye ihtiyacınız var mı efendim, alalım, diye. Onlar bizi beğensin üzere yaşadım ben. Hayatımı onlar için geçirdim. Ne biliyorum, küçücüktüm de sadece o önemliydi yani onların bizi sevmesi ve beğenmesi… Tabii bunda annemin çok büyük rolü var. Annemin o sonsuz sevgisi, babamın -bu kadar çocuklarına, bana düşkünken- bizi fedâ edecek kadar onlara hürmeti ve saygısı, -tabii ki, ezelî nasibimiz de var çok şükür ama- bizim yetiştirilmemizde çok doğru rol oynadı. Teslimiyeti öğrettiler annemle babam bize. Yani muazzam! Dedem, babam, annem, anneannem de dâhil -ki en zor teslim olan oydu- hepsi teslimdi. Bizim ailenin hepsinde, -efendisine bizim kadar bağlı olanlar var, olmayanlar var- ama hepsinde bir efendi sevgisi vardır.
Allah bize de onların halleriyle hallenmeyi nasip etsin hocam…