Editörden (Kasım 2013)

Merhaba Dostlar,

 

Mübârek Kurban Bayramını içeren Zilhicce ayını henüz tamamladık ve bir diğer çok özel ve güzel aya, Muharrem ayına eriştik çok şükür. Öncelikle geçmiş Kurban Bayramınızı ve Muharrem ayı ile başlayan yeni senenizi Her Nefes ekibi olarak cân-ı gönülden kutluyoruz. Mübârek olsun efendim.

 

Kasım ayı konumuz “KURBAN”. Elbette kurban pek çok farklı anlama geliyor mübârek dinimizde. Yakınlık kurmak (“kurbiyet”) bunlardan sadece biridir. İslâm tasavvufunda en çok kullanılan karşılığı ise nefsimizi Allah yolunda kurban etmektir. Bana göre Hz. İbrahim, oğlunu Allah’a olan yakınlığını ve sevgisini göstermek için teslimiyet taşına yatırmış, kesmeye niyet etmiştir. Böylece evlâdına olan sevgisi ile nefslerimiz ve dünya malına olan düşkünlüklerimiz tasvir edilmiştir. Özetle nefslerimizi ancak Rabbimize teslim olup O’nun bize tenezzülü sâyesinde gönlümüze dolan O’nun sevgisi ve aşkı yardımıyla kesebiliriz. O’nun için en has kurban, Allah yoluna canı kurban etmektir. Böylece Rabbimize karışırız. “Gerçek kurban” Allah’ı için herşeyini vermektir dersek, elbette bunun en kıymetli örneğini de yine Peygamberimizin evlâtlarında görüyoruz. Hz. Peygamber’in “gözümün nuru” dediği, Hz. Fatma ile Allah’ın aslanı Hz. Ali’nin müstesnâ evlâtları Hz. Hüseyin ve âilesinin, başlarına gelecekleri bilmelerine rağmen gözlerini kırpmadan şehâdet şerbetini içmeye gitmeleri bence “kurban” anlayışının zirvesidir. İnşaallah, Allah bizi de Rabbimize, Peygamberimize ve onun ailesine lâyık evlatlardan kılsın.

 

Benim gönlüme Mısrî Niyâzi’nin çok sevdiğim bu şiiri düştü. İnşaallah Rabbim bize de kurbanın, Allah’a kurbiyetin ve şehâdetin hakikatini anlamayı nasip etsin…

 

 

O cihanın fahrinin sırrına kurbân olayım,

Hutbe-i levlâk inen şânına kurbân olayım.

Kabe kavseyni ev ednâsına kurbân olayım,

Ben onun ilm ile irfânına kurbân olayım,

Ben onun esrâr-ı mirâcına kurbân olayım.

 

Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali dört yârıdır,

Risâlet bağının onlar gül-i gülzârıdır,

Cümle ashâbı hidâyet râhının envârıdır,

Ben onun âline ashâbına kurbân olayım,

Ben onun ashâb u ahbâbına kurbân olayım.

 

Hasan Hazretlerine zehr içirdi eşkıyâ,

Hem Hüseyin oldu susuzluktan şehid-i Kerbelâ,

İkisidir, asl-ı nesl-i cümle âl-i Mustafâ,

Ben onun âline evlâdına kurbân olayım,

Ben onun evlâdı ensâbına kurbân olayım.

 

Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti,

Ümmetine cümleden çok eder Hak rahmeti,

Enbiyâ onunla buldu bunca lûtf u izzeti,

Ben onun lûtfuna ihsânına kurbân olayım.

Ben onun envâ-ı eltâfına kurbân olayım

 

Her ne denli enbiyâ ve mürselîn kim geldiler,

Ümmeti olmayı Hak’tan temenni kıldılar.

Evliyâ âna Niyâzi kul u kurbân oldular.

Ben onun ayağının tozuna kurbân olayım.

Yoluna gidenlerin izine kurbân olayım.

 

Sohbetler (Kasım 2013)

Aklını pîş-i Mustafâ’da kurban et ve bana Allah’ım yeter, de! Bunu diyen, Rabbim Allah’tır, deyip istikâmet etmekle korku ve kederden kurtulur. O halde sen kendini Hakk’a verirsen, elbet o da senin için olur.

Vâsıtalı olsun, vâsıtasız olsun, her yerde tecellî eden Allah’tır. Tekkeleri kapadılar, şöyle yaptılar, böyle ettiler, deme… yaptıran Al­lah’tır. Bunu sen anlamamakla böyle olmaması îcap etmez. Kimsede kabahat yoktur. Yapan, tertip ve tanzim eden hep Allah’tır. Bunu sen idrak etmemekle böyle olmaması îcap etmez. Sen çocuğunu ateşe yak­laşmaktan men edersin ama o, bunu takdir eder mi? Kızar ve ağlar.

Hakk’ın da her yaptığında bir hikmet vardır. Bunu görebilmek de tevhîddir. Bu tevhîdi elde edip Hakk’ı her yerde görürsen gıybet, riyâ, kibir, benlik, tefâhür edemezsin. Eğer bunları bilir ve yaparsan, mührü basar, pasaportunu eline verirler. Kalbin selâmeti de başka türlü ola­maz. Bu olmadıkça da o kalp dâima puthânedir. Sen, istediğin kadar Allah’a tapıyorum da desen bunun hiçbir faydası yoktur.

Bir derviş, her yerde Allah ile beraber olup her işittiğinin ondan olduğunu bilmedikçe Allah’ta fânî olamaz. Fenâfillah mertebesi işte bu­dur. Nasıl benim yanımda bir kimseyi gıybet etmeye utanıyorsan hâriçte de utanmalısın. Çünkü her yer huzurdur. Yemen’de de olsan Allah seninle beraberdir. İşin aslı bunu bilmektedir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 214)

***

Denizden, römorköre bağlı bir kayık geçiyordu:

– “Bakınız talebe üstâdına bağlı olduğu gibi, bu kayık da öyle. Fakat yine de dümen mevkiinde bir adam var. Bundan şu anlaşılıyor ki insan her ne kadar tarikat cihetiyle şeyhine bağlı ve mütevekkil olsa da yine akıl dümenini elinde tutup idâre etmesi, sağa sola çarparak üstâdına söz getirmemesi lâzımdır.”

Hüsniye Hanım:

Fakat kayıkların bâzısını, geminin tâ yanına bağlıyorlar. Böyle borda bordaya bağlanan kayıkların içinde dümencinin bulunmasına lüzum olmuyor.

“O başka mes’ele… O hâl müstesnâ ve enderdir. Ekseriyet ise kayığı motorun arkasına bağlar. O senin dediğin hâl, kendini Hakk’ın varlığında tamâmiyle fânî kılmış olanların mertebesidir ki, yakınlık ve beraberliklerinin kemâl derecesini bulmuş olmasından dolayı, idâ­recileri de Hak olmuştur. Onlar “Akıl Mustafâ’nın önünde kurbandır/ Hasbiyallah de ki Allah yeter” sırrına mazhar olanlardır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 353-354)

 

***

 

“Aşk ve âşıkların indinde korku ve hüzün yoktur. Çünkü bunlar, aşkın din ve mezhebinde kurban olmuşlardır.

Bir kimseyi asrın allâmesi de görsen, onun zâhirde olan ilim ve mârifetine bakmayıp, Allah’la ve halk ile olan ahdine vefâ edip etmedi­ğine bak. Çünkü ilim, kabuk gibidir; ahde vefâ etmek de o ilmin özü­dür.

Ey âkil, sakın sûrete bakma! Çünkü cinsiyet yâni aynı mayada ol­ma sırrı, sûrette değildir. Sûret, taş ve toprak gibidir. Câmidin, cinsiyet­ten haberi yoktur. Cinsiyet, mânâ cihetiyle kalplerin birbirine benzemesi, ruhların ezelden bilişikli olması ve akılların yekdiğerine uygun bulunmasıyle olur. Yoksa, sûrette aynı cinsten olmanın faydası yok­tur.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 470)

 

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Nefsinle mücâdele etmiyorsan, kestiğin kurban, kurban değildir”

“Nefsinle mücâdele etmiyorsan, kestiğin kurban, kurban değildir”

Röportaj: Müge Doğan

 

Bir kurban bayramını daha geride bıraktık ve bu ay bu bayramın mânâsı ve hikmetleri üzerine Cemâlnur Sargut Hocamızla konuşmak için biraraya geldik.

 

Müge Doğan:İbn Arabî Hazretleri diyor ki “Allah, İbrahim kendisine misafir olduğunda oğlunun kurban edilmesi ile onu ağırladı. Çünkü zevk, ancak keder ve üzüntü miktarıncadır” diyor. Bunun iç mânâsını, Hz. İbrahim’in gördüğü rüyâ ile ilişkilendirerek anlatabilir misiniz?

 

Cemâlnur Sargut: Aslında burada anlatılmak istenen, ilâhlarımızı kurban etmektir. Yani ilâhlarımızdan vazgeçmektir. Çünkü “lâ” demeden “illâ Allah” olmuyor. İllâ önce kurban edeceksin ama demek ki önce bir ilâh edinme devremiz var, sonra da bunları mutlaka vermek zorundayız ki Allah ben buradayım diyebilsin. Hz. İbrahim rüyâsında oğlunu kurban ettiğini gördü ve bunu emir olarak addetti ve bunu tevil etmedi. Aslında onun tevil etme hakkı vardı, çünkü o bir insân-ı kâmil idi ve hakiki bir peygamberdi. Dolayısıyle o anlamıştı ki, aslında kurban etmesi gereken şey, oğluna duyduğu aşırı sevgi ve koruma isteği idi. Ancak bunlardan vazgeçtiği zaman, Allah onu kabul edecekti. Bunun için de Allah’a karşı rüyâsını hiç tevil etmeden yaşamaya karar verdi. Yani duyduğu sevgiyi oğlunu öldürmekle yok edeceğini Allah’a ispatlamak istedi.

 

Tabiî bu, çok üst seviyede bir anlayıştır. Aslında burada evlâdımızı kesmek anlamına gelmez, çünkü evlâd kesmek sevgiyi yok etmez. Aslında evlâdı kestikten sonra daha büyük acı ile evlâda bağlanırsın. Dolayısıyle burada söylenmek istenen şey, aşırı istek ve arzularımızı bir bir yok etmek ve kesmek mânâsındadır. Fakat Hz. İbrahim’in, “olur” diyerek bu konuda gösterdiği çaba bile Allah’ın çok hoşuna gitti ve onu “lâ ilâhe illallah” addedip ona “illâ Allah” anlamında bir koyun yolladı. Yani koyun bize “çok şükür, nefsini kesme zarâfetinde bulundun”, bunun müjdesidir. Bu anlamda yollanır ve koyunu kesmek de aslında nefsin arzu ve isteklerini kesmeye hazırım, onun için de nefis koyunumu kesiyorum anlamındadır. Burada nefse çok büyük bir iyilik yapılır; çünkü nefsi tekâmülden engelleyen her türlü etken ortadan kalkınca nefis tekâmüle başlar. Koyuna da çok büyük bir iyilik yapılır çünkü koyun insan yediği zaman insana katılır ve insanın yaptığı bütün hayra eşlik ederek hayır ehli bir koyun olmuş olur. O bakımdan insan hayvana lûtfetmiş olur onu kesip yemekle.

 

Müge Doğan: Gene İbn Arabî Hazretleri “İnsanın kendisi en büyük tılsım, en saygın kurbandır. Onun vasıtası ile insan dışındaki yaratıklar Allah’a yaklaşır. Bunun sebebi, insanın, âlemin ve ilâhî mertebenin hakikatlerini kendinde toplamış olmasıdır” diyor. Aynı mânâ mıdır acaba?

 

Cemâlnur Sargut: Evet, insan kendi nefsini yok ederek kendine fayda bulur. Çünkü nefis tekâmülünü engelliyor arzu ve istekler. Bir yandan da bütün hayvanat, insana katıldığı ölçüde insanlık makamına yükselir.

 

Müge Doğan: Yani ancak o zaman mı artık gerçek anlamda hizmet etmeye ve faydalı olmaya başlıyor?

 

Cemâlnur Sargut: Evet bitki de böyledir. Bitki de insana katılınca insana verdiği güç ölçüsünde hizmet eder, çünkü bütün yaradılmışların en kıymetlisi insandır. Bunun sebebi de insanın emâneti kabul eden tek varlık oluşudur. Yani Allah’ın isimlerini kabul etmiştir insan. Bunu da hem zâlim hem câhil olduğu için kabul etmiştir. Câhildir, çünkü başına geleceklerden habersizdir. Zâlimdir, çünkü kendi nefsine zulmedecektir. Onun için kabul etmiştir. Dolayısıyle insan, bütün bunlardan habersiz olarak Allah’a olan aşkından dolayı her şeye evet der. Hani nasıl evlenirken önce her şeye evet deriz, sonra hâdiseler yavaş yavaş gelerek bizim sevgimizi sınar, bakalım hakikaten eşini seviyor mu diye… Sevmesen hiçbir şeye katlanamazsın normalde. Allah ile ilişkide de bu böyledir. Tekâmülün için önce Allah ile ilişkiyi aşkla kabul edersin, “belî” dersin, sonra yavaş yavaş hâdiseler gelir, seni zorlar, bakalım ahdinde haklı mı, vefâlı mı diye. O hâdiseleri aşabilen insan, kuvvetli gemi gibi artık her türlü fırtınaya çıkabilir. Bu hâdiseleri aşamayan insan ise limanda kalan gemi olup hiçbir fırtınaya korkusundan çıkamaz ve onun sonu limanda yok olmak olur.

 

“İnsanın insan olması için kendisine eziyet etmesi lâzım”

 

Müge Doğan: O hâlde kurban kesmek yerine bir yere bağış yapmak aynı şey olmuyor?

 

Cemâlnur Sargut: Bağış, hiçbir şekilde kurban yerine geçmez. Bağış, zaten vazifemiz; devamlı yapacağız. Kurban, Allah için yapılan bir ibâdettir ve Allah’ın emrettiği bir ibâdettir. Şekli de son derece önemlidir. Hattâ sana birşey söyleyeyim, Hz. Peygamber kurbanı Hz. Fatma’ya kendi eli ile kestirtmiştir. Demek ki kurbanı kesmek dahî, nefsi kesmekte ilk aşama oluyor. Çünkü kurban kesebilmek için önce hayvanı öldürmeyi göze alıyorsun, yani nefsini öldürmeyi göze almakla aynı şeydir.

 

Müge Doğan:  Şekil önemli dediniz… Kurban kesilirken Allah’ın adının zikredilmesinin mânâsı nedir?

 

Cemâlnur Sargut: Allah’ın adını zikretmek bizde nasıl yumuşama, iyi huyluluk oluşturuyorsa bütün mahlûkat üzerinde aynı etkiyi yaratır. Bir kere kurban önce rahatlar, ondan sonra da acı çekmeden Allah’ına kavuşur. Çünkü onun bir usûlü vardır, hiç acı çektirmeden öldürmek gibi. Nedense kurbana itiraz eden insanların çoğu balık yerler, et yerler ve o etlerin de nasıl öldürüldüğünü hiç düşünmezler. Balığın olta ile çekilerek öldürüldüğünü düşünmezler. Ayrıca da haşlayarak yedikleri diri hayvanlar var, onları düşünmezler. Eğer hiçbir şey yemiyorlarsa bile mutlaka otlar bitkiler… onları da koparıp yediklerini unutmasınlar. Dolayısıyle bir şeyi insana katmak için mutlaka ona eziyet etmek lâzım. İnsanın da insan olması için kendisine eziyet etmesi lâzım.

 

Müge Doğan: Mâide Sûresi’nde de diyor ki “Allah ancak takvâ sahiplerinden kurban kabul eder.”  Neden?

 

Cemâlnur Sargut: Evet, çünkü takvâ, Allah ile ilişki demektir. Allah ile ilişkide olmayan insan nefsi ile mücâdele edemez. İnsanın nefsi ile mücâdelesinde en büyük silâh, Allah aşkıdır. Allah ile beraberliktir ve ibâdettir. O zaman sen nefsinle mücâdele etmeyen bir insan isen kestiğin kurban, kurban olmuyor. Çünkü sen nefsinle ilgili isen, yediğin her türlü yiyecek ancak nefsine gidiyor. Nefsinin etrafa zarar veren hâline gidiyor. Onun için kurban olmuyor, anlatabildim mi? Kurban olabilmesi için o kurbanın sen yedikten sonra senin ruhuna hizmet etmesi lâzım. Yani başka insanlara ve hayra hizmet etmesi lâzım, ancak o zaman kurbanın hakikati ortaya çıkmış oluyor. Allah hepimize nasip etsin inşaallah. Ama en nefsânî adamın bile Allah için bir şey yapmış olması onda bir başlangıç ve takvâ oluşturabilir. Bu bakımdan da eğer başkalarına gösteriş için ya da sırf cennete gideyim mantığı ile yapmıyorsa o zaman kurban kabul olur.

 

Müge Doğan: “Her kim namazdan önce kurban keserse o ancak kendi nefsi için et kesmiş olur, namazdan sonra keserse o kurban kesme ibâdetini tam yapmış olur” diyor hadis-i serifte…

 

Cemâlnur Sargut: Namaz secde demektir. Secde yok olmak demektir, yok olduğun zaman vücûdun artık kendinde bir varlık kalmadığı için sen herkesi Allah’a götürme seviyesine ulaşırsın. Dolayısıyle, namazla tamamlan ve ondan sonra kurban kes. Hem Allah’ın emrettiği ibâdeti yaptın, hem yok oldun. Ondan sonra da aslında kurban kesmeye tam lâyık oldun. Kurban kesmeden önce namaz kıl diyor. Kılmadan kurbanı kesme diyor. Namaz kılmayanın kurbanı kesmesi de kabul görmez. Boşuna kesiyor demek.

 

“İnsan hayatındaki en önemli gün arefe günüdür”

 

Müge Doğan: “Kurbanlarınız semiz olsun, onlar sıratta bineklerinizdir” hadis-i şerifinin mânâsı nedir?

 

Cemâlnur Sargut: Yani bol ve çok faydalanacak şekilde nefsinizden verin. Çünkü verdiğiniz her kötü huy, sizi Allah’a taşıyacaktır demektir. Semiz olsun, yani toplu olsun, şişman olsun, güçlü olsun. Bir de verdiğin kötü huy, senin için çok önemli ise o semizdir. Zor verdiğin her şey, senin için Allah’a daha götürücü ve daha faydalı.

 

Müge Doğan: Peki hocam arefe gününün mânâsı nedir?

 

Cemâlnur Sargut: İnsan hayatındaki en önemli iki gündür arefe günleri. Çünkü muhâsebenin yapıldığı günlerdir. Meselâ şeker bayramından önce gerçekten orucumu tuttum mu, lâyık mıyım bayrama, hazır mıyım diye bir muhâsebenin yapıldığı, kurban bayramından önce ise artık nefsimin arzu ve isteklerinden geçtim mi ki ben hakikaten kurbana lâyık mıyım, takvâ ehli miyim diye düşündüğü zamandır.

 

Müge Doğan: Ramazandan sonra şeker bayramı, sonra da kurban bayramı var. Üçü arasındaki  ilişki nedir?

 

Cemâlnur Sargut: Ramazan, biliyorsun nefsinle mücâdele ettiğin aydır. Son üçte  biri çok önemlidir, çünkü Kur’an iner. Nefsinle mücâdelede eğer kalp kırmamış, gönül yıkmamış, insanları sevmiş, kucaklamış, bol iftar vermiş, fakire yardım etmiş, yani tamamen Allah ile ilişki kurduracak vazifeleri yapmışsan, sonuçta gerçekten sen şeker bayramına erişiyorsun. Ona eriştiğin zaman Allah seni bayramla kutsuyor ve vücûdunu tatlı kılıyor. Ondan sonra eğer iki ay boyunca onu devam ettirirsen o mânâyı, o birliği ve beraberliği, bu sefer Allah sana kurban kesme iznini veriyor. Bu izinle sen yeni bir bayrama çıkıyorsun, yani nefsimi kurban ettim, ramazanda başlayan edebimi muhâfaza ettim Allah’ım diyebiliyorsun. İşte bu bakış açısında kurban bayramı çok büyük önem taşır ve tamamlanma bayramıdır, kurban bayramı.

 

“Allah’a yakınlık, kula yakınlıkla olur”

 

Müge Doğan: Peki hacdaki kurban kesme ile nasıl ilişkilendiriyorsunuz hocam?

 

Cemâlnur Sargut: Gerçekten hac yaparsan, hac arafat demektir. Arafat, ârif olma seviyesine ulaşmak demektir, yoksa gidip de taşların üstüne bir gece beklemek değildir. Âriflik, Havvâ ile Âdem’in birleşmesi demektir. Havvâ, hevâ ve heveslerimizin ruhumuz önünde terbiye olması demektir. Âdem, ruh seviyesi… Dolayısıyle bu birlik oluşursa vücud içerisinde, sen âriflik seviyesine yükselirsin. Âriflik seviyesine yükselen insan hac yapmış sayılır. Hac yapmışsa o zaman mutlaka Allah ona hac yaptığı için ve ârif olduğu için kurban hakkı tanır. Bayramın da hakikatinde bu vardır. Hac Sûresi’nde kurbanı üçe bölmemiz, üçte birini kendimiz yememiz, üçte birini kurbiyet için komşularımızla ya da arkadaşlarımızla paylaşmamız, üçte biri ile de fakirleri faydalandırmamız gerektiğini söyler. Bu çok önemlidir. Zirâ sen güzelleştiğin zaman önce kendin bundan faydalanırsın, huzur ve mutluluk bulursun. Sonra o kadar güzelleşirsin ki akraban, ev çevren seninle yakınlık kurar, çünkü senin güzelliğinden yararlanmak ve huzur bulmak isterler. Sonra mânevî fakirler senden bereket bulur, beslenir. Bu bakımdan senin kurban oluşun üç bölümde insanlık âlemine faydalıdır. Ayrıca kurban etinin yenmesi de çok önemli, çünkü bu bayram herkesin birbiriyle yakınlaştığı bayramdır. Adı zaten kurban ve kurbiyetten geliyor. Allah’a yakınlık, kula yakınlıkla olur, dolayısıyle sen ikram edeceksin, yemek vereceksin, ağırlayacaksın, gidip el öpeceksin. Bunların hepsi akrabalar, komşular, sevdiklerin, büyükler, dargınlar hepsinin birbiri ile yakınlaşıp Allah’ın hoşuna gittiği bir şeyleri yaşamaya başladığı zamandır.

 

Müge Doğan: Çok teşekkürler.

 

Kurban

Kınalansam bir güzel şöyle baştan aşağı,

Avuç içim, alnım, saçım hep kına olsa,

Sonra nefsin başına indirsem de bıçağı,

Keşke kötü huylarım hemen yok olsa…

 

Kurban olsa Allah’ım bu benlik artık

Her sarsılışta keşke başı kalkmasa,

Sevgiden sevgiliden nasibin alıp

Koruk üzüm gibi ekşi kalmasa…

 

Dünya ile uğraşım bir sona erse,

Kalbimde güzellikler galebe gelse,

Gönül yaratılmışı koşulsuz sevse,

Kurban olsa Allah’ım bu nefsim artık

Olsa da hiçliğini, kulluğunu bilse…

 

Koyun kesip kanlarını akıtsam

Etini budunu fakirlere dağıtsam,

Her an namazda saçım ağartsam

Neye yarar: nefis dimdik ayakta!

İş ki kurban olsun varlığım, yok olsun Hak’ta..

 

Mürşid Çadırı

Sâlikin mürşîdine hizmeti şâhâne gerek,

Eşiğine koya bâşın diye şâhâ ne gerek.

 

Hz. Niyâzi Mısrî

 

 

Zilhicce’nin 9. Günü… Kurban Bayramı arefesi… Ilık ve güneşli bir sonbahar sabahına uyandı İstanbul. Bayramın tatlı telâşı bir yana dursun, bütün bir haftanın tatil olmasının verdiği dinginlik var havada. Kendimi alışveriş yapan kalabalıklar arasına mı karıştırsam? Ya da Kadıköy’den bir vapura mı binsem? Üzerimde hafif bir mont, vapurun yan tarafındaki açık kısmında otursam, Sultanahmet, Ayasofya derken, martıların müziğine bu mübârek şehirde yaşamanın şükrünü mü karıştırsam?

 

Yok. Bu sabah vücudum şerbet tadında bir İstanbul havasına uyanmış olsa da aklım ve gönlüm bambaşka bir âleme çoktan dalmış. Milyonlar yürüyor dünden beri içimde. “Lebbeyk” sesleriyle Arafat’a yürüyor… Bir gece önceden Arafat’ın yolunu tutmuş; milyonlarca hacı adayıyla birlikte Cebel-i Rahme’nin etrafındaki çadırlardan birinin içinde ruhum… Vakfe durmaya hazırlanıyor…

 

Kendimi sokağa bırakıyorum. İçimdeki sesleri bastırmak zor geliyor. Bağırmak istiyorum, “Bugün arefe, ârif olma günü” diye… “Ne olur, boş geçirmeyelim, içimizdeki Allah’a ait ismi en güzel şekliyle ortaya çıkarabilmek için, her an huzurlu ve huzurda olarak Hakk’ın rızâsına mazhar olabilmek için ve içimize yalnızca O’nun sevgisini koyabilmek için bugün bir fırsattır, boş geçirmeyelim…” diye bağırmak istiyorum. Bağırırsam belki önce kendi kulağıma girer diye… Sonra kendimi Hocamın ve dostların yanında buluyorum. Televizyonu açıyoruz. Arafat’tan canlı yayın var. İçimize doluyor Arafat’taki duâ:

 

….‘Kâlü belâ’da Sana verdiğimiz ahdimizi tazelemeye geldik. Bütün dünyalıklardan vazgeçerek, bütün dünyaları arkamızda bırakarak ihramlara bürünerek geldik. Kalbimizin bütün endişelerini yüklenerek yüce huzuruna geldik. Habib-i Edib’inin ifadesiyle ölmeden önce ölmeye niyetlendik. “Lebbeyk” nidalarıyla ruhumuzu kurtarmaya geldik. Sen ‘Lebbeyk’lerimizi karşılıksız bırakma Allah’ım. Evimizden, yurdumuzdan çıktığımız andan itibaren “lebbeyk” nidalarıyla Sana iltica ettik. Şimdi Vakfe’de bir kez daha birlikte “buyur geldim Rabbim diyerek” Sana iltica ediyoruz. ‘Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyk lâ şerike leke lebbeyk. İnnel hamde ven nimete leke vel mülk. La şerike lek’ ‘Buyur Allah’ım buyur, emrine amadeyiz, buyur. Senin eşin ve ortağın yoktur. Emrine amadeyiz. Hamd Senin. Nimet Senin. Mülk Senindir. Senin eşin ve ortağın yoktur’ diyoruz. Telbiyelerimizi sen karşılıksız bırakma Allah’ım….

 

Yirmi kişi varız. El açıp âmin diyoruz. Coşkumuz o kadar gerçek ve gözyaşlarımız o kadar içten ki salonumuz Arafat’ta bir çadır o anda. Bizi Arafat’ta irfana erenlerden eyle ya Rabbi! Bizi kurbanın mânâsına uygun olarak kurbiyeti bulanlardan, yakınlığına kavuşanlardan eyle.

 

“…En güzel kulun, en sevgili Elçin Muhammed Mustafa’nın nefeslerinin değdiği, ayaklarının bastığı, sözlerinin yankılandığı şehirlerin anası Mekke’deyiz. Bizleri İbrahim’in milletinden, Muhammed Mustafa’nın ümmetinden bir lâhza olsun ayırma Allah’ım…”

 

O an biz İstanbul’da mıyız,yoksa Mekke’de mi? Lâmekân… O an kurban bayramının ve haccın yalnızca Allah’a yakınlaşma gayreti için bir fırsat olduğununa iman ettim.  O zaman, şeklî olarak henüz varamamış olsam da Arafat’a, bugünü ve yarını yalnızca bu gayret üzerine geçirmeyi dileyebilirim. “Allâhu Ekber!” diyerek başlamalıyım bu gayrete. Dilim O’nun büyüklüğünü tasdik etmeli. Sonra kendi arzu ve isteklerimi kenara bırakmayı becerebilmeliyim. İçimden O’nun sevgisinin dışında ne varsa çıkarabilmeliyim. Sonra belki Zilhicce’nin 9. gününde Arafat’ta açılan bu kapıdan içeri girer, irfana erenlerden olabilirim. Olabilir miyim?

 

Hiçbir şey bilmiyorum. Bu ihtimallerin yarattığı iddiayı da istemiyorum artık. Yalnızca mürşidimin yanında olmak istiyorum. Kalabalıklar içinde kaybolmamak için annesinin eteğine sıkı sıkı yapışan küçük bir çocuğun içtenliğiyle O’na yapışmaktan gayri niyâzım yok o anda. Değil mi ki O, mârifete çoktan ulaşmış bir ârif-i billahtır imânımda, bırakayım O beni nereye isterse oraya götürsün o zaman.

 

“Hac Arafattır” buyurmuş ya Hz. Peygamber. Milyonlar bu dâvete icâbet ederek Arafat’talar bu anda. Vakfe duruyorlar, af ve kurtuluş ümidiyle… Biz de Arafat’ta bir çadırdayız, direği mürşidimiz olan…

Nefsin Hakkı

İslâm bir şeriat dinidir. Tüm kulluk görevlerinin hassas ölçülerle Peygamberimiz tarafından bize aktarılmış birer şekli, rüknü, ve bu şekillerinin altında gizlenmiş mânâ üzerine mânâları vardır. Kurallarına uymadan bu mânâ denizine vâkıf olmaya çalışmak, İslâm’ın önerdiği bir yol değildir. Orucun, namazın ve diğer tüm ibâdetlerin hem bedensel faydaları, hem de sevgili Peygamberimiz ve onun vârisleri tarafından şerh edilmiş sırları mevcuttur. Haccın ölmeden önce ölmek, kefene remiz olan ihramlara bürünerek tüm nefsânî hasletlerden tövbe ederek Allah’a yönelmek, O’na teslim olmak mânâsında bir ibâdet olduğu mâlûm. Bu ibâdetten sonra hacılarla beraber tüm müslümanlar, eğer güçleri yetiyorsa bir de kurban vazîfelerini îfâ ederler.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim kıssasında kurban vazîfesinin mânâsı anlatılmış, Allah dostları tarafından kat kat derinlikte açıklanmıştır. Bu açıklamalardan en temel olanı, Haccın da mânâsı olan nefsinden ölme hâdisesidir. Bir anlamda kurbanlık hayvan, nefsimize misaldir. Kendi nefsimiz yerine eti yenen bir hayvanın kurban edilmesi şüphesiz çok büyük hikmetlere işaret eder: Amaç, bir hayvanın katledilip yok edilmesi değil, bir hizmete sunulmasıdır. Nefis de böyledir: Amaç onu katletmek değil, ümmetin hizmetinde olmasını sağlamaktır.

Etler tartılır ve üç eşit kısma ayrılır. Birinci kısım fukaraya, ikinci kısım eş, dost ve akrabaya, üçüncü kısım da kulun kendisine ve ailesine verilir. O halde tıpkı kurbanlık gibi nefis de üç eşit kısım halinde hizmete vakfedilmelidir. Birinci kısım ihtiyaç sahiplerinin, ikinci kısım sevdiklerimizin, yakınlarımızın, üçüncü kısım da kendi nefsimizin hizmetinde olmalıdır. Dileyen üç kısmı da ihtiyaç sahiplerine verebilir ama kurban etinden yemek ehvendir. Çünkü nefsin de, tıpkı fukara gibi, akrabamız gibi üzerimizde hakkı vardır. İslâm’ın ne kadar müthiş bir yaşam dengesi olduğunu en âşikâr gösteren ibâdetlerden biridir kurban. Mutlak amaç, tasavvuf geleneğinde de anlatıldığı gibi fenâfillah değil, bekâbillah’tır, yani Allah’la var olmaktır.

Kurbanı gücü yeten keser fakat bayramı tüm müslümanlar yapmakla yükümlüdür. Bayramın birinci günü oruç haramdır. Özellikle Rabbimiz ve sevgili Peygamberimizin buyurdukları gibi çocuklar, akrabalar, yaşlılar sevindirilmelidir. Fakire verebilecek malı mülkü olmayan sadakaların en güzelini, güler yüzü bağışlar. Aile büyüklerinin, özellikle yaşlıların ziyaretlerine gitmek her müslümanın görevidir. Çocukları, bilhassa de yetimleri sevindirmek, onlara bayram ettirmek bayramın ta kendisidir. Akrabalar arasında dargınları barıştırmanın karşılığı ancak cennettir. İnsanları sevgiyle ülfet ettirmek bizâtihî cennettir düşünebilenler için.

Bu bayram özellikle büyüklerimiz, yaşlılarımız için hatırlanmanın, ziyaret edilmenin ne kadar büyük bir lûtûf olduğunu hatırladım. Belki yarım saatlik bir ziyaret, el öpüp hal hatır sormak onlar için ne kadar büyük mutluluk vesilesi oluyor.

Arefesinden son günü akşam ezanına kadar kim bilir Allah’ın sınırsız ilminde ne güzellikler cereyan etti bu dört bayram günü süresince… Kur’an’ın mânâ denizinden şüphesiz herkes ancak kendi kabınca alıp tadabilir. İşte fakir de kabına doldurup o mânevî denizden bunları tattı.

Kurban Olma Murâdıyla

Mürid olmak, Allah yolunda kurban olmak demektir. Mürid, bu yolda kurban olmayı  talep eden kişidir. Allah yolu kanlı bir yoldur. Nefsinin arzu ve isteklerini kesip kanını akıtmadan, gönlün vücuduna hâkim olamaz. Aklını bu yolda fedâ etmeden talebine erişemezsin. Dolayısıyle mürid de olamazsın.

 

***

 

Ankara’nın büyük sultanı Hacı Bayram Veli Hazretleri’ne padişah çok hürmet edermiş.  Padişah, sultanın müridlerinden vergi alınmasın diye bir fetva yayınlamış. Bunun üzerine hazretin  müridleri dolmuş taşmış. Herkesin mürid olmak yerine, vergi vermemek için hazretin müridi olduğu söylenir olmuş. Bir gün padişah, Hacı Bayram Veli Hazretleri’ne kaç tane müridi olduğunu sormuş. Hazret de “çok değil” demiş. Büyük bir çadır kurdurmuş ve “benim müridim olan içeri gelsin” demiş. Bu arada çadırdan dışarıya kan akıyormuş. Çadıra sadece birkaç kişi girmiş ve girenler de hakikati görmüşler. Dışarıdaki halk, Hazretin ne yaptığını bilmediği için kanı görünce korkup geri çekilmişler. Oysa sultanlar sultanı, içeride koç kesiyormuş. Sonunda Hazret, padişaha sadece bir iki müridi olduğunu bildirmiş.

 

Belki de her mürşidin sadece birkaç tane müridi vardır. Gerisi benim gibi sadece kuru kalabalıktır. Yine de mürşidin sohbetinde bulunmak, azgın nefislerimizi bir nebze de olsa  dizginliyor. Hazreti Ali’nin “Kırk gün sohbet dinlemiyenin gönlü kararır” sözüne istinâden en azından kalbimizde Allah’ın ışığını tutuşturma gayretinde olmak bile bizi haram yollara sapmaktan korur diye düşünüyorum.

 

Akıl ve nefis bizi Allah’dan uzak tutan iki unsurdur. Akıl ile felsefeci aklı kast edilir. Şüphe eden, kıyaslayan, kategorize eden bir akıldan bahsedilir. Bu bizi ancak ilmin kapısına getirir, ama bu akıl ile içeri giremeyiz. Peygamber Efendimiz, m’râca çıkarken, O’na rehberlik eden Cebrâil daha fazla gidemiyeceğini, yoksa yanacağını söylemişti. Cebrâil aklın en son noktasıydı, o meleklerin en akıllısı ve Peygamber’in mürşidiydi. Peygamber, Allah’a doğru yükselirken aklını bıraktı ve gözünü sadece Allah’a dikti. O’nda ne arzu ne istek kalmıştı. Yine de bizi unutmadı; “ümmetim ümmetim!” dedi. Biz   Peygamber Efendimiz gibi olamayacağımıza göre bize Allah’ı, Peygamber’i öğreten birinin önünde oturup onun rengine boyanma çabasında olursak, biz de küçücük aklımızı   derya olanınkine katarsak, biz de o deryanın içinde hiç olur gideriz. İşte o zaman kurban bayramı olur bizim için! İşte o zaman, ölmeden önce ölürüz!

Almanya’da İslam’ın Sesi

Her yıl dâvetli olarak konferans vermek üzere pek çok defa yurtdışı seyahati yapan Cemâlnur Hocamız, yurtdışı konferans sezonunu genellikle Almanya ile başlatıyor. Almanya’nın Frankfurt şehri, 2003 yılından beri her sene kendisini ağırlıyor…

Frankfurt’un merkezindeki Kutsal Kadın Kilisesi (Liebfrauenkirche), Haus am Dom ile birlikte hocamız için önemli bir konferans mahalli… İki mekân da her yıl bir öncekine göre çok daha fazla dinleyici ile doluyor. Bu durum, konferanslarını tasavvufî bakışaçısı üzerine oturtan hocamızın “tasavvufun ortak dil” olduğuna dâir dâimâ ifade ettiği görüşünün isâbetinin bir izhârı olarak ortaya çıkıyor. Zira dinleyiciler, bu konuşmalarda, yaradılış sırrını ifade eden ve kendi özlerini yansıtan hakikati buluyorlar. Herkes için müşterek olan bu hakikat, yine müşterek bir dil ile ifade edilince de, dinleyiciler, kendilerine benzeyen ve benzemeyen insanlarla bir ve beraber olmanın, hayatı dolu dolu yaşamanın, hâdiseler karşısında yıkılmamanın, sabrın ve imanın ipuçlarını veren bir yaşama sanatının anlatımı karşısında bulunduklarını idrak ediyorlar. Bu anlatım, özellikle çağımızda bir hazine değeri taşıyor ve her seviyeden insanı çevresine topluyor.

Kutsal Kadın Kilisesi, bu konferanslarda Türk misafirlerin yanı sıra Alman katılımcıları da ağırlıyor. Bunlardan biri, esasen vazife icabı orada bulunuyor görünen, ancak her geçen gün hocamıza gönlünü kaptırdığı izlenimini edindiğimiz Prof. Haller… Kendisini dinine ve insanlara hizmete ve bu konudaki çalışmalara adamış, imanlı bir Katolik tarikat mensubu… Kutsal Kadın Kilisesi’ndeki toplantıları o tertip ediyor, Cemâlnur Hocamızı çok seviyor ve onu ısrarla dâvet ediyor.

Haller, genellikle kısa açış konuşmasının ardından kürsüyü hocamıza bırakıyor ve hocamızın konuşmasından sonra tekrar kürsüye gelerek bir toparlama konuşması yapıyor. Her yıl başka bir temanın seçildiği konuşmalar için hocamızın İslâm tasavvufu merkezli açıklamalarına Hristiyanlık ile ilgili örneklerle katkıda bulunuyor.

Hocamız, Kutsal Kadın Kilisesi’ndeki konuşmasına bu sefer de tevhid fikrini vurgulayarak başlıyor. Her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini, bu bakımdan etrafımızdaki eşyaların dahî hürmete lâyık olduğunu anlatıyor. Yaşadığımız her bir ânın tekâmül için değerli olduğunu vurguluyor. Hastaları ziyarete giden, yaşlılara saygıyı tavsiye eden, eşlerine en nâzik şekilde davranan İslâm peygamberini anlatıyor. Dini güzel ahlâk ile eş gören bu peygamberin, ahlâkı en güzel şekilde yaşamış vârislerinden bahsediyor. Birliği yaşamak ve hissetmek için, Allah’la irtibat kurmanın şart olduğunu, bunun için de en etkili yolun “aşk” olduğunu dile getiriyor. Allah aşkının, kişiyi beşerlikten çıkarıp insan kıldığını söylüyor. “İnsan”ın, kinden ve nefretten arınmış, hâdiseleri olduğu gibi kabul eden, öfkeden ve benlikten uzak, herkesi bir gören, insanlar arasında ayırım yapmayan, cömert, tevâzû ve hoşgörü sahibi, yalan söylemeyen, farklılıkları birleştiren kişi olduğunu belirtiyor. Evlilikte eşlerin birlikte Allah’a doğru yürümesinin esas olduğunu açıklıyor.

Kendilerinin konuşmasında dikkati çeken husus, dünyadaki hayatın önemi ve aile hayatının tekâmüldeki yeri… Hocamız, peygamberimizin hayatından örneklerle, ayrıca âyet ve hadislerle bu hususu açıyor. Bu anlatım, mâneviyâtı yaşamada ruhbanlık fikrini ve dünya hayatından “el çekmeyi” esas almış olan Hristiyan görüşünden ayrılıyor.

Cemâlnur Hocamızın vurguladığı bir nokta da, “hoşgörü” kavramıyla ilgili… Batı’da bu kelimenin karşılığı yok; onlar “tolerans”tan bahsediyorlar ve “tolerans”, tahammül etmek ve katlanmak anlamını taşıyor. Bu kelime, hiyerarşik bir üstünlük bir görüşünü esas alıyor ve İslâm’ın yaradılmışı yaratandan ötürü sevme anlayışı ile bağdaşmıyor.

Konuşmanın sonunda sorular da cevaplandıktan sonra Haller söz alıyor ve şunu söylüyor: “Söylediklerinizin hepsine katılıyorum.”

Hocamızın “söylediklerinin hepsi”, Kur’an-ı Kerîm’in âyetleri, Peygamberimizin hadisleri ve İslâm mutasavvıflarının bunlara dayalı hikmetleri ve hâlleri hakkında… Haller, bu sefer, Hristiyanlık ile ilgili bir şey söylemiyor ve Hristiyanlık ile İslâm arasında herhangi bir karşılaştırma zemini oluşturacak bir girişimde bulunmuyor. Haller, hocamıza hem hâl diliyle hem de söz diliyle “yine gelin, her zaman gelin…” diyor. Bu hâl ve söz, “Sizin anlattığınız bu irfan ve aşk çeşmesinden istifâde etmeye çok ihtiyacımız var” anlamını taşıyor.

Sahih hadislerin ve İslam âlimlerinin ifadelerinde belirtildiği şekilde Hz. İsa’nın âhir zamanda yeryüzüne indirildiği vakit peygamberlikle vazifeli olarak yeni bir şeriat getirmeyeceği, peygamberimizin yoluna uyacağı ve Kur’an âyetlerine göre hükmedeceği biliniyor. Hocamızın da açıklamasından öğrendiğimiz üzere, Hz. İsa’nın evlâtları bugün kendi din evlerinin çatısı altında, Rabbü’l Âlemîn olan Hz. Muhammed’in tevhid dinini âdetâ bu hadislerin zuhuru olarak tasdik edip keşküllerini bu aşk çeşmesine uzatıyorlar. Hz. İsa’nın talebeleri, yüzyıllardır bir yanaklarına yedikleri tokadın peşine öteki yanaklarını da tokat atan ele uzatmayacak kadar onun şeriatından uzak ama bir o kadar Müslüman şeriatına yönelmeye yakınlar. İşte bugün Hz. Peygamber’in rahmeti, Müslüman bir mürşid aracılığıyla İsa’nın evlâtlarını kucaklıyor. Hz. İsa, çekildiği gökyüzünden devrin İsa’sının mesâisini huzurla seyrediyor.

Evet, devir âhir zaman, devir devrin İsa’sının devri…

Günümüz, yalnızca tasavvuf dilinin tercüme ve şerh ettiği İslâm bilgisi ile, yani Kur’an ile anlaşılabilir. Ve bir rahibin, bir Hristiyan mâbedi içinde şâhitler huzurunda bunu tasdik edişinin, kendisinden sonraki Ahmed isimli peygamberi müjdelemek üzere geldiğini ilân eden ve Rûhullah olan Hz. İsa’yı ziyadesiyle memnun etmiş olduğuna hiç şüphe yoktur.

 

İsyan

Bir damlaydım kurban seçildiğim vakit,

Bir ummânın hedefine düştüm.

Benden ne istedi her şey kendisi iken?

Bir parça yokluk, bir tutam cürüm,

Bir avuç isyan…

Bilemedi mi?

Buydu kendisine seçtiği kurban…

 

Hüseyin gibi bir yiğit olaydım,

Yüzbin Kerbelâ’nın kanla dolması revâydı.

Ya Hasan gibi bir güzel olmalı ki,

Küp küp içilirdi zehirler, aslında baldı…

Kendine hayrı olmayan bir zavallı,

İrâdeden yoksun bir âciz…

Ne Hamza gibi Esedullah,

Ne Ali gibi bir Seyfullah…

Neyime göz koydu ki herşeyin mâliki, yüce Allah?

 

Bilmiyorum fakat direniyorum!

İnatçılığı rehber edinip ayak diriyorum.

Varlığa hayran kılınmış bir canım var,

Onu yoklukla nikâhlamamaya çalışıyorum…

İstenmeyen düğünler, rızâsız gelinler

Ve karşılıksız mehirler.

Bu sahte merâsimlerin ortasında ben,

Varlığı muhakkak olan bir mücevher uğruna adanmışken,

Direniyorum,

Naz ehli değilim ama, kimbilir?

Belki de nazlanıyorum…

 

Hadsizlik mi?

Arşı kucaklayan bir idrak,

Ve tükenmez nefis vesvesesi.

Bir ahlâk âbidesi,

Ve Lût gölünün en derini,

Buz ve ateş, hava ve su, ay ve güneş…

Her biri ayrı kurşun, ayrı bir kılıç darbesi.

Vücudumun kullanım amacı buydu işte;

Birbirinin düşmanı kutupların meydan muhârebesi…

 

Ben zavallı bir kukla,

Kudretten yoksun bir avuç toprak…

Kendine söz geçiremeyen terbiyeci,

Günah maskarası mütereddid ahmak.

Ve benim seçilen kurban,

İşte bu komik!

Nedir hikmeti bilinmez ama,

Dilediği şeyi dilediği şekilde gerçekleştirir de,

Sonra bunu der;

“Kâle kezâlik!”

 

Dilenci

Bugün şirketin bahçesinde dostumla çay içerken bir dilenci yanımıza geldi. Arkadaşım “Allah’ım, sen bizi bu hâle koyma” diyerek dilencinin eline bir lira sıkıştırdı. Tüylerim diken diken oldu. Kendimi adamcağızdan farklı hissetmiyordum. Dilenci bir lira istedi ve o bir lira birkaç saniye sonra avucunun içindeydi. Ben de iki gün önce “Allah’ım bana bir iş” diye dua etmiştim ve anında bu işe kabul edilmiştim.

Birbirimizden zerre kadar farkımız yoktu. İkimiz de, hattâ o parayı eline sıkıştıran dostum da, Allah’ın dilencileriydik. O an idrak etmeye başlamıştım. Çevremizdeki insanlara adlar takıp onları dilenci, öcü böcü diye nitelendirip kendi aklımızca onların hâllerini nefsimize göre isimlendiriyor, sonra da “Allah’ım, sen koru ya Rabbim!” diyerek ortalıklarda geziniyormuşuz. Cahilce ve pişkince şirke devam deyip sonra da “Çok şükür bugün de iyilik yaptım, fakire yardım ettim” diyerek hayıflanıyoruz. Halbuki bizlerin de Allah’ın bir fakiri olduğumuzu anlayamıyoruz!

Hakk’ın tecelliyatı o kadar güzel ve yerli yerinde ki bize sadece celâl ve cemâle karşı “İstedim ki bilineyim” şükrünü yaşamak kalıyor. Yaşadıkça bazı ilimleri idrak edebiliyoruz. Her gün gördüğümüz bir dilenci, onca zaman bir mânâ ifade etmiyor olabilir fakat bir an geliyor ve bize bambaşka bir halde zuhur ediyor. Yaşadıkça ve kendimizi hay tuttukça veya gözlerimizi açtığımızda bizlere zaten her şey gösteriliyor.

Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin sohbetlerinde öyle bir şey okudum ki bu duruma tercüman oluyor:

“İnsan demek, göz demek, görmek demektir. İnsan vücudu içinde, görücü, bilici ve idrak edici olan nûra insan, geri kalan kısmına, kemik ve et denir. Bir kimse gördüğü, bildiği ve sohbet ettiği ile tartılır. Ne gördü, ne bildi, neye muhabbet eylediyse seviyesi ve kıymeti ancak odur. Yani talebin ne ise sen de osun. Bir insanın kıymeti himmetiyle mütenasiptir. Himmeti ulvî ise kendi de ulvîdir. Himmeti süflî ise kendi de süflîdir. Çünkü her şey kendisini çekene meyleder.”

 

 Ali Vefâ Büyükaksoy