“Allah’la İrtibatı Artırmanın En Güzel Yollarından Biri Mekke ve Medine’de Olmaktır”
Cemâlnur Sargut
Allah’ın büyük lûtfu olarak gene Kâbe’deyiz. Siz şimdi diyeceksiniz ki, “siz çok geldiniz, aynı heyecanı duyuyor musunuz?” diye… İnanın, her seferinde daha heyecanlı geliyorum ben. Hiçbir seferde aynı olmuyor. Göreceksiniz çok çok gelenler de aynı şeyi söyleyecekler. Bu büyük bir lûtuf çünkü biz buraya kendimiz gelemeyiz, Allah’ın dâveti bu, bunu kesinlikle bilmek lâzım.
Zaten hayattaki her hâdise bir mîraçtan ibârettir. Mîrâcın iki özelliği vardır: Bizim gayretimiz ve Allah’ın bize tenezzülü. Kâbe hâdisesi de böyle. Bizim tavaf ederkenki hareketimiz ve gayretimiz… Bunun karşılığında da hareketimizin samimiyeti ölçüsünde Allah bize, her hareketimize tenezzül ederek cevap verir. Yani, eğer samimi ve ciddiysek, her bir dönüşümüzde bir mânâ kazanırız. Meselâ tavaf yedi tanedir ve yedi tavafın çok büyük özelliği vardır. Fâtiha’nın yedi âyeti gibidir yedi tavaf. Yedi çok önemli bir sayıdır çünkü Allah’ın özel isimleridir bu yedi isim.
“Allah’ın bize tenezzülü, bizi dirilterek olur”
İlk isim “Hayy” ismidir. “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek, Peygamber’den izin alarak başladığımız tavafta, –o, Hacerü’l Esved’den izin, Peygamber’den izin demektir-, Allah’ın bize tenezzülü, bizi dirilterek olur. Yani, ölü geldiğimiz Kâbe’de diriliyoruz. Bunu nasıl yaşıyoruz? Kimimiz çok enerjik oluyoruz, kimimiz kötü şeyleri görmemeye başlıyoruz, kimimizde Allah aşkımızı artıyor, kimimizde heyecanımız artıyor, kimimiz çok gülüyoruz, çok neşeliyiz, kimimiz çok ağlıyoruz. Herkeste bir değişik tezâhür oluyor. Bu, diriliş demektir; ölüyken dirilmek demektir. Eğer ciddi şekilde dirilmekte devamlıysak, ikinci hâlde yaşam başlıyor.
Yaşam nasıl başlıyor? “İlim” ismiyle başlıyor, İlim ne demektir? Allah’ın bir isminin bizde tecelli etmesi ilimdir, yani Allah’ın isimleri ilimdir. Bende o isim tecelli ederse “ben Allah’ın ismiyle ortaya çıktım” demektir. Yani bende samimiyet veya bende aşk veyahut bende insanlık, bende sevgi hisleri varsa, bunlar bilin ki hepsi Allah’a ait isimlerdir. Kıskançlık da olabilir, bu da Allah’a ait isimdir fakat Allah’ta Cemâl, Celâl’i örttüğü için, Allah’ın kıskançlığı ancak kendi mânâsını anlamayanlardan kendi ilmini örtmekle olur. Bizim kıskançlığımız ise, başkalarına zarar vermekle olur. Bizimki zararlıdır, tekâmül edersek gıptaya döner. Dolayısıyla işte o ismimiz de burada tekâmül eder, gıpta etmeye başlarız. Bu isimle ortaya çıktık, dirildik.
Üçüncü tavafta Allah’ın “Kudret” ismine sahip oluyoruz, yani kudreti bizde tecelli etmeye başlıyor. Hacerü’l Esved’e giriyoruz, yani kuvvetimiz artıyor, kendimiz de şaşırıyoruz. Hanımefendiler geliyorlar bizim yaşımızda, en önde biz yürüyoruz; şakır şakır yürüyerek yapıyoruz. Bunların hepsi Allah’ın kudret isminin bizde tecelli ettiğini gösteriyor. Bütün bunların sonucunda biz Allah’tan niyaz ediyoruz, “İrâde isminle de bizde tecelli eder misin?” Yani, “benim kötü huylarımı bende irâde etmeye yardım eder misin? Ben artık buradan döndüğümde kıskanç olmayayım, ben artık buradan döndüğümde kimse hakkında kötü düşünmeyeyim, buradan döndüğümde insan olma mesâbesine yükseleyim” diye… Bunun adına irâde diyoruz. Vücudumuzu irâde etmek, kontrol altına almak… “Mürid” kelimesi buradan geliyor. Mürid, mürşide bağlı olan demek değildir. Mürid, mürşidi sâyesinde kendi vücudundaki kirli ve kötü huyları zapt-ı rapt altına alan, kendi vücudunun hâkimi olan kişiye denir. Allah’ın “Mürid” ismi var. Allah diyor ki “Ben Cemâlimle Celâlimi zapt-ı rapt altına aldım.” Allah’ın mürid ismini idrak etmeye mürid olma deniyor. Onun için mürid olmak çok zor, mürşid olmak çok kolaydır. O bir vazifedir; albay, yarbay, komutan gibi bir vazife… Ömrün bitince o vazife geri alınacak. Ama müridlik kalıyorsa altında, insan olma kalıyorsa, o çok çok güzel, çok kıymetli bir vazife.
Vücudu ve Nefsi Zorlayan Her Tür İbâdet Nâfile İbâdettir
Sonra yavaş yavaş Allah’ın diliyle konuşmaya başlıyoruz, “Kelâm” sıfatı bizde tecelli ediyor, yani benden konuşan Allah oluyor. Bir Hadis-i Kudsî’de Peygamber’in anlattığı gibi; “Sen o kadar benimle ol, nâfile ibâdetlerle bana o kadar yanaş ki, ben senden konuşayım, ben senden göreyim.” Peki nâfile boş demek; boş ibâdet mi yapıyoruz? Hayır! Boş olan nefsimizin zorlandığı ibâdete, nâfile ibadet denir. Yani, ben meselâ şu anda yatmak istiyorum ama Allah için kalkıyorum, bu nâfile ibâdettir. Meselâ para vereceğim bir fakire, “öf, boşver” diyorum. Sonra düşünüyorum, diyorum ki: “Ay şimdi vereyim, vakti kaçırmayayım.” Bu, nâfile ibâdettir. Yüzüm suratım asık gezerken hatırlıyorum: “Müslüman’ın suratı asık olmaz.” Gülerek gezmeye başlıyorum, bu nâfile ibâdettir. Yani vücudumun ve nefsimin zorlandığı her tür ibâdet nâfile ibâdettir. Ben onunla Allah’a yaklaşırsam, O benden görüyor, benden dinliyor, benden konuşuyor. Burası Allah’ın bu yedi ismini giyinmemiz için bir fırsattır. Buradan çıkarken bu isimleri giyinmiş olarak çıkmayı Allah nasip etsin.
Sonra namaz kılıyoruz. Namaz secdedir. Biliyorsunuz namazda iki secde vardır. Âdem’e secde emrinin hatırlatılmasıdır her namaz. Âdem’e secde emrine uyuyoruz çünkü ruhlar ve melekler üç gruba ayrılmışlardır. Âdem’e secde emri gelince, -tekrar tekrar söylüyorum-, oradaki secde, emre secdedir; kişiye secde değil, kula secde değildir. Allah “Âdem’e secde edin” emrini verdi, biz de o emre secde ettik, Allah’ın emrine secde ettik. Ama akılla bakanlar “ben adama secde etmem” dediler, onlar hiç secde etmediler. Bir grup önce secde etti, ikinci secdeyi yapmadı. Bunlar şeriat ehlidir; ibâdet ederler ama nûr-u ilâhî’yi göremezler. Nasıl bir gruptur bu grup? Şeriatsız hiçbir şey olmaz ama bu grup şöyle bir gruptur: “İllâ Kâbe’de namaz kılayım da, bilmem kaç miktar sevap alayım; illâ şunu yapayım da, sevaba gireyim” der. Halbuki gerçek sevabın insanı memnun etmek olduğunu, bir kalp kırarsa Kâbe’yi yıkmakla eşit derecede Allah’ı üzeceğini düşünemeyiz çoğu zaman. Eğer birinci secdeyi hiç yapmamışsa, emre uymamışsa ama olur ya, Allah’ın lûtfuyla, Âdem’in alnında nûru görüp ikinci secdeyi yapmışsa, onlar yalnız ikinci secdeyi yapan meczuplardır, onlar da çok makbul değildir Allah’ın indinde. Gel gör ki birinci secdeyi yaptıktan sonra, başını kaldırıp Âdem’de Allah’ın nûrunu gördü ve secde ettiğinin Allah olduğunu idrak ederek ikinci secdeyi yaptıysa, bu hâdise hakiki evliyâullahın yaptığı hâdisedir, Allah bizi onlardan kılsın. Burada yaptığımız, bu iki secdenin devamlı tekrarlanışıdır.
Her Şeyden İnsanı Allah’la İrtibat Kurduran Kişi Mürşiddir
Hz. Mevlânâ “önde birisi vardı birinci secdeyi yaptı, nûru görmedi, ben de onu ittim düşürdüm” diyor. Demek ki, evliyâullah nûru görmediğimiz zaman arkadan iterek bize ikinci secdeyi yaptırırlar; onun için dünyanın en büyük lûtfu gerçek bir mürşid sahibi olmaktır. Hacı Bayrâm-ı Veli Hazretleri’ne soruyorlar “Mürşid kimdir?” diye. Diyor ki “Kula Allah’ı, Allah’a da kulu sevdiren kişidir.” Çünkü mürşidde bir özellik vardır: Siz şimdi malâyânî, yani normal konuşurken, “şu elbiseyi kaça aldın, bu elbiseyi kaça aldın” derken, mürşit der ki, “elbisenin üstündeki siyahı gördün mü? İşte o siyah yokluk ve hiçlik demektir ve o yokluk ve hiçlik olmadan Allah’a varılmaz.” Ne yaptı? Ben elbiseyle meşgulken, kafamı bir anda Allah’a döndürdü. İşte gerçek mürşid budur. Her düşünceden, her sözden, her hareketten insanı Allah’la irtibat kurduran kişi mürşid-i kâmildir. Kâbe’de bir mürşidle tavaf etmek ve bir öğretmenle beraber ibâdet etmek dünyanın en büyük lûtfudur; Allah bizleri ayırmasın. Biz biraz üveysîyiz şu anda, hocamız vefât etmiş ama iman edin ki önümüzden dönüyor. O dönmese biz de bu zevki alamayız mutlaka.
Burası bir değişik âlem; burası, biraz derin bakarsanız, dünya değil, burası Arabistan da değil. Yani burada Araplara para vermiyoruz biz. Burada Allah’ın emrini yerine getirmekle kalmıyoruz, öbür âlemi bir mânâda seyrediyoruz. Yani biraz artık bu âlemden öbür âleme geçiyoruz burada. Samimi ve doğru ibâdet edersek, Allah bize bu lûtufta bulunuyor, yani artık gideceğimiz âlemi tanıyoruz ve korkmuyoruz. Ben biliyorum ki, çok eminim ki, ölülerimizin hepsi şu anda burada, hepsi… Bizi seyrediyorlar ve bize şunu sesleniyorlar: “Yavrularım bilin ki, bizim âlemdesiniz, bunu tanıyın çünkü korkacak bir şey yok, geleceğiniz yer burası.” Ben buna çok iman ediyorum ve bunu çok özlüyorum. Bizi burada tutan çok bir şey yok, ancak dünyada faydalı olma mecbûriyeti olduğu için buradayız. Bilin ki, öbür âlemin zevkiyle bu âlemin zevki kıyas dahî edilmez.
“Yaşamaktan Diri Yaşamaya Geçmenin Tek Yolu Allah’la İrtibatı Artırmaktır”
Siz şimdi diyeceksiniz ki, “aa biz yeni evlendik, çoluğumuz çocuğumuz olacak, hayatta işimiz var.” Bunların hepsi olsun inşaallah ama hiçbirine takılıp kalmayın. Bunları bir durak olarak kabul edin, asıl gaye hakikaten öbür âlemdir. Burası bir dakikalık, öbür âlem sonsuz… Buranın zevki için sonsuz fedâ edilmez, sonsuzu ön plana almak lâzım. O’nu düşünmek, O’nu hatırlamak ve O’nu sevmek lâzım… Gerçek âlemden bahsediyorum; ezelî ve ebedî diri olan âlemden… Bakın, Peygamber’in bir hadisi var: “Sadaka verenin ömrü uzar.” Ben bu hadisi çok inceledim. Çünkü biliyorum ki kaderde ömür bellidir; ne zaman öleceğimiz, ne şekilde öleceğimiz Allah’ın Levh-i Mahfuzunda yazılı satır satır. Peki Peygamber bunu bildiği halde “sadaka verenin ömrü uzar” hadisini niye söylemiş? Çünkü ölü yaşıyoruz. Sadaka verince, başkası için bir fedakârlık yapınca diriliyoruz. Şimdi ölüyken yaşamıyoruz fakat dirilince yaşamaya başlıyoruz. Ne oldu ömür? Diri geçmeye başladı, yokken ömrümüz bir ömür geçmeye başladı. Ne oldu? Diri olduk. Ömür uzadı mı? Hakikaten uzadı. Dolayısıyla, ölü yaşamaktan diri yaşamaya geçmenin tek yolu Allah’la irtibatı artırmaktır. Bunun çok yolları var ama bence en güzellerinden biri hakikaten Mekke ve Medine’de olmak. Bir kere çok yüksek bir enerji alıyorsunuz; bir sene sizi götürüyor. Beni bir sene götürmüyor, yarım sene götürüyor. Yarım sene sonra gene geliyoruz çok şükür. Allah buradan ayırmasın, buranın mânâsından ayırmasın. Şekline takılıp kalırsak kusur görürüz, ama mânâsını görürsek hiç kusur kalmaz. Ne büyük bir zevkin içinde olduğumuzu ve kaç kişiye nasip olurken, bizim de burada olduğumuzu hisseder ve idrak ederiz…
(Yukarıdaki metin, Cemâlnur Sargut Hocamızın 5-13 Ağustos 2013 tarihleri arasındaki umre ziyâreti esnâsında Mekke’de yaptığı sohbetten alınmıştır).
KUTU 1: Tabiî ki Hacerü’l Esved bir taş değil. Taş diye gidersen, taş öptürmez kendini. Yani taşı öpemezsin. Ama onun Peygamber’in eliyle konulmuş bir şey olduğunu ve eli olduğunu düşünerek gitmek lâzım. Peygamber Efendimiz’in mânâsı gibi düşünüyorum ben; çok güzel bir taş, Allah O’ndan ayırmasın bizi. Tabiî (…) biz onu çok fazla idrak edemiyoruz. Ben doğrusunu isterseniz, Kudüs’teki o meşhur taştan da son derece etkilenmiştim, Allah oradan da bizi ayırmasın. Onların buluşacağı söyleniyor kıyâmet gününde. Hacerü’l Esved ile nikâhlı oldukları ve tek vücut oldukları söyleniyor.
***
KUTU 2: Medine’de Cemâl var; bekâ demektir bu. Allah’ta yok olduktan sonra tekrar dünyaya insanlara hizmet etmek için dönmek demektir bekâ. Bu, bütün güzelliklerin yalnız Allah’ta olduğunu hissettiğin, kimsenin önemli olmadığını anladığın anda, herkese önem vermeye başlayabilmek demektir. Bu hali Peygamber Efendimiz’de görüyoruz ve buna bekâ deniyor. O Medine’dir. Çok cemâlli, çok güzel. Dikkat ederseniz Medine’de daha çok istirahat ihtiyacı duyuyoruz çünkü aşktan yıkılırız. Mekke’de ise dipdiriyiz, burada Celâl var. Celâl Allah’ta çok güzel bir vasıf, yaratılış kudreti demektir. Allah’ın yaratma gücüne Celâl diyoruz. Ama biz Celâl deyince, hep negatif bir şeyler algılarız. Neden? Güneş, çöplüğe vurursa çöplük kokusu duyarız, gülistana vurursa gül kokusu duyarız. Bizim toprağımızda çöplük varsa, bizden çöplük celâli ortaya çıkıyor, gülistan varsa güllük celâli ortaya çıkıyor. İşte bizim alındığımız, üzüldüğümüz o çöplük celâlleri… Onlara takılmayalım, bu Celâlin kıymetini bilelim, buranın güzelliğini ve buradaki diriliğimizi hiç unutmayalım.