“Orucu lâyıkı ile tutan insan için mutlaka Allah’tan bir mükâfat ve yakınlık vardır”
Cemâlnur Hocamızla bu ayki sayımız için Ramazan, oruç, bayram ve zekât konusunda sohbet ettik. Bu kavramların tasavvufî mânâlarını hâl edebilmeyi niyaz ediyoruz.
Müge Doğan: Hocam, bu mübârek Ramazan ayını yaşarken farz olan ibâdetimiz oruçtan bahsetmek istiyoruz. Fîhi Mâ Fîh’te “Oruç, insanı bütün zevklerin, güzelliklerin kaynağı olan yokluğa götürür. Allah sabredenlerle beraberdir” diyor Hz. Mevlânâ…
Cemâlnur Sargut: Bu ayın bütün kıymeti, nefsinle mücâdele etme ayı oluşu ile alâkalı. Bir de enteresan şekilde benim gördüğüm, meselâ namaz kılmayan insanlar bile oruç tutmaya çalışıyorlar. Demek ki oruç, insanlar arasında daha popüler, daha rahat yapabildikleri bir ibâdet. Belki de devamlılığı olmadığı için. İnsanların hiç olmazsa bir ay bu vazifemi yapayım dedikleri bir ibâdet. Ve tabiî ki iki tür oruç tutmak var. Biri, sabrederek, zorlanarak oruç tutanlar var; onlar Allah indinde çok makbuller, çünkü nefisleri ile mücâdele ediyorlar. Fakat insân-ı kâmiller için oruç başka bir zevk, çünkü onlar duydukları her açlıktan zevk alırlar ki kavuşmanın zevki için o açlığı duymaları gerektiğini hissederler. Onlara açlık açlık, acı acı, sıkıntı sıkıntı gibi gelmez. Dolayısıyle oruç herkesin kendi kendini imzaladığı bir ibâdettir. Zorlukta kalanlar “çok şükür Allah için nefsimle mücâdele zevkim var” derler. Hiç acı duymayan insân-ı kâmiller ise “Allah beni daha yakınına, kurbiyetine yükseltmiş çok şükür” derler. Oruç tutamayanlar ise o tövbe ve acı ile Allah’a yaklaşırlar. Bir de tabiî hiç tutmayanlar, Allah onlardan tecelli etse de, nefisleri vâsıtası ile bu tecelliyi görmediklerini kendi kendilerine imzalarlar. Dolayısıyle Ramazan ayı herkesin ne olduğunu belli eden, o bakımdan da çok önemli bir aydır. Tabiî ki o sabrı sonucunda da çok mükâfatların verildiği bir aydır.
Müge Doğan: Kâşânî Hazretleri, “Orucun nihâyeti yaradılış şeklini ve onu güçlendiren Allah’ta fenâ ile korumaktır.” der ve bu sebeple kudsî hadiste şöyle buyurmuştur: ”oruç benim içindir, onun mükâfatını da ben veririm.”
Cemâlnur Sargut: Çok doğru… Yani Allah, onu korumaya alıyor. Ne ile korumaya alıyor? O’nun için gösterdiği sabra olan hürmeti ile. Bu iş o kadar karşılıklı bir alışveriş işi ki …Yani şunu söylemek istiyorum, insan dâimâ herhangi bir ibâdetle, yâhut nâfile ibâdetle Allah’a yaklaşmak, yani cüz’ün külle yaklaşması için bir gayret içine girer. Meselâ hiçbir ibâdet yapmayan bir insan bile bir fakire bir para verdiğinde kendini rahat hisseder ve bu rahatlık bile nâfile ibâdet olması hasebi ile Allah’a yaklaşmaktır. Fakat bu yaklaşmak bir şey ifade etmez. Mutlaka Allah’ın ona tenezzül etmesi ve eğilmesi lâzım. İşte Allah’ı hissederse, o ibâdet zevk hâline gelir, hissetmezse zorla, sadece nefsini rahatlatmak anlamına gelir. O bakımdan oruç, senin yüceldiğin ve Allah’ın sana mutlaka tenezzül ettiği bir ibâdettir..
Müge Doğan: O yüzden mi “Oruç benim içindir ve mükâfatı benim” diyor? Yani sana mükâfatım, sana tenezzülüm mânâsında mıdır bu?
Cemâlnur Sargut: Evet, meselâ Allah namazda tenezzül etmeyebilir ama oruçta tenezzül eder. Ama gerçek anlamda, yani lâyıkı ile oruç tutan insandan bahsediyorum. Kalp kırmayan, gönül kırmayan, yani beş duyusu ile oruç tutan, en azından buna gayret eden insana mutlaka Allah’ın bir tenezzülü vardır. “Mükâfatı benim” demesinin sebebi budur. O bakımdan bu ay çok kıymetli bir aydır. Lâyıkı ile kılınan namazın sonucu miraçtır o başka, ama orucun sonu mutlaka Kur’an’ın açıklanması ve anlaşılmasıdır. Kur’an, Allah’ın hakikati ve mânâsı olduğu için de bunun neticesinde Kur’an’ın mânâsını o kişi idrak eder yani nefsinin peçesini kaldırmış olur.
Müge Doğan: Hocam, pek çok insan sizin de söylediğiniz gibi farz olan diğer hiçbir ibâdeti yerine getirmezken bu bir ay boyunca her şeyden kesilip çok düzgün orucunu ifâ ediyor ve sonrasında İslâm’da pek de kabul görmeyen alışkanlıklarına ve hayatına devam ediyor. Bir şekilde nefsiyle yaptığı bu bir aylık da olsa mücâdelenin sonunda o insanın mükâfatı nedir hocam?
Cemâlnur Sargut: İnsan o orucu tuttuğu için dünyada mutlaka bir rahatlama hisseder. Meselâ, şu anda Türkiye çok refahta ama bugün Batı âleminin bizden daha refahta yaşamasının sebebi, bizden daha müslümanca yaşamaya çalıştıkları içindir. Bu tür yaşayış, müslümanca yaşayış, bilinçli veya bilinçsiz olsun dünya refahını sağlar. Bilinçsiz de olsa dünyadaki refahını sağlar ama öbür âlemini sağlamaz.
Müge Doğan: Yani vücûdî bir rahatlık mutlaka yaşar insan…
Cemalnur Sargut: Evet, insanın herşeye rağmen o orucu Allah için tutması vücûdunda bir rahatlığa kavuşmasını mutlaka sağlar ama sonuçta Allah’a olan yakınlığını sağlamaz. Orucu lâyıkı ile tutan insan için mutlaka Allah’tan bir mükâfat ve yakınlık vardır ama lâyıkı ile oruç tutandan bahsediyoruz. Yani beş duyusu ile tutacak orucu…
Müge Doğan: Hocam birbiri ardına gelen iki farz ibâdet olması hasebiyle bir de zekâtın mânâsını açalım mı? Kâşânî Hazretleri diyor ki, “zekâtın nihâyeti, Allah dışında her şeyi Hak sevgisi samimiyeti ile harcamaktır…”
“Malından mülkünden vereceksin ama en önemlisi nefsinin arzu ve isteklerinden vereceksin. Bunların hepsini verdiğin zaman zekât olur.”
Cemâlnur Sargut: Zekâtın asıl mânâsı, kendi nefsine ait neyin varsa onu vermek demektir. Yani Allah dışında dediği, olmayan bir şeylerimiz yani nefsimizin hayâlî arzuları ve istekleri, sevgileri hattâ mâsiva dediğimiz dünya ile ilgili herşeyin diyetini ödemek zekâttır. Yani sadece malın kırkta birini vermek değil. Benim çok etkilendiğim bir hadiste Peygamber Efendimiz “senin verdiğin sadaka önce Allah’ın eline düşer” diyor. O halde sen Allah için verirsin, ne verirsen verirsin. Hattâ meselâ kafanın içinde bir fakire bir lira vermek var da nefsine ters gelen şekilde iki lira veriyorsan işte o Allah için çok kıymetlidir. Yani burada önemli olan verdiğinin miktarı değil, nefsini zorlayan şekilde vermektir.
Müge Doğan: Hocam, orucu “nimetin insana şükrüdür” diye öğrendik sizden… Hücvirî Hazretleri de demiş ki “zekâtın hakikati, nimetin şükrünü kendi cinsinden edâ etmektir.”
Cemâlnur Sargut: Zaten oruçla zekâtın arka arkaya gelmesinin mânâsı da bu… Şunu söylemek istiyor Hücvirî Hazretleri: Sana nimet bir cevap verdi ve sana oruç tutma fırsatını verdi, sen o fırsat ile birlikte Allah’a yaklaştın, Allah da sana tenezzül etti yani nimet sana bir ödeme yaptı. O zaman sen de bunun şükrünü zekâtını vererek öde, demek istiyor. Sen de buna karşı bir şükür ödeyeceksin ve zekât vereceksin. Nasıl vereceksin? Malından vereceksin, mülkünden vereceksin ama en önemlisi Kâşânî Hazretleri’nin söylediği gibi nefsinin arzu ve isteklerinden vereceksin. Bunların hepsini verdiğin zaman zekât olur. Meselâ dedikodunu vereceksin, yalanını vereceksin. Allah’ın istemediği bütün kötü huylarını dağıtacaksın, vereceksin.
Müge Doğan: Yani sanki oruç, zekâta bir ön hazırlık gibi oluyor.
Cemalnur Sargut: Evet. Orucunu doğru tutan, mânâya eren kişi, Allah’ın lûtfu ile kendindeki çirkin tarafları da o anda terk eder, verir diyor. Bir de aşırılıklarından da vereceksin. Aşkın varsa aşkından vereceksin, ilmin varsa ilminden de vereceksin, eşin ile mutlu isen o mutluluğu mutlaka bir mutlu olmayana yardım ederek, onun bir acısını dindirerek ve onların da mutlu olmasını sağlayarak vereceksin. Meselâ çocuğundan memnunsan yetime yardım edeceksin. Bir evlât sahibisin ve çok şükür diyorsan yetime yardım edeceksin ki onun diyetini ödeyebilesin. Yani herşeyin diyetini ödediğimiz ve bunu da Allah’ın yakınlığı ile yaptığımız bir aydan bahsediliyor. Onun için oruç kalkan ve koruyucudur, zırh gibidir, diyor İbn Arabî Hazretleri…
“Çocuklarımıza Allah’ın o sonsuz büyüklüğünü öğretmek için Ramazan büyük bir fırsattır.”
Müge Doğan: Peki bu oruç zevkini çocuklarımıza nasıl verelim?
Cemâlnur Sargut: Asıl mesele zaten orucun getirdiği yan kavramlar. Meselâ toplu halde ailece sahura kalkmak ki gece yarısı kalkmak çocukların çok hoşuna gider. Bir de ‘ben de oruç tutacağım’ zevkini vermek çok önemli. Hiç bir zaman ibâdet etmedikleri, hattâ Allah’ın istemedikleri şeyleri yaptıkları halde oruç tutan insanlardan bahsettik. İnsanın en azından dünya refahı için o zevki bir aşılamak lâzım.. Çocuklar orucu bütün gün tutamazlar. Son birkaç senedir özellikle çok uzun. Meselâ senin çocuğun çok küçük. Yarım gün yarım gün oruç tutturmak, yani kahvaltı ile öğlen yemeği arasında hiçbir şey yemeyerek tutması uygun. “Ah maşaallah, ne güzel tuttun” diye onu taltif etmek, yüceltmek, büyütmek ve herkese “ben oruç tutuyorum” deme zevkine eriştirmek lazım. Bunun için de mükâfatlar vermek, hediyeler vermek lâzım. Sonra toplu iftarlar yapmak ve onu arkadaşları ile iftarda buluşturmak, iftarı eğlence ve zevk halinde geçirmek, eski devir iftarları gibi oyunlarla zevk halinde geçirmek lâzım. Bunun için evlerimizde çocuklarımızın arkadaşlarına özel çocuk iftarları vermek lâzım. Hep büyük iftarları veriyoruz ama çocuklarımızın arkadaşlarına, özellikle zengin ailelerin çocuklarına… Fakirlerin değil -onlar zaten iftardalar dâimâ-, ama zengin aile çocuklarının birçoğu iftarın zevkini bilmiyor. Sadece kendi çocuğumuza değil, onlara da o zevki aşılamak çok önemli. Hattâ mümkünse evimize bir Karagöz perdesi kurmak ya da onlara Allah ile ilgili, Peygamber ile ilgili sorular soracak bir öğretmen getirerek bu şekilde gecelerini mutlu etmek gerekir. Sorulara doğru cevap verene hediyeler dağıtmak çok önemli. Meselâ Peygamberimizin adını bile bilmeyen ilkokul çocuğu gördüm ben. Bütün komutanların adını biliyordu ama Peygamber’in adından bîhaberdi. Onun için biraz Peygamberimiz ile ilgili bilgi vermek, Peygamber’i çok sevmesi gerektiğini öğretmek, Allah’ın o sonsuz büyüklüğünü, ne kadar affedici olduğunu öğretmek için Ramazan büyük bir fırsattır. Eğlence ile bunları yapmak lâzım, korkutarak değil.
Müge Doğan: Peki eskiden hep böyle mi geçerdi Ramazan? Sanki eskiden zaten hep böyle yaşanırmış ama biz artık hakkını veremiyoruz Ramazanın?
Cemâlnur Sargut: Aslında bu biraz çevre meselesi. Eskiden böyle değildi. Bilakis bu kadar bile güzel değildi. Çünkü eskiden daha kapalı devreler yaşadık biz. İhtilâl devreleri yaşadık. Yani bugünkü Sultanahmet’teki gibi bir ramazan zevki yoktu İstanbul’da ama bizim çevremiz çok güzel olduğu için, ramazanı zevk haline getiren insanlar olduğu için biz güzel yaşadık. Çocuk iftarları, büyük iftarları yapılırdı… Hattâ hocam, daha sonra büyük otellerde de zengin aile çocukları ile kimsesiz çocuklar yurdundan gelen çocukları birleştirerek o zevki yaşattı. Noel’de Hıristiyanların duydukları zevki biz ramazan gecelerinde yaşamaya başladık. Çocuklarımıza da onu anlatmaya başladık. Yani çevrenin çok büyük önemi var.
Âmin alayları, Kur’an dersleri, sünnet merâsimleri… Bunlar çok önemli. Şimdi çok yanlış bir âdet var maalesef. İslâmî kesimde de daha doğar doğmaz çocuğu sünnet ediyorlar, acı çekmesin diye. Hayır, bu çok yanlış bir şeydir. Çünkü çocuğun onu hissetmesi ve erkekliğe geçişini idrak etmesi, o sünneti hayatı boyunca unutmayacak bir zevk hâline getirmesi lâzım. Parası yoksa çocuğuna bir tane kıyafet alır, yâhut birinden bir kıyafet bulunur ve mübârek yerler gezdirilir, arkadaşları dâvet edilir, evde bir sünnet yemeği yapılır. Eğlenceler tertiplenir. Yani sünnetin zevkini çocuğun yaşaması lâzım. Çocuk iftarları, kandil geceleri… Bunları çok büyük eğlencelerle zevkli şekilde kutlamak çok önemli, çocuklara sevdirmek açısından. Bizim yüzlerce Noel’imiz var. Onları Noel gibi geçirtelim ki Noel’e ihtiyaç duymasın çocuklar. Şimdi Noel’i hoş bir şey gibi görüyorlar ama biz kandilin zevkini, ramazanın zevkini öğretirsek onları kopartırız o sıkıntıdan.
“Bayram bir kaçma günü değildir, hiç olmazsa bayramın birinci günü ailelerimizle beraber olup sonra tatile çıkalım”
Müge Doğan: Peki hocam eski bayramlar?
Cemâlnur Sargut: Eski bayramlar çok güzeldi. Bugün de tabiî güzel ama ne olsa insan hep bir eskiyi özlüyor benim yaşıma geldiği zaman. Sabaha kadar başını beklediğim kırmızı rugan ayakkabımı hiç unutmuyorum. O benim hayatımda aldığım en güzel hediyeydi babamdan.Yani çocuklara yeni bir şey, meselâ onların istediği kıyafeti alırsak, bayram o kıyafet gibi gözükür onlara… Ama çocuğu aşırı beslersek yani ona her gün elbise alıyorsak, bu sefer bayramda ona aldığımız elbisenin kıymeti kalmaz. Yani bayramı hiç sahip olmadığı bir şeylere sahip olma günü olarak görmeli çocuk. Onun için çocukları çok beslemeyip bayrama bırakmak lâzım. Tabiî biz çok şanslıydık çünkü meselâ lunaparklar sırf bayram günü kurulurdu bizim zamanımızda. Hattâ benim kardeşim Âsuman ile bir hikâyem var. Ben altı yaşında verem olmuştum, yürüyemiyordum ve onun için de hiçbir yere gidemiyordum. O zamanlar bayram günleri çok güzel bir âdet vardı, büyükler el öpen bütün küçüklere mendilin içine para koyarlar ve küçükler sırf mendilin içindeki o paraya sahip olmak için gidip bütün büyüklerin ellerini öperlerdi. Çok güzel bir âdetti. Tabiî Âsuman bir sürü para biriktirmiş ve herkes bana da yollamış para. Âsuman için lunapark fırsatı var ama o paraları getirdi, yanıma bıraktı ve bana dedi ki “ne zaman sen iyileşirsen biz beraber o zaman gideriz” dedi. Yani bayram, ramazan kurbiyettir. İnsanların yakınlaşması, birbirine sevginin artması, bir şekilde öyle veya böyle büyükleri ziyâret, onları görmek ve onlara hürmet etme zevkini taşımaktır. O bakımdan çok kıymetli zamanlardır. Mânevî büyüklüğünü artık anlatmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bayram bir kaçma günü değildir, hiç olmazsa bayramın birinci günü ailelerimizle beraber olup ondan sonra tatile, rahatlamak için (tabiî çalışan insanın da çok ihtiyacı var) gitmek daha mantıklı geliyor bana. O ilk günün çok önemli olduğunu düşünüyorum aile açısından.
Müge Doğan: Hocam çok teşekkürler..