Sâmiha Ayverdi’den…

nişangâhım ben, nişangâh.. gelen vurur, geçen vurur,
nâdân vurur, dânâ vurur, yâr vurur, ağyâr vurur..
neme lâzım, vuran vursun.. ah o okçu..
deler kanmaz, deşer kanmaz..
ah o okçu.. âh..

nişangâhım ben, nişangâh.. hancı vurur, yolcu vurur,
yahşî vurur, yaman vurur, bahtlı vurur, bahtsız vurur..
kul cefâsıcefâ değil, çalab germiş kemânını..
çeker, vurur, vurur, kanmaz..
ah o okçu.. âh..

John Wooden

John Wooden ismini ilk kez bugün duydum. Amerikan Kolej Basketbol Ligi’nin belki de gelmiş geçmiş en başarılı antrenörü olduğu düşünülüyor. Yedisi arka arkaya olmak üzere toplam onbir şampiyonluk kazanmış. Bıraktığı miras bugünkü basketbolü şekillendirmiş. Öğrencileri arasında herkesin tanıdığı Kerim Abdülcabbar başta olmak üzere sayısız efsane sporcu var. John Wooden’dan etkilenmemin sebebi ise yukarıda saydıklarımın hiçbirisi değil.

Kendisine başarının tanımı sorulduğunda, alışılmışın çok dışında bir cevap veriyor: “Karşı takımı skor olarak yenebilirsiniz ama, ihtimalo gün mağlûbsunuzdur. Ya da karşı takım sizi skor olarak yense dahî o günün gâlibi siz olabilirsiniz. Başarı karşı takımdan bağımsızdır. Başarı sizin neyi ortaya koyabildiğinizle ilgilidir.” Öğrencilerine şunu tavsiye edermiş: “Oynadığınız bir maçtan sonra sizi gören birisi yüzünüze baktığında hangi takımın galip geldiğini anlayamamalıdır. Amacınız karşı takımdan daha çok skor kaydetmek değil; hergün gibi o günü de bir şâheser yapmakolmalı.”

Seyrettiğim konuşmasında kendi tanımladığı başarının prensiplerini anlatıyor John Wooden. Eski bir basketbol oyuncusundan bekleneceği üzere uzunca boylu, mavi gözlü, ince fakat güçlü duruşlu bir görüntüsü var.  Lâtife ederken dahî sözlerinin bir amaca hizmet ettiği besbelli. Bazen bir söz söyledikten sonra kendisi de o sözün yüklü olduğu anlamı idrak ederek kısa süreyle duraklıyor. Böyle bir duraklamayı kendi tanımladığı başarının prensiplerinden ilkini söyledikten sonra yapıyor: “Aslâ geç kalma. Aslâ!” Başını hafifçe eğerek bir süre susuyor.

Dünya basketboluna damga vurmuş yıldız oyuncularına soyunma odasında ilk anlattığı şeyin çoraplarını nasıl giymeleri gerektiği olduğunu söylüyor. Antrenmanlara ve maça kesinlikle temiz ve bakımlı gelmeyi bir kural bellemiş. Hatta önemli bir deplasman maçı öncesi en önemli oyuncularından birini temiz olmadığı gerekçesiyle takım otobüsüne almayı reddetmiş.

Kendisi de öğrettiği tüm prensipleri hayatında birebir yaşayan birisi. Çok istediği Minnesota Üniversitesi antrenörlüğü başvurusuna cevap gelmeyince UCLA’e mürâcaatediyor ve kabul ediliyor. Kabulünün ertesi günü Minnesota Üniversitesi’nin kendisini bir gün önce aradığını, fakat kar yağışı sebebiyle hatlarda sorun olması sebebiyle ulaşamadıklarını öğreniyor. Eşi de kendisi de Minnesota’da yaşamayı çok istemelerine rağmen UCLA’e söz vermiş olduğu için kararını değiştirmiyor.

“İyi kitapları kana kana iç” diyor prensiplerinin bir başkasında. “Oku” değil “iç!”. Oradaki bilgiyi öğrenmekle kalma, âdeta içtiğin su gibi bünyenin bir parçası yap. Hergün okuduğu kitap ise İncil… John Wooden aynı zamanda inancında çok sâdık bir Hristiyan. “Eğer” diyor, “Günün birinde beni inancım sebebiyle yargılarlarsa, umarım hüküm giydirecek kadar delil bulurlar. İnancımın herkese âşikâr olmasını dilerim.”

John Wooden UCLA’de tamı tamına onbir şampiyonluk yaşamış. Fakat ilk şampiyonluk için 18 yıl beklemiş. Bu onun için çok zor olmamış. “Odamı dolduran madalyalar ya da kupalar beni çok ilgilendirmiyor” diyor. “Önemli olan menzil değil, yoldur. Yoldan keyif almayı bilmeli. Sabır en önemli hikmetlerden biridir.”

John Wooden’ın konuşmasını izlerken, biraz da fiziksel özellikleri sebebiyle, aklıma hep Sâmiha Anne geldi. Yukarıda aktardığım hasletlerin hepsini Samihâ Anne’nin hayatında müşâhade ettik. Zamana riâyet, ahde vefâ, temiz olmak, tertipli olmak, hâdiselerden etkilenmeden istikâmeti dosdoğru tutmak, insân-ı kâmil’in alâmetlerinden. John Wooden’ı hatırlattıklarından dolayı rahmetle anıyorum.

Sanatkâr ve Eser

Sâmiha Ayverdi’yi gören ve tanıyan şansılardan değilim. Doğrusu kendisi hakkında ne bilirsin deseler birkaç cümleden ibâret olur cevabım. Ancak bir ustanın sanatındaki büyüklüğü eserlerinden belli değil midir? Mimar Sinan denince Süleymaniye’den anlamaz mıyız maharetini? Eserleri değil midir büyük ustaların ustalığının kanıtı?

Ben Sâmiha Ayverdi’yi gören ve tanıyan şanslılardan değilim. Ama onun bir öğrencisini görme, dinleme ve kabul ettiyse öğrencisi olma lûtfuna erenlerdenim.

Öyle bir öğrenci ki sürekli “Hocam Sâmiha Ayverdi…” diyerek söze başlayan… Kendisinde hocasının güzelliğini seyretmemize izin veren… Çocukluğunu, gençliğini anlatırken kendisini yeren, hocasını yere göğe sığdıramayan…

Ben onun bir öğrencisini tanıdım; hocasının onu nasıl önce Mesnevî derslerine, sonra Kur’an derslerine yönlendirdiğini anlatan… Hocasının armağanı olan bir yüzüğü parmağından hiç çıkarmayan… Sürekli hocasının zarâfetinden, letâfetinden, şıklığından, ağırbaşlılığından, ölçülü, edepli ancak vakarlı duruşundan dem vuran…

Ben Sâmiha Ayverdi’yi gören ve tanıyan şanslılardan değilim. Ancak onun öğrencisi Cemâlnur Sargut’u görme lûtfuna erenlerdenim. Öyle bir eser ki ellerimi titreten, nefesimi kesen, kendisinde hem kendimi hem hocasını seyrettiğim o güzel sultan…

Bu nedenle ben Sâmiha Ayverdi’yi şükran, minnet ve hayranlıkla anarım. Nesiller nesiller boyu sürecek güzellikteki bir yolda bana, bize böyle bir şâheser bıraktığı için…

Batmayan Gün’den…

Etraf o kadar güzeldi ki bu taşkın ve ruha nüfuz edici güzellik, Aliye’ye ıztırap vermişti. O, şu yanında yürüyen büyük adamı dâima böyle mahrem bir dekor içinde görmek istiyordu. Esasen az evvelki daveti de bu yüzden kırmış, bir otel salonunun ihtişamlı kalabalığı­na, kendi çatısının mutlak âsûdeliğini tercih etmişti.

Genç kız etrafına baktı. Bu müstesna günün gönlü­ne çöken azametinden silkinmek, kurtulmak, istiyordu. Hatta aynı azamet, bütün cihâna hâkim olmuş gibi idi. Neydi bu konuşacakmış gibi hisli tabiat? Kalbe ürperti veren, bu muhteşem dekorda, kim ne derse desin bir kahredici güzelliğin hâkim sesi vardı. Bir güzellik, bir aşk güzelliği…

Aşk… Yâni duyguların bağlandığı, önünde diz çök­tüğü ebedî mabut!

Aliye aşkı biliyor mu? Ne yersiz ve ifadesiz bir sual! Genç kız kendi kendine sorduğu bu sorguya gülüyor ve derhal hatâsını düzeltiyor: Hiç aşkı bilmese bu günkü Aliye olabilir miydi? Onu, ucu bucağı olmayan mânâyasürükleyip çeken, bu kuvvetten başka ne olabilirdi?

İnsanlar, kör ve sağır bir kervan yolcusu gibi dün­yâdan bir hamlede geçip kayboluyorlar. Bu acele yolcu­lukta, çok defa aşkı tanımak, onunla bilişiklik etmek imkânını bulamadan resmigeçitleri tamamlanıyor. Halbuki o durakta bir nefes konuklamak, nice yüz bin zevk âleminin kapılarını açıyor. O, tereddütsüz bir sa­lâhiyetle insanoğluna olgunluk damgasını vurarak onu yüceltiyor.

Aliye’nin, ismini bilip kendini bulamadığı gönlü, gö­nül değil, bir volkan! Bütün varlığını kuşatmış, her bir zerresine kol atmış bir âfet!

Genç kız, korku ve ihtiyatla bu gönlün içine baktığı zaman, orada gördüğü hayalden, orayı istilâ etmiş aza­metli varlıktan korkarak geri çekiliyor. Bu hayalle baş başa kalmak yaman ve dehşet verici bir manzara! O, bu manzaradan dâima kaçacak, onu dâima bertaraf ede­cek. Aşkı bilen Aliye, aşkını kimseye bildirmeyecek.

“O, bir hiçtir.”

         Günlerden bir gün, şu an, elinde

kalem tutan kadına, ta uzaklardan bir mektup
gelmişti. “Senin, bir Hak Dost’un varmış. Onu
bana anlat!” diyordu… Zavallı, haddini bilmez
kalem, bir şeyler yazdı da yazdı ve gene bir gün,
Dost’un “O nedir, ver bakayım!” demesi üzerine
kağıtları uzattı… Nihayet okuyup bitirdiği
kağıtları… yırtıp sepete atarken:
“O, bir hiçtir! diye yazarsın” dedi…

Sâmiha Ayverdi/ Dost

Günlerden  bugün, ben yokum. Öğretmenim var.
O da bir hiçtir.

Esâretten Özgürlüğe

Herkes karşıdakini kendisi kadar görebilir. Örneğin hiç yalan söylemeyen birisi karşıdaki yalan söyleyince anlamayabilir. Hayatında hiç denizi görmemiş biri denizin ne olduğunu kitaplardan okusada gerçeğini görünce kafasında tasavvur ettiğinin deniz olmadığını anlar. Ben de SâmihaAyverdi’yi kendi kitaplarından ve onu görenlerden işittiklerimle biliyorum.

Her kitabı ayrı bir derya olan Sâmiha Sultan, İslâm’ın inceliklerini muazzam kurgularla bize aktarmıştır. Hiç taassup kırıntısı olmadan her çağda anlaşılabilecek ve okunabilecek eserler yazmıştır. Eserlerini ince bir dantel gibi işlemiş, her ilmekte Muhammedî ahlâkı tebliğ etmiştir. Gayesi bizim gibi beşerleri tekâmül ettirip insan makamına erdirmektir. En temel bilgilerden en derin tasavvufî anlayışa kadar her makamdan insanlığı irşatetmek için ışık tutmuştur. Helâl ve haramdan başlayıp aile ve toplum hakkında ve hattânasıl bir vatandaş olunması gerektiğine kadar bize yol göstermiştir.

***

SâmihaAnne’yle ilk olarak “İnsan ve Şeytan” kitabında tanıştım. Romanın kurgusu içinde kaybolurken  İslâm’ınince ve zarif çizgilerini okudum. Nefsin bitmez tükenmez arsızlığını okudum. Beşerin ihtiraslara bulanmış hâlden nasıl tekâmül ettiğini anladım. Ve bunca rezilliğe ve acıya rağmen Allah’a sarılanların hiç  etkilenmediklerini imrenerek gördüm. “Batmayan Gün” kitabında ise ezelden âşıkların gün gelip hasretini çektikleri ilâhiaşkın yavaş yavaş içine çekildiğini okudum. Kerim Bey’in ağzından, Ken’anRifâî Hazretleri’nin sözleri akıyordu, çağlayanlar gibi aşk ateşiyle yanan Aliye’nin gönlüne. Aliye gibi bir aşk ehlinin tütmeden  yanmasını anlatıyordu bize. Hancı kitabında ise o vakur duruşunun altında sevgilisine nasıl bir kavuşma isteğiyle yandığını söylüyordu sultan.

Kitaplarında benim dikkatimi çeken bir başka husus ise vatan ve millet sevgisidir. Köksüz ağacın çok yaşayamadığı gibi, bizde köklerimize ne kadar bağlıysak o kadar güçlü ve sağlam oluruz. Ama bu bağlılık bağnaz bir bağlılık değil, aksine iman ve vatan sevgisi ile bezenmiş bir bağlılık.  Köklerimizle olan bağlarımızı koparmamamız,hattâdaha da kök salıp birleşmemiz gerektiğini söylüyor Sâmiha Anne. Bende  içimde ne Allah ne de  vatan sevgisi yokken kendimi özgür sanırdım, fakat SâmihaAnne’denöğrendimki asıl esâretköksüz ve sevgisiz olmakmış.  Öte yandan özgür olduğunu sanırken meğer nefsinin arzu ve isteklerinin kölesi oluyormuşsun.

Allah mânâsından, ilminden, aşkından ayırmasın. Her okuduğumuz kitabında birşeyler öğrenmeyi ve içimizde ilâhiaşkı kor gibi büyütmeyi Allah nasip etsin. Himmeti ve nuru üzerimize olsun.

Âmin.

 

Hancı’dan…

Kapını aç, kapını aç.. Sana geldim, kapını aç…
Bu dünyâdan o dünyâdan, aldım boyum ölçüsü nü…
Ezel ebed arasında, nice eyyam gezip tozdum…
Sığamadım dü âleme, sana geldim, kapını aç…
Yoldaşım var, çift kişiyim, günah benden hiç ayrılmaz…
Tek değilsem n’olur sanki? Yer gök sığmış o kapıya…
Bizi de al, kapını aç, kapını aç, kapını aç…

Ayasofya’da Bir Cuma Namazı

Kapa gözlerini

Hayal et

Hayaller güzeldir, bağlar hayata

Her darbede sendelediğinde gelir aklına

Bağlanırsın gene o kutlu dâvâya

 

Dertli sanırsın kendini

O ne gamdadır oysa

Hasrettir çekilen tevhide, soğuk duvarlarında

En değerli oyuncağı gibi saklar mihrâbını çocuk gibi bağrında

Duyabilse sesini, gökler dile gelir ağlaya ağlaya

 

Kaç bahar geçti

Sana gelememenin mahpusunda

Boynu bükük medeniyetimin bağrında

Zulümdedir Ayasofya

O şen atlılar geliyor, haydi ayağa kalksana

 

Sokmadım bizim oğlanı kapılarından

Sitem eyleme bana

Görmesin, hatırlamasın bu halini her gecenin sabahında

Oysa her uyandığında

Sen gelirsin aklına

 

Kapa gözlerini

Hayal et Ayasofya

Bir Cuma sabahı sana gelişimizi

Fâtihalar okunduğunda, sicim yağmurların altında

Fatih’in, Sultan’ın, Mehmed’in de saflarda

Sil gözünün yaşını

Aç kollarını, biz geliyoruz Ayasofya

 

İslâm ve Kadın

On iki gündür yoldayım. İtiraf etmeliyim seyahate çıkarken bu ayın konusunu nasıl işleyeceğim diye endişe doluydum. Zirâ, söz Sâmiha Ayverdi gibi bir büyüğe gelince, kalemin ucu kırılıyor. İnsan dört defa düşünüp bir defa söylemek istiyor…

 

Ülkemizde yaşanan acı kadın cinâyetlerine bir yenisi eklendi. Gazeteler günlerce konuyu ele aldılar. Sosyal medya paylaşımların ardı arkası kesilmedi. Ben bu süreç içinde okyanusların ötesinde çok uzaklarda bir yerlerde, iş peşindeydim. Haber ile karşılaştığım o gece, Türkiye’de ertesi sabah olmuştu bile… Benimse artık uyumam mümkün değildi. Duâya oturdum, düşündüm, söyledim, biraz daha düşündüm.

 

Bir yanım isyan, bir yanım umut doluydu âdetâ.

Bir taraftan, bizler İslâm’ı en doğru hâli ile anlamaya, yaşamaya gayret ederken, bir insan cinâyetinin sebep ve sonuçlarının kültürel ve eğitimsel sebeplerden çok bir dine mensûbiyetebağlanmasına, insanların konuyu tartışırken birbirlerine hitaptarzlarına  ve kişisel görüşlerdeki kısıtlılığa, sığlığa isyan halindeydi kalbim. ‘Biz kimiz? Kim bu insanlar?’ diyen ateşten bir ses vardı içimde. Sanki sokağa çıkıp bağırsam, okyanusun üstünden sesim duyulacaktı İstanbul semâlarında… Diğer yandan da, ‘herşeyin bir sebebi var’, ‘bu da yeniliklere vesile olacak’, ‘insanlarla empati kur’, ‘onların eğitim imkânlarını genişletmek için çalış’ gibi olgun, makul ve umut dolu ikazlar büyümekteydi içimde.

 

İşte tam o araf halindeyken aklıma Sâmiha Anne’nin okumuş olduğum bütün kitaplarının yanı sıra, beni kalbimden en çok vurmuş olanbir mektubu geldi. Şöyle diyordu o mektubun bir kısmında:

 

Bugün İslâm’ın öyle yüz üstü bırakılmış meseleleri vardır ki asırlardır bu ana prensipler, kasıtlı veya gâfil ellerde ihmâl edilmek yüzünden dinin ruhuna onulması müşkül yaralar açmış bulunuyor.

Meselâ zekât müessesesi hemen hemen unutulmuş gibidir. İslâm’ın esas şartlarından biri olan çeşitli şahsî içtihadlar ile enine boyuna tefsîr ve kabul edilmek sûretiyle âdetâ dinî vecibeler arasından silinmiştir. Öyle ki, kimine göre sadaka vermekle işin içinden çıkılmaktadır.

 

Hac da bir başka hazîn manzara arz eylemektedir. Bulunduğu şehir, kasaba veya köyde, hacca gitmediğinden dolayı kendisine yan baktırmamak için, tarlasını davarını satıp borç harç, gösteriş uğruna Hicaz’ın yolunu tutanlar olduğu gibi, varlıklılar ve dirlikliler arasında da gene eşe dosta gösteriş yapmak için sekiz on defa Hacca gidenler vardır. Ama daha da hazîni hac farîzasını ticarete hattâ kaçakçılığa vesîle edenlerin yekûnu da haylice kabarıktır.

 

Birkaç kere hac, maddî-manevî muayyen şartları haîz olanlara farzdır. Sonra da farîza-i haccın esas sebeplerinin en mühimi, çeşitli İslâm milletleri arasında, beşerî ve ilâhî bir irtibat ve alışverişe vesile olacak umûmî bir müşâvere zemini hazırlamak, bu sûretle de İslâm âlemine birlik ve uyanmak imkân ve yollarını açmaktır.

 

Makine mühendisi olan dürüst ve ahlâk sahibi bir dostumdan

dinlediğim şu vâkıa, dindar geçinen bir kısım Müslümanların zihniyetini belirtmesi bakımından anlatmaya değer ölçüde hazîn hatta elîm bir çehre arz eder.Şöyle ki, bahsettiğim zât, birkaç sene evvel işi icâbı Adana’da bulunurken oranın zenginlerinden iki hacı efendinin konuşmalarına şahid olmuş. İkisinin de ticarethâneleri varmış, fakat aralarındaki ticârî rekâbet yüzünden birbirlerine diş bilemekte imişler. Münakaşa sırasında biri diğerine: Sana öyle bir oyun oynayacağım ki batacak, on paraya muhtaç kalacaksın. Ama bu iş bana bir hacca patlayacak… demiş.

 

Zihniyetin dehşetini düşünebiliyor musunuz, evvelâ kulu mahvet sonra Allah’ı aldatmaya ve hac ile günah temizlemeye kalk.

Bu adamlar, kadınlarını tepeden tırnağa örtülü gezdirmelerine rağmen Müslümanlık vasfına hâiz sayılabilirler mi?”

 

Ne kadar öngörülü bir bakış açısı değil mi?

 

Bundan seneler evvel şahsına yapılan eleştiriler karşısında böyle zarif, güvenli, kapsamlı ve sağlam bir duruş sergileyen o yüce ruh, acaba şimdilerde İslâm dininin yalnızca şeklesıkıştırılmaya çalışıldığı gerçeğine şahitlik yapsa, olan bitene nasıl tepki verirdi diye düşünüyor; sorumun cevabınca iğneyi kendime batırmaya çalışıyordum.

 

Fizik biliminde ‘sarkaç’ın önemi büyüktür. Hiç duymamış olanlar için sarkaç, bir ipin bir ucuna bağlanan bir kütle ile oluşturulan düzenektir. Yerçekimi kuvveti ile dengeyi korumaya meyillidir. Aynı sebepten sarkacın ipi uzağa çekilip bırakılırsa, bir sağa bir sola hızla hareket eder – tâki dengeyi bulana kadar. Ve mutlaka zaman içinde dengeyi bulur.Ben içinden geçtiğimiz tarih olaylarının akışını bu sarkaç düzenine benzetirim hep. O veya bu sebepten amacından uzağa çekilen bir olayın veya meselenin, zaman içinde gündemden düşmesi ile öbür tarafa savrulduğunu görürüz. Bu bize mevzuların bir uçtan bir başka uca savrulduğu hissini verebilir – ki doğrudur da… Örneğin, bir sağ kazanır muhâlefeti, bir sol. Bir zengin öne çıkar, bir fakir. Bir şeriat baz alınır, bir mânâ. Böyle zamanlarda kendimize hatırlatmamız gereken esas,zamanlaherşeyin yeniden dengeyi bulacağı ve özüne kavuşacağı olmalıdır belkide.

 

Eve döndüğümde Sâmiha Anne’nin mektubunu yeniden okudum. O’nun İslâm ve kadın hakkındaki duruşunun bana ve bütün yol arkadaşlarıma örnek olmasını temenni ediyorum. Dilerim ki, kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, her birimiz İslâm’ı yaşamanın en güzel örnekleri olma gayretimizden vazgeçmeyelim. Haksızlıklar karşısında zarâfet, ustalık, bilgi ve erdem ile gücümüz yettiğince sessiz kalmayalım. Dilerim ki, bir gün Sâmiha Ayverdi ve onun gibi üstadlarımızın bize bıraktığı o müthiş düşünce ve kültür hazineleri bir bir ortaya çıkarılsın ve baş tâcı edilsin. Biz ve çocuklarımız da yeri geldikçe kabımız elverdiğince kendilerinden faydalanabilelim. Muhabbet ile…

 

İstanbul Günleri-4: Sandıkburnu’nda Mevlânâ ve Nietzsche Üzerine…

Sâmiha Ayverdi’yi anmaya ayırdığımız bu sayıda İstanbul gezilerimize özel bir heyecanla devam ediyoruz. Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un Sandıkburnu semtindeyiz. Her ay olduğu gibi amacımız Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak; hem gezmek ve hem de onun bize tanıttığı fikirleri hatırlayıp üzerinde düşünmek.

Onun fikir kuşu bize yol göstersin;olursa kusurumuz şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

*

Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını okuduysanız veya kitabı bu yazı dizisine paralel okuyorsanız Şehzadebaşı, Beyazıt, ve Süleymaniye gibi bilindik, derlitoplu semtlerin ardından o zamanın meyhaneler semti Sandıkburnu izbelerini ve onun sarhoşlarını Sâmiha Anne neden anlatmaya değer bulmuş da kitabına koymuş diyebilirsiniz. Belki âdil ve tarafsız bir yazar olarak İstanbul gecelerinin hakkını vermek, hem iyisi hem çirkiniyle bize tanıtmak içindir.Kimbilir belki de tevhid ehli olan sultan, dışarıdan bakınca iyi veya kötü gibi görünenin aslında bir birlik içinde gerekli olduğunu bize hatırlatmış ve tekâmülümüze fırsat vermek istemiştir.

*

Peki bu Sandıkburnu neresi? Gezi hazırlığı yaparken ben güncel İstanbul haritalarında burayı bulamadım. Sarayburnu, Yenikapı, Kumkapı var ama Sandıkburnu yok. Eski İstanbul haritalarını araştırmak gerekti bulmak için bu semti. Biz yine de Sâmiha Ayverdi’nin kitabındaki târifiile Sultanahmet Atmeydanı’ndansahile doğru ineceğiz buraya ulaşmak için. Topkapı Sarayı civarında da çok oyalanmayıp hızlı hızlı adımlarla yürüyeceğiz. Zira SâmihaAnne’nin“İstanbul Geceleri” kitabında Topkapı Sarayı için dediği gibi “O hıçkırıklarını yorganı içinde boğan bir çocuk gibi, kendi kendine ağlayıp söylenmekte devam etsin…Şayet bu sesi dinlemek endişesi ile boş bulunursak…günler geceler geçer de, o gene asırlar boyunca çektiklerini ve çektirdiklerinin masalını anlatıp tüketemez.”

*

Osmanlı zamanında devir devir içki yasağı konulmuş, bazen şiddetle takip edilmiş, bazen göz yumulup unutulmuş, ardından tekrar yasaklanmış; bu çarkda böyle dönüp durmuş. “İstanbul Geceleri” kitabında SâmihaAnne’nin anlattığı 1910’ların Sandıkburnu meyhaneleri, Galata, Beyoğlu, ve Balıkpazarı meyhaneleri gibi devrin ayyaş ve akşamcılarınının uğrak yeriymiş. “Gedikli” meyhaneler gibi ruhsatlı, “Koltuk“ meyhaneleri gibi kaçak olan kenarda köşede ayak üstü içki içilenucuzcu tipleri varmış. Bugün sahile ulaşıp da bulamadığımız Sandıkburnu’nda, eskilerde denize uzanan salaş meyhaneler hıncahınç dolarmış, özellikle yazın mehtaplı gecelerinde. Masadaki tuz ise eğer ayyaş parasını ödemezse faydalı olur, kadı önüne çıkan meyhane sahibi “tuz paramı vermedi” deyip parasını borçludan kurtarabilirmiş.

Artık olmayan bir semtin artık olmayan meyhanelerini nasıl daha fazla anlatayım bu yazıda? En iyisi başka semtin meyhanelerine gideyim insanları gözlemleyip size izlenimlerimi aktarayım da bu ay mızıkçılık yaptın bizi gezdirmedin demeyin.

İşte böylece yolum iki çeşit meyhaneye düşüyor. Biri eski Sandıkburnu’ndaki gibi üzüm şarabıyla sarhoş olanların mekânı, bir diğer meyhanede Allah kelâmı ile sarhoş olanların yeri. Bilirsiniz Mevlânâ meyhane ve şarap imgelerini çok kullanmıştır eserlerinde. Tasavvuftaşarap veya mey,Allah aşkı, meyhane ise Allah aşkının sunulduğu yerdir.

Gelin, biz önce üzüm şarabı ile şarhoş olanların meyhanesine girelim. Sorabilirsiniz, neden insan üzüm şarabı gibi bir madde ile kendinden geçmeğe bu kadar hevesli olur? Ertesi gün midesi ve başı, acıyla bunun hesabını sormaz mı? Bir de alışkanlığın pençesine düşmüşse zamanla ayyaş vücudu toptan varlıktan düşer, çevresine de yük ve tiksinti olmaz mı? Sadece üzüm şarabı mıdır başını maddeye gömmüş olarak gönül körlüğü çeken Âdemzâdeninmeselesi? Başka hangi maddelere tapılmaz ki,nerelerde mutluluk sarhoşluğu aranmaz ki? Yoksa konu Sâmiha Anne’nin deyimi ile “beşer idrâkininen eski dâvâsı” ile mi ilişkilidir? Varoluş, ölüm ve tekâmül.

Sâmiha Ayverdi “Boğaziçi’nde Tarih” kitabında Muhammed İkbal’in bu konuda Mevlânâ ve Nietzsche karşılaştırmasına değinir. İkbal önce Mesnevî’denşu fikri alır: “Yerlerin diplerinde demir ve taş âlemlerinde yaşadım. Daha sonra renk renk çiçekler içinde gülümsedim. Sonra vahşilerle dolaştım. Yeryüzünde, havada ve denizde gezdim. Derken yeni bir doğuşa kavuştum. Daldım, uçtum, süründüm, koştum. Cevherimin sırrı şekil aldı ve kendini gösterdi: Âdem oldum. Daha sonraki hedefim, Arş-ı Âlâ’dır. Kimsenin değişmeyeceği ve ölmeyeceği âlemdir. Melek olacağım. Sonra gece ile gündüzün, ölümle dirimin, görülmekle görülmemenin hududu ötesinde var olanın, ebediyyen var olduğu âlemde, bir ve bütün olacağım.”

Nietzsche ise hiç de böyle düşünmez. Nietzsche’yi kitabında konuşturan İkbal, “İnsanoğlunun istikbali hakkında beslediği ‘ebedî tekerrür’ fikrinin bir ebediyet inanışı değil, bir yeis ve ümitsizliğin, mevcut olmak fikrine son bir gayretle sarılışı ve âdetâkendini kandırışıdır” der.

Sâmiha Annebunun üzerine şöyle bir sonuç çıkarır:“Günün insanı, hayat ve hürriyet kaynağı olan ölümden korktuğundan başkaları için yaşamaktan, başkalarını mesut etmekten, başkalarına güven ve sevinç vermekten de korkup kaçıyor. Onun için de, her türlü nimetin, her türlü varlık ve dirliğin yolunu kendi yoluna çevirecek kadar kendini çıldırasıya seviyor.”

Acaba maddeyle sarhoşluğu seçen, ölümü son bilen, bunun içinde sınırlı varoluşunun günlerini gün eden, kendinden başkasının mutluluğunu aklına getirmeyen midir? Acaba bu insanilâhî bir aşkla kendinden geçmeyi bilmediği, bunu ona gösterecek birini bulamadığı için mi böyledir?

*

Hadi gelin bir de Allah kelâmı ile sarhoş olanların meyhanesine bakalım.Gece, meydanın açılması herkeslerin yerlerini alması ile başlar. “Lillâhi’lfâtiha”yıtâkibenevradokunur. Duânınsonuna doğru sanki ilk kadeh meyin de sonu gibi dünya ağırlıklarından ve takıntılarından yavaş yavaş kurtulunur, ilâhilerinritmiyle gönlün çalkantısı başlar.

Pek çok ağızdan “Lâ ilâhe illallah” sözünün tekrarlanması devam eder. İster yüksük kadar az, ister küpü dolduracak kadar çok olsun, gönül suyu artık kabına sığmaz taşar. Vücut testisi de kırılır. Herkesin gönül suyu birbirine karışır, o da sanki denize kavuşur. Herkeslebir olarak çalkalanırsın.

Artık hem deniz hem de denizde olduğunu bilen balıksındır. Balık sürüleri gibi birlikte gezmeâidiyethissini, o da “lâ ilâhe illallah”yankısını güçlendirir.

Deniz kabarırda kabarır,gökkubbeyle birleşir. Yer gök artık bir olur. Bu sarhoşlukla söylenen ilâhininsözleri bazen duyulur, bazen duyulmaz. Ama her “Allah” deyiş,her yanda yankılanır, yankılanır,tekrar yankılanır.

Zaman gelir kabaran deniz ve gökler durulur; hissedersin ki gönül suyundaha da artmış, daha da berrak olarak vücudun kabına geri döner.

Bazısı sorar “Var mıdır bundan güzel sarhoşluk?“

 Not: Bu yazı ile ilgili düşüncelerinizi paylaşmak isterseniz elifkdinler@gmail.comadresine veya Instagram elifkdinler hesabına yazabilirsiniz.