İstanbul gezmelerimizden bir yenisine hoşgeldiniz! Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un semtlerini geziyoruz. Amacımız Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak; hem gezmek ve hem de onun bize tanıttığı fikirleri hatırlayıp üzerinde düşünmek.
Onun fikir kuşu bize yol göstersin; olursa kusurumuz şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.
*
Geçmiş aylarda “Şehzadebaşı ve Mâzi Tahassürü” ile “Beyazıt ve Halk-ı Cedid”den söz ettik. Kitaptaki sırayı izleyerek bu ay Süleymaniye’deyiz. Bu seferki gezimizde biri mümtaz, biri ay yüzlü, her ikisi de parlak aynalar gibi güzel gönüllü iki arkadaş var yanımda. Süleymaniye’yi birlikte dolaşacağız ve size anlatacağız.
Bir zaman önce Kenan Rifâî’nin “Şerhli Mesnevî-i Şerif”ini ilk kez elime alıp rastgele bir sayfa açtığımda karşıma Anadolu ve Çin ressamlarının hikâyesi çıkmıştı. Hikâyeyi bilirsiniz: Anadolu ve Çin ressamları sanatlarının üstünlüğü konusunda bahse girmişler, padişah da ortaya eser koyun demiş. Çin nakkaşları taklit olmasın diye Anadolu ressamları ile odalarının arasına bir perde konulmasını istemişler, ardından da türlü boyalar kullanarak renklerin çokluğu ve güzelliğiyle gözler kamaştıran nakışlar yapmışlar. Bu arada Anadolu ressamları ise boya falan istememişler, duvardaki pasları giderip cilâlayarak parlatacak malzemeler almışlar.
Çalışmalar uzun sürmüş. Sonunda padişah, Çinli ressamların yaptığı resimleri görmüş ve hayran olmuş. Anadolu ressamlarına gelince onlar Çin ressamları ile aralarındaki perdenin kaldırılmasını istemiş. Odalarının duvarları öylesine cilâlanmış, öyle parlak aynalar haline gelmiş ki perde kalkıp Çin nakışları bu duvarlara aksedince resimler defalarca daha güzel görünmüş. Mesnevî diyor ki “O odalar sofi gönülleridir ki en parlak aynalar gibi her türlü tozdan ve pastan tertemizdirler. Bu aynalara güzelliklerin en hakikisi akseder.“
İşte böyle tertemiz gönüllü yol arkadaşlarım var, ne şanslıyım.
*
Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabında “dininde imanında” bir semt olarak anlattığı Süleymaniye acaba bu tertibe nasıl girmiş? Şeyhülislâm Kapısı’ndan dolayı mı, İstanbul’un en büyük camii burada olduğundan mı, yoksa caminin külliyesindeki medreselerinden dolayı mı? Şimdi İstanbul Müftülüğü olan, zamanında Ağa Kapısı yani yeniçeri ağasının konağı, ardından da Şeyhülislâm Kapısı olan mütevâzi bir yapı görüyoruz. İmparatorluğun dört bir yanına dağılan fetvâlar hep bu merkezden çıkmış. Buraya ulaşan yolun adı hâlâ “Fetvâ Yokuşu.” Kimbilir kimler ne heyecanla tırmanmışlar bu yokuşu fetvâ duymak için?
Bu semt aynı zamanda esnaf ve tâcir semtiymiş. Ne Tiryaki Çarşısı kahveleri ne de Divitçiler Çarşısı var artık. Divit medreselinin hem mürekkebini, hem kalemini yanında taşımasını sağlayan metalden yapılan ve belde taşınan bir nevi yazı takımıymış. Divitçiler Çarşısı günlük olarak kullanılan her eşyayı birer sanat hârikasına çeviren o zamanın zarâfetinin bir uzantısı olarak muhteşem pirinç, gümüş,veya abanoz divitleri hazırlarmış. Divitler şimdiki öğrencilerin taşıdıkları tablet denilen bilgisayarlar gibi sanki, tabiî zamanımızda performans beklentisi estetik beklentilerin çok önüne geçmiş. Kimbilir belki de ruh, beslendiği estetikten böylece mahrum kalmış.
*
Tabiî ki bu gezinin en önemli uğrak yeri, muhteşem Süleymaniye Camii. Sâmiha Ayverdi’nin Selimiye’den bile daha çok beğendiğini belirttiği Süleymaniye Camii’ni görmek her nasılsa bana daha önceden nasib olmamıştı; bu gezi buna vesile oldu. Caminin girişindeki yazıdan şu bilgileri alıyoruz:
“Külliye, Kānûnî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a 1550-1557 yıllarında yaptırılmış ve cami, dârüttıp, medreseler, dârülkurrâ, sıbyan mektebi, hamam, imâret, bîmarhâne, çarşı, Kānûnî ve Hürrem Sultan türbeleri gibi yapılardan meydana gelmiş.
Peki nedir Süleymaniye Camii’ni bu kadar özel yapan?
Kānûnî Sultan Süleyman İstanbul’un fethinin 100. yıldönümü için bir camii yaptırmak istemiş. Rivâyet o ki bir gece rüyasında peygamberimizi görüyor. Peygamberimiz ona caminin yapılacağı yeri, yani arsasını gösteriyor. Kānûnî heyecanla uyanıyor. Ertesi gün Mimarbaşı Mimar Sinan ve tüm etrafını toplayıp bu mekâna getiriyor. Sultan Süleyman alanı gösteriyor, Mimar Sinan “Minberi buraya koyarız, mihrabını şuraya koyarız” diye anlatıyor. Sultan bu düşünülmüş planları duyunca şaşırıyor ve “Sen bir yerden haberli misin?” diye soruyor. Mimar Sinan “Siz gece peygamberimizi gördüğünüzde ben hemen arkanızdaydım, o size tarif ederken ben de duydum” diyor.
*
Gezimize devam ediyor ve caminin içine giriyoruz. Caminin sadeliği ilk dikkatimi çeken ve beni şaşırtan özelliği oluyor. Nedense başyapıt olarak daha abartılı, süslü, bezeli, yaldızlı bir şey beklemişim. Ama o sadeliğin içinde asil denebilecek ölçülü süsü fark ediyorum. Aklıma Anadolu ve Çin ressamlarının hikâyesi geldi tekrar: “Anadolu ressamları çok renkli olmaktansa renksizliği tercih ediyorlardı…Onlar bu kadar çok rengin nihâyeti renksizliktir; mârifet, renklerin bolluğunda değil, renksizliğin zuhûrundadır inancındaydılar. Nitekim göklerdeki bulutların, göllerdeki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki güneştir.”
Bu camiiyi ortaya çıkaran bizim ecdadımız ne muazzam bir iman anlayışındaymış… Kimbilir camiyi yaparken belki de istemişler ki sâdeliğin, renksizliğin fazileti üzerimize sinsin ve gönüllerimiz Allah aşkı ile cilâlansın.
Yine bizim ecdâdımız değil mi mânânın yanısıra madde ile de bir sonraki nesillere ilham vermek istemiş? Zamanında akıl almaz bir teknoloji kullanarak yapılmış Süleymaniye; mimârî geometri başlıbaşına bir estetik hârikası imiş. Dillere destan akustiği ile mihrapta kılınan namazda hocaefendinin okuduğu duâ en arka saftakiler tarafından bile duyulabiliyormuş. Ya “is odası”na ne demeli? Cami, içindeki kandil islerini temizleyecek hava akımına uygun inşa edilmiş. Bir odada toplanan bu isler mürekkep yapımında kullanılmış. Bu mürekkeple caminin içindeki yazılar yazılmış.
*
*
Sâmiha Ayverdi’nin “İki Âşinâ” kitabında da şu anıyı buluyoruz:
İş dönüşü arabada beş yüksek tahsilli genç bulunmaktadır. Şişhane yokuşundan inerek Unkapanı Köprüsü’ne girmeden evvel karşılarına Süleymaniye Camii çıkar. Bu gençlerden İstanbul’da üniversite okumuş ama İstanbullu olmayan, diğerlerine bu caminin hangisi olduğunu sorar. Doğma büyüme Istanbullu olan gençler, Sultan Ahmet der, Fatih der, Ayasofya der ama Süleymaniye’yi bilemez. Süleymaniye olduğu anlaşıldıktan sonra daha da acısı bu gençlerin hiç birinin Süleymaniye’yi gidip görmediği ortaya çıkar.
Sâmiha Anne “Dünyanın hangi ülkesinin hele münevver kesiminde bu derece koyu bir gaflet ve maşeri şuurdan mahrum bu kadar ağır bir bilgisizlik düşünülebilir?” der ve ekler: “Bugün Türk evlâdı bir müşterek hâfıza bereketinden mahrum bırakılmıştır… Bir ilericilik damgası vurulmuş milli eğitimin günahı ile hasta düşmüş nesiller yetiştirilmiştir.”
Nihad Sami Banarlı’nın bir konuşmasını da Sâmiha Anne bize aktarır: “Türk evlâtları ne zaman Süleymaniye’nin önünden onu gören gözle geçer, milli romatizmini idrak edecek olurlarsa işte o zaman Türkiye kurtuluş ve selâmet çağının idrâkinin şuurunda olur.”
Ardından Sâmiha Anne devam eder: “Şu halde biz de ‘Ne imiş bu milli romantizm?’ diye kendi kendimize soracak olursak, şu kısa cevapla sözümüzü bitirelim:
Türk milletine ait bütün güzellikleri, değer ve hasletleri bir aşk ve şevk halinde tâ yüreğinde hissetmek, fikir milliyetçiliğinde kalmayıp gönül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile yetiştirmek.”
Not: “Milli Romantizm” ile ilgili düşüncelerinizi, Süleymaniye anı veya fotoğraflarınızı paylaşmak isterseniz elifkdinler@gmail.com adresine veya Instagram elifkdinler hesabına yazabilirsiniz.