Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Ken’an Rifâî Hazretleri’nde, Hakîkat-i Muhammedî’yi Tamamiyle Seyretmek Mümkündür”

 

.

“Cemâlnur Sargut ile Açık Deniz’e Yolculuk”, çok yakında okurlarla buluşacak olan bir kitap… Cemâlnur Sargut Hocamızın Sâdık Yalsızuçanlar ile birlikte yaptıkları televizyon programından yola çıkılarak hazırlanan bu kitaptan, hocamızın Ken’an Rifâî Hazretleri’ne dair sohbetlerinin bulunduğu bazı kısımları sizinle paylaşıyoruz.

 

“Ken’an Rifâî Hazretleri’nde, Hakîkat-i Muhammedî’yi Tamamiyle Seyretmek Mümkündür”

 

Cemâlnur Sargut

 

Efendim Ken’an Rifâî Hazretleri, Batı eğitimi almışlar. Galatasaray Sultanîsi’ni bitiriyorlar. Daha hukuk fakültesine devam ederlerken yurt içinde çeşitli şehirlerde Milli Eğitim müdürlüğü görevine atanıyorlar. Yani 19-20 yaşında Milli Eğitim Müdürü oluyorlar. Görülüyor ki üst seviyede bir zekâya sahip. (…)

 

Galatasaray Lisesi’ndeki eğitimi süresince, anneciği kendisini Hz. Edhem’in ellerine sevk edene kadar dinle çok alâkalı olmadığını, maddî bir hayat yaşadığını anlatıyorlar. “Din adına gördüğüm en güzel şey, anacığımın hafta sonları eve geldiğimde seccadedeki mübârek başıydı” buyuruyorlar. Sonra (…) Hatice Cenân Sultan onu şeyhinin ellerine teslim ediyor ve Hz. Edhem ile tanıştığı anda hayatı değişiyor. (…) Bu bilgi ezelî bir bilgidir. Sonradan eklenmez.

 

Hz. Mısrî Niyâzi, velî ve nebîlerde bu bilginin iki şekilde ortaya çıktığını, bu ortaya çıkışın iki hadisle açıklandığını anlatıyorlar.  Birincisi “Eğer bildiğinle amel edersen bilmediğini Allah gönlüne aksettirir.”İkincisi, “Kırk sabah fisebilullah ibâdet edersen o zaman gönlünden diline hikmet pınarları fışkırır.” Allah’ın sözlerinden bahsediyor Peygamber Efendimiz.

 

Bu iki özelliği insân-ı kâmilde çok net yaşıyorsunuz. Onlara dokunulduğu anda ezelî bilgileri âşikâr oluyor. Hz. Edhem dokunmuş. Dokunurken de edebi öğretmiş. Çünkü insân-ı kâmillerin en büyük özellikleri baştan aşağı edep oluşlarıdır. Bu edebin en belirgin hâli, Hz. Peygamber’de tecellî eden, mîraca yaklaşırken en yakın noktada edebi muhafaza etmek. Yani Allah’a en yakın olduğu anda şımarmaması, onun gözünün aşmayıp şaşmayışı, sadece sevdiği ile meşgul oluşu. İşte bu özellik onların edepte ne kadar üst seviyede olduklarını gösteriyor. (…)

 

“Beni seviyorsan benim sevdiğim her şeyi seveceksin”

 

Hz. Edhem’in, Efendim’de, Hocam’da o edebi ortaya çıkarttığını görüyorsunuz. O muazzam edepte, her yaratılmışa hürmet var. Burada Hocam’ın çok önemli bir özelliğinden bahsedeyim. Türkiye’nin ilk kadın felsefecilerinden Semiha Cemâl Hanımefendi, Hocam’ın öğrencisidir. Hocam’a, “Sizi çok seviyorum.” diyorlar. Hocam’ın cevabı muazzam… Diyorlar ki: “Beni seviyorsan benim sevdiğim her şeyi seveceksin; benim de sevmediğim yok.” Demek ki insân-ı kâmili anlamanın ve sevmenin yolu, yaratılmışı sevmekten ve ona hürmet etmekten geçiyor.

 

(…) Tasavvufun hakîkatini anlatmışlar ve yaşamışlar. Hiçbir şekle bağlı olmadığını, tekkeler kapatılsa da tasavvuf yaşantısının daima devam edeceğini, gönlün tekke olduğunu, semânın gönül etrafında yapıldığını anlatmışlar.

 

Bu çok ümit verici bir şey. Yani Allah ile ilişki mekân ve zamana bağlı değil. Bu çok önemli. O zaman takılıp kalmıyorsunuz. İslâm’ın en güzel özelliği bence -âcizâne edepsizliğimi hoş görsünler- her an her yerde ibâdet edebilme zevki. (…) Hocam’ın bir resm-i şerifleri var, toprağın üzerinde namaz kılıyorlar. Zannederim barajlarda çekilmiş. Ayrıca felç oldukları zaman da yattıkları yerde namaz kılarlarmış. Anneme gözlerini kırparak baktıklarında annem yastığı getirip alnına dayar ve bu şekilde daim secdede olurlarmış.

 

“Hiç kimseyi kendi ahlâk anlayışıma göre yargılamam”

 

Hocam’ın en büyük özelliği insan yetiştirmeleri… Yetiştirdiği insanları kendi gibi yetiştiriyor. Meselâ şöyle buyuruyorlar: “Hiç kimseyi kendi ahlâk anlayışıma göre yargılamam.” Aman Yarabbi! Yargılamayı kaldırmışlar. Herkese olduğu yerden hitap edip olduğu yerden hürmet etmeyi, tam merkezî hareketi öğretiyorlar. İkincisi hiçbir sebebe dayalı olmayan Allah aşkını ve yaratılmışa sevgiyi öğretiyorlar. Demin buyurdunuz çok etkileyiciydi,  “Yegâne silah, Allah aşkı. ” diyor. Her yerde aşkı ön plana almış. Çünkü mîrâca götüren tek kuvveti kudret aşk. (…)

 

Son derece mütevâzi ama o hiçliğin içinde tam tecellî var. Onun için heybeti de çok muazzam. Annem hep anlatır: “İçeri girdikleri zaman tanıyan tanımayan herkes birden ayağa kalkardı” der. Öyle bir heybet… Ama bir taraftan şiirlerine bakıyorsunuz, “Ben bu kapkara yüzle huzuruna nasıl çıkacağım?” diye şiir yazıyorlar. İnanılır gibi değil. Bu birleştirmeyi, bu muazzam bütünlüğü gösteriyorlar.

 

Ken’an Rifâî Hazretleri’nde, hakikaten Hakîkat-i Muhammedî’yi seyretmek mümkün. Yani Peygamber’in hakîkatinin onda zuhur ettiğini âşikâr görüyorsunuz. Çünkü Peygamber ahlâkını bütünüyle yaşadığını görüyorsunuz. Bu, insanı çok etkiliyor. Bir de kutup makamındaki bazı sultanlarda bekâ, fenâdan önce geliyor. Yani onlar, Allah’ın mânâsı içinde yok olmadan önce Allah’la hizmet etmenin zevkini yaşıyorlar. Tıpkı cuma namazı gibi; cuma namazı bu tür sultanları anlatır. Böylesine bir hoca görüyoruz ki daha ilk günden beri halka hizmeti, Hakk’a hizmet saymış.

 

Burada onu yetiştiren mürşidi, annesi Hatice Cenân Sultan’ın çok büyük rolü vardır. Zîra ilk öğrettiği şeyler, “Halkı o kadar seveceksin ki, ölümleriyle eksilip, doğumlarıyla çoğalacak kadar çok seveceksin. Onlarla bir ve beraber olacaksın” diye öğüt veren bir anne. Onlarla birleşmenin yolu yalnızca aşktır. Aşk yolunu gösteren bir anne ve ezelî nasipli bir öğrenci Efendimiz. Dolayısıyla, alıcı ve verici muazzam çalışınca, aslında ortada alıcı ve verici de kalmıyor galiba. Âşık-mâşuk da kalmıyor; her şey aşk kesiliyor. Hocamız’da bunu âşikâr görebiliyoruz.

 

**

Ken’an Rifâî Hazretleri’yle ilgili beni en etkileyen şey; İbn-i Arabî Hazretleri’ni uzun uzun çalıştıktan sonra, Hocam’ın sohbetlerini bir daha okurken, İbn-i Arabî’nin özetini Hocam’da bulmuş olmam. Abdülkerîm Cîlî Hazretleri’ni çalıştım uzun süre. Hocam’ı tekrar okurken, aynı özeti buldum. Üç sayfada anlatılan konuyu, bir cümlede veriyorlar. Çünkü Allah’ın hakîkati olan Kur’ân’ın iç mânâsını her öğretmen kendi devrine göre açıklar ama bir öncekini tekrarlamaz. Mânâ aynıdır fakat yorum yeni asrın ilminin yorumudur. Hocam da sanki bu büyük mutasavvıfların aynadaki akisleri gibiydi. Fakat bu ayna da çok kaliteli bir aynaydı. Dolayısıyla siz, bütün mutasavvıfları hocanızın aynasından seyrettiğiniz zaman anlayıp idrak etmeye başlıyorsunuz ve görüyorsunuz ki hepsi hakîkat-i Muhammedî’nin farklı aynalardaki tecellîsi. İşte bunu anladığınız zaman Mevlânâ’yı, Şems’i, Mısrî Niyâzî’yi, Cîlî’yi, İbnü’l-Arabî’yi, Ahmed er-Rifâî’yi, Abdülkâdir Geylânî’yi bir bilip bir görüyorsunuz.

 

“Ken’an Rifâî benim aşkımdır”

 

Hocam, vahdet-i vücûdu her yerde yaşıyorlar. Yani kâtilde, cânide, kedide, köpekte bile, eser halinde tecellî eden Allah’ın gücü ve kuvveti. O halde yaratılmışın hepsinde o mânâ var. Ben hayatımda İbn-i Arabî kadar Allah’ı teşbih etmekten korkan bir sultan görmedim. Tam tersi iddia edildiği halde o, -şu sözü beni çok etkiler- “Mesela sonsuz kelimesini Allah için kullanmayın, o bile kısıtlamaktır” buyuruyorlar. Bu kadar tenzih eden bir sultan, bir yandan da, yaratılmışta seyretmenin zevkini yaşayan bir sultan o.

 

Bunu Hocamız’da çok net görüyorsunuz. Kızmak yok, sinirlenmek yok. Bir gün üst kattakiler çok gürültü yapmışlar. Hocam’a şikâyet edince de, “Niye kızıyorsunuz? Ne güzel zevk alıyorlar, her zevkte Allah’a gidiş vardır. Ben de onların zevkleriyle zevkleniyorum.” buyuruyorlar.

 

Benim aşkımdı Ken’an Rifâî. Sâmiha Anne’nin Batmayan Gün adlı kitabıyla, ben Efendim’i iyice tanıdım. Oradaki, Kerim Bey’di. O kadar âşık oldum ki Kerim Bey’e, oğlumun adını Kerim koydum çok şükür. Sâmiha Anne’de gördüğüm her güzelliğin, Kerim Bey’e, Ken’an Rifâî’ye ait olduğunu görmenin zevkini yaşadım; o bakımdan çok şanslıyım. Bir de bizler, aynı ipte iki cambaz gördük. Sâmiha Anne’yle, Nazlı Anne aynı devirde yaşadılar. İkisi de mürşitlik vasfı taşıyordu. Nazlı Anne mürşitliğini arkaya atmış, aşkıyla ve hiçliğiyle yaşayan bir sultandı. Sâmiha Anne’nin mürşitliği ise her haliyle ortadaydı. Biz onlar arasında zevkle büyüdük. İkisi de Efendi’nin farklı tecellîleri diye, onları seyretmenin zevkiyle yaşadık.

 

“Aşk çok başka bir şey…”

Aşk çok başka bir şey, çünkü Allah’a lâyık oluncaya kadar çeşitli şeylere âşık oluyorsunuz. Tıpkı Hz. İbrâhim gibi. Hani önce yıldızlara tapmış; biz de önce arkadaşlarımıza âşık oluyoruz. Sonra Ay’a tapmış; biz de evlatlarımıza âşık oluyoruz. En son Güneş’e tapmış; bizim kendimize âşık olduğumuz gibi. Fakat bakıyoruz ki bunların hepsi yok olmaya mahkûm. İşte o zaman, hayır, hiçbiri değilmiş diyoruz.

 

Burada Hocam’ın söylediği bir söz aklıma geldi. Ken’an Rifâî Hazretleri, Safiye Erol’a, “Ben, sadece beni tanıdığın devrede senin hocan olmadım; doğduğun günden, öleceğin güne kadar ve öbür âlemde de hocan olmaya devam edeceğim.” demiş. Safiye Erol, “Bu laf, bütün ömrümce vefâsız sevgililerin vefâsızlığına karşı bir diyet gibi gönlümün içine yerleşti.” diyor. İşte mürşitte bunu yaşıyorsunuz.

 

Şükürler Olsun…

Hamd olsun Ken’an ilinde doğmuşum,

Bunca yıldır O’nun nuru ile dolmuşum,

Sevgisiyle, bilgisiyle, irşâdıyla yoğrulmuşum,

Başka ne istenir ki, şükür elhamdülillah.

 

Şimdi artık âşık gibi sevebilsem,

Her vücutta artık seni bulabilsem,

Her olandaki hayrı görebilsem,

Başka ne istenir ki, şükür elhamdülillah.

 

Ah! Edep edip de insan olunca,

Üftâde olup yükselmeye fırsat bulunca,

İrâdeyi o Sultan’a tam bağlayınca,

Başka ne istenir ki, şükür elhamdülillah.

 

Efendim! Sende gördüm bütün doğruları,

Sende buldum diğer bütün evliyaları,

Senle sevdim Allah’ımı, Habibullah’ı,

Ayırmazsan beni senden, şükür elhamdülillah.

 

Efendim! Kalbimin sahibi sensin,

Sen iste ki ruh nefsi yensin,

Himmet et, Asuman yakîne gelsin,

Vuslata erince, şükür elhamdülillah.

 

 

Bir Aşk Mektubu: Hasret-i Ken’ân

 “Her şey aslına dönecek.”

Aslım, burhânım, cân’ım…
Biri, biriyle ilk kez buluşacaktı. O buluşma vaktini beklerken, çok heyecanlılardı. Onların heyecânını paylaşabilmek için kendimi yerlerine koymaya çalıştım, bizi düşündüm… Ya ben Seninle ilk kez yüz yüze, göz göze buluşacak olsaydım? İçim titredi… Sâhi, bir gün karşılayacaksın beni değil mi?

 

Âh, sanki şimdi “ayrı” mıyız? Ama işte bu vücut perdesi ortadan kalkmadıkça,  bütün yakınlıklar ancak hasretin şiddetini arttırıyormuş. Ayrı olup olmamaktansa, aynı” olup olmamak değil midir ki derdin büyüğü? Tam da yeri geldi sanırım. Hani o sevgilinin hikâyesini anlatmıştı ya, Mesnevî’de şöyle diyordu Hz. Pîr:
“Ben onun gönlünü istedim. O, nazlandı ve yukarıdan baktı. Benim iki cihanda dileğim ve hedefim sensin diye söyleyecek oldum, buna da inanmadı, git bana böyle masal okuma, dedi.

Çâresizlik içinde bunalma yolundaydım. Ben senin ne düşündüğünü, hele ne yanlış düşündüğünü bilmez miyim, diye seslendi, sen hâlâ “onun gönlünü istedim”, “hedefim sensin dedim” gibi sözler ve düşünüşlerle sen ve ben diye iki ayrı varlık düşünüyor, bu ikilikten kurtulamıyorsun, hâlâ kendi vücûdunu varlık vehmedenlerdensin, böyle vahim bir ikilikten kurtulmadan, nasıl benim gönlümü ister, nasıl benim dîdârımı görmek diler, nasıl kendinden geçip bende yok olma netîcesine erersin?

Ey kaba ruhlu. Sen aşk yolunda can ve baş fedâ etmekten uzaksın. Bu, sevgilini çok ucuza aldığını sanmaktandır. Bir şeyi çok ucuza alan, onun kadrini bilmez.” (*)

 

Bilemedim, kıymetini hiç anlayamadım. Yine bir gün, bendeki seni hiç tanımadan, uzaklarda aranırken, nihâyet dersimi alacaktım. Bu sefer, öğrencisine aynı problemi defâlarca çözüp gösteren; fakat idrâki kıt, görüşü bulanık, aklı bin yerde dağınık o tembel öğrencinin, artık bir an evvel dikkatini toplayıp söyleneni anlaması için sesinin şiddetini yükselten öğretmen gibi azarladı Allâh’ım beni. O azarlayış, hasreti getiren bir hâdiseden ibâretti. Bunu çoktan hak etmiştim. Yoksa senin kıymetini, ne lûtfun içinde olduğumu nasıl anlayacaktım? O nasıl bir hikmet, nasıl bir azarlamaydı ki, şiddetinde daha bir şefkat sardı yüzümü, gözlerimi. Daha büyük dalgalarla vurdu nûrun gönlüme. Ama yetmedi, iyice terbiyeye gelmem için “hasret” faslı erişti. Mümkün olmayan şekilde, gizleniverdin benden. Sandım ki yollarımız ayrıldı, -sanki önceden görebiliyormuşum gibi- artık seni göremeyecek olmanın hüznü yüklendi.
O hasret müddetince, inanamadığım bir hâlde kendimi senden sökülüp başka ellere atılmış, uzakta bırakılmış zannedip mânîsi elde olmayan sitemlerle boyun bükerken, belki de ilk defâ kıymetini anlamaya yaklaşıyordum. Kimi gece yarılarında, “…Vardır yine gönlümde benim hasret-i Ken’ân…” mısralarıyla içim sızım sızım sızlarken hissediyordum işte. Ben sendendim, senin bir parçandım.  Sen bendeydin, sâfî lûtuftun, lûtfun hakîkatiydin. Bulmuştum seni.

 

Sen “mümkün olmayan şekilde” “gizlenince” tamâmen âşikâr oldu ki, senmişsin işte her şeyim. Kime baksam, neyi görsem, gözümde bir tek senin gözlüğün var. Gönlümün semâsını senin dolunaylarının ışığı doldurmuş. Seninle görüyorum, seninle duyuyorum, seninle anlıyorum, seninle seviyorum. Sensizlik diye bir şey yokmuş elhamdülillah.  Allâh’ım gösterdi ki; “Muhammedî hakîkatinden” başkası, senden başkası da yokmuş. Âh,  hepsi de senmişsin zâten, ne varsa Sen… Teslîm oluyorum, kabûl… Gaflette, vehimlere dolanmış olsam da, ben de “Sen”im o zaman!..

Aslım, Burhânım, Cân’ım…

“Her şey aslına dönecek” müjdem…

Lûtfun hakîkati, Hakîkat’in lûtfu, Cânım Efendim…  Bu şehâdet âleminde ne kadar birlikteysem, dâima misliyle size hasretim… Her an, doymadan, mâsivâdan arındıran tenezzülünüzü, himmet-i aşkınızı dilenir; benlik vehminden tamamen kurtulup, aslıma dönmeyi gözlerim. Meded yâ Rifâî, meded Hazret-i Pîr’im!..

*Şerhli Mesnevî-i Şerif,  Ken’an Rifâî, Kubbealtı, 2010, s.245-247,

 

Bir Nokta İdim

Bir Nokta İdim

Bir nokta idim kıldı benî kaamet-i Tûbâ
Giydirdi eliften beni tâ yâ’ye o Mevlâ

Âyanda iken gizlice bir gevher-i yektâ
Rabbim beni kıldı ulu bir Kâ’be-i Ulyâ

İdrâk-i me’ânî ile rûh ufkunu geçtim
Ol sikke-i kevneynin özü cevheri bendim

Cismim görerek sen beni gördün mü sanırsın
Gölgem bu benim yoksa sen aslım mı sanırsın

Eylerse eğer kendin ayân sen yok olursun
Bu perde-i sûretle beni ben mi sanırsın

Yârab seni hiç bilmeye kaadir mi olur ben
Bilse bilir ancak seni sen, bensiz olan ben

Ben kendimi kaybettiğim anda seni buldum
Devr eylediğim âlemleri yok vâr olarak ben

Yâ Rab şükr etmeğe insanda ne vardır?
Eltâfına, ihsânına itaat mı, ne vardır?

Kulluk mu sanırsın a sefil gaflet-ü cürmü
Yokla hele gör kendini kim sende ne vardır

Yâ Rab Senin eltâfını ta’dâda mecal yok
İfâ-yı şükür eyleyecek kimsede kaal yok

Her ne var ise bende benim cümle senindir
Vermezsen eğer şükrü de şükr etmeğe hâl yok

Geldim geleli âleme ettin bana ihsan
Her arzumu verdin burada kalmadı noksan

Ben pâk olarak saf nice geldimse vatandan
Öyle dilerim avdeti verme bana hicran

Firkat oduna dûzaha Allah beni atma
Sevdiklerinin bâşı için cânımı yakma

Ken’an kulunun çoksa da isyân ü günâhı
Dûr etme cemâlinden onu cehline bakma

 

İrfan Seviyesi ve Dünyaya Bakış

Ken’an Rifâî Hazretleri, erkeǧin irfan ve kemâli arttıǧı ölçüde, kadına verdiǧi deǧerin ve muhabbetinin de arttıǧını ifâde eder; ona göre erkeǧin kadına bu muhabbeti, onların vücutları aynasında Hakk’ı müşâhede edebildikleri içindir ve bu olgun görüş İslâmiyet ile kemâlini bulmuştur.

 

“Kadınlık eski ihtişam ve kudretini kaybetmedi mi Efendim?“ diye soran bir talebesine, “Kadınlık deme kadınlar de! …. Kadınlık ne büyük bir mazhariyete nâil olmuştur….aşka mazhar olmuştur“ dedikten sonra dünya ile kadının benzerliǧine deǧinerek şöyle devam eder:

“Kadın dünya gibidir. Nasıl ki dünyada bir cihet gündüz olduǧu vakit bir cihet mutlak gecedir. Kadınlıǧın da bir tarafı nur bir tarafı zulmettir.

 

Kur‘ân-ı Kerim de bu karanlık ve aydınlık olmak üzere iki tarafı olan dünyayı, ilk bakışta birbirine zıt gibi görünen ifâdelerle anlatmaktadır; pek çok âyette dünya bir taraftan bir aldanış ve dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibâret iken, diğer yandan Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak ile yarattıǧını söyleyerek, Habîb’ine hitâben “Bak, hilkatimde abes birşey görebilir misin?“ diye seslenmektedir.

 

Ken‘an Rifâî Hazretleri, sohbetlerinde bazen dünyayı işvebaz, gönül kapıcı, kimseye karılık-kocalık hakkını îfâ etmemiş fettan bir kadın olarak teşbih eder: “O, kiminle alışveriş etmiş de sonunda silkip atmamıştır? Hangi sevinci vermiş de sonunu âh ü feryat takip et­memiştir?“Dünya seni de aldatıyor. O kavs gibi olan kaşlarını, ok gibi olan gamzelerini sana da saplıyor, kendine râmediyor. Halbuki ümit gösterir, ama ümi­dini vermez. Zira dünya, varlık gösterici bir yokluk­tur…. menfaat, yalan ve kıskançlık üstüne bina edilmiştir” diye seslenir.

 

Başka bir vesile ile de dünya hayatının en büyük nimet oluşundan bahseder. Bir talebesinin sıkıntılı bir hâl ile “Hayat bir iş­kence” diyerek şikâyet etmesi üzerine,

“Ne için? Bilâkis hayat pek güzel şeydir, insan­lara verilmiş en büyük nimettir” der. Bunun üzerine fikrinde ısrar eden talebe, “Fakat herkes hayâtından müşteki (şikayetçi)” deyince ise şöyle cevap verir: “Allah’la olmayanlar için bu doğrudur. Fakat kalbinde o zevki taşıyanlar için hayattan güzel hiçbir şey yoktur.”

 

Dünyaya ilişkin bu farklı görüşlerin/hallerin sebebi nedir diye sorarsak “insanın kendi nefsidir, kendi varlıǧıdır” diye cevap vermektedir: “Hırsın tepelenince saadet yüz gösterir ve hırs kalkarsa, dünya didişmeleri nihayet bulur. Der­vişlerin bir hırka, bir lokma dedikleri, rızâ ve teslimi­yettir. Yoksa aç kalmak, çıplak gezmek demek değil­dir.”

 

Ken’an Rifâî Hazretleri  bütün kâinatı “Ben gizli bir hazîne idim, istedim ki biline­yim” arzusunun bir neticesi olarak Allah’ın zuhûra gelişi olarak gördüğünü ve dünyâya gelmekten maksadın insanlık ve edep tah­sili olduǧunu, ne kazanırsak, bir irfan mektebi olan bu dünyada kazanacağımızı söyleyerek söyle buyurmaktadır:

“…bu dünya, hikmetle ve mânâ ile dolu bir kitaptır. Bir kitab-ı mukaddestir. Bunun mânâ ve hikmetini burada görenler için bu dünya cennettir, fakat bunu görmekten mahrum olan kimselerin kalp­leri için bir belâ zindanı ve mihnet-i gam mahallidir.”

 

Dünyânın geçici zevklerine, servet, debdebe ve câhına aldananlar için bu dünya bir mihnet­ diyarıdır. Fakat bunlardan -zâhiren mecbûrî olarak geçilmese bile- kalben geçenler için bir nimet âlemidir.

Her yerde Allah’ın azamet ve heybetini görüp em­rin, kudret ve kuvvetin O’nun olduğunu ve insanın an­cak bir âcizden ibaret olduğunu bilip O’na rabt-ı kalp edenler için bir saadet diyarıdır.

Her yerde olan ve biteni ibret ve bilgi nazarıyla görenler için de bir hikmet diyarıdır.”

 

“Ne mutlu o göze ki, bu mütezat (zıt) olan eşyanın mâ­nâsına nüfuz etmiş ve bu suretle birliğin azamet ve şânını hayretle temâşaya dalmıştır…”

 

 

 

 

 

 

“Hiç”

Sevgiyle başlıyor her şey; ilk olarak anne ve baba, âile ve sınıf arkadaşları… Zamanla içeride büyüyor ve okuldaki karşı cinslerine karşı aşk patlamalarıyla çoğul aşklara yöneliyor. Zamanla aşkın beşer üzerinde nefrete ne kadar yakın olduğunu anlıyorsun. Tâ ki hepsinin birer zuhûrat olduğunu idrak edene kadar! Sonrasında o perdenin üstündeki gölgeler, perdenin kaldırılması ile birlikte kayboluyor.

O an tam bir gül bahçesinin içine dalmış oluyorsun; aynen pervânenin ateşe dalması gibi, cemâl ve celâlin ortasındaki o ince ipten köprünün üzerinden çıplak ayaklarla yavaş yavaş ilerliyorsun. O güzel kokular karışıyor burnuna gelen korkunun kokusuna. Ağızında garip bir kuruluk ve haykırıyorsun muazzam bir coşku ile ‘Allah’ diye! O an bütün düşünceler bitiyor ve teslim oluyorsun, teslim olduğun için de teslim alınıyorsun! Teslim alındıktan sonra ortada ne sen kalıyor ne de ben! O güzel rabbinin tekliğinden veya o güzel vahdetten başka.

Artık bedenine bakmana da gerek kalmıyor, çünkü ortada ne beden kalıyor ne de can… Sadece kalbinin nûrundaki canan. İşte şimdi o önceki aşk patlamalarının zerrecikler olduğunu, hatta aşkın yanından bile geçemediğini anlıyorsun. Tek korkun, o vahdetten uzak kalmak. O yüzden o aşk ve korku, bir bütünün içinde bütünleşiyor. Bu haz inanın, dünya hazlarıyla mukayese edilemeyecek bir keyif tepesi ki, Everest yanında kum tanesi kalır.

Sonunda o haz da birikiyor ve zamanla birlikte etkisini durgunluğa bırakıyor. Bu öyle bir huşû ki âhenklerin içinde büyük dalgalarda coşarken kendini dinginliğe yani huzura bırakıyor. Unutma ki huzur sadece Allah’ın huzurunda olmaktır. O dingin okyanusun içine yatıyorsun ve o okyanustaki bir damla iken bir anda hem okyanus hem de ‘HİÇ’ oluyorsun.

 Alivefâ Büyükaksoy

Yolumun Efendisi

“Mürşit ile dünya hayatında karşılaşmak bir lûtufdur” derler büyüklerimiz. Herkesin mürşidi kendine göre en güzeli, en büyüğüdür. Âcizâne bizim mürşidimiz Ken’an Rifâî Hazretleri de bizim güzelimiz, bizim kutbumuz ve bizim Allah’a giden aşk yolculuğunda yol göstericimizdir. Ben kim, o büyük sultan hakkında yazmak kim… Efendim’in izniyle küçücük aklımın algıladığı kadar yazabilirim ancak.

Doğduğumdan beri hayat yolunda düşe kalka yürüyordum. Sınavlar, mücâdeleler, yenilgiler ve zaferlerle karmakarışık bir yolda, nefsimin liderliğinde ilerliyordum. Artık içimde bir kuraklık başlamıştı. Tatminsiz ve mutsuzdum. Hayatın rutin gidişine uyuşmuş gözlerle bakıyordum. Bir çıkış yolu olmalı diye düşünüyordum. Bir şey eksik hayatımda, ama ne? Aşktı kuşkusuz, ama kime meyletsem tokat yemiştim. Artık o kibirli bakışlarım inmiş, boynum bükülmüş, bir yardım umarak  yolumda yürüyordum.

Bu uyuşturulmuş hâlim ya hep sürsün ya da artık bitsin diye söylenirken birinin karşımda durduğunu hissettim. Kafamı hafifçe  kaldırmıştım ki gözyaşlarım sel olup akmaya başladı. Ağladıkça ruhumun üzerindeki katranlaşmış tortu temizleniyordu sanki. Ruhum koşup O’na sarıldı. Ezeldendi tanışıklıkları. Ben hâlâ ağlıyordum, ama sevinçliydim. Annesini bulmuş bir çocuk gibi mutluydum.

Efendim Ken’an Rifâî Hazretleri ile seferime kaldığım yerden devam etmeye başladım. Seferimin amacı da değişmişti artık. Yolculuk, ilâhî aşka yolculuğa dönüştü. Bu yolda şartlar değişmemişti; fırtına, kar, sıcak, kurak ya da sel, ne varsa oluyordu yine. Ama artık  benim tutunacak koca bir Efendim vardı. Şartlar ne olursa olsun, ben ne kadar savrulursam savrulayım, O hep yanımdaydı. Meğer O zaten hep yanımdaymış, dünyaya yollandığımdan beri. Fakat bu farkındalık, kurumuş dünyama can suyu etkisi yarattı. Meğer ben hep mürşidime muhtaçmışım. Bu kocaman dertli dünyada, Allah yolunu tek başıma nasıl bulabilirdim?

Efendim, sana teşekkür ederim, beni yalnız bırakmadığın için… Her düştüğümde kaldırdığın için. Gözyaşlarımı silip yola devam etmek için beni cesaretlendirdiğin için teşekkür ederim. Aşamayacağım engellerde sırtına aldığın ve yoldan çıktığımda güzellikle tekrar yanına çektiğin için sana minnettarım. Senin hakkını nasıl öderim, bunca hatâ ve bunca günahla. Öğrettiğin ahlâkı, edebi ve aşkı hayatıma geçirme gayretindeyim. Çabalıyorum… Anlattıklarının kırıntısını hâl edeyim inşaallah. Beni senden ayırma.

Âmin.

 

Câbir İbn Hayyan

Câbir İbn Hayyan (MS 721 – 815): Kimya ilminin kurucusu, kâmil bir bilim adamı… Bir kimya mühendisi olmama rağmen ne yazık ki ismini ilk kez geçenlerde Fuat Sezgin’in Bilim Tarihi Üzerine Sohbetler kitabında duydum. Fuat Hoca’nın görüşüne göre dünyanın gördüğü en önemli bilim adamlarından biri… Metodolojisi ve yaklaşımıyla hem yeni çığırlar açmış, hem de şu an uygulamada olan modern bilimsel metodun temellerini atmış. İbn Hayyan bir müslüman. Bu ayrıntıyı söylemiş olmak için söylemiyorum. Hem bilim insanlarının, hem müslümanların, hem de genel anlamda tüm insanların derin derin tefekkür etmesi gereken bir yönü onun müslümanlığı… Sebebini açıklamaya çalışayım.

Bilim insanları bunun üzerinde durmalı. Bilindiği gibi özellikle batı âleminde din ve bilim pek aynı cümlede anılacak kavramlar değillerdir. Bu düşünceye göre din mâneviyatı, bilim ise maddiyatı temsil eder ve bu ikisini ayrı ayrı bağlamlarda düşünmek gerekir. Bilim yapılırken mâneviyat, laboratuvarın kapısında bekler, “Tanrı” ile münasebetlerde de akıl kilisenin kapısında bırakılır. Bunun sonucu olarak da bilim ancak ve ancak “hayatı kolaylaştırmak”, “doğa üzerinde tahakküm kurabilmek”, ya da “daha ucuza daha çok üretebilmek” gibi pragmatik amaçlara hizmet eden bir müessese olur. Aynı düşünceyle din de dünya hayatının dışında, gündelik hayatla ancak dolaylı bağları olan bir pratiktir.

İbn Hayyan’a göre ise eğer Allah yarattıysa, her şeyin O’nun ilmi dâhilinde olması şarttır. Hislerin dahî bir hesaba dayanması gerekir. Eğer yapabiliyorsa insan, canlı bir hayvanı dahi teşekkül ettirebilir. Bu Allah’ın yaratması ile aynı değildir ve İslâm’a muhalefet etmez. Yine Fuat Sezgin’in kitabında bunun en çarpıcı ifadesini, yahudi bir bilim tarihçisi olan Franz Rosenthal’dan öğreniyoruz. Diyor ki, “Eğer İslâm, bilimi bilim olarak teşvik etmeyip de, bilimin insan hayatına menfaati bakımından veya başka bakımlardan teşvik etmiş olsaydı bu, bilimlerin İslâm dünyasında bu kadar gelişmiş olmasına kâfi gelmezdi.” Bilimin altın çağındaki müslüman âlimlerin en büyük özelliği, ilmi bir tefekkür, bir zikir, bir hizmet vâsıtası telâkki etmeleri.

Bunun üzerinde tüm insanlar da durmalı. Sadettin Ökten’in farklı medeniyet tasavvurlarını tartıştığı yeni kitabında İslâm’ın en önemli özelliği böyle anlatılıyor. İslâm, hayatın bir kenarında, bir köşesinde kendisine zaman zaman rücû edilen bir eylem değil, hayatın içinde mündemiç, hayatın ta kendisi olan bir dindir. İslâm her yerde Allah’ı zikretmek, O’nunla beraber olmaktır. Sadettin Hoca’ya göre bu, dünyadaki tüm pragmatik tezlerin anti-tezidir. İnsanın ne için ürettiğinin, ne için çalıştığının, ne için yaşadığının ve yaşattığının doğrudan cevabıdır. Câbir İbn Hayyan gibi kimyasal bir fenomeni gözlemleyip orada gördüğü cemâlullah ile mânen tatmin olmak, sonra da oradan öğrendiğini maddî dünyada hizmet için vesile kılmaktır İslâm.

Bunun üzerinde özellikle müslümanlar durmalı. Müslüman olmak için belki İbn Hayyan kadar büyük hizmetlere vâsıta olmuş olmak gerekmiyor. Fakat her müslümanın hayat istikâmetinin en az bu büyük âlim kadar Allah’a odaklanmış olması şart. “Elhamdülillah müslümanım” diyebildikten sonra derin derin düşünmek lâzım gelir. Bizim istikâmetimiz nereye? Sabah kalktıktan sonra akşam yatana dek ne için çabalıyoruz?

1924 kanunu çıktığında İstanbul’da en mûteber tekkelerden birinin şeyhi olan, bu itibarla bu kanundan en kötü şekilde etkilenmesi beklenilecek zat olan Efendimiz Ken’an Rifâî Hazretleri, bu hâli tefekkürü arttırmak için bir vesile olarak görmüştür.  Belki o zamanlar câmiyi ya da tekkeleri İslâm’ın pratik sahası olarak görmeye başlayan insanlara “buyurun!” demiştir bir anlamda, “Yapan, yaptıran Allah değil midir? Öyleyse buyurun bu hâli zikrinizi hayatın tüm zamanına, tüm mekânlarına yaymak için bir vesile edinin!” Onun doksan yıl önce söyledikleri, bugün hâlâ zamanımızın çok ilerisinde bir tasavvurdur. Bu tasavvur, Hicret’in ilk asrında ve sonrasında Câbir İbn Hayyan ve onun gibi binlerce müslüman tarafından yaşanmış olmakla beraber, bugünümüzün hâlâ çok ilerisindedir.

 

Bir şâh-ı felek-mertebedir Hazret-i Ken’ân

Bir şâh-ı felek-mertebedir Hazret-i Ken’ân
Dünyâyı tutar velvele-i devlet-i Ken’ân
Bâlâsına “Hayy” ismi celî hatla yazılmış
Hak burcuna merkûz ezelen râyet-i Ken’ân
Mehdî dese az, mürşid-i kâmil dese nâkıs
Ta’rîfine sığmaz kalemin hâlet-i Ken’ân
Hayru’l-halef-i emced-i sultân-ı Rifâî

Itlâkı olur lâyık-ı kutbiyyet-i Ken’ân
Bilsin bunu burhan arayan yerde semâda
Münkirleri ilzâma yeter hüccet-i Ken’ân
Altında safâ tahtı, vefâ tâcı başında
Bir saltanat-ı bahîredir kudret-i Ken’ân
Bî-hadd ü tenâhî kerem-i mahz-i ilâhî
A’yânda kemâhî görünür satvet-i Ken’ân
Bin kerre yener Sâm’ı da bir abd-i zaîfi
Te’yîd edecek olsa eğer kuvvet-i Ken’ân
İsbât-ı kemâlâtına şâhid şu ki bi’l-fevr
İhvânı muhabbetle bürür heybet-i Ken’ân
Tefsîr-i hakîmânesidir sûre-i Nûr’un
Aşk u nazar erbâbı için sîret-i Ken’ân
Pür-şevk ilâhîleri var cana safâ-bahş
Hepsinde ayandır nükte-i hikmet-i Ken’ân

Babam

Zaman yine gerilere doğru akıyor.

Beş altı yaşlarında bir kız çocuğu var sahnede. Gökyüzünde vaatkâr ama aldatıcı bir güneş, dallarda erguvanlar. Bahar geliyor besbelli. O cumartesi gününü hiç unutmaz kız çocuğu. O gün -aslında evlerine çok da uzak olmayan- Göztepe Parkı’na gitme telâşında. Göztepe Parkı o zamanlar baharı boğazına kadar taşan lâlelerle karşılamaktan henüz çok uzak. İki tel salıncak ve azıcık güneş görse iyice kora dönen parlak demiri ile kayarken bacaklarınızı yakmaya meyyal bir yüksek kaydıraktan daha fazlası değil. Gerisi kocaman arazi.

Kız çocuğu o gün kaydıraktan daha fazlasına tâlip. Park istisnâî dönemlerinden birini yaşıyor; bir sirki ağırlıyor. Babası söz vermiş, sirke götürecek bu kızı. Sabırsız meşrebiyle annesine günü dar etmiş; akşama kadar dakikaları bir bir sayarak babasının dönüşünü beklemiş. Sonunda vakit geliyor; kendisine o yaşında bir devden bile daha büyük gelen baba elini tutarak sirk çadırının içine süzülüyor.

Heyecanı çabuk geçiyor küçüğün. Sirk tam bir hayal kırıklığı oluyor ona. Bir çelişkiler yumağı… Komik olmaya çalıştıkları ölçüde kendisine hüzünlü ve ürkütücü gelen palyaçoları görüyor. Zorla tutulduğu belli olan hayvanların çilesine ortak oluyor. Aslında havada sallanan genç kız ve erkeklerin cesaretini seviyor ama onlar da parlak ve vücuda yapışık kıyafetleri ile en az uzaylılar kadar yabancı ve uzak geliyorlar ona. Çadır büyük bir dünya ve içindekiler yabancı. Ürküyor. Evinin güvenini arıyor. Neyse ki babası yanında. Bir şey olursa kurtarır onu. Ayrılmaz yanından. Öyle de oluyor. O geceden en çok sirke gitmeden önceki heyecanı ve eve döndükten sonraki mutluluğu hatırlıyor.

O küçük kız büyüdü artık. Çocukluğunun en akılda kalan hâtıralarındaki sirkten çok geniş ama daha yabancı bir dünyanın içine daldı. Bu dünyanın da aslında sirke benzediğini farkedeli çok oldu. Renkli ve dışarıdan câzibeli olduğu ölçüde güvenilmez ve tehlikeli. Babasından dürüst olmayı, gayretlli olmayı, karşılıksız hizmet etmenin zevkini, helâl lokma yemeyi öğrendi. Babası helâl lokma ile besledi onu. Bunun için hep müteşekkir ona . Ömrünce de olacak.

Kız bir gün bir babası daha olduğunu öğrendi. Bezm-i elestte kendisini sahiplenmiş, yaşam sirkinde aradığı güveni gönlüne zerk eden mânevî babasını buldu. Ya da daha doğru tâbirle ezeldeki babası zamanı gelince kendini âşikâr etti. O ki nûr-u Muhammedî’nin bu devirde yanan kandili, devrin sahibi. Evlâtlarının acısını toptan ve peşinen çekmiş baba.

O ki, ne kadar âlem varsa evlâdının elini bir lâhza bırakmayacak olan… Henüz ilk adımlarını atmaya çalışırken, parmak uçlarında acemice koşan ve düz yolda sürekli sapan bebeğini şefkatle yola döndüren… Hatâ yaptığında bildiren, uyaran, bazen terbiyesi için cezâlandıran ama vazgeçmeyen, sevmeyi bırakmayan. Güven duygusunun kaynağı. Babasının da babası….

Güzel efendim Ken’an Rifâî… Bu sayfalar isminize ayrıldığında –merak ediyorum- diğer arkadaşlarım da yazılarını yazarken benim kadar zorlanıyorlar mı? Aslında teması ne olursa olsun bu sayfalarda yazdığımız her satır sizi anlatma çabamızın bir parçası değil mi zaten? Yaşarken sizin ruhunuzun bir ismi sıfatıyla –başaramasak da- rızanıza uymaya çalışma gayretimiz de hayatımızın satırları değil mi? Siz sultanım ve sultanım da siz değil misiniz? Ve benim en büyük korkum sizin muhabbetinizi yitirmek olduğu ölçüde en büyük ümidim de bir kere tuttuğunuz eli bırakmayan yâr-i vefâdar oluşunuzun verdiği güven değil mi?