Câbir İbn Hayyan

Câbir İbn Hayyan (MS 721 – 815): Kimya ilminin kurucusu, kâmil bir bilim adamı… Bir kimya mühendisi olmama rağmen ne yazık ki ismini ilk kez geçenlerde Fuat Sezgin’in Bilim Tarihi Üzerine Sohbetler kitabında duydum. Fuat Hoca’nın görüşüne göre dünyanın gördüğü en önemli bilim adamlarından biri… Metodolojisi ve yaklaşımıyla hem yeni çığırlar açmış, hem de şu an uygulamada olan modern bilimsel metodun temellerini atmış. İbn Hayyan bir müslüman. Bu ayrıntıyı söylemiş olmak için söylemiyorum. Hem bilim insanlarının, hem müslümanların, hem de genel anlamda tüm insanların derin derin tefekkür etmesi gereken bir yönü onun müslümanlığı… Sebebini açıklamaya çalışayım.

Bilim insanları bunun üzerinde durmalı. Bilindiği gibi özellikle batı âleminde din ve bilim pek aynı cümlede anılacak kavramlar değillerdir. Bu düşünceye göre din mâneviyatı, bilim ise maddiyatı temsil eder ve bu ikisini ayrı ayrı bağlamlarda düşünmek gerekir. Bilim yapılırken mâneviyat, laboratuvarın kapısında bekler, “Tanrı” ile münasebetlerde de akıl kilisenin kapısında bırakılır. Bunun sonucu olarak da bilim ancak ve ancak “hayatı kolaylaştırmak”, “doğa üzerinde tahakküm kurabilmek”, ya da “daha ucuza daha çok üretebilmek” gibi pragmatik amaçlara hizmet eden bir müessese olur. Aynı düşünceyle din de dünya hayatının dışında, gündelik hayatla ancak dolaylı bağları olan bir pratiktir.

İbn Hayyan’a göre ise eğer Allah yarattıysa, her şeyin O’nun ilmi dâhilinde olması şarttır. Hislerin dahî bir hesaba dayanması gerekir. Eğer yapabiliyorsa insan, canlı bir hayvanı dahi teşekkül ettirebilir. Bu Allah’ın yaratması ile aynı değildir ve İslâm’a muhalefet etmez. Yine Fuat Sezgin’in kitabında bunun en çarpıcı ifadesini, yahudi bir bilim tarihçisi olan Franz Rosenthal’dan öğreniyoruz. Diyor ki, “Eğer İslâm, bilimi bilim olarak teşvik etmeyip de, bilimin insan hayatına menfaati bakımından veya başka bakımlardan teşvik etmiş olsaydı bu, bilimlerin İslâm dünyasında bu kadar gelişmiş olmasına kâfi gelmezdi.” Bilimin altın çağındaki müslüman âlimlerin en büyük özelliği, ilmi bir tefekkür, bir zikir, bir hizmet vâsıtası telâkki etmeleri.

Bunun üzerinde tüm insanlar da durmalı. Sadettin Ökten’in farklı medeniyet tasavvurlarını tartıştığı yeni kitabında İslâm’ın en önemli özelliği böyle anlatılıyor. İslâm, hayatın bir kenarında, bir köşesinde kendisine zaman zaman rücû edilen bir eylem değil, hayatın içinde mündemiç, hayatın ta kendisi olan bir dindir. İslâm her yerde Allah’ı zikretmek, O’nunla beraber olmaktır. Sadettin Hoca’ya göre bu, dünyadaki tüm pragmatik tezlerin anti-tezidir. İnsanın ne için ürettiğinin, ne için çalıştığının, ne için yaşadığının ve yaşattığının doğrudan cevabıdır. Câbir İbn Hayyan gibi kimyasal bir fenomeni gözlemleyip orada gördüğü cemâlullah ile mânen tatmin olmak, sonra da oradan öğrendiğini maddî dünyada hizmet için vesile kılmaktır İslâm.

Bunun üzerinde özellikle müslümanlar durmalı. Müslüman olmak için belki İbn Hayyan kadar büyük hizmetlere vâsıta olmuş olmak gerekmiyor. Fakat her müslümanın hayat istikâmetinin en az bu büyük âlim kadar Allah’a odaklanmış olması şart. “Elhamdülillah müslümanım” diyebildikten sonra derin derin düşünmek lâzım gelir. Bizim istikâmetimiz nereye? Sabah kalktıktan sonra akşam yatana dek ne için çabalıyoruz?

1924 kanunu çıktığında İstanbul’da en mûteber tekkelerden birinin şeyhi olan, bu itibarla bu kanundan en kötü şekilde etkilenmesi beklenilecek zat olan Efendimiz Ken’an Rifâî Hazretleri, bu hâli tefekkürü arttırmak için bir vesile olarak görmüştür.  Belki o zamanlar câmiyi ya da tekkeleri İslâm’ın pratik sahası olarak görmeye başlayan insanlara “buyurun!” demiştir bir anlamda, “Yapan, yaptıran Allah değil midir? Öyleyse buyurun bu hâli zikrinizi hayatın tüm zamanına, tüm mekânlarına yaymak için bir vesile edinin!” Onun doksan yıl önce söyledikleri, bugün hâlâ zamanımızın çok ilerisinde bir tasavvurdur. Bu tasavvur, Hicret’in ilk asrında ve sonrasında Câbir İbn Hayyan ve onun gibi binlerce müslüman tarafından yaşanmış olmakla beraber, bugünümüzün hâlâ çok ilerisindedir.

 

The following two tabs change content below.

Hüseyin Gökhan

1976'da İstanbul'da doğmuşum. Kimya mühendisliğinden mezun olduktan sonra doktora öğrenimimi görmek üzere Amerika'ya gittim. Tasavvufla ilk tanışmam, New York'ta yaşayan hocam Ferihe Cerrahi Hanımefendi sayesinde oldu. Türkiye'ye döndükten sonra kendileri beni Cemalnur Sargut Hanımefendi'ye teslim ettiler. Bu değerli hanımefendilerin öğrencisi olabilmeyi hayatımdaki en büyük kazanç olarak görüyorum. İslam'ı doğru anlamanın yolunun Hz. Muhammed'i tanımaya çalışmak olduğunu, bunun için de bir mürşidin sohbetinde olmanın gerektiğini düşünüyorum. Talebe olmaktan aldığım zevki Her Nefes dergisinde yazdığım yazılarımla paylaşmaya gayret ediyorum.

Son Yazıları: Hüseyin Gökhan (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın