“Dostluktan kasıt, Hz. İbrahim’dir.”
Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de “dost” edindiğini ifade buyurduğu Hz. İbrahim (a.s.), bu ay Her Nefes Dergisi’nin Cemâlnur Sargut hocamızla yaptığı söyleşinin ana başlığını oluşturuyor. Cemâlnur Hocamızın “Belâyı bal bilme” doğrultusunda peygamber seviyesinde bir kemâli aksettiren bu büyük sultâna dair sözleriyle sizleri baş başa bırakıyoruz.
Müge Doğan: Peygamberler şeriat, tarikat, hakikat peygamberi olarak ayrılıyorlar ve Hz. İbrahim hakikat peygamberlerinin başlangıcı. Yani Müslümanlığın başlangıcı… Bu ne demektir? Hz. Muhammed (sav) ile Hz. İbrahim (a.s.) arasındaki ilişki ve fark nedir?
Cemâlnur Sargut: Peygamberler aslında Hz. Âdem’den beri Allah’a teslim olarak gelirler. Peygamberin özelliği budur. Fakat bu teslimiyetteki en bilinçli safha dostlukla başlar. Yani teslimiyetin bilinçliliği artık kendine zarar vereni de sevmek ve hürmet etmek hâlinde tecelli eder. Yani yapanın- yaptıranın Allah olduğu idrâkindeki son noktadır bu. Allah bu idrâki çok seviyor çünkü insanın gelmesi gereken noktanın bu olduğunu söylüyor. Yani her yerde beni görme seviyesine ulaş, diyor. Bunun timsâli olarak da Hz. İbrahim’i bu âleme getirmiş ve ona “dostum” demiş.
Yani görülüyor ki Hz. İbrahim’de tecelli eden şey, mutmainneyle başlayan peygamberlik makamının râzı makamına yükselmesidir. Hz. Âdem’de mutmainneyle başlayan, Allah’tan emin olmayla başlayan peygamberlik makamı Hz. İbrahim’de rızâda en üst seviyeye yükselir. Yani senden gelen her şey güzeldir, senden gelen her şeye razıyım. Bunun içinde en acı, ağır belâlar, sıkıntılar da var. Hattâ hastalıklar var. Hattâ evlât acıları, kayıplar, en sevdiğinin ölümleri var. Bütün bunları, bütün vücûduyla kabul etme makamında İbrahim’i görüyoruz. Dolayısıyla Allah, bir insanın gelebileceği üst noktalardan bir tanesini anlatır.
Bunun dışında, Peygamber’de tecelli eden Habib makamı artık buraya gelmiş bir kulun gösterdiği samimiyet ve güzelliğin Allah tarafından cevaplandırılışıdır. Artık Allah onu sever. Allah onu sevince, ayrı bir dost kalmaz ortada. Seven ve sevilen tekte birleşir. Âşık, mâşuk aşk haline dönüşür. Ona “habib”, yani “sevgili” denir. Demek ki makam, dostlukla başlar, sâfiye yani yok olmakla biter. Yok olunca da ortada başka varlık kalmaz. O da Hz. Muhammed (sav) tecellisidir.
MD: Yani Müslümanlık “Halillik” ile başlayıp, “Habiblik”le tamamlanıyor mu?
CS: Habiblikle tamamlanır. Normal hâlde teslimiyetin üst noktasına dostluk, yokluk noktasına da habibiyet denir. Onun diğer bir adına da İbn-i Arabî “ferdiyet” diyor. Yani artık o noktada yalnız Allah var. Ferdiyet zuhur ediyor, yalnızlık zuhur ediyor. Farklılıklar kalkıyor.
MD: Yani hüviyet tecellisi mi zuhur eden?
CS: Hüviyeti tecelli ediyor. Evet.
MD: Hz. İbrahim rüyâsını hakikatiyle aldı, hâlbuki rüyâ tâbire muhtaçtır. Bu rüyânın tâbiri neydi?
CS: Bu rüyânın tâbirinde Hz. İbrahim’e evlâdını değil, “evlâdına olan aşırı düşkünlüğü”nü verme emri gelmişti. Yani Allah, “mâdem ki benim dostumsun ve her yerde beni görüyorsun, ayrı bir varlık görme. Sevdiğin her şeyi benim için fedâ et” demek istiyordu. Zaten Hz. İbrahim direkt çocuğunu fedâ etmeye kalkarak Allah’ın istediğini anlamış olduğunu da gösterdi.
Fakat burada Allah ondan hâl bekliyordu, o ayrıca şeklen de zuhur ettirmeye kalktı. Anlatabildim mi? Yaptığı doğruydu fakat Peygamberimiz kadar derin bir idrâke sahip olsaydı onun iç yüzünü uygulayacaktı. Ama “mâdem ki bu bana Allah’ımla aramda böyle engel, bunu da yok edeyim” anlamındaki bir teslimiyetle evlâdını kesmeye kalktı.
Dolayısıyla Hz. İbrahim’in bu hareketi “ben tâbir derecesinde değilim, o hâlde tâbirsiz uygularım Allah’ın emrini” anlamındaydı. Şeriata riâyet gibiydi. Yani birinci secde gibiydi. O bakımdan çok önemliydi. Dolayısıyla bu olay, Habibliğinin bir başka, teslimiyetinin bir başka delili olarak gözüktü. Allah da onun bu hareketi üzerine Habibinin onun sülâlesinden gelmesine izin verdi.
MD: Peki ateşe atıldığında ateşin gülzar olması da ikinci secde gibi mi?
CS: O da ikinci secde gibi, evet. Ateşe atılmasının bir mânâsı da aslında sıkıntı ve belâya dûçâr olması ve o sıkıntı ve belâyı Allah’tan bildiği için onun gül bahçesinin insana verdiği zevk kadar ateşten, sıkıntıdan zevk alır hâle geçmesi demek. Yani sıkıntıyı belâ olarak görmüyor, bal olarak görüyor. Ayrıca da o sıkıntıdan sevgilinin selâmı diye zevk almaya başlıyor. İşte bu hâl, teslimiyette rızâ noktasını gösterir. Delilidir yani.
MD: Bol ikram ve ziyâfetin sembolüdür Hz. İbrahim. Halil İbrahim sofrası deriz. Bunun Halil olmasıyla olan ilişkisini ve iç mânâsını açar mısınız?
CS: Halil kelimesi “hulûl”den geliyor. Mâlûm-u âlîniz, “hulûl”, bir varlığın başka bir varlık içine girip yok olması demek. Burada -hâşâ- Allah, Hz. İbrahim’de yok olmuş, yani Allah olmuş değil, fakat Allah cömertliği ile yani af huyuyla, yani bütün yaratılmışı sevme ismiyle hulûl etti İbrahim’in içine. O isim, Allah’a ait bir özellikti. O kadar İbrahim’de tecelli etti ki, onun adı Halil oldu ve cömertliğinin sanki bir deliliymiş gibi ortaya çıktı.
Buradaki cömertlikten kasıt, kötü huyları vermektir. Buradaki cömertlikten kasıt, kendisine kötülük edeni affedebilmektir. Buradaki cömertlikten kasıt, fenâlık edeni sevebilmektir. Hz. İbrahim’de bu tecelli etti, çünkü Hz. İbrahim Allah’ta tecelli eden cömertliği kendi varlığında hissetti. Yani Allah’ın sevdiğini, kulunu affettiğini, kucakladığını, ayırımsız sevdiğini gördü hissetti, kendi yaşamaya başladı. İşte onun için de adı Halil oldu ve çok cömert oldu. Önce kendi nefsini verdi, sonra etrafa hizmet etti, dağıttı.
“Sâdıklığın asıl mânâsı, sevdiğinin her hareketindeki güzelliği idrâk edebilmek ve onun ahlâkını giyinmektir.”
MD: Hz. İbrahim’in özellikleri sıddık, nebî, resûl, imam ve Tanrı’nın halilidir diyor İbn-i Arabî. Buradaki sıddıklığı açabilir misiniz?
CS: Bu sıddıklık Hz. Ebubekir’de tecelli eden sıddıklığın aynısıdır, sâdık olmaktır. Sevdiğinin her hareketini doğru bulmak. Sevdiğinin her hareketindeki güzelliği idrâk edebilmek ve onun hareketlerini yani onun ahlâkını giyinmek demek. Yani önce onu beğenmek, sevmek, ondan memnun olmak, ondan sonra da o hareketleri giyinmek, ona benzemeye çalışmak. Sâdıklığın asıl mânâsı budur. Dolayısıyla sıddık ve sâdık olan, emindir. Mümindir.
MD: Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimiz, peygamberliğini ilân ettiğinde hemen imân etti. Peygamberimiz “Ben sana hiç mûcize göstermediğim hâlde, sen nasıl bana imân ediyorsun?” dediğinde, “Bu yüz yalan söylemez” diyor. Bu da ona sıddıkiyet sıfatını verdiriyor.
CS: İşte burada da Allah’ın onda sâdıklıkla tecelli ettiğini gösteriyor, yani emin… O Hz. Ebubekir’de o kadar dürüstlük ve güzellik var ki…
Allah’ın istediği gibi yaşamaya başladığı zaman kendinden memnun oluyor kul. Kendinden memnun olup kendisiyle barışınca Allah’ından emin olduğunu fark ediyor. Aslında kendinden değil de kendindeki Allah’a âit isimden emin olduğunu fark ediyor. Kendisiyle barıştığı bu anda bütün dünyayla da barış başlıyor. Böylece mümin oluyor. Dünyayla barış kurana mümin ya da insan deniyor. Bu durumda her duâsı “âmin” oluyor. Hepsi birbirini tamamlayan kelimeler bunlar.
Dolayısıyla “emin”, “âmin” ve “mümin” olan kişi de sâdık oluyor çünkü o emin olduğu kişiye sâdık oluyor, varlığa sâdık oluyor. Emin olduğu varlık da aslında kişi olmayıp Allah olduğu için, sadâkat Allah’a karşı oluyor. Onun için emânetini doğru taşıyor, emânete hıyânet etmiyor. Allah’ın istediği gibi yaşamaya gayret ediyor. Hoşuna gitmese de Allah’ın istediği şeylere boyun eğiyor.
MD: O zaman biz mutmain olmadan gerçek anlamda mürşidimizi tanımıyoruz hiçbir şekilde.
CS: Yok, kul da değiliz zaten.
“Gerçek sevgi, kendi varlığını yağma edip dost olmaktır.”
MD: Hz. İbrahim için melekler “Allah buna ‘halilim’, ‘dostum’ diyor ama bunca servet içindeki adam nasıl dost olur?” dediklerinde Cenâb-ı Hak, Cebrâil’e “git İbrahim’i imtihan et ki cümle itminan olsun” diyor. Cebrâil, Hz. İbrahim’e gidip ‘Subbûhun, kuddûsun, Rabbünâ ve Rabbü’l-melâiketi verruh” diyor ve Hz. İbrahim malının yarısını veriyor. Meleklerin bu sözünden neden bu kadar etkileniyor? Buradaki mânâ ne?
CS: Şimdi sen sevdiğinin adını duyduğun zaman etkilenirsin.
MD: Hiç bu şekilde tanımlandığını duymamıştım daha önce, diyor.
CS: İki şey burada çok etkileyicidir. Bir kere sevdiğinin adını duymak, ikincisi de yeni bir ilmin -aslında yeni diye bir şey yok, hepsi kalbinin içinde var ama- o dakika zuhura çıkması… Hani biz nasıl Kur’ân-ı Kerim çalışırken yeni bir şey öğrendiğimizde -ki bu mânânın milyonda birini öğrendiğimizde- haftalarca uyuyamıyoruz. Burada Allah’ın isminin yeni tecellisini görüyor Hz. İbrahim ve o kadar çok etkileniyor ki bütün varlığından soyunuyor. Yani sevgilinin ismiyle varlığından soyunuyor. Dolayısıyla her şeyini vermeye, fedâ etmeye râzı oluyor.
Bu, meselâ Zerkûbî’nin semâ ettiğini gördüğü zaman, çın çın altınlara vuruşunda Mevlânâ’nın semâ ettiğini gördüğü andaki ilimle bütün varlığını, dükkânını yağma etmesine benziyor. Yani sen sevdiğinle alâkalı bir şey hissettiğin ve gördüğün zaman, kendi varlığını yağma ettiğinde, gerçek sevgi o demek… İşte o zaman da dost oluyorsun. Sevdiğine dost oluyorsun. Dostluk, sevginin bir boy üstü. Aşk değil, ama sevginin üstü yani.
MD: İbn-i Arabî ‘dost, senin için arkadaşlık eder ama seven, kendisi için seninle arkadaşlık eder. Dost, dostuyla güç kazanır, seven ise sevdiğinde gizlenir. Onu canıyla korur’ diyor.
CS: Burada sevenden kasıt, Hz. Peygamber’dir, değil mi? Dostluktan kasıt, Hz. İbrahim’dir. Sevgi, dostluk ve aşk arasındaki merhaleleri anlatıyor İbn-i Arabî. Önce seversin, sonra ona dost olursun, sonra âşık olursun, onda yok olursun. Onda yok olduğun zaman artık kendi varlığın kalmaz, onun varlığında tamamen karışır ve yok olursun.
Bu mesâbeler, insana kendini öğretir, Allah’ı öğretmez, çünkü kendi seviyeni görmek için Allah’a âşık olursun. Yani teslimiyetinde sana kendi seviyeni gösterir. Görüyorsun ki, peygamberler de tek bir kişi oldukları hâlde her seviyede farklı bir isimle tecelli ediyorlar. İbn-i Arabî’nin bize anlattığı bu. Tek bir kişi, her varlığının seviyesinde -hani Simyacı romanındaki duraklar gibi- her durakta duraklıyor ve ayrı bir isimle tecelli ediyor ve her isimde ayrı bir güzellik gösteriyor.
MD: Yine Hz. İbrahim’in özelliklerinden nebî, resûl ve imam deniyor sıddıkiyetinin yanında. Buradaki imamlığı açabilir misiniz?
CS: İmam, arkasındaki herkesi secde ettiren kişidir. Yani tesir eden kişidir ve birleyen, birleştiren kişidir. O bakımdan çok büyük önem taşıyor. Mürşid-i kâmil makamıdır. Mürşid-i kâmil, bal gibidir, arılar üşüşür. Kendi ballığından kendisinin de haberi yoktur, kendi de şaşırır niye arılar bana üşüşüyor diye. Fakat Allah’ın onu bal olarak tecelli ettirmesi, aslında onun vâsıtasıyla kulları kendine çekmek içindir. Dolayısıyla o imamda ballık tecelli eder. Ama hakiki imamlardan bahsediyor.
Meselâ İbn-i Arabî, “câmi imamına sen bakma, onun arkasında onu idâre eden hakiki imama bak” diyor. Devrin pâdişahına bakma, onun arkasında onu idâre edene bak, diyor. Öyleyse aslında mânevî imam gizlidir, maddî imamlar ortadadır.
Mânevî imam, mürşid-i kâmildir. Gizlidir. Birçoğu gizlidir. Bazen açığa çıkarlar, Mevlânâ’nın dediği gibi zorla yükselirler. İşte ona vazife verildiği için. O zaman nebî olur. Nübüvvet tecelli eder. Yoksa velidir imam. Nübüvvet tecelli ederse, arkasında secde ettirir. Niye? Mevlânâ kendi de bilmez, o Şems zanneder. Halbuki Şems onun ışığıdır. Aslında Allah Mevlânâ’da tecelli etmiştir ama Şems hâlinde tecelli etmiştir; ışık hâlinde, nur hâlinde…
Onun vücudunu seçmesi, onun ezelî nasibiyle alâkalıdır ve Allah’ın kimi seçtiğini kimse sorgulamaz. Kendim seçerim, der. Kimsenin sorma hakkı yoktur. Seçilen için bu bir şans mıdır? Hayır, çünkü seçilen, veli olmayı ve gizli olmayı tercih ettiği hâlde nübüvvetle ortaya çıkmıştır. Çok kötü bir devredir ortaya çıkmak. Çünkü her an mes’ûliyet altındadır ve en ufak bir yanlışı sokaktaki insandan çok daha dibe batmasına sebebiyet verir.
Ayrıca veli nebî, şeriat getirince de ona risâlet denir. Peygamberle risâlet bitmiştir. Dolayısıyla başka resûl gelmeyecektir ama nübüvvet ve velâyet her devirde vardır. Allah emrettiğini ortaya çıkarır, bazen de gizli gizli onun ilmini bütün âleme yayar ve insanlar farkında olmadan onun ilmiyle hareket etmeye başlarlar.
MD: Çok teşekkürler hocam.