Yazılar

İstidâdın “Karanlık” Yüzü

Son dönem Osmanlı mutasavvıflarından Ken’ân Rifâî şöyle der: “Güneş her tarafa birden akseder. Mezbeleye, lağıma aksetmesi, onların fena kokularını ziyâdeleştirir. Güle, sümbüle ise güzel kokular verir.”

Sanıyorum bu sözü okuduğumuz zaman hepimizin aklından, çevremizdeki insanlarla ilgili fikirler geçiyor. Aklımıza iyiler geliyor, kötüler geliyor… En çok da kötüler! Kötü olanların aslında kendi hakikatlerine göre davrandıklarını düşünüyoruz ve belki de canımızı sıkan insanlara karşı daha toleranslı olmamız gerektiğine dair farkındalığımızı biraz daha artırmaya çalışıyoruz.

“Güneş her tarafa birden aksettiğine göre bana da aksediyor ve bana aksedince ben etrafa ne kokusu yayıyorum/yayacağım?” diye düşünenimiz var mı? Ben de bu yazıyı yazarken düşünmeye çalıştım ama neler keşfettiğimi buraya yazmayacağım.

Ken’ân Rifâî’nin buyurduğu bu düsturda, “herkesin kabiliyeti ne ise önünde sonunda kendisinden görünen de o olur” mânâsı anlatıldığına göre, maddî ya da mânevî bazı “güneşler” aksederken bizden nasıl kokuların yayılacağından pek haberimizin olmadığı bir gerçek… Dahası, mânevî olarak bir güneşe mâruz kaldığımızda, gül ya da sümbülsek sorun yok fakat ya aslında mezbele mesâbesinde isek?

Bugün iyi bir davranış içinde olmamız, bizim bugünkü potansiyelimizin iyi olduğu anlamına gelebilir. Ama yarınki bizle ilgili bir garanti söz konusu değil. Aslında henüz açığa çıkarmadığımız ne tür “kötü” potansiyellerimizin olduğunun farkında da değiliz. Zira varlık içinde meydana gelen tüm hadiselerin muhatabı henüz olamadık. Değil mi? Şu ana kadar karşı karşıya kalmadığımız nice durumlar var. O durumlarla karşılaştığımızda hangi role bürüneceğimiz hakkında net bir fikrimiz var mı? Dolayısıyla bugün gül bahçesi gibi koku saçmamızın –ki öyle olup olmadığını da çevremize sormak lazım- yarın lağım kokusuna dönmeyeceği konusunda hiçbir garantimiz “ne yazık ki” yok. Sonuç olarak her birimiz ancak işlemediğimiz günahın masumuyuz…

Maddî açıdan baktığımızda da öyle değil mi? Mevcut kabiliyetlerimizle, potansiyelimizle bazı işleri yapabilme becerisine sahip olabiliriz. Fakat bu potansiyelimizin ya da artması için gayret sarf ettiğimiz potansiyelin, yarın benlik durumumuzda ne gibi değişimlere yol açacağını biliyor muyuz? İnsan Kaynakları alanında uzman olan çok sevgili bir arkadaşım, çalışanların yetkinlikleriyle ilgili yaptıkları bir çalışmada şunu tespit etmiş: Bir konuda çok yetkin olan bir çalışan belli bir süre sonra o işle ilgili bir gerileme veya duraklama dönemine girebiliyor. Belki de potansiyelimiz bizi “her şeyi biliyorum” noktasına taşıyor ve “biliyorum” dediğimiz noktada da gerileme başlayabiliyor. Dolayısıyla bugün sahip olduğumuz, hayran kaldığımız potansiyelimiz, yarın egomuzun besin kaynağı haline gelebiliyor.

Peki ne yapalım? Ben de bilmiyorum. Bu konu uzar gider açıkçası…

En iyisi bu yazıyı, Kâşânî’nin aşağıdaki sözünü anlamaya çalışarak bitirmeye çalışalım:

Ezelî zâta lutuf ve kahır birdir. Lutuf zuhur iktizâsında bulunduğu gibi, kahır da zuhur iktizâsında bulunur ve şüphesiz her biri için bir mazhar gereklidir ki bu da müminlerin ve kâfirlerin, cennetin ve ateşin varlığıdır. O halde ilâhî hikmet-i bâliğa, her bir sıfatı kendi iradesinin bir mazharı olarak yokluktan varlığa çıkarmıştır. “İstediğini yapar ve istediğine hükmeder.” Lutuf mazharı kıldığı kimseye fâzıl sıfatıyla yaklaşır; kahır mazharı kıldığı kimseye adaleti uygular. Fazlı illetlerden ârî, adaleti kusurlardan berîdir. Buradan belli olur ki kulların fiilleri saadet ve şekâvetin sebebi değildir.

Sehl-i Mümtenî

İnsan ki bu âlemde bir eşi bulunmayan, insan ki şu gök kubbede adını lâyığı ile taşımaya çalışan… O yüzden sanatlardan bir sanat olan “Sehl-i Mümtenî” dedim insanoğluna… “Çok basit görünse de yazılmaya başlanıldığı vakit kolayca yazılamayan, bu yüzden de benzeri olmayan eser” anlamını taşıyor. Tıpkı insanoğlu gibi… Birer sehl-i mümtenî gibi eşi benzeri olmayan biz Allah’ın kullarının da elbette ki istidatları farklı olacaktır.  

Cenab-ı Hak, El-Fettah ve Er-Rahim olduğu gibi aynı zamanda El-Müzeyyin’dir. Yeri göğü kusursuzca süsleyen, en büyük sanat eseri insan olan biricik sevgili… İnsan, bir sanat eseri olunca ondan zuhur eden güzellik de yeryüzü sanatlarını oluşturmuş, Hakk’ın sanatı, sanatçı kimliğine bürünmüştür. Sanatçı, Allah’ın verdiği ilham ile ona ulaşmanın yollarını farklı sanatları icra ederek aramıştır. Resim, musıkî, edebiyat ve sinema ile…  Sanat bir istidattır, sanatçı kendi istikameti üzerinde sanatına ulaşmaya çalışır, bunu yaparken de kendi istidâdı üzerinde yürümeye gayret eden kişidir. Sanatçı gecesini gündüze katarak çalışır. İstidadı yolunda ilerleyen sanatçı, yapabildikleri kadar vazgeçebildikleri ile de var olur. Tıpkı Hz. Şems’in suya girip Hz. Mevlânâ’nın kitaplarını birer birer suya atması gibi… Üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen bütün dünyayı vahdet dükkânı olan “Mesnevî”sinin altında toplamakta olan Hz. Mevlânâ, kitaplarından vazgeçebildiği ölçüde âşıklık istidâdına kavuştu. “Sen yakılmayı bekleyen bir lambasın, ben de alevim. Artık kitapları bırakıp benimle gelme zamanıdır.”  diyen Hz. Şems, Mevlânâ Hazretleri’nin istidâdının kendi yüreğinde zuhur eden aşk ve birlik kıvılcımları olduğunu biliyordu. Kısacası bizde var olan ezelî istidâdımız, biz bu âleme gelmeden çok önceleri yazılmıştı.

Nasıl ki yeryüzünde nimetler Rabbin kararladığı kadarıyla her bir kişiye farklı farklı dağılmışsa, her sanatçının istidâdı da böyledir. Bu noktada sırat-ı müstakim üzerinde olan sanatçının görevi de egosundan uzak kalarak kendi istidâdını gerçekleştirmesidir. Kendi yetenekleri ile üstünlük kurmak değil, tam tersine Allah vergisi bu yeteneği sayesinde herkesi kendi istidâdı altında bir araya getirmektir. Çünkü sanatçılarının yapıtları ile güler, ağlar, kendimizden bir parça bulur ve yine kendi tekâmülümüzde sanatçının yapıtlarını hakikate doğru giden yolumuzda bizlere yardımcı olarak görürüz.  Bu bakımdan sanatçı, istidâdının hakkını ödemek mecburiyetindedir. İstidadının hakkını ödeyen bir sanatçı da kendi yapıtları ile ölümsüzleşir, yüzyıllar öncesinden dahi bize ışık olur.

Bende Mecnun’dan füzun âşıklık isti’dâdı var

Âşık-ı sâdık benem Mecnûn’un ancak adı var

Bu mısralarda âşıklığa istidâdı olduğunu söyleyen Fuzûlî’nin eserlerini günümüzde de hürmet ile okuyorsak bu Fuzûlî’nin, istidâdı ile hemhal olduğunu yani eserinden başka hiçbir şey olmadığını gösterir. Nitekim edebiyat dünyasının ulu bir çınarı olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın istidâdı da kalemine yansıdı, kelimelere dönüştü. “Rüya Sineması” eseriyle usta yönetmen Tarkovski’nin yolundan giden ve aynı zamanda tasavvufu sinemasında ana bir zemin olarak gören Semih Kaplanoğlu da şiirsel vizyon istidâdı ile ödüller kazandı. Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî-i Şerif’i de vahdet dükkânı oldu, yüzyıllardır aşk için, birlik için bize seslendi. İstidadı aşk üzerine olan Mevlânâ Hazretleri bizlere “Bişnev” dedi: Dinle, kalbini dinle, özünü dinle…

Kendi istidâdımız yolunda giderken iyi niyet üzerinde olmayı da hiçbir zaman unutmayalım. Pusulamız sevgi, istikametimiz birlik olsun. Cemal ile Celal’in birleştiği kemalât yolunda aşk ile kalalım.

Firuze Büşra AK

Bir İsimsiz Kahramanın Ardından

Toplumları, isimsiz kahramanlar ayakta tutar ve geleceğe taşır. Bu insanlar toplumun geniş kesimlerince tanınmadıkları, ünlü olmadıkları için bu dünyadan gelir geçer, görevlerini yapar ve öte âleme giderler, ama belki dar bir çevre hariç bilinmezler. 2 Şubat 2017’de vefat eden Dr. Ali Turgut Alsırt (d.1932) da böyle bir insandı.

Turgut Alsırt, babamın “ağabey” bilip, çok sevip saydığı insanlardan biri olarak, benim de “amca” kabul ettiğim, üniversite yıllarımda bana rehberlik yapmış bir büyüğümdü. “Her nefs ölümü tadacaktır”, evet, ama aynı zamanda biz fâniler için her ölüm erkendir. Hele ki yeri kolayca doldurulamayacak Turgut Amca gibi bir şahsiyetin göçüşü, kendi hayat yolculuğumda yeni bir aşamaya geçtiğimi, artık gençliğimin geride kaldığını da hissettirdi ve düşündürdü. O sebeple Turgut Amca hakkında bildiğim ve aklımda kalan bazı hâtıraları yazıya döküp ilgi duyacaklar ile paylaşmak istedim.

Turgut Amca, İstanbul Çengelköy’de, İstanbullu köklü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Çanakkale muharebesinde Kanlısırt ve Kızılsırt gâzîsi olan babası, zamanında Almanya’da müteaddit ameliyatlar için bulunmuş, çocuklarına sıkı Alman disiplini kazandırmak isteyen bir kişiymiş. Öyle ki çocukluğunda, akşam erken yatılır, sabah uyanıp göz açılınca, yatakta bir dakika bile keyif yapılmaz, hemen kalkılır ve sabah işlerine, faaliyetlerine başlanırmış. Turgut Amca’nın çocukluğu 2. Dünya Savaşı’nın sıkıntılı yıllarına rastlamış, ama aile gıda konusunda büyük sıkıntılar çekmemiş. Babası Almanya’da geçirdiği yıllarda öğrendiği şekilde, ekmek bulunamayan günlerde patates haşlatarak ailenin beslenmesini sağlarmış. Dirayetli bir anne-babanın yanında, görmüş geçirmiş, İstanbullu bir aile çevresi içinde, ama Çengelköy’ün Anadolu insanını da içinde barındıran ortamında Müslüman-Türk kültürünün her seviyesini hem okuyarak hem de içinde yaşayarak öğrenmiş.

İyi bir lise öğreniminin ardından İstanbul Tıp Fakültesi’ne girmiş. O dönemde yazlık komşusu ve annesinin arkadaşı Meşkûre Sargut Hanımefendi’nin tavassutu ile Sâmihâ Ayverdi ve yakın çevresi ile tanışmış. Bir yanda zorlu tıp öğrenimini aksatmadan başarı ile sürdürürken, diğer yanda Meşkûre Sargut’un ve Vasfi Tolun Beyefendi’nin evinde Mehmet Örtenoğlu Dede’nin dinî ve mânevî eğitimine girmiş. O yıllarda Suriçi ve Çengelköy arasındaki çok kısıtlı deniz ulaşımını kullanarak hem meslek sahibi olmayı bilmiş, hem de ehillerinden insan olmanın gereklerini öğrenmiş. Tıp Fakültesi’nden mezun olunca Bağlarbaşı Zeynep Kâmil Hastanesi’nde kadın-doğum ihtisasına başlamış, daha sonra da o yıllarda tanıştığı, yine aynı yerde ihtisas yapan Dr. Türkân Hanım ile evlenmiş. Bu evlilikten bir kız, bir de oğlan çocukları olmuş.

Turgut Amca’nın adını ilk defa yedi yaşımda iken, 1973 sonunda kardeşimin doğumunda duydum. Eşi Türkân Teyze, kan uyuşmazlığı sebebiyle zorlu bir doğumla dünyaya gelen kardeşimin ebe annesi olmuştu. 1975’ten sonra ailece Ankara’ya taşınınca, Turgut Amca’yı aile ortamlarında görerek tanımış oldum.

Alsırt çifti Zeynep Kâmil’de tamamlanan başarılı bir uzmanlık eğitiminin ardından 1965 yılı başında Ankara’da kurulan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne intisap ederler. Turgut Amca uzun seneler Hacettepe’nin Etimesgut’ta kurduğu araştırma-uygulama hastanesinde görev yapar. Kürtajın yasak olduğu yıllarda karı-koca özel muayenehane ya da klinik açıp servet yapmak yerine, kuruluş yıllarının yokluk ve zorlukları içinde bir kamu hastanesinde halka hizmet verirler. Bunlar geceli gündüzlü çalıştıkları maddeten çok yorucu zamanlardır. Meslekî açıdan büyük bilgi ve tecrübe kazandıkları yıllarda, tıp çevrelerine hâkim olan masonik ve solcu zihniyetli yöneticiler, karı-koca her ikisinin de uzmanlıktan öteye yükselmelerine müsaade etmezler. Kariyer şartlarının değiştiği 80’li yıllarda ikisi de Ankara’daki iki kamu kurumunun işyeri hekimliği görevlerine geçerek emekliliğe kadar hizmet verirler.

Bu yıllarda ve emeklilik döneminde Turgut Amca tanıdığım en çok okuyan insanlardan biriydi. Uzmanlık alanı olan tıbbı ihmal etmese de tarih, edebiyat, sanat, din ve tasavvuf alalarında klasik ve çağdaş denilebilecek eserleri okurdu. Bu yönüyle Turgut Amca yaşıtları arasında yerini en önde alan bir kültür adamı idi. Formel bir eğitim almamış olmasına rağmen Arapça ve Farsça okuduğunu anlardı. Bu yönüyle Mesnevî-i Şerif’in muhtevasına son derece vâkıftı. Fakat ileriki yaşlarında hep şunu söylerdi: “Farklı yazarların, ediplerin, âlimlerin, bilgelerin çok eserlerini okudum; hiçbirinde tasavvufun çetrefilli meselelerini Kenan Rifâî Hz. ve Sâmihâ Anne kadar yalın, açık ve kolay anlaşılır ifade edenine rastlamadım. Çok sayıda eserden sonra, Sâmihâ Anne’yi okuyunca, bu kadar eseri okuyarak zaman kaybettiğimi hissediyorum.”

Hekimlik halk için, halk içinde, biraz da halka rağmen bir meslektir. Turgut Amca mesleğini çok severek yapar, çünkü hastalarını sever. Hasta ve hastalıklara karşı îmanlı bir doktor gözüyle baktığı için nice mucizelere şahit olur. Bunlar arasında “senin çocuğun olamaz” denilip ümidi kırılan, kısır teşhisi konmuş veya yaşı ilerlemiş nice kadınların sağlıklı doğumlar yapışı yanında, “mutlaka sezaryen yaptırmalısın” denilip, Turgut Amca’nın normal doğum yaptırdığı kişiler vardır. Her doğumun ardından bebeği kucağına alır, şefkatle sever ve geciktirmeden kulağına alçak sesle ilk ezanını okur, kız veya oğlan oluşuna göre Ali veya Fatma ismi verir.

Turgut Amca bir prensip ve ideal insanı idi. Gençlik yıllarında Mehmet Dede ve Sâmihâ Anne’nin elinde bereketli ve verimli bir mânevî eğitim geçirmiş, ardından kendisi okuyarak ve tefekkür ederek nesli içinde tasavvuf kültürünü en iyi bilen kişiler arasına girmişti. Bilgilerini hayat tecrübeleri ile birleştirerek vefatına yakın günlere kadar sonraki nesillerden meraklılara aktarmayı hiç bırakmadı. 2016 Baharında Ankara’da bir konferans kapsamında verdiği tebliğde, özellikle Sâmihâ Anne hakkında konuşmaya doyamadığını, ne kadar konuşulursa az olduğunu dile getirmiştir. Kendi iç aleminde, mânevî hayatında ise sırlı bir insan idi. Üniversite yıllarımızdaki sohbetlerde, ard arda pervasız sorularla üstüne vardığımızda bazen ağzından kaçırdığı olurdu.

Sözü ile özü bir insandı. Küçük menfaatler için doğru bildiği hiçbir şeyden taviz vermedi. Ankara’nın dine ve mâneviyata genel olarak ilgisiz, kıraç ortamında uzun seneler geçirdikten sonra 70’li yılların sonunda Diyanet sağlık ekibinde görevli olarak karı-koca Hacca gittiler. Dönüşte bıraktığı ve bir süre kesmediği sünnet geleneğine uygun sakalı ona çok yakışmış, ama dine soğuk ve karşı kesimlerin de o derece tepkisini çekmişti. Haccın ardından önceden mânevî yönünü fark etmemiş olanların bir kısmı kendisine cephe almış, ama o kavî îmanı ile hiç aldırış etmemişti.

Meslekî, ilmî, mânevî özellikleri yanında Turgut Amca çok yönlü bir insandı. Resim, hat ve el sanatları eserlerini çok iyi tanıyan bir koleksiyoner idi. Evi meşhur sanatkârların yağlı boya, sulu boya, hat, tezhip, minyatür, iğne oyası vb. sanat eserleriyle dolu adeta bir müze idi. Salonları öncesinde ve sonrasında başka yerde hiç görmediğim çok orijinal mobilyalar ile döşeli idi. Öyle ki, duvarda tablolar için yer kalmayınca, salondaki pencerelerden birini tuğla ile ördürterek kapattırmıştı. Sadece plastik sanat eserlerini değil, Türk mûsıkîsini de teorisi ve tarihi ile çok iyi bilen, icradaki ustalığı en ince yönleriyle anlayıp değerlendirebilen bir insandı.

Bunların yanında, hem çok iyi bir aşçı, hem de mâhir bir terzi idi. Ramazanda kalabalık misafir gruplarına beşamel salçalı etli kabak gibi tutturması zor yemekleri kendi elleriyle nefis pişirirdi. Çocuklarının okul müsameresi gibi faaliyetlerde ihtiyaç duydukları özel kostümleri zaman zaman elleriyle dikmiş, bunu öğrenen okul yönetimi hayrete düşmüştü. Hacdan döndükleri zaman tebrik edenler arasında bize de kendi eliyle diktiği ve ailemizde hâlâ sakladığımız çok orijinal bir kese içindeki nefis kokulu sedef tesbihi unutmak mümkün mü? Titiz, tiril tiril, çok güzel giyinen, giydiğini üstüne yakıştıran, sokağa her zaman traşlı ve şık kıyafetler içinde çıkan, ama bunu da israfa kaçmadan yapmayı başaran bir insandı.

İşyeri hekimi olarak çalıştığı senelerde, çoğu kendinden genç çalışanlar arasında sevilen ve sayılan bir şahsiyet olmuştu. İnsanların sadece sağlık problemlerine şifa yolları tavsiye eden bir doktor olmakla kalmayıp bir rehber ve bir terapist gibi destek olduğunu başkalarından duymuştum. 1986-1991 yılları arasında beş sene kadar kendisiyle birlikte “Kenan Rifaî ve 20. Yüzyılın Işığında Müslümanlık” kitabının ilk bölümünü bir küçük grup üniversiteli genç olarak iki defa okuduk. Bizim anlamakta zorlandığımız kısımları tatlı üslûbuyla günlük hayattan ve bazı hatıralarından örnekler vererek çok güzel açıklardı. O konuşurken sık sık sorularla kesmek yerine dikkatimizi vererek tam anlamaya çalışırdık. Okuma faslı bitip de serbest konuşmaya geçince, o noktada daha rahat bir sohbet ortamında eskilerden, hâtıralardan sorardık ve anlatırdı. İkram olarak mini fırında ısıtılmış kaşarlı simit en çok sevdiğimiz ve onun da sevdiği yiyecekti, ama her zaman, varsa yüzü biraz yanık olan küçük bir parçayı tercih eder, tatlıdan almazdı. Bu noktada tevazuu yanında, erkence yaşta diyabet ile tanıştığı için perhizine ne kadar dikkat ettiği de görülürdü.

Gerçekten bir ölçü ve irade insanı idi, ama edep yönü de çok üstündü. Biz gençler arasında konuşkan ise de İstanbul’daki büyüklerin sohbetinde hiç konuşmaz, sessizce ve dikkatle dinlerdi. Öyle ki, bayram, kandil gibi özel günlerde büyüklerine telefon açıvermek yerine tebrik kartı yazar ve posta ile yollardı.

Bu âlemden bir Turgut Alsırt geldi geçti. Geride başımızın tacı Türkân Teyzemiz ile topluma faydalı iki evlât yanında onu tanıyanlarda çok güzel izler ve hâtıralar bıraktı. Zekâsı ve çalışkanlığı ile hâzık bir hekim oluşu yanında tam ve mükemmel bir ilim, irfan ve kültür insanı olarak hocası Sâmiha Ayverdi’nin alnını ağartan, dehasını şöhret ve servet elde etmek yerine Hak için halka hizmet yolunda kullanan bir isimsiz kahraman idi. Allah rahmet eylesin…

Haydar Livatyalı

Editörden (Şubat 2017)

Merhaba Dostlar,

Her nefes gönlümüzden kalemimize dökülen ve kâğıtlara saçılan kelâmlarımızı paylaştığımız kıymetli dostlarımız!

“Şükür” konulu Şubat 2017 sayımıza hoş geldiniz.

Bu sayı bizim için çok özel bir sayı oldu. Nedenini siz dostlarımızla da paylaşmak istiyorum. Biz Her Nefes yazarları olarak oldukça uzun zamandır birarada bulunan ve iyi dostlardan oluşan bir ekibiz. “Şükür” sayısı hakkında konuşmak için biraraya geldiğimizde konu gereği, ne kadar çok şükredecek sebebimiz olduğunu ve bizim bunlara ne kadar az şükrettiğimizi konuştuk. İşte tam da bu noktada yıllardır süren dostluklarımızı, ailelerimizi, sahip olduklarımızı, kıymetini bildiklerimizi ve kıymet bilmekte zâfiyete düştüğümüz zamanları hatırladık. Anılarımızı, hallerimizi ve birlikte geçirdiğimiz zamanlarımızı düşündük, konuştuk ve paylaştık. Bu fikir alışverişi bizi bizle yüzleştirdi. Velhasıl bu sayı bizler için de etkileyici bir sayı oldu.

Sayımızda neler var derseniz, neler yok ki diye cevap verebiliriz. Öncelikle hâlimize şükür var. Sonrasında sahip olduklarımıza, olamadıklarımıza, öğrendiklerimize, öğretenlere, daha doğrusu öğretenlerin ve öğrenilenlerin en mükemmeli olan Rabbimize, peygamberimiz Ahmed Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) ve dinimize şükretmek var. Özetle, bizler gibi eksik ve yetersiz olsa da her şeyden biraz var.

Elbette konusu şükür olan bu sayımızı hazırlarken hatamız, eksiğimiz ve kusurumuz olmuştur. Siz kıymetli okuyucularımızın hoşgörüsüne sığınıyoruz ve sürç-ü lisan ettiysek affola diyoruz. Bir sayımıza daha kavuşmanın şükrü ile Şubat sayımıza safâlar getirdiniz.

Sohbetler (Şubat 2017)

Şükrün mânâsından söz açılması üzerine:

– “Yalnız dil ile şükreylemek, tam şükür demek değildir. Şükür, çalışmaktır. Hakk’n hoşlandığı her yerde ibretle Allah’ın azametini seyreylemektir. Şükür ailesinin hizmetinde bulunmaktır. Kulağınla, fena ve harama müteallik bir şey dinlememek; elinle, Allah’ın rızâsının hâricinde bir şey tutmamak; ayağınla, yine o rızânın olmadığı bir yere teveccüh etmemek; hâsılı bütün varlığını Hakk’ın rızâsında kullanmak şükretmek demektir.

Meselâ bir sarhoş gördün. Sarhoş, rezil… Bak şu adamın hâline… Başı da hiç secdeye gelmiyor… deme. Yâni ayıplama! Yâ Rabbî, şu kuluna hidâyet et, beni de bu halden muhafaza et… Bilirim, istersen bir anda beni onun hâline, onu da benim hâlime koyarsın. Yâ Rabbî sana sığınıyorum. Koru beni, buna da hidâyetini ihsan et! diye Allah’a yalvar.

Böyle yapmaz da o kimseyi ayıplarsan, hem onu gıybet etmiş hem de kendini beğenerek şeytanlık sıfatını giymiş olursun. Hulâsa şükür, benliğe düşmemek, yâni kendini beğenmemek, Allah’tan gelen lütuf ve kahrı hoş görmek, Allah’ın verdiği sefayı da cefâyı da tatlı karşılamaktır.”

(Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2011, s. 398)

******

Hazret-i Davut öyle demiş: Yâ Rabbî ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü şükür de senden bir nimettir. O nimete de ayrı şükür lâzımdır. Bunun üzerine buyurulmuş ki: Yâ Davut, şükre iktidarın olmadığını, aczin bulunduğunu bilmek asıl şükürdür.

Şükür üç türlü olur. Biri kalp şükrü ki, kalbin, nimetin nimeti vericiden olduğunu bilmesidir. Yâni maddî olsun, manevî olsun, nimetlerin Allah’tan olduğunu bilmek kalp şükrüdür.

Biri de lisan şükrüdür ki, nimeti vereni lisanla medhetmektir.
Üçüncüsü ise âzâ ile şükürdür ki, bu da Allah’a itaat ve ibâdet etmektir. Fakat bu şükürlerden asıl olan, kalp şükrüdür.

Şükür üç kısım olduğu gibi, aynı zamanda üç derecedir. Birinci derece, senin için makbul olan, hoşuna giden şeylere şükretmektir. Bu şükürde avam da havas da dâhildir. Meselâ evlât sahibi olmak, işi ilerlemek, maaşı artmak gibi, hoşlanılan hâdiselere şükretmektir.

İkincisi, sevdiğin ve sevmediğin şeyleri bir tutarak, Hak’tan her ne gelirse ona razı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı değildir.

Üçüncüsü ise, nimeti veren Allah Zülcelâl’de o kadar müstağrak olmak ki, nimeti görmeye bile vakti olmamaktır, ki şükrün asıl mânâsı budur. İşte, bu şükür sahibinin önünde bende ol, yok ol.”

(Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2011, s. 315)

Dede Efendi’yi Anlamak

Seneler önce ney dersleri alıyordum. Her hafta Cuma akşamları yaklaşık on kişilik bir grup halinde hocamız Salih Bilgin’le ders yapıyor, derslerin sonunda da sohbet ediyorduk. Bu derslerden birinde kulağımızın musikiye alışması için kimleri dinlememizi tavsiye edeceğini sorduk hocamıza. Türlü isimlerden bahsederken bir arkadaşımız “Dede Efendi’yi de dinleyelim mi?” diye sordu. Salih Hoca herkesi şaşırtan bir cevap verdi: “Hayır, dinlemeyin”. İlk önce bu cevabı duyduğumuza emin olamadık. Soruyu tekrar soracaktık ki hocamız devam etti: “Sizin kulağınız Dede Efendi’nin müziğini dinlemeye henüz hazır değil. Daha çok çalışmanız, müzik kulağınızı geliştirmeniz gerek. Ancak o zaman üstâdı dinleyebilirsiniz. Erkenden dinlemeye kalkarsanız o müziği anlayamaz ve ona layık olduğu takdiri gösteremezsiniz. Belki Dede Efendi’den soğursunuz bile”.

Evet, bazı şeylerin kıymetini anlayabilmek için idrakımızın belli bir seviyede olması gerekiyor. Fakat kıymet biçmek deyince aklımıza hep değeri âşikar şeyler gelir. Oysa hergün gözümüzün önünde olan ve değerini idrak edemediğimiz o kadar güzellik var ki…

Selamsız’da, Kâtibim Azîz Bey Sokak’ta Muhsin Baba Cumartesi akşamları sohbet yapardı. Bu sohbette daim olanlar arasında Mehmet Amca da vardı. Her Cumartesi gelir, sohbeti dikkatlice dinler, çok gerekmedikçe de konuşmazdı. Sohbeti dinlerken gözümün hep ellerine takıldığını hatırlıyorum. Yıllarca demirci ustası olarak çalışmış Mehmet Amca’nın elleri hayatını özetler gibiydi. Çok çalışmış, yorulmuş, hırpalanmış ama hala dinç ve güçlü. Yine bu Cumartesi akşamlarından birinde, konunun nereden açıldığını hatırlamıyorum ama bu yaşlı demirci ustası konuşmaya başladı. Bir önceki gün, torunları onu Salacak’ta, boğaz kenarında bir çay bahçesine götürmüşler. Mehmet Amca önce denize, sonra gökyüzüne ve etrafına hayret içinde bakmaya başlayınca torunları ne düşündüğünü sormuşlar. Mehmet Amca “Ne muazzam bir yerdeyiz! Şu deniz ne hârikulâde, martılar ne kadar muhteşem!” demiş. Bunu duyan torunları, “Dedeciğim ne şanslısın; böyle küçücük şeylerle mutlu olabiliyorsun. Seni mutlu etmek ne kolay!” demişler. Dürüst olmak gerekirse hikâyenin buraya kadar olan kısmını duyunca ben de torunları gibi düşünmüştüm. Mehmet Amca’yı mutlu etmek ne kadar da kolaydı. O ise anlatmaya devam etti: “Bu deniz sizin için küçük bir şey mi? Bu gökyüzü sizin için küçük bir şey mi? Tüm bunlara bakıp hâlâ bunların küçük şeyler olduğunu nasıl düşünebiliyorsunuz? Sizin için büyük şeyler nedir, ben de onu merak ediyorum.” Hakîkaten de daha büyük, daha muazzam ne olabilirdi?

Çok uzağa gitmeden, hemen sokağımızda dahi görebileceğimiz kediler, karıncalar, bahçede biten otlar, kendi kendine senelerce ayakta kalan ağaçlar, mevsim mevsim değişen bitkiler, çiçekler… Her birinin güzelliğini layıkıyla takdir edebilmek için belki bir ömür boyu seyretmek yetmez. Biz ise kendi aklımızca neyimizin eksik olduğunu, nerede kusur olduğunu bulmakta mâhir olmuşuz. Bu muazzam şeylerin güzelliğini idrâk edenlere de “küçük şeylerle mutlu olanlar” diyoruz. Oysa Cenâb-ı Allah “Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir düzensizlik görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin halde sana dönecektir” (Mülk 3, 4) diyor.

Dede Efendi’nin musıkîsi her tarafımızı sarmış, yüksek sesle çalıyor. Fakat o musıkînin hakkını verecek kulağımız var mı? Yoksa anlamadığı için onu beğenmeyenlerden miyiz?

Şükrân-ı Nimet

Hep böyle miydi yoksa yeni dünyanın bir hastalığı mı bilmiyorum ama gerçekliği tartışılmaz bir durum var; insanın herhangi bir şeyden şikâyet ederek özgüvenini yükseltmeye çalışması… Sanıyorum bu yolla kusursuz şekilde muhakeme etme kabiliyetimizin olduğuna, bir fikre ve daha iyiyi düşünebilen bir akla sahip olduğumuza inanıyoruz. Bu yolu denemenin özgüvenin sağlamlaştırılmasına belki de bir katkısı vardır ama işin diğer tarafında, insanda şikâyetin artması şükretmenin azalmasına sebep oluyor. Şükür denilen pozitif halin vücutta işgal ettiği yer azalıp şikâyet hali hâkim olunca da hayattan ve bulunduğumuz ortamdan tat alma, zevk alma konusunda bazı sıkıntıların yaşanması kaçınılmaz.

Şikâyet etmek en fazla iş hayatında gözlemlediğim bir durumdur. Kendim de dâhil, çalışanı memnun etmek neredeyse imkânsız. Çalışma hayatı tüm hayatımız boyunca en fazla vakit ayırdığımız yer olduğu için, sahip olduğumuzdan daha fazlasını hak ettiğimiz inancıyla, neye sahip olursak olalım hep bir sonraki şeye göz dikiyoruz. Mevcut durumla yetinememeye ve bunu bir alışkanlık haline getirmeye başladığımız zaman, şükretme kabiliyeti kayboluyor. Sadece Allah’a şükretmek anlamında değil insana teşekkür etmek anlamında da durum bu şekilde. Çünkü iş hayatında teşekkür etme alışkanlığı ne yazık ki çok düşük. Daha doğrusu benim gözlemim bu yönde diyebilirim.

Herhangi bir topluluk içinde birlik olmanın ve bir arada bulunmanın son derece önemli olduğunu bütün disiplinler kabul eder. Birlik olmanın önemli faydalarından birisi, topluluk üyelerinin, topluluğun değer yargılarından ve varoluş kodlarından uzaklaşmadan varlığını sürdürmesidir. Neden bu kadar az teşekkür ettiğimizi, şükrettiğimizi sorgularken, bunun sebeplerini geleneksel birlik ruhunun bozulmasında ve varoluş kodlarımızdan uzak kalmamızda da arayabiliriz. Zira medeniyetimizin temel taşlarını oluşturan büyük İslam âlimleri, mutasavvıfları yüzyıllar boyunca şükrün, teşekkürün önemini usanmadan bize anlatmışlar, yazmışlar. Örneğin son dönem Osmanlı mutasavvıflarından Ken’anRifâî, şükretmek ve iyilik etmek arasındaki bağlantıyı şöyle kuruyor; “İşte iyilik nâmı verilen bu hareketler, fiiller için biz, bir karşılık beklememeliyiz; kıymet bilsin, kadir bilsin diye bir düşüncede bulunmamalıyız. Esasen bizim başkalarına yaptığımız iyilikler, şükran-ı nimettir.” Bu bakış açısıyla, Hakk’ın bize sunduğu nimetlerin şükrü olarak başkalarına iyilik yapmak ve hiçbir karşılık beklememek bizim medeniyetimize göre bir vazifedir.  Daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz, eğer yaptığımız bir iyilikten bir karşılık beklersek, vazifeyi kötüye kullanmış oluruz. Zira yine Ken’ânRifâî buyurmuş ki; “Yapılan bir iyiliğe karşılık beklemek, iyiliğin hakikatini ihlâl eder.”

İş hayatındaki “teşekkürsüzlük” durumunun yanı sıra sıkça karşılaştığım başka bir durum daha var; başkalarının hatasını bulma ve bunu ilân etme. Bu alışkanlık çalışma hayatında ne yazık ki takdir gören bir duruma dönüşebiliyor. Zira hata yakalayan çalışanın, dikkatli ve disiplinli olduğu kabul edilebiliyor. Yani kadim bilgelikten çok uzak değer yargılarına sahip olan kapitalist sistem bu durumu teşvik edebiliyor.

X. yüzyılda yaşamış olan büyük İslam mutasavvıfı Kuşeyrî şöyle demiş:“Gözlerin şükrü, arkadaşında gördüğün kusuru örtmek, kulakların şükrü, arkadaşın hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretinde olur.”Bu durumda insan gözünü, kulağını, tüm azalarını başkalarının aleyhinde kullanmadığı zaman, onları yerinde kullanmış oluyor. Her şeyi yerine uygun bir konum içine sokmak da Hakk’a bir şükür ifadesi haline geliyor. Tabi iş dünyasında bırakalım hatalar alsın başını yürüsün gibi bir anlayış içine giremeyiz, hiçbir sosyal ortamda bu anlayışı benimseyemeyiz. Fakat sistemin düzelmesi, kötünün iyi hale geçebilmesi için yapılan gayretle, egonun besin kaynaklarından biri olan kusur görme alışkanlığını birbirine karıştırmamak gerekiyor.

Hepimizin malumu, Hz. Peygamber (sav) buyuruyor ki; “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez”. Sebeplerin önemini, X. yüzyılda yaşamış olan İslam mutasavvıfı Ebu Talib El-Mekkî’nin şu sözü son derece güzel açıklıyor:“Sebepler Hakkın hükümleri ve O’nun hikmetlerinin vasıtalarıdır.” El-Mekkî burada şuna vurgu yapıyor, nasıl ki hüküm noktadır ve bir değişmezliği ifade eder, bir şeyin var kılınmasını sağlayan sebepler de, o şeyin vücuda gelebilmesi için, değişmeyecek şekilde özellikle seçilmiştir. Bu noktadan baktığımızda, o sebep mevcut olmasaydı o şeyin gerçekleşmesi de mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla sebebe teşekkür etmek Allah’a şükretmenin yoludur.

Âşıkın Şükrü

Şükür, sözlükte iyiliği anmak, övmek, işine karşılık birini mükâfatlandırmak, minnettarlık, yapılan iyiliği bilmek ve onu yaymak anlamında kullanılır. Şükür, bir başka mânâda ise nimetin farkında olmak demektir.  Sahip olunan güzelliklerin farkına varmak ve bu güzellikleri vereni bilmek de şükürdür.

Şükrün zıddı küfürdür, nimeti inkâr etme nankörlüktür. Küfür Arapça, “kefere” kökünden gelir ve örtülü demektir. Nankör kelimesi Farsça bir kelimedir. Farsça “nan” ekmek manasındadır ve “ekmeğe kör” olan mânâsına gelir. Yani nankör kişi nimeti görmeyen demektir. Nimeti verenin farkında olmama, hatta elindekilerin nimet olduğunu bilmeme halidir.

Herkes çeşitli sıkıntılar yaşar ve bu imtihanların sonucunda farklı farklı tepkiler verir. Kimi insan hayata küser ve elinde kalanların kıymetini bilmez. Böylece kendisini karamsar ve karanlık bir dünyaya hapseder. Elindekilerin de kıymeti kalmayınca Allah’ın mükâfatından da mahrum kalır. Karanlıklar içinde derdinden sızlanır durur, böylece  farkında olmadığı, kanıksadığı güzelliklerin de bereketi kalmaz.  İşte bu örtülü hal, nankörlük ve küfür halidir. Allah’ın verdiği nimetlerden örtülü olma durumudur. Beşer her dâim bu hale düşebilir, ama mühim olan bu kör kuyulardan tekrar şükür ile çıkmaktır. Karanlıkta kandilin yanması için şükür ipine sarılmak lazımdır.  

Bu mânâda 20. asrın en büyük ozanlarından olan Âşık Veysel’in hayatı ve şiirleri, kendi karanlık gibi görünen dünyasını şükür ile nasıl renkli bir hale getirdiğinin adeta bir örneğidir. Aşık Veysel çiçek hastalığından yedi yaşında kör olmuştur. Yaşamı boyunca birçok kayıp yaşamış ve çeşitli acılar çekmiştir, fakat yine de O “küçük dünyam” diye adlandırdığı aydınlık dünyasında Allah’a giden yolu sabır ve şükür ile kat etmiştir.

“Bir küçük dünyam var içimde benim
Mihnetim ziynetim bana kâfidir
Görenler dar görür  geniştir bana
Sohbetim ülfetim bana kâfidir”

Dünyada yedi ana renk ve bunların sonsuz tonları görülür, fakat Veysel, bu renklerden sadece iki tanesini hatırlar. Küçük dünyasında mihnet ve zenginlikleri ile mutlu olduğunu söyler. Dışarıdan dar gibi görünen dünyası onun için geniş ve kâfidir. Gözünü içine yöneltip dışarıdaki sıkıntılara katlanma ve hatta bunları kabullenme seviyesine erişmiştir. Âşık aslında herkese şunu hatırlatır: Dışarıdaki sıkıntı ve zevkler insanı kendine çeker ve savurur. Oysa insan kendi içine döner ve yüzünü tek olan Allah’a çevirirse sıkıntı ve zevklere takılmadan Allah’la irtibat kurabilir. Ve gönlüne ilhamlar gelebilir. Aslında her şey âlem içinde uyumu yakalamaksa bu uyum içe dönerek yakalanabilir. Bu uyumu yakalamak da Allah’ın bir lûtfudur. Kerem sahibi olan ise ancak şükredenlere lûtuf ile muamele edecek ve mükâfatlandıracaktır.

 

Her Nefeste Şükür

Televizyon hostesi ve yapımcısı Oprah Winfrey’in şükür hakkında çok sevdiğim bir sözü var: “Eğer (şükredeceğiniz) hiçbir şey olmadığını/ kalmadığını düşünüyorsanız, nefesinize geri dönün.”

İnanın, bu söz benim defalarca içinde bulunduğum durumdan, duygularımı, düşüncelerimi ve kendi öz şahsiyetimi ayrıştırmama ve yeniden dengemi bulmama vesile oldu.

Şükretmek kulağa ne kadar kolay geliyor ise de, hayata geçirmesi zor bir yeti; bu duyguyu sürekliliğe çevirmek ise belki de en zoru…

İnsanın doğasındaki acı odaklılık, bizi gün içinde neremizin ağrımadığından çok, neremizin ağrıdığına odaklanmaya itiyor, meselâ… Yine doğamızdaki ileri odaklılık bizi sürekli ileri bakmaya ve kendimizi başkaları ile karşılaştırmaya sürüklüyor.

Şahsen benim üstünde çalışmaya devam ettiğim ve en zorlandığım noktalardan biri bu: Çoğunlukla bir sonraki adımı düşünüyorum ve ‘rekabet’ çerçevesinde hareket ediyorum. Oysa yarışmayı hiç sevmiyorum ama buna rağmen egom beni sürekli itekliyor. Biliyorum ki stratejik olmak, planlı olmak güzel meziyetler ama her adımda âna odaklanıp nefes alıp vermeyi ve şükretmeyi öğrenmek gerekiyor. Uzun zamandır şükretmek üstünde çalıştığımdan şimdilerde ne zaman ileriye baktığımı ve/ya kendime kıyas çıkardığımı hissetsem, düşüncelerimi durdurup geçmişe bakarak hayatın beni nereye getirdiğini tek tek örneklerle yazıyorum ve yolculuğuma şükredici olmaya çalışıyorum.

Peki neden şükür? Ne olur şükredici olmaz isek? Bilmem… Benim gibi öğrenmeye âşık bir insan için daha anlamlı soru “şükrederek ne kazanırım?” olurdu herhalde…

Ve nitekim de öyle. Şükretmenin hem fizyolojik hem psikolojik, hem ruhsal dünyamızda etkisi çok pozitif.

Şükretmek bağışıklık sistemimizi kuvvetlendiriyor ve kan basıncımızı düşürüyor – gerçekten.

Kaliforniya Üniversitesi’nde yakın zamanda yapılan araştırmalar ise şükretmenin beynin moleküler yapısını değiştirdiğini, vücudumuzu sâkinleştirici ve dinçleştirici etkisi olduğunu gösterdi. Kim daha sağlıklı ve dinç olmayı istemez ki?

Psikolojik açıdan ise şükretmek, duygu dünyamızda farklı duyguların kendisini göstermesi için düşünsel olarak yer açmamamıza yardımcı oluyor. Bunun da kendimizi ifade konusunda, başkaları ile bağ kurabilme konusunda ve hayatı hissederek yaşayabilmemiz konusunda bize yardım ettiğini biliyoruz.

Şükretmek aynı zamanda aidiyet duygumuzu da besleyerek rûhânî olarak bize bir ‘sığınak’ sağlıyor. Şükür ile yaşayan insanlar diğer insanlara göre daha affedici oluyor, zorluklar ile daha iyi başa çıkıyor ve yenilgiler sonrasında daha çabuk ayağa kalkıyor.

Ben ‘şükür’ üzerine çalışan hocalarımıza bu yetimizi nasıl geliştirebileceğimizi yıllar evvel sorduğumda, şu cevapları almıştım:

  1. Her sabah uyandığınızda önce fizyolojinize konsantre olun. Sadece nefes alış verişlerinize dikkat etmeniz bile yeterli olur.
  2. Günlük tutun. Günlüğünüze her gün şükredebileceğiniz tek bir şey yazın.
  3. Duygu, düşünce ve tecrübelerinizden ruh halinizi ayrıştırmaya çalışın. Meselâ biri size kötü bir söz mü söyledi, duyun, kızdıysanız kızdığınızı fark edin, affedin ve yolunuza devam edin. Olayların üstünde durup tepinmeyin.
  4. Meditasyon yapın ve/ya dua edin.
  5. Âna odaklanın. Geçmişe değil, geleceğe değil, şu âna odaklı yaşamaya çalışın.

Denemeye değer mi derseniz, müsaadenizle peygamberimiz Hz. Muhammed’in sözü ile de bitirelim: “İman ikiye ayrılır, yarısı sabır ve yarışı da şükürdür.” Bize de idrak etmek ve yaşamak nasip olsun inşallah.

 

Şükrün Misk Kokusu

Dünyaya geldiğimiz ilk andan itibaren nefes alıp vermeye başlıyoruz. Sûfîler, her nefes verişimizle ölüp aldığımız her nefesle de yeniden dirilmekte olduğumuzu söylerler. Bunu Rahman Suresi’nin 29. ayetinde anlatılan Allah’ın her an yeni bir şe’nde (yaratmada) oluşu ile irtibatlandırırlar. Rahman ve Rahim olan Allah, her nefeste bizi tekrar ve tekrar var etmektedir. Tâ ki son nefesimize kadar… Dünyada takdir edilen vaktimiz dolunca son nefesimizi veriyor ve hakikatimize dönüyoruz.

İnsanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğu düşünülürse insan olarak dünyaya gelmekten daha büyük bir lutuf düşünülemez. Eşref-i Mahlûkat olan “insan”ız, çok şükür! Görüp duyuyor, konuşabiliyoruz. Koklayıp tadabiliyoruz. Akıl sahibiyiz, düşünebiliyoruz. Kalbe sahibiz. Seviyor, seviliyoruz. Ve en önemlisi de Allah’ı tanıyabilme, ona kul olabilme kabiliyetimiz var. Ne var ki; Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği tüm bu hazineleri hoyratça harcıyoruz. Bir mirasyedi vurdumduymazlığında ömür tüketiyor, o kerem sahibi tarafından her birimize ihsan edilen onca nimetin kadrini, kıymetini bilmiyor, şükretmiyoruz. İnsan olmanın, o yüce mâbûda kul olmanın hakkını veremiyoruz. Cenab-ı Hakk göz ihsan etmiş. O’nun âlemde içkin sonsuz sanatını, güzelliklerini görebiliyor muyuz? Rabbimiz kulak vermiş. Herkesten, her şeyden konuşan O’nun sesini duyuyor muyuz? Hz. Mevlânâ ‘Dinle!’ der, Mesnevî’nin ilk beytinde. Gerçekten dinliyor muyuz? Yaratan, dil lütfetmiş. Dilimizle yara açmaktan sakınabiliyor muyuz? Hakk’a dair, hakikate dair bir-iki kelâm edebiliyor muyuz? Yiyelim, içelim diye sayısız nimetler yaratılmış. Bu nimetleri muhtaçlarla paylaşıyor muyuz? Allah, akıl ihsan etmiş de ilim tahsil ederek farklı mesleklere sahip olmuşuz. İlmimize ihtiyacı olanların işini de görüyor muyuz para beklemeden? İlmimizi, meslekî bilgilerimizi aktarıyor muyuz yeni başlayanlara? Bunca dert sahibi varken kaç tanesinin derdine derman olduk? Kaç kez selâm vererek gülümsedik birine? İyilik düşünüp iyilikler yapıyor muyuz insanlara sırf Allah için? Hayır. Yeterince yapmıyoruz. O zaman hakikaten şükreden kullar olduğumuzdan bahsedemeyiz.

Sûfîler şükrün hakikati, Allah’ın verdiği nimetleri yine onun istediği yerlerde kullanmaktır, derler. Kalbin şükrünün tüm yaratılmışlara iyilik düşünmek, dilin şükrünün Allah’a minnettarlığı belirtmek, organların şükrünün ise Allah’a itaat etmek olduğunu ifade ederler. Gazzalî, şükrün hakikatini anlayabilmek için öncelikle var olan her şeyin nimet olduğunu ve bütün nimetlerin Allah’tan geldiğini bilmek gerektiğini söyler. Modern hayatın bize sahip olduklarımızdan çok, olmadıklarımıza odaklanmamızı telkin ettiği hayatlarımızda, Cenab-ı Hakk’ın bize ihsan ettiği sayısız lutuf ve nimetlerin farkında bile değiliz. Mesleğimizde kariyer yapmak ve para kazanmak, bu para ile malımızı mülkümüzü arttırmak, harika çocuklar, ideal bir eş sahibi olduğumuzdan dolayı beğenilmek, takdir edilen bir insan olmak için planlar yapıyoruz ve bunları titizlikle uyguluyoruz. Ancak bütün bunlar için gereken sağlığı, ilmi,  parayı, eşi dostu ihsan eden yüceler yücesini hatırlamıyoruz bile. Sahip olduklarımızın ‘hakkımız’ olduğunu düşünüyor, bunları kendi istek ve çabamızla kazandığımızı zannediyoruz. Bu isteği ve isteğe ulaşmak için gereken işleri yapma gücünü vereni görmüyoruz.

Sûfîler şükür ile şükredilecek nimetler artaacağını vurgularlar. Bunun için Hz. Mevlânâ, “Şükretmek, nimet memesini emmektir. Meme dolu olsa bile emmezsen süt gelmez. buyurmaktadır. Abdülkadir Geylânî Hazretleri de “O’na şükretmenin misk kokusu, ancak ruh elbiselerinin ceplerinde kokar’ buyurur.

Ruh elbiselerimizin misk kokması niyâzıyla…