Yazılar

İnsan Olma Sanatı

Bu ayki konunun “Sâmiha Ayverdi’nin sanat anlayışı” olduğunu öğrendiğimde birkaç saniye duraksayıp kendime sordum: Bununla ilgili bir yazı kaleme alabilir miyim? Fakat duraksamam kısa sürdü. Zira kendileri bir sanat eseri idi, yani ondan zuhur eden aşk, ilim, irfan, sanat, bütün güzellikler aslında ilâhî ruhun eseriydi… Bu vesileyle de uzaktan, yakından nice gönül Sâmiha Anne’ye hayran olup ondan istifade etmişti.

Kendilerinin bize hep örnek olup tebliğ etmesi gibi, bizden istenen de vücudumuzdaki güzellikleri ortaya çıkarmamız, yani “insan olma sanatı”nı öğrenmemiz değil miydi? Üstelik Cenâb-ı Hak bize bu sanatı her haliyle gösterecek eserler, yani örnek insanlar göndermişti. Ken’an Rifâî Hazretleri’nin “Sohbetler” adlı eserinde bu konuyla ilgili olduğunu düşündüğüm bir bölümü özetle paylaşmak istiyorum:

Gramofonda Tambûrî Cemil Bey’in bir taksimi çalmaktadır. Kendileri, Münîre Hanım’a şöyle sorarlar: “Tambur nelerden ibarettir?” Münîre Hanım, “Tellerden ve tahtadan!” diye cevap verir. Bunun üzerine Kendileri şöyle sual ederler: “Ya bu ses nereden çıkıyor?” Münîre Hanım “Tellerden Efendim.” der. Sonra Kendileri “Peki bu sesleri ve ahengi bu tellerden çıkaran nedir?” diye sorunca Münîre Hanım da “İnsandır.” diye cevap verir. Ardından Kendileri îzah ederler: İnsan, cansız denilen -hakikatte cansız olmayan- bağırsak veya maden parçasından, yani tellerden bu mest edici nağmeleri çıkartabilmektedir ve bunu yapabilen insanoğlu kendi vücudundan kim bilir neler çıkartabilirdi? Çünkü onda kendi vücudu tamburunu çalarak etrafını faydalandırabilecek kabiliyet vardı.

Sonra şöyle devam ederler: Tambûrî Cemil Bey’in eserleri, şimdiki gibi, yıllar sonra da arzuyla aranacaktır ve böyle eserlerin hiçbir zaman bitpazarına düşmemesi gibi hakikate yol gösteren kimselerin eserleri de ölmemektedir. Bununla birlikte bu âhenkteki tesirin etkisi de sanattaki aşktandır: “Kaynağı aşk olan sanat, evvela sanatkâra tesir eder, oradan da karşısındakilere sirâyet eder. Fakat şunu da söylemek lazım ki bir kimsede bu aşka ne derece istidat olursa olsun, yine de sanatı kazanmak için çalışması şarttır. Bir sanatkâr, sazına hâkim olabilmek için en az yirmi sene çalışmaya mecburdur. Bir tahta parçasının üzerine bunca yıl emek sarf etmeyi çok görmüyoruz da vücudumuz kemanını veya tamburunu söyletmek için bu yirmi otuz seneyi neden fazla buluyoruz?”

Emin Işık Hoca’nın çok sevdiğim bir sözü bu yolun, “insan olma sanatı”nın formülünü açıkça gösteriyor aslında: “Muhabbet, bütün tercihlerin sevgiliden yana yapılmasını gerektirir.” İşte Ken’an Rifâî Hazretleri, Sâmiha Anne ve diğer büyüklerimiz, Cenâb-ı Hakk’a âşık olup iradelerini O’na teslim ettikleri için, yani bütün tercihlerini O’dan yana yaptıkları için bu yolda bir eser oldular. Tebliğ ettiklerini halleriyle de gösterdikleri için Müslüman, Hristiyan, herkese örnek olup tesir ettiler.

Biz bu yolda kaç sene sebat etmeliyiz, bize verilen kabiliyet ne kadar bilinmez ama formül de örnekler de hepimize açıkça gösterilmiş: Yaradan’ın bizden tek istediği, yüzümüzü sadece O’na çevirmemiz… Dolayısıyla çok geç olmadan bir yerden başlayıp ruhumuzu da vücudumuzu da bu yolda hizmetkâr kılmalıyız. Cenâb-ı Hak, yolumuzu kolaylaştırsın, hep lutfuyla muamele etsin inşallah…

 

Adalet

 

Bugünlerde ülkemizde ve dünyada yaşadığımız terör olayları hepimizi derinden etkiledi. Herkeste bir hüzün, bir öfke havası var. Durmadan öfkeden ve acıdan konuşup şikâyet ediyoruz. Herkesin konu ile ilgili farklı düşünceleri var. Otobüste,  kuaförde, bakkalda herkes dünyayı kurtarıyor ve birilerine sövüp birilerini yüceltiyor.

Bu karmaşadan kopup Sâmiha Ayverdi’nin  makalelerinden oluşan bir-iki kitabını karıştırdım. Sâmiha Anne’nin yaşadığı devir, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve birçok siyâsî  meselenin yaşandığı bir devir… Şimdilerde ise farklı şekillerde ama yine acılar yaşıyoruz. Sâmiha Ayverdi yaşadığı çağın sorunlarına  kayıtsız kalmamış. Kalemi ile, zâlimle değil, zulüm ile mücâdele etmiştir. Çünkü O, yapanın ve yaptıranın Allah olduğunu bilir. Hayır ve şer Allah’tandır, ama zulümle mücâdele etmek de Allah’ın emridir. Sâmiha Anne zulümle de Muhammedî ahlâk çerçevesinde mücâdele etmiştir. Suçlamadan, şikâyet etmeden, hep doğruyu göstererek yanlıştan nasıl kaçınmamız gerektiğini anlatmıştır.

Sâmiha Anne, kâmil insan olması hasebiyle hâdiselere yukarıdan bakar ve âdetâ resmin bütününü görür. Herkese gördüğünü anlatır; körlerin dünyasında bir fener gibi herkesi doğru yola çağırır. Gelecekte  olabilecekler için uyarır; eğer İslâm dünyası birleşmezse ileride  daha da  bölünüleceğini ve acıların çoğalacağını söyler. Yani şimdi olanları anlatır yıllar öncesinden.  

Benim  okuduklarımdan anladığım şey şu:  Allah’a olan imanımızı arttırmalıyız; bu da Allah aşkı ile olur. İman arttıkça vatan ve millet sevgisi de artar ve biz de kulluğumuzu Allah’a aşk ile gerçekleştirirken vatanımız ve milletimiz için de çalışır gayret ederiz. Böylece  farklılıklara rağmen bir vücut oluruz. İşte biz ancak o zaman kurtulur ve Allah indinde makbul oluruz.

Yazımı  kendilerinin “Hâtıralarla Başbaşa” adlı  kitabının şu umut verici sözleriyle bitirmek istiyorum: “Hâlâ  asırların arkasından gelen ızdırapların acısını bünyemizin her noktasında hissettmekteyiz. Fakat yine asırların gerisinden gelen canlı bir devam ve beka insiyâkına mâlik bulunuyoruz. İliklerimize yerleşmiş bu iç kuvvet, tarih boyunca her zehirlenmenin panzehiri olmuş, her müşkül anda yolumuza ışık tutmuştur. Şu halde cemiyetimizin sakat, bozuk ve aksak cephelerini ele alır ve dile getirirken kastımız, menfî bir tenkit ve yıkıcı bir hücum olmamalıdır. Bize lâzım olan, hasta evlâdına yedi dağın otundan ilâç toplayan bağrı yanık bir ananın iyilik ve şifâ yolundaki gayreti ve titizliğidir.”

 

Gönüle Dokunanlar, Medeniyeti Dokuyanlar: Sâmiha Ayverdi

“Biz cihâd hâlindeyiz. Süngüyle değil; fikirle, imanla…”

Sâmiha Ayverdi

 

Cumhuriyet dönemi sanatına ve sosyal hayatına çok yönlü bir bakış getiren Sâmiha Ayverdi, geçmiş ile gelecek ayrımından ziyâde “mâzi-hâl-istikbal” üçlüsü, parçadan ziyade “bir ve bütün”, Doğu ya da Batı değil “Doğu ile Batı” ve madde ile mânâ senteziyle düşünce hayatını oluşturmuştur. Bu görüşüyle “Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” diyen Tanpınar ve “Kökü mâzide olan âtî” anlayışını ortaya koyan Yahya Kemal ile ortak paydada buluşur.

O, medeniyet ve inanç krizinin yaşandığı bir zamanda, terkibi muhafazakâr diyebileceğimiz bir çizgide, “Hakk için halka hizmet” anlayışı çerçevesinde yazdıklarıyla, nesilden nesile aktardıklarıyla, oluşturduğu bilinçle, ebedî ve kutsal hizmetiyle kâh mütefekkir, kâh tarihçi, kâh yazar, kâh mutasavvıf bir anne olarak karşımıza çıkar. Roman, deneme ve hâtıra gibi farklı türdeki eserlerinde bu duyuş tarzını açıkça görebildiğimiz Ayverdi, dönemin hâkim siyâsî anlayışı olan geçmişi inkâr yerine geçmişi idrâk ile geleceği inşâyı düstur edinmiş münevver ve Müslüman Türk kadınının sadece o devirde değil, günümüzde de en güzel timsâlidir.

Sâmiha Ayverdi, yaşadığını yazan, yazdığını yaşayan bir aydındır. Tanzimatı, Meşrutiyet dönemini, Trablusgarb Savaşı’nı, Balkan Savaşı’nı, Birinci Dünya Savaşı’nı ve Kurtuluş Savaşı’nı, 1930-1940’lı yılların Batı temelli toplum anlayışından doğan medeniyet krizini, darbenin, muhtıranın yarattığı buhran ortamını yaşamış olan Ayverdi’nin hissettiği acı eserlerinde de geniş bir şekilde yankı bulur. Garbı her yönüyle taklit hastalığının neticesini önceden gören münevver, ıstırâbını şu satırlarla ifade eder:

“İşte bir zamanlar ayağı üç kıt’aya basmış Osmanlı Türklüğü de bir bağ bozumu devri idrak etmiş bulunmaktadır. (…) Biz gafil müminler, değil Hüdâ mestlerinin şarabından içmek, kemâl-i cehâletimizden bağlarının kütüklerini sökmeği, bu ilim ve irfan bağlarını kurutup etrafımızı çorak ve kıraç hale getirmeği, bir ilericilik hüneri saymak gafleti içinde bulunmaktan bilmem ne zaman kurtulacağız” (Sâmiha Ayverdi, Bağ Bozumu, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2005, s. 12-13)

Osmanlı’nın çöküşünün altında yatan sebeplerin başlıcalarından biri, Ayverdi’ye göre mânâ eksikliğidir. Ruha, mânâya, mistik dünyaya eğilen ve metinlerinde tasavvufu ağırlıklı olarak işleyen Sâmiha Ayverdi’nin bu görüşlerine yön veren ve tekâmülünü sağlayan şey, ailesinden aldığı ilim ve adâbın yanında, Ken’an er-Rifâî’ye intisâbıdır. Yegâne dâvâsı, İ’lây-ı Kelimetullah’tır. Tefekkür ettiklerini, yıllardır heybesine biriktirdiklerini, gönlünde coşan Hakk aşkını Cemâl’e yürüyene dek bu kesret âleminde nesilden nesile yaymak için çalışır.

Ayverdi, insanın bir vazife üzere dünyaya geldiği inancıyla, kaleme aldığı estetik, zarif, lâtif eserlerinde İstanbul hanımefendilerine, beyefendilerine İstanbul Türkçesinin kusursuzluğuyla söylettiği vecizelerle düşündüren, katmanlı anlam yapısına sahip âbidevî ifâdelerle her okunduğunda farklı tat alınan ve farklı mânâlar çıkarılan açık yapıtlar, kuşatılamaz, tüketilemez eserler ortaya koymuştur.

Eğer bir övüncümüz varsa, sanat ve vahdeti böylesine iç içe, böylesine ustalıkla işleyen, insanın sadece estetik tarafına değil, en günlük konulardan en idrak edilemez sulara açılan konu çeşitliliğiyle hayatımızın her sahasına ışık tutan böyle bir yazarımız olmasındandır. “İzinden, gözünden, özünden, sözünden Allah ayırmasın.”

“Yeter, söz tevhidindir.”

 

Özgür İrade: İlâhî Bir Armağan mı, Basit Bir Yanılsama mı?

Yıllardır hiç de aklımı kurcalamayan bir sorudur bu çünkü kendi içimde bir denge vardır ve ne kader ne de özgür irade yanlısı bir karar alma ihtiyacı duymam -ya da duymazdım diyelim. Sonra bir gün bu konuyu kendilerinden en son duymayı beklediğim kesim, psikologlar, psikiyatristler ve beyin bilimciler özgür iradenin olmadığını konuşmaya başladılar. Başta bu biraz hoşuma da gitti -hani “pozitif bilim” insanlarının kadim bilgiye geliyor olması, “aydınlanıyor” olması pek de ego okşayıcı bir duyguydu şüphesiz. Fakat bir süre sonra kendimi kendi dikeniyle yaralanmış kirpi gibi hissetmeye başladığımı fark ettim. Özgür irade yoktur demek artık o kadar da kolay gelmiyordu dilime. İçimden rahatsız edici bir ses “peki ya ahlâkî sorumluluk?” diye fısıldıyordu.

Bu bilim insanlarının arasında pek bilinen ve pek tartışılan bir deney vardır, Libet Deneyi olarak bilinir. Burada deneyin detaylarına girmeyeceğim, merak edenler Google hazretlerine danışabilir. Temelde bu deney, özgür iradenin olmadığını –kendince- ispatlıyordu. Öyle görünüyor ki bilim dünyası bu deney ile ikiye ayrılmış durumda. Hatta bizzat Libet de kendi deneyi sonucunda ikiye ayrılıyor ve muhtemelen özgür iradenin olmadığını söylemenin ahlâkî sorumluluğunu hissederek çalışmalarını bir adım daha öteye taşıyor ve “bilinçli veto” deneyleri yapmaya başlıyor. Bu deneylere de dayanarak özgür iradenin bir eylemi gerçekleştirme kararı esnasında değil “gerçekleştirmeme” kararı almada var olduğunu ifade ediyor.  Şahsen Libet deneyleri yöntem olarak beni pek tatmin etmese de (belki de yeterince anlamadığım içindir) özgür irade konusunda –pek kısıtlı bilgim ve bakış açım ile- hâlâ aynı fikirde olduğumu hissediyorum.

Dinimizde cüz’î irade olarak yer alan ve var mıdır yok mudur diye pek çok kesim tarafından tartışılan bu konu, ilginçtir ki tasavvufta “herkese verilemeyecek kıymetli bir sır” muamelesi görür. Yoksa bile bunu alenen dile getirmek doğru kabul edilmeyebilir. Cemâlnur Hocamın anlatımıyla kaderi yaşama biçimidir cüz’î irade… Ne muazzam bir yaklaşım ve bakış açısı… yani aldığın hiçbir karar sana ikinci bir şans verilse bile bir öncekinden farklı olmayacaktır çünkü bu kaderindir ama yol boyunca edebi elden bırakmadan, verdiğin her kararın sorumluluğunu omuzlarında hissetmen ise cüz’î iradendir ya da özgür iradendir. Bunun ilk örneğini de “parçanın hatasını bütüne atfedemem” diyerek ahlâkî sorumluluğu üzerine alan Hz. Âdem’dir.

Libet’in de veto deneyleri ile göstermek istediği gibi asıl özgür irade “ hayır” diyebildiğimiz anlarda vardır. Yani belli bir hareketi gerçekleştirmeyi çok istediğimiz anlarda “hayır” diyebilmek, yapmamayı başarmak. En kızgın olduğumuz anlarda öfkeli davranmayı reddetmek, aşırı istek duyduğumuz anda bize uzatılan sigaraya “hayır” diyebilmek aslında özgür iradeyi sergileyebildiğimiz anlar. Bir parça çikolataya aşırı istek duyduğumuzda o çikolatayı alıp yemek konusunda hiçbir özgür iradeye sahip değiliz çünkü karar beynimizin içindeki sinir ileticileri (nörotransmiterler) tarafından başlatılıp yürütülüp sonlandırılıyor. O bir parça çikolataya, duyulan aşırı isteğe rağmen “hayır” dediğimiz anda artık tüm biyokimyasal unsurlara karşı “irade” denilen ve alın korteksi tarafından kontrol edilen güç devreye giriyor. Aslında kendimizi en güçsüz ve çaresiz hissettiğimiz anlarda bile  “hayır” diyebilmek ve hakkaniyetle davranabilmek gerçekte özgür olduğumuz tek anlar.

Aslında salt “hayır” demek de değil elbette. Nefsinin aşırı isteklerine muhalefet edebilmektir ki –bildiğim kadarıyla- mutasavvıflar bunun adının “nâfile ibâdet” olduğunu söylüyorlar. Kulun yaratıcısına nâfilelerle yaklaştığı düşünüldüğünde ise özgür irade ya da cüz’î irade, kul ile yaratıcının yakın olduğu anların durumu gibidir. Özgür irade konusunda belki Libet ya da onu destekleyen diğer bilim insanlarından çok farklı düşünmüyor olmakla birlikte bana göre özgür irade bir yanılsama değil, ilâhî bir armağandır. İnsanın Tanrı parçacığı olduğunu hissetmesini sağlayan muazzam bir göksel hediye…

Türkiye’nin Ermeni Meselesi – I

Bu sayımızdan itibaren Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış bir özetini bölümler hâlinde dergimizde yayınlamaya başlıyoruz. Bu vesileyle Sertaç Karaağaoğlu’na teşekkür ederiz.

***

  1. MEŞRUTİYETİN İLÂNINA KADAR ERMENİ MESELESİ

Hangi idrak ve iz’an kabul eder ki, bir devlet bir kavmi dokuz yüz sene himâyesinde bulunduracak ve dokuz yüzüncü sene, üstelik zayıf olduğu bir dönemde, o kavmi yok etmek isteyecek. Eğer Türk Devleti hâmi ve efendi millet şahsiyetine sahip olmasaydı, evvelce de belirttiğimiz gibi, bugün yeryüzünde değil Ermeni, bir Bulgar, bir Yunan, bir Sırp kavmi mevcut bulunmazdı.

Trabzon’daki İngiliz Konsolosu, Osmanlı Devleti nezdindeki İngiliz sefiri Sir Philip Currie’ye 28 Ekim 1895’te verdiği raporda şu itirafta bulunmaktadır:

“Hınçaklılar, hareketleri dışarıdan idâre ediyorlar, kendileri tamamıyla emniyet içinde bulundukları halde Türkiye’deki ırkdaşlarının hayatlarını altüst ediyorlar, maksatları, İslâmları Hristiyanlara karşı tahrik etmek ve katliamlar çıkartarak memleketi dehşet içinde bırakmaktır. Bütün dünyaca mâlûm olmalıdır ki, bu teşkilâtın anarşik bir karakteri vardır.”

Avusturya Konsolosu, hükümetine verdiği raporda aynen şunları yazmıştır:

“Türklerin Ermenilere zulmetmekte oldukları yaygaraları yalandır. Türk hükümeti Ermenilere hiçbir kötülük yapmıyor. Belki hükümetin kayıtsızlığından faydalanan Ermeniler ihtilâller hazırlıyor, dağlara çeteler çıkarıyor, Türkler ise ancak bu çetelerin takibine ve ihtilalleri bastırmaya koşuyorlar.”

Bir zamanlar İngilizlerin, yakın devirlerde de Amerika’nın sempatilerine kulak veren Ermeni kavmine Ruslar asla güvenmemiş, rüzgâra tâbi bir fırıldak gibi kâh o tarafa kâh bu tarafa dönen bu kavmi, işlerine geldiği gibi kullanmış, gene işi ve menfaatleri icap ettikçe de ezmiş ve ezmekte devam etmişlerdir. Rusların Ermenilere karşı bu yok etme politikası Türkiye’deki Ermenileri kullanma yörüngesine göre şekil değiştirmiştir. Ve işin hazin tarafı da Rusların Kafkasya’daki Ermenileri satın almış olmalarına rağmen, onlara gaddarca davranmış bulunmalarıdır. Meselâ 1906 senesinde, bütün Rusya’da Ermenilere fevkalâde mezâlim icra edilmiş, Ruslaştırma siyaseti bilhassa Kafkasya’da Ermenilerle meskûn havâlide şiddetle tatbik olunmuştur. 21 Haziran 1903’te çarın fermanıyla Gregoryan Ermeni Kilisesi’nin emlâkına el konulmuş, bütün Ermeni mektepleri Rusça tedrisat yapmaya mecbur tutulmuştur.

1905’te Ruslar Ermenilerin meskûn olduğu 148 köyle 476 aileyi mahvettiler. 3000 de sürgüne gönderildi. Halbuki bu sıralarda Osmanlı Devleti’nin zindanlarında siyâsî mahpus bile yoktur. Rusya’da ise hiçbir hapishanede boş yer bulunmamaktadır. Kafkas Ermenisi Taşnaksaganlar hapisten, işkenceden, sürülmekten, Sibirya’dan kurtulmak için İstanbul’a Osmanlı memleketine ilticâ ediyorlardı.

Viscomte R. des Coursons:

“Âsiler İngiltere’den gelmiş mükerrer ateşli silahlarla her şeyi yapmışlar, yangın, kıtal … Tahkikat heyeti, Osmanlı Hükümeti’nin âsilere karşı asker göndermekle en meşru hakkını istimâl etmiş olduğunu tespit etmiştir. Âsiler, Anduk Dağlarındakilerle birlikte, çeteler teşkil ettiler. Bu çetelerde civardaki aşiretlerde korkunç kıtaller, yağmalar yaptılar. Ömer Ağa’nın yeğenini diri diri yaktılar. Güllü-Güzan köyünden üç-dört saat ötede İslâm kadınlarına tecâvüz ettiler, bunları boğazladılar. Birçok Müslümanlar, gözleri oyularak, kulakları kesilerek, en müthiş ve alçakçasına hareketlere mâruz bulundurularak Hristiyanlığı kabûle ve haç öpmeye icbar edildiler. Türkler tarafından ise, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, ahkâm-ı İslâmiye ve beşeriyettin emrettiği surette muamele olunmuştur. Ölen âsiler, teslim olmayı kabul etmeyen ve memleketin kanûnî ve meşrû hâkimiyetine karşı mücadeleyi tercih edenlerdi.”

General Mayevski:

“1895’te Van İhtilâlcileri, Avrupa’nın Ermeni meselesine dikkatlerini celbetmek için çalıştılar. Ermeni zenginlerinden para istediler ve bunları ölümle tehdit ettiler. Bu müddet zarfında Van Ermeni Komitesi’nin emriyle siyâsî cinayetler yapıldı.”

1895-1897 yılları arasında Kafkasya ve İran yoluyla Rus ordusunda da tâlim görmüş komiteci Ermeniler Sasun’a yerleştiler. 1898’de Taşnaksutyun Çetesi isyan için karar vererek, külliyetli miktarda silâh, mühimmat temin edildi. 1903 yılı sonuna kadar parça parça devam eden anarşik hareketler bundan sonra şiddetlendi. Birçok Müslüman, kolları, bacakları, burunları, kulakları kesildikten sonra ateşte yakılarak katledildi.

Taşnaksutyun Komitesi, İstanbul ve İzmir’de çeşitli suikastlar tertip edilmesine karar verir. Bu karara dayanarak Türk hükümdarı II. Abdülhamit Han katledilecektir. Belçika’dan husûsî surette getirilmiş bir arabanın içine yerleştirilen bomba, padişahın camiden çıkacağı dakikalar hesaplanarak ona göre uyarlanmış, fakat padişah, mûtad dışı olarak, birkaç dakika şeyhülislâm ile konuşup muayyen saati geçirdiğinden, saatli bomba padişah gelmeden birden patlayarak maksat tahakkuk etmemişse de, pek çok masum insan canından olmuştur. Bu suikastte vazife alan bütün Ermeniler tespit edilmiştir. Fakat efendi ve hâmî milletin sultanı, dünya tarihinde belki ilk defa canına kastedenleri affetmiştir.

  1. MEŞRUTİYETİN İLÂNINDAN SONRA ERMENİ MESELESİ

1908 Meşrutiyetinin ilânından sonra Avrupa’da faaliyet gösteren Ermeni komitecileri, siyâsî cürüm mahkûmları, firârîler, serseriler pâyitahta doldular. Hükümet, Ermeni ileri gelenlerine devlet hizmetinde mühim vazifeler verdi. Ermenilerin dinî merâsimlerinde hükümet erkânı da hazır bulunuyordu. Ermeni hayır müesseseleri için verilen müsâmere ve konserleri, memleketin yüksek simâları himâyelerine alıyorlardı.

Komiteler mekteplere de el attılar; ayrıca kütüphane, kulüp vs. gibi vâsıtalara da müracaatla, ihtilâl fikirlerini yeniden ekmeye başladılar. Kütüphanelerde okutulan kitaplar, Cenevre’de komite tarafından tab ediliyordu. Türkleri tezyif ve tahkir eden bu eserler, Rusya’da yazılıyordu ve Rus parasıyla neşrettiriliyordu. Çünkü Rusların daha oyuncağa ihtiyaçları vardı.

Erzurum, Kayseri, Diyarbakır ve Van’dan husûsî adamlar seçilerek bomba yapmayı öğrenmeleri için Rusya ve Amerika’ya gönderildiler. Komitenin menfur neşriyatı hemen hemen Ermeni kavminin her ferdine ulaştırılıyordu. Bunlarda da halkı tahrik etmek için utanmadan Ermeni katliamından bahsediliyordu. Rusya’dan kaçan birçok komiteci Türkiye’ye sığınmış, efendi ve hâmi millet olan Türkler topraklarına sığınan bu mültecilere hüsn-ü kabul göstermiştir. Fakat aynı sığıntılar, sonrada Türk Devleti’nin başına belâ kesilmişlerdir.

Bu derece müsâmaha, asla Türk devletinin aczinden değildir. En kritik zamanlarında dahî, Türk Devleti, Ermeninin vahşi isyanlarını, babanın çocuğunu kıskıvrak yakalayıp okşaması yolu ile yatıştırma cihetine gitmiştir.

Hınçak reislerinden Sabah Külyan “Müstakil Ermenistan” gazetesinde şunları yazıyordu:

“Bir aralık, Türklerin lâkaydîsinden istifâde ederek bütün ahâliyi silâhlandırmaya karar verdik. Bu maksatla merkezlerde silâh mağazaları açmak ve yarı fiyatla ve hatta meccânen ahâlinin her tabakasına silâh tedârik etmeyi kararlaştırdık.”

Kafkas Ermeni komitecilerinden Tonvan ismindeki şahıs, 1910’da komite tarafından gizlice tab ettirilen “Müdaafa-i Şahsiye için Tâlimât” isimli bir eser yazdı. Bu eser bütün Ermenilere dağıtılmıştır. Bu kitapta silâh tedârikinden baskına varıncaya kadar bütün ihtilâl programı verilmiştir. ‘Köylere Hücum İçin’ başlığı altında Türk köylerine nasıl baskın yapılacağı, halka nasıl zulmedileceğini anlatan maddeler Anadolu’daki bütün Ermeni isyanlarında uygulanmış, köyler ve kasabalar yakılmış, Müslüman ahâli perişan edilmiştir. Balkan Harbi Ermenilerden mürekkep bir çete ile Rumeli’de Edirne, Keşan, Malkara ve Tekirdağ’da bîçâre, âciz Müslüman kadın ve çocukları boğazlıyor, çocukları ve ihtiyarları camilere doldurarak diri diri yakıyordu.

Ermeniler Rus murakebesi altında muhtâriyet için Rus işgalini istiyorlardı.

Önce hâdise çıkarmakta, arkasında, Türkiye’de ve Avrupa’da neşrettikleri gazetelerde, olayları tersyüz ederek zulüm ve katliamdan bahsetmekteydiler.

  1. Meşrutiyet’in ilânından hemen sonra 27 Mart 1909 tarihinde, Ermeniler Adana Vak’asını çıkarmışlardır. Ruslar eskiden beri Ermenileri Adana’da isyana teşvik etmekteydiler. Başlatılan isyan hareketinde, birçok Müslüman şehit etmişler, fakat Avrupa’da, Türklerin otuz bin Ermeniyi öldürdükleri iftirâsını yaymışlardır. O sıralarda dahiliye nâzırı olan ve isyânın bastırılmasından sonra kurulan Divân-ı Harb’de, suçsuz Müslümanlara idam hükmü verilmesi için baskı yapan ve sonra yâd ellerde Ermeniler tarafından öldürülen Talât Paşa, “Hâtırat”ında hâdiseden şöyle bahseder:

“Adana hâdiselerini müteâkip dahiliye nâzırı oldum. Bütün arzu ve hedefim muhtelif milliyetleri, bilhassa Ermeni ve Türkleri bir dostluk bağı ile birleştirmekti. Adana hâdiseleri hakkında tahkikat evrâkını dikkatle tetkik ettim. Hâdiselerin Ermeniler tarafından tahrik edilmiş olduğu, tahkikat komisyonu âzâsı olan Ermenilerin şahâdeti ile de teeyyüd ediyordu. Komisyon âzâsından biri olan Agop Babikyan Efendi bunu bizzat bana da itiraf etti. Adana hâdiseleri 31 Mart’ta vuku bulmuştur. Tâkip edilen maksadın, halk kitlelerinin taassubunu tahrik ederek katliama sebebiyet vermek sûretiyle Avrupa’nın dikkat nazarlarını üstlerine çekmek ve Kilikya’da muhtar bir Ermeni birliği vücuda getirmek olduğunda şüphe yoktu.”

Yine komiteciler Türk-Ermeni kavimleri arasında hâdiseler çıkarmak için tertipler kuruyorlardı. Ayrıca Ermenilerden komiteye yardım topluyorlar, vermek istemeyenleri tehdit ediyorlar, gerekirse dövüyor hatta öldürüyorlardı. Bu nevî hâdiselerin çok olduğu Bitlis vilâyetindeki Ermenilerde Taşnaksutyunlar’a karşı bir hoşnutsuzluk başlamıştı. Fakat Taşnaksutyunlar’ın zorbalık ve baskılarına karşı koymak mümkün değildi. Bu yüzden birçok Ermeni katledilmekteydi.

 

Hikâye: Mutlu muyum?

Kırkıncı yaş kutlamamı okyanus semalarında bir uçakta yapmak da nasib oldu ya ölsem de gam yemem. Şimdiye dek hiçbir doğumgünü kutlaması benim için bir sürpriz niteliği taşımamıştı. Aslında on altı yaşımda tutuklanıp hapse atılmamı saymazsak hayatımda sürprizlere pek de yer olmadı diyebilirim. İlk defa hiç beklemediğim bir anda ve sadece benim için özel olarak hazırlanmış bir partinin içinde buldum kendimi. Mutlu muyum? Hayır.

Kırk yaş peygamberlik yaşı derler. Tüm maddi isteklerinden arınmış ve kişilik gelişiminin zirvesinde olan biri olarak, başkalarının hayat yolculuğuna yoldaş olabilme kabiliyetine sahip olmanın sembolüdür. Yalan değil, bir fahrî psikolog olarak tüm çevrem tarafından özel ilgi ve sevgiyle taltif ediliyorum. Yaşadıklarımın bunda payı büyük elbette. Sanki bütün insanların yaşayabileceği ne varsa hepsini ben yaşamışım gibi herkes kendi hayat yolunda benim deneyimlerimden ilham alarak yürüyor. Ama fikirlerimle yol alanlar bilmiyorlar ki fikirlerimin bana pek faydası yok; sorsalar mutlu muyum? Hayır.

Uçağın inmesine yaklaşık iki buçuk saat var. Yaklaştıkça heyecanım artıyor; kızım ve müstakbel damadım tarafından karşılanacağım. Kızım deyince bile içimin bütün yağları eriyor. Ayşe’nin küçükken istediklerini yaptırabilmek için bana nazlanması, şımarması, dudağını büküp hüzünlü ama kızgın bir bakış atması yok mu, bütün savunmamı yok edip beni adeta efendisine hizmet eden bir köle haline getirirdi. İki bacağım koptuktan sonra, tekerlekli sandalye bile buna engel olamadı. Onun mutluluğu her şeyin üstünde yer aldı. Yıllar geçti, büyüdü, koca kız oldu ama benim için ondan ötesi asla olmadı. Bakalım kocasının da efendisi olabilecek mi? Göreceğiz… Kız babası olmak pek güzel de araya başka bir erkek girince insan kıskanmıyor değil. Neyse, mutlu olsunlar da… Ya ben mutlu muyum? Hayır.

Vicdanlı bir çocuk yetiştirmenin vicdânî rahatlığı içindeyim. Başarılı ve azimlidir Ayşe, tuttuğunu koparır. Ama önüne bir çiçek çıksa önce onu ezmeden alıp kenara koyar sonra yoluna devam eder. Bu konuda babasıyla hep gurur duyması kendisinin de nihayet o hale bürünmesini sağladı. Örnek insanın örnek evlâdı…

Örnek… tek, biricik…

Kim var ki tek olmayan? Kimin aynısı var hayatta? Herkes ve her şey -iyi ya da kötü- yaşamın içinde birer örnek değil mi? Kaldı ki iyilik ve kötülük bir karşılaştırmanın eseri olduğuna göre bir üstüne göre kötü olanın, bir altına göre iyi olduğu söylenemez mi? Yani çok zor durumdayım da neye göre?

Hayat bana karşı pek cömert olmadı ama kime göre?

Mutlu muyum?

Düne göre hayır; ama yarına göre, umutluyum.

 

Bir Deli Türk ve Sarı Gelin

Günlerden Perşembe…
Yer, bir Batı şehri.
Mekân binlerce yıllık bir müzik holü…
Şahnede bir klasik müzik orkestrası ve kuyruklu bir piyano…
Derken, deli bir Türk sahneye çıkıyor.
Üzerinde şehzâdeleri anımsatan turkuaz mavisi yakasız bir gömlek.
Asilce seyirciye selâm duruyor.

Ben içimden ‘işte uzaklarda bir sanatçı daha’ diye düşünürken,
niden oturuverdiği tabureden orkestraya ‘başla’ işareti verip
Minicik elleriyle piyanonun üst tellerini kucaklıyor.
Parmakları ile dokunduğu telleri seviyor âdetâ…
Çalmıyor, sadece telleri okşuyor…
Kendime gelip ne yaptığını anlamaya çalışırken bir başka ânî hamle ile klavyeye gidiyor o eller,
Ve çalmaya başlıyor…

Konser bir saat sürüyor.
O, dinleyenleri müziği ile mest ediyor.
Alkışların ardı arkası gelmiyor,
Dört defa selâma çıkıyor sanatçı, belli ki dinleyici bis istiyor
O deli Türk, sonunda ikna olup
Taburesine geri dönüyor…
Bir süre bekliyor -bizde nefesler tutuk-
Derken, Sarı Zeybek dökülüyor parmaklarının ucundan –notasız-
Gözlerimizden sanki bütün gece beklemişiz gibi yaşlar süzülmeye başlıyor.

O parça bir ömür sürüyor.
Bir ömür Osmanlı yıkılıyor, bir ömür asker ve halk beraber savaşıyor, bir ömür cumhuriyet kuruluyor, bir ömür biz doğuyoruz, köyümüze elektrik geliyor,
Bir ömür bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor…

Parça bitiyor, film karesi donuyor, kalplerde bir ince sızı hissediliyor.
Bütün salon o Türk’ü ayakta alkışlıyor.
İman ediyorum, insan en çok en sevdiğini eleştiriyor hayatta…
Ve yine iman ediyorum, eleştiri ileri götürüyor insanı, toplumları…
Başkalarını yargılamak çok kolay…
Oysa bir sanatçı en çok duyguları ile var oluyor; duygu ise düşünce ile…

Ben biliyorum ki, uzakta da olsa bir virtüöz Türk piyanisti
Konser gecesinde misafir edildiği şehirde ısrar üzerine geri döndüğü sahnede bir Türk türküsünün uyarlamasını çalarak ülkesine en derin sevgisini ifade ediyor.

Bence Sâmiha Anne de aynen bunu anlatımaya çalışıyor sanat anlayışında… Sanat, sanatçının iyiliği yayma vesilesi oluyor… Allah hepimize anlamayı nasıl etsin inşaallah.

Editörden (Şubat 2016)

Merhaba Her Nefes Dostları,

İlkbaharın yaklaştığının habercisi bugünlerde yeni sayımızla karşınızdayız. Şubat 2016 sayısında konumuz başta Meşkûre Annemiz, kıymetli Meşkûre Sargut Hanımefendi olmak üzere, Nazlı Hanımefendi, Kâinat Hanımefendi, İlhan Ayverdi, ve Mehmet Dedemiz gibi yaşama bakışları, yaratılmış her şeye muameleleri, özetle hâlleri ile bizleri eğiten, örnek olan ve bu ay içinde Hakk’a, yegâne sevdiklerine, Allah’a kavuşan müstesnâ büyüklerimiz olsun istedik. Elbette bu muhteşem öğretmenler vesilesi ile, hâlleri, hâdiselere bakışları ile örnek tüm büyüklerimizi analım ve inşaallah öğrettikleri edebi ve Allah aşkını siz dostlarımız ile birlikte yaşayalım, yaşatalım istedik.

Bu kadar Allah sevgilisinin bir arada olduğu Şubat sayımızda, her nefesleri ile bize örnek olan, eşi – benzeri olmayan kıymetli büyüklerimizi dilimiz döndüğünce anlatmaya niyet ettik. Ettik ama bu görev, oldukça sorumluluk isteyen bir görev oldu. Mâlûmâliniz, ne bizler onları anlatmaya yeteriz, ne de ciltlerce kitaplar o güzelleri anlatmaya yeter. Bu nedenle siz koca gönüllü Her Nefes dostlarından bütün eksik ve kusurlarımızı hoşgörmenizi rica ediyoruz. Başta Meşkûre Annemiz olmak üzere adı geçen büyüklerimizin bir kısmını şahsen tanıma şerefine ermiş bir beşer olarak, onların biz eksik çocukların hatâlarını hoşgöreceklerine cân-ı gönülden inanıyorum. İnşaallah, bizler de o güzellere, onların bize lûtfettiği nazarlarına ve sohbetlerine lâyık olabilelim duâsı ile Şubat 2016 sayımıza hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz.

Hürmetlerimizle efendim…

Sohbetler (Şubat 2016)

“İnsanı hayvanlardan ayıran ilk alâmetlerden biri tebessümdür! Bir çocuk yeni doğduğu vakit beşikte tebessüm eder. Çocuğun, kundaktaki tebessümleri ailenin saadetine saadet katar.

Aşk da, o kadar kanlı şanlı olan aşk da evvelâ tebessümle başlar.”

Sâmiha Hanım:

   Hâfız-ı Şirâzî’nin ‘Aşk evvel kolay göründü, fakat ona intisaptan sonra nice müşküller belirdi’ dediği gibi…

   “Öyledir. Aşkın bidayeti tebessüm fakat nihayeti gözyaşı ve yürek yanığıdır.

Tebessümün insanlık âlemindeki mevkii çok ehemmiyetlidir. Hep muvaffakiyetler tebessümle hâsıl olur. Gülümsemez bir kimseyi görürsen hasta zannedersin. “Bu adam hiç gülmüyor, hasta veya asabî…” dersin.Tebessümü bilmeyen bir koca, karısını mes’ud edemez ve nihâyetinde de anlaşma hâsıl olmaz. Kezâlik tebessümü bilmeyen bir kadın da kocasını mes’ud edemez.

Milletler arasındaki karakter farkında da tebessümün yeri büyüktür. Şen bir millet, muvaffakiyet ve refah içinde demektir. Bir doktor tebessüm etmeyi bilmezse, mesleğinde muvaffakiyet gösteremez.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 151)

 

*****

 

  • Tevhîdin hakikati nedir?
  • “Muhiddîn-i Arabî Hazretleri ‘Tevhîdin hakikati sükûttur’ buyurmuşlardır. Tarîkattan maksat da edeptir. Hele îtiraz, tarîkatin en büyük düşmanıdır. Yine Muhiddîn-i Arabî Hazretleri öyle buyurur: Lisânı tutmak her şeyden iyidir. Fakat anlamak, itminan hâsıl etmek, yâni emin olmak, kanaat getirmek için sormak başka.”

 

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 151)

 

*****

 

“İki cihanda da sermâye, aşk ve edeptir. Fakat bu her ilim gibi akılla bilinmiyor. Onun medresesi yok. Onun medresesi cemâl. İnsan demek görmek, bilmek, idrak etmek demektir. Gören, bilen, idrak eden yalnız, yalnız aşk…”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 402)

 

****

 

“Dervişlik kime bağışlanırsa onun kalbi pâk olur. Etrafına gölgesini yayan, yemişi tükenmez, dâim taze olan ağaca benzer. Onun nefesinden misk ü amber tüter. Budağından etrafı yeşillenir, yaprağı dertliye derman olur. Gölgesinde birçok hayırlar işlenir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 452)

“İnsan-ı kâmilin gönlüne girmek Allah’ın gönlüne girmek demektir”

Her Nefes’in bu sayısında maddî ve mânevî varlıklarıyla bizlere mürşitlik eden büyüklerimizin mânâlarını daha iyi idrak edebilmek niyâzıyla çıktık yola… Onları yâd etmek, onların himmetlerini dilemek üzere… Cemâlnur Sargut Hocamızla da kendisinin hayatına yön vermiş hocaları üzerine sohbet ettik. Hocaları Ken’an Rifâî’yi birebir yansıtan Nazlı Anne, Sâmiha Anne ve Meşkûre Anne’nin hâtıralarıyla dopdolu olan bu söyleşiyi büyüklerimizin varlığından dolayı sükürle siz okuyucularımıza sunuyoruz.

 

Müge Doğan: Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin birçok eseri bulunuyor ancak kendilerinin asıl eserinin insanlar olduğu ifade ediliyor. Nazlı Hanımefendi bu eser insanlar arasında hangi mertebeyi temsil ediyor?

 

Cemâlnur Sargut: O, Peygamber Efendimiz’in yanındaki Hz. Ebû Bekir makamında…. Yani tam sıddık makamını temsil ediyor. Gerek sadâkatiyle, gerek ilmiyle, gerek Peygamber’e olan aşkı gibi efendisine olan hürmeti, saygısı ve ondaki tecelliye olan aşkıyla ve Hz. Ebû Bekir’in Peygamber’in ahlâkını giyinişi gibi Nazlı Anne’nin de Efendimin ahlâkını giyinmiş olmasıyla anlıyoruz ki orada tamamen Efendim’le olan ilişkide Ebû Bekir-Peygamber ilişkisi var. Zaten Hz. Peygamber’in, Hz. Ebû Bekir için “Ölmeden önce ölü görmek isteyen ona baksın” buyurdukları gibi, aynı sözü Efendimiz de Nazlı Anne’ye söylemiştir.

Sâdıklık çok yüce bir makamdır. Sâdıklık onun ahlâkını giyinmek, onun rengine boyanmak demektir. Onun söylediği her söze şeksiz şüphesiz iman etmek demektir. Kendi varlığını aradan çekerek mürşidinin varlığında yok olup fenâfişşeyh olmak demektir. Sadâkat artık varlık istemez, yokluk ve hiçlik ister. Nazlı Anne’de bunu çok bâriz görürdük. Hiçbir zaman kendi için yaşamadı, dâimâ etrafı için yaşadı. Enteresan olan tarafı, hayatını tamamıyla adadığı mürşidinin vefâtında annem ağladığı zaman, “niçin ağlıyorsun, onlar ölür mü ki ağlıyorsun?” diyecek kadar dirâyetli. Gene mürşidi herkesle tek tek vedâlaştığında üç gün boyunca, onun odasına girmeyip onu rahatsız etmeyecek kadar da gerçekten sevmeyi bilen bir insandı.

 

Müge Doğan: Anneniz Meşkûre Sargut, Nazlı Hanımefendi’den, Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin âlem-i cemâle yürüyüşlerinden sonra Hz. Ebû Bekir’e sığınır gibi Nazlı Sultan’a sığındık diye bahsediyor. Bu süreçteki vazifelendirilme ne şekilde oldu?

Cemâlnur Sargut: Ken’an er-Rifâî Hazretleri’nin vefatından sonra Sâmiha Anne ve Nazlı Anne iki değişik vazifeyi birden yüklendiler. Birisi yazarak mürşidini anlattı ve bu çok büyük bir vazifeydi çünkü eğer Sâmiha Anne, Ken’ân Rifâî’yi anlatmamış olsaydı, kimse Ken’ân Rifâî’yi öğrenemeyecekti. Kulaktan dolma bilgilerle veya kendi bakış açısıyla Sâmiha Anne’ye bakarak ya da anneme bakarak onu görmeye çalışacaktı. Ama onların hakikatini göremeyeceği için de Ken’ân Rifâî’yi bilemeyecekti. Ancak kendi kadarıyla idrak edecekti. Ama kitapları onun iç mânâsını anlatıyor; yani Peygamber’in hakikati nasıl Kur’an’da yazılıysa ve sonsuza kadar Peygamber’in hakikati bâkî kalacaksa, Sâmiha Anne, -Nezihe Araz, Safiye Erol ve Sofi Huri’nin de yardımıyla-, Ken’ân Rifâî’nin hakikatini anlatan “20. Yüzyılın Işığında Müslümanlık” isminde bir kitap yazdı. İşte bu kitap Kur’an’ı da anlatan bir kitap oldu, Mesnevî’nin de özünü anlatan bir kitap oldu. Daha doğrusu bu bir “anahtar kitap” oldu ve bu kitap vâsıtasıyla insanlar İlâhiyât-ı Ken’ân’ı çözdüler önce. İlâhiyât-ı Ken’ân’ın hakikatinde Mesnevî ve Kur’an’ın iç mânâlarını ve kapılarını açtılar.

 

Müge Doğan: Siz Nazlı Hanımefendi’den “duasıyla doğduğum sultan” diye bahsediyorsunuz. Bu sultan size “öğretmen olacaksın” diye buyurmuşlar. Siz dünyevî ve mânevî öğretmenliğinizde kendisi de senelerce öğretmenlik yapmış olan Nazlı Hanımefendi’den nasıl etkilendiniz?

 

Cemâlnur Sargut: Annemle babamın on sene çocuğu olmamış. Annemin artık ameliyatsız çocuğu olamayacağını söylemişler doktorlar. Babam da annemin ameliyatına izin vermemiş. Çünkü kendisi de doktor olduğu için ve o devirde ameliyatların çoğu ölümle neticelendiği için babam böyle bir riski çok sevdiği karısı için almak istememiş. Daha sonra ihvânın içinde birisi işsiz kalınca, Nazlı Anne her zamanki gibi el atmışlar çünkü bütün ihvânın derdine dermandı o. İki çocuğuyla karısı ortada kalıyor ve adam işsiz kalıyor; verem olduğu için atıyorlar işten. O zaman babamın da Demokrat Parti ilçe başkanlığı var o devirde. Nazlı Annem, anneme diyor ki “Faruk gitsin, bu beyefendiye iş bulsun, gelsin.” Dünyada babama en zor gelen şey; çünkü başkasından bir şey asla istememiş bir adam. İkincisi de borç içinde çünkü yeni açmış muayenehanesini ve bir gün bile oradan ayrı kalmak babam için çok zor. Annem “başüstüne” diyor ama babamın ne tepki göstereceği hakkında da çok bir bilgisi yok. Dolayısıyla babama geliyor, babam her şeye rağmen “emrederler” diyor. İşte babamın o teslimiyeti, babamın işini kolaylıyor. Muayenehaneyi kapatıyor, Ankara’ya gidiyor fakat daha trenden iner inmez Ticaret Bakanı Enver Güreli’yi görüyor. O da “Sen burada ne yapıyorsun Farukcuğum?” diyor -İstanbul Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşı. Sen diyor, böyle kimseye bir şey istemek için gelmezsin. “Ama bir mübârek istedi benden” deyince, “sen git benim odamda dinlen, ben sana iş bulayım.” diyor. Gidiyor dinlenmeye babam ve on beş, yirmi dakika sonra da iş bulunmuş haberi geliyor. Ve onu duyunca, babam İstanbul’a o gece dönüyor.

Nazlı Annem de ağlayarak, babamın bu teslimiyeti üzerine duâ ediyorlar hayırlı bir evlâdı olsun diye. Annem o ay hâmile kalıyor. Bu gerçek mûcizedir. Allah’ın büyük lûtfudur. Sonra Efendimiz ve Valide Sultan her gece Şevket Bacı’nın rüyasına girerek, “Sâmiha’ya da söyle” diye emrediyorlar, “bir kızı olacak, adını Cemâl koyacağız, başka isim asla istemiyoruz, asla! Meşkûre’ye söyleyin, asla!” diyorlar. Onun üzerine Nazlı Annem de, “Biz de Nur ekleyelim” diyor. Burada da tabii bir hikmet var. Cemâl, cemâlî bir isim. Fazla cemâlî isimlerse zorlayıcı ve zorludur. Cemâlle celâlin bir arada olması lâzım ki kemâl zuhur etsin. Nur, celâlî isimdir. Onun için ikisini birleştirmiş Nazlı Annem.

 

Müge Doğan: “Öğretmen olacaksın” diye buyurmalarıyla ilgili ne söylerdiniz?

Cemâlnur Sargut: Dördüncü sınıftaydım, o sene vefât ettiler… Çok zorlandım, çünkü çok âşıktım hocalarıma. İkisine de… Konak sağ taraftaydı -Hırka-i Şerif’e inen yolun karşısından bir sokak iniyordu. O sokağın başının bir köşesindeki villada Nazlı Annem, karşı köşesindeki villada Sâmiha Annem oturuyorlardı. Nazlı Annem benim her zaman dünyada en sevdiğim insan oldu. Yani annemdi o benim, biliyordum, ruhumun annesiydi. Sonra dördüncü sınıfta karnemi aldığımda -Asuman da karnesini aldı- bizi beraber emrettiler, gelin karnelerinizi okuyun diye. Karneleri okudu Behire Teyze ve Nazlı Annem bana kızı Semiha Cemâl’in Gül Demeti kitabını uzattı ve aynen şöyle dedi: “Sen öğretmen olacaksın.” “Ol” ya da “olmalısın” değil! “Bu kitabı çok iyi oku.” Ben bizim yaşımızda, devrimizde, akıllı kızlar mühendis olur gibi saçma sapan bir kavram olduğundan kimya mühendisliğini tercih ettim.

 

Müge Doğan: “Kaç yaşındaydınız bunu söylediğinde?”

Dördüncü sınıftaydım ve yani (o sınıf için) bir yaş küçük olduğuma göre dokuz yaşında filandım… O bir de elimize bir çift çorap verdi, “babana söyle bunu giysin de gelsin” dedi. Ve biz Adana’ya gittik, iki senedir babamı hiç görmüyorduk. Adana Cezaevi’ne götürmüşlerdi. Biz Adana’da öğrendik vefat ettiğini. Bu, Nazlı Annem’i son görüşüm oldu benim. Sonra geldim, mühendis oldum ve eşim çalışmamı yasakladı. O sırada ben de o kadar bitirmişim okulu, bir de çocuğum olmuş, çalışmak istiyorum… Araştırdım araştırdım, Güneş Koleji’nde part time öğretmenlik buldum. Yarım gündü. Yalvar yakar onu kabul ettirdim. Öğretmenlik doğuştan olan bir şey, sonradan olmuyor, başlayınca mikrop gibi zaten insanın içine işliyor ve bir daha da onu değiştiremiyorsun. Sonra Allah’ın lûtfu olarak da resmî okula tâyinim çıktı. Ben Nazlı Annemin -sonradan Sâmiha Annem de aynı şeyleri söylediler- bu yorumlarını bu öğretmenlikle alâkalandırdım; ama sonra anladım ki onun bahsettiği öğretmenlik bu değildi. Bu öğretmenlik sadece hakiki öğretmenlik için bir hazırlıktı. İnsanları tanımam, onları sevmem, onları severken beklentisiz olmam için. Ve sonra asıl mânevî öğretmenliği yani bana verdiği kitapta öğretilen aşkın öğretmenliğini, Allah bana nasip etti. Aşkın, öğretmenin en güzel vasfı yahut en lûtuf vasfı, öğretirken hep kendisinin öğrenmesidir. Öğrenmekten zevk aldım ve ömrümün sonuna kadar zevk alacağıma inanıyorum.

 

Müge Doğan: “Sâmiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk” kitabınızın “Üç Kadın Bir Resim” başlıklı bölümünde Nazlı Anneyi, Sâmiha Ayverdi ve anneniz Meşkûre Sargut ile birlikte hayatınızın merkezindeki üç kadından biri olarak sayıyorsunuz. Bu üç kadın “âmânınız” olarak andığınız Ken’ân Rifâî Hazretleri’yle temsil edilen resmi hangi yönlerden yansıtıyorlardı?

Cemâlnur Sargut: Bir kere Nazlı Annem’de yokluk, hiçlik, Ebû Bekir vasfı; Sâmiha Anne’de adâlet, sevgi, Hz. Ömer gibi idâre vasfı ve muazzam bir anlatım kabiliyeti; annemde ise yaşayan Ken’ân Rifâî’yi seyrettim. Üçü bir arada olmasaydı, ikisinden bilgi edinip tam yaşamanın nasıl olduğunu görmeyecektim ama annemin varlığı çok büyük hizmet etti bize yani iki evlâdına ve çevresine… O, yaşayan Ken’ân Rifâî’ydi. Olduğu gibi yaşadı ve yaşattı. Sâmiha Anne ve Nazlı Annemi çok seviyordum ama her saniye birarada olamıyorsun. Ama annenle her saniye bir aradasın. Annem, celâlli bir anneydi, benim çok iyi yetişmem için çok uğraştı. Hiç tâviz vermedi. Ama bütün bunların içinde ben annemi çok sevdim. Ben ayrı bile kalamazdım o zaman. Onun için herhalde Allah beni gurbetlere attı. Çok uzun süreler ayrı kaldım. Ama bu ayrılıklar da Şems’den Mevlânâ’nın ayrılışı gibi beni eğitti ve öğretti, yetiştirdi, aşkımı artırdı sonra baktım ki artık sevdiğim annem filan değil yani. Ben Allah’ımı seviyorum. Yani peygamberimi seviyorum; Peygamber’i çok seviyorum, çok… Onları öğrendim. Annemin efendisine olan sevgisi bana bunları öğretti. Onun için hepsine çok müteşekkirim. Yani herkesin hayatında erkekler olur, benim kadınlar oldu…

 

Müge Doğan: Çağımızın insanının Nazlı Anne misalinden öncelikle neyi öğrenmesi ve hayatına hangi prensipleri geçirmesi gerekir?

Cemâlnur Sargut: Bir kere o  devrinin Harakânî’si gibiydi. Sabah insanlığa nasıl hizmet ederim diye kalkardı. Kendi varlığını tamamen unutmuştu. İyice, her şeyini efendisine fedâ etti. Otuz dört yaşındaki kızı ölürken “oh oh maşallah” dedi. Semiha Cemâl Hanım “efendimi görmek istiyorum, ölmek üzereyim” dediğinde, “hayır, efendimin istirahat saati, göremez” dedi. Yani bu çok yüksek bir seviyedir, herkesin anlayacağı bir seviye değil. İşte bu idrâki öğrendik Nazlı Anne’den. Onun için ben ölümü çok güzel karşılamayı Nazlı Anne’den öğrendim. Ölümde ağlamamayı… Kat’iyen ağlamazlardı. Çok kızarlardı ağlayana. Annem de tamamen Nazlı Anne gibi hareket etti ömrü boyunca.

Nazlı Anne verici, fedakâr, başkaları için yaşayan, her şeyini başkaları için fedâ eden bir sultandı. Efendisinin kulu kölesiydi. Efendisi olmuştu… Öyle bir sultandı. Anneme “Meczuplar gelecek, sen tahammül edemezsin, bunlar dört gün dört gece konuşmak isterler, yemezler, içmezler, ben dayanabilirim, sen evine git kızım” dermiş.

Anneannem de çok aşklıydı ve bir gün anneannemle sohbet ederken şöminenin üzerindeki çam kozalağı kendini ateşe atmış onların aşkından. Böyle yürümüş tak tak tak tak ve kendini ateşe atmış. Ondan sonra elini uzatmış, ateşin içinden o yarı yanmış yarı yanmamış çam kozalağını almış Nazlı Anne… Onu Efendimin sürahisine kapak yapmış, ancak ona lâyıktır diye.

Çocuktan büyüğe kadar herkese hürmet ederdi. Geçen gün bahsedildiği gibi ya torununu soyardı ya beni soyardı, fakir çocuklara kıyafet olarak bizimkileri giydirirdi. Beni de çocuğu gibi görürdü; yani onun çocuğuydum ben. Hatta evlendiğimde kızı Behire Teyze bana bir hediye getirmiş ve üstüne şöyle yazmış: “Efendisinin ve Nazlı Annesinin pek kıymetlisi” diye… Böyle kıymetliydim ben. Yani insan, kıymetli olduğuna sevinmiyor da onların “kıymetlim” demesine seviniyor. Çünkü insan-ı kâmilin gönlüne girmek Allah’ın gönlüne girmek demektir.

Ben verem geçirdikten sonra yürüyemiyordum; bir gün gene annem Efendimize gitmişler ve demişler ki, bunu alacaksan al, her gece 40 ateş, her gece 40 ateş… Üç ay hiç yürümedim; bacaklarım böyle pâre pâre, ciğerlerim çok kötü durumdaydı, şişmiş… Sonra “alacaksan al” dediği gece ateşim düşüyor işte. Demek ki annemin teslimiyetini bekliyor Efendim.

Bir kırmızı elbise dikmişti ablam bana, çok şıktı. Ablam da o zaman Olgunlaşma’da okuyor. Onu giydim ve doktora gittim. Doktor da “esmere al bağla, geç karşısına ağla” dedi. Ondan sonra Nazlı Annemi istedim, onu görmek istiyorum dedim, o da beni görünce “ne güzel, ay kızım yürümüş gelmiş” diye iltifatlar ettiler, sonra da “elbiseni çıkar, buradaki fakir kızın ihtiyacı var” dediler. Ama ben çok sevindim çünkü benden bir şey istiyordu ve vereceğimden emindi yani o çok…

Biz onları memnun etmek için yaşadık. Asuman’la okula giderdik, her gün önünden… -konakta oturan fakir ihvan vardı; o zaman Efendimizin eşi orada böyle sığınacak kişileri oraya almıştı konağın bazı odalarına. Onlara seslenirdik ama gözümüz Nazlı Anne’nin penceresinde -o bizi görüyor mu acaba, bir şeye ihtiyacınız var mı efendim, alalım, diye. Onlar bizi beğensin üzere yaşadım ben. Hayatımı onlar için geçirdim. Ne biliyorum, küçücüktüm de sadece o önemliydi yani onların bizi sevmesi ve beğenmesi… Tabii bunda annemin çok büyük rolü var. Annemin o sonsuz sevgisi, babamın -bu kadar çocuklarına, bana düşkünken- bizi fedâ edecek kadar onlara hürmeti ve saygısı, -tabii ki, ezelî nasibimiz de var çok şükür ama- bizim yetiştirilmemizde çok doğru rol oynadı. Teslimiyeti öğrettiler annemle babam bize. Yani muazzam! Dedem, babam, annem, anneannem de dâhil -ki en zor teslim olan oydu- hepsi teslimdi. Bizim ailenin hepsinde, -efendisine bizim kadar bağlı olanlar var, olmayanlar var- ama hepsinde bir efendi sevgisi vardır.
Allah bize de onların halleriyle hallenmeyi nasip etsin hocam…