Öncelikle bize kendinizden bahseder misiniz?
Çok şükür büyük bir lûtuf olarak ben mutasavvıf bir ailenin içine doğdum. Kendimden çok ailemi anlatabilirim çünkü bana çok örnek oldular. Hayatta hiçbir şeyin problem olmadığı bir ailede büyüdüm. Çok büyük felâketler, sıkıntılar geldi başımıza fakat bizim evde düğün bayram gibi geçti. Annem hâdiselerin hep negatif taraflarını silip pozitif taraflarını gördüğü için üzülmeye iznimiz yoktu. Evlât kaybından tutun, babamın uzun süre hapiste kalışı gibi bayağı zor devrelerin çok zevkli geçtiği bir hayat sürdük. Ben altı yaşında ağır bir verem geçirdim. Bu verem meselâ beni ölüme çok yaklaştırdı. Ölümü sevmeyi, ölüm zevkini öğrendim. Ölümün aslında güzel olduğunu ve hazır olduğumu hissettim. Bana farklı bir tecrübe yaşattı. Bunun dışında anne ve babamın dâimâ etraf için çalışması, hiçbir zaman kendilerini ve ailelerini ön plana almayışları da bizi iki kardeş olarak son derece etkiledi. Annem, doğduğumuz günden beri “ben sizi hem milletinize hem de İslâm âlemine hizmetçi olarak doğurdum” dediği için hep hizmet arzusuyla yetiştik. O bakımdan da kız kardeşim doktor oldu. Bende bu tarz bir öğretmenliği tercih ettim. Evlendim, eşimle ayrıldım. Bunlar da bana çok iyi tecrübe oldu. 34 yaşından beri bekâr yaşıyorum ve çok zevkli bir hayat sürüyorum. Her gün artan Allah aşkıyla, öğrendikçe zevkten zevke girilen, çok şükür hayatı değerli kılan, cenneti dünyada bulduran bir sevgiye yöneldim. İnsan Allah’ı sevdikçe kulu sevmeyi de öğreniyor. Kulların kusurlarını görmemeyi, herkesin bir vazifeyle geldiğini görüyorsunuz.
Toplumda çok sık kullanılan, çoğu zamanda yanlış kullanılan tasavvuf kelimesi size göre nedir ve nasıl tanımlanmalıdır? Tasavvufun kişi ve toplumların ortak dili olacağını savunuyorsunuz bu nasıl olur?
Tasavvuf Hz. Âdem ile başlamış bir kere çünkü herkesin kendi hakikatini arama yoludur. İçine bir yolculuk yapması gerektiğine inanıyor insan. Çok enteresandır kendini tanıyabilmesi için önce dışarıyı tanıması gerekiyor. Çünkü dışarıdaki her şey insanın kendisi için var olmuştur. Meselâ gördüğü hayvanlar kendi içindeki hislerin bir tezahürüdür. Tasavvuf, İslâm’la en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Çünkü tevhit anlayışı sadece İslâm’da var. Yani Allah herkesin Allah’ıdır. Bir dine mensup değildir ve peygamber herkesin peygamberidir. Bu idrak tasavvufu zirveye ulaştırmıştır. İnsan dinin güzel ahlâk olduğunu ve güzel ahlâklı olmanın tüm dinlerin esas ve birleştirici noktası olduğunu öğreniyor. Peygamber ise “ben güzel ahlâktaki en son tuğlayım” demekle bir tamamlanış yaşadığından bahsediyor. Öyleyse ben kendi çapımda bu tamamlanışı yaşamazsam dindar olamam. Peygamber’in yaşantısını yaşamak, işine olan hürmetini, saygısını, kibarlığını, zarafetini, kadına verdiği muazzam değeri, çocuğa verdiği üst seviyedeki değeri, komşuya verdiği değeri, üç tane köpek yavrusu yüzünden savaşın yolunu değiştirmesiyle hayvana verdiği değeri işte tüm bunları yaşadığınız zaman tasavvufu yaşıyorsunuz demektir. Zaten tasavvuf bir yaşam biçimidir. Onun için de herkesin yaşam biçimi farklı olduğundan tüm bu tasavvuflar da farklı bir tarif oluşturuyor. Mesela en büyük mutasavvıflardan biri Cüneyd-i Bağdâdî tasavvuf sıkıntı ve belâ ânında kalpte ferahlık duymaktır diyor. Tüm bunların özeti tasavvufun güzel ahlâk, edep ve bunları yaşama biçimi olduğunu anlıyoruz. Buradaki farklılık herkesin faklı yaşamasıyla alâkalıdır. Siz kendi çapınızda en doğruyu yaşamaya gayret ediyorsanız o zaman huzurlu oluyorsunuz. Huzurlu olunca da Allah’ın huzurunda olduğunuzu hissediyorsunuz.
Sizce biz toplum olarak inançlarımızla ve ibâdetlerimizle barışık mıyız?
Çok barışık olduğumuz söylenemez. Eğer ibâdeti sadece beş vakit namazla sınırlarsanız o namazın hakikatini yerine getirmemiş oluyorsunuz ki ibâdetten gaye Allah’la bir ve beraber olmaktır. Meselâ beni çok etkileyen bir hadiste Peygamber Efendimiz’e soruyorlar zina günah mıdır diye. “Duâ edelim de bir daha yapmasın” diyor. “Yalan söyleyen Müslüman mıdır?” diye sorduklarında ise “değildir” diye cevap veriyor. Eğer Müslümanım diye iddia ediyorsanız yalanın hiçbir türlüsü olmaz. Zina yapmamak daha kolay, çünkü insan kendini bir şekilde zinadan koruyabiliyor fakat yalan söylememek çok zor bir iş. O kadar alışmışız ki; yalana ezelden beri bir yatkınlığımız var. O yüzden İslâm, dinlerin en zorudur ve en güzelidir. Dedikodu etmeyecek siziniz, yalan söylemeyeceksiniz. Yani bunları yapabilmek en zor iştir. Çünkü bakıyorsunuz televizyonlar baştan aşağıya dedikoduya yöneliktir. Bizi hiç ilgilendirmeyen mahremiyetler tüm görselliğiyle gözümüzün önünde yaşanıyor. Bu mahremiyet herkese açıldığı zaman zaten birlik kayboluyor. Aile birliği kayboluyor, boşanmalar, sıkıntılar ortaya çıkıyor. O bakımdan da ahlâkî değerlerimizi yaşamadığımız sürece dindar adı almamız mümkün olmuyor. Ama bunun yanı sıra tasavvufun getirdiği muazzam bir hoşgörü var. Çünkü tasavvuf diyor ki herkes Allah’ın bir ismiyle bu âleme gelmiştir, hangi ismi taşıyorsa ona doğru yönelmek mecburiyetindedir. Bu bakış açısıyla da tasavvuf evrenseldir. Tamamlar, birleştirir, hoş görür. Çünkü bilir ki bir insan kendi dini ve kitabıyla Allah’a ulaşıyorsa o din onun için doğrudur. Yahut bir mezheple, bir tarikatla, bir mürşitle hangi yolla Allah’a doğru yürüyorsa o onun için hakikat ve doğrudur.
Ülke olarak zor günler geçiriyoruz. Terör olayları, sürekli yenilenen seçimler, ekonomik sıkıntılar ve işsizlik gibi. Bunlar bir şekilde topluma da yansıyor. Yaşadığımız zorlukların üstesinden gelmede nasıl bir manevi tutum sergilemeliyiz?
Bizim öncelikle bildiğimiz, yapanın ve yaptıranın Allah olduğudur. Şimdi bu bize ne getirir? İçimizde hiçbir şekilde hiçbir hâdiseye itiraz olmaz. Ama bir taraftan da Allah’ın emri olduğu için yanlışla ve zâlimle mücâdele ediyoruz. İsyan etmeden mücâdele etme zevkini kazanmalıyız. Bizim mücâdelemizde başarılı olmalıyım diye hata var. Halbuki mücâdele mücâdele içinde zevklidir, başarı için değil. Yani siz Allah için yanlışla mücâdele edeceksiniz ama hiçbir şeyi düzeltemezsiniz. Peygambere bile sen düzeltemezsin emri gelmiş. Tabi ki bazı hatalar yapıyoruz, o hataları ödüyoruz. Siz hiç daimi yaz gördünüz mü? Kış gelmezse yazın zevkini anlamıyorsunuz ve bu sefer Gezi olayları gibi her şeyden şikâyetçi hale geliyoruz çünkü kış görmemişiz. Onun için arada bir kış göreceğiz, yaza lâyık olacağız. Bu bakımdan hiçbir şey her zaman mükemmel gitmez. Hz. Ebubekir demiş ki, “Allah’ım beni hiç mi sevmiyorsun ki acı vermiyorsun?” O anda en sevdiği devesini öldüğü haberi gelmiş. “Çok şükür, selâmını aldım Allah’ım” demiş. Yani bunlar Allah’ın imtihanlarıdır ve bu imtihanlarla terbiye eder.
İslâm nedir? Allah’ın kurallarına ve kararlarına teslim olmaktır. Bizde bu teslimiyetin aksi var, teslim olamayıp kendimiz bazı şeyleri değiştireceğimizi düşünüyoruz. Değiştiremeyiz ama uğraşırız. Uğraş emri var çünkü. Devamlı çalış, çabala, mücâdele et ama sonuç senin elinde değil onun elinde. Bu çok rahatlatıcı bir şeydir. Hz. Ali’nin yüzüne tükürüldüğünde kılıcını bıraktığı hâdiseyi hatırlayın. Hakikati budur savaşmanın; nefsin için değil Allah için mücâdele et.
İslâm’ın bir hoşgörü dini olduğunun herkes tarafından bilinmesine rağmen kin ve nefret duygusu bizim toplumumuzda yaygınlaşıyor, gittikçe daha asabi oluyoruz. Acaba bunun sebeplerinden bir tanesi de dinimizden uzaklaşmak mıdır?
Özellikle 2000 yılından itibaren dünyanın fiziksel olarak aşırı hızlandığını fark ediyoruz. Dünyamızda hız arttı, bu fiziksel olarak da mânevî olarak da böyle. İşte bu duruma ayak uyduramadığınızda sıkıntılar başlıyor. Ayak uydurabilmeniz içinse iman lâzım. Yani bundan kasıt, dindar olmak değil, imanlı olmak. İmandan uzaklaşınca hayat bize çok daha zor geliyor. Onun içinde daha karamsar, daha kırıcı, daha çok insanlarla kavgalı oluyoruz. Mevlânâ’ya soruyorlar, “Namazdan daha büyük bir ibadet var mı?” Bunun üzerine “İman vardır” diyor. İmansız namazın ne faydası var?
Dinimizde bedduânın yeri nedir? Anne ve babanın bedduâsı tutar mı? Bedduânın günahı nedir? Bir anlık sinirle edilen bedduâlar yerine ulaşır mı?
Edilen tüm bedduâlar yerine ulaşmayacağı gibi bize geri döner. Tamamen kendimize ediyoruz. Çünkü Allah zaten kime ne yapacağını bilir ve bize sormayacaktır. Ayrıca bizim Allah’a akıl öğretmek gibi bir haddimiz yok. Aslında herkesin insana faydası vardır. Benim kimseyi cezalandırma hakkım yok. Mevlânâ diyor ki, “hiçbir dostun dosta faydası olmaz tekâmülde, düşmanın faydası olur.” Onun için şeytan çok yararlı bir varlık. O olmasa sizin ahlâklı olduğunuz nasıl çıkacak ortaya. Zaten dün nefret ettiğimize yarın duâlar ediyoruz. Bu nedenle bedduâlar bize döner. Kesinlikle bedduâ etmemek gerekir. Tabi ki anababanın bedduâsını almamak gerekir. Çünkü ana ve babanın evlâdıyla olan ilişkisi Allah katında çok önemlidir. Bunun sebebi de vefâsızlıkla alâkalıdır. Bizi bu dünyaya getirip Allah’ı anlamamızı, sevmemizi ve bilmemizi sağlayan ne olursa olsun ana ve babamızdır. Onun için biz vefâlı olmalıyız. “Ahlâksız bile olsa hürmet edilecek” diyor Peygamber.
Peki, kalbimizi kıran insanı nasıl karşılamalıyız? Aramızdaki husûmetleri nasıl kapatmalıyız?
Kalbimizin kırılmasından daha büyük bir lûtuf olamaz. Çünkü Allah diyor ki, “senin kalbin ne zaman kırıksa ben senin yanındayım ve tüm isteklerini kabule hazırım.” Kalbi kırılan insan kalbini kıranla meşgul olacağına Allah’ın yanında olduğunu düşünerek istekte bulunsa daha hayırlı bir şey yapmış olmaz mı? Yani dışarıdaki her şey aslında sanaldır. Biz sanal olanları varlık sanıyoruz. Allah çeşitli isimlerle o sanal dünyada tecelli ediyor ve bizi onlarla adam etmeye çalışıyor. Tüm mesele bundan ibarettir.
Sizce mutluluğun sırrı nedir?
Yalnız ve yalnız hâlinden memnun olmaktır. Başka mutluluk yok. Başınıza gelen her şeyin sizin için hayırlı olduğunu bilerek yaşamaktır. Cennetin kapıcısının adı Rıdvan’dır. Rıdvan râzı olanların en yücesi demektir. Râzı olduğunuz her şey sizi cennete sokar. Cehennemin kapıcısının ismi ise Mâlik’tir. “Benim” dediğiniz her şey de sizi cehenneme sokacaktır.
Özellikle yurtdışı konferanslarınızda Müslüman olmayan insanların bizim dinimizle ilgili size yönelttikleri sorular nelerdir? Şiddetin en çok İslâm coğrafyasında olmasını yadırgıyorlar mı?
Ben bu soruları kesmek için en başta dinimizin tam mânâsıyla uygulanmadığını anlatmaya çalışıyorum. Şiddet, İslâm coğrafyasında değil, şiddet peygamberlerin indiği coğrafyadadır. En problemli yer neresiyse peygamberler oraya inmiş. Şiddet dindarların coğrafyasında çünkü Allah düzeltmek için oradan başlamış. Fakat insanın yapısında negatiflik varsa, cehennem varsa, ateş varsa, şeytan gibi ateşten yaratıldıysa doğal olarak kavga, gürültü sevecektir. Bunu da dışarı vururken bir sebebe bağlayacaktır. Komünizm, kapitalizm bitti, şimdi İslâm’ı karşılarına almak gibi bir fikir yarattılar. Bunu daha göze sokmak için kışkırtıyorlar. ABD’de İslamafobi var. Ben çok şükür var diyorum. Bu sayede çoğu insan İslâm’la daha çok ilgileniyor, daha çok okuyorlar. Böylece bu tam ters tepki yaratıyor. Müslümanlığın artmasına neden oluyor. Ama bu arada biz de boş durmuyoruz. Yurtdışında açılan kürsülerin hepsi İslamofobi ile peygamberin hakikati anlatılmak suretiyle mücâdele veriyor.
Yurt dışında açılan İslâm kürsüleri hakkında bilgi verir misiniz?
Öncelikle ben Türkiye’de dâimâ bir tasavvuf enstitüsü kurmak istedim. Bunu dinî bir okulda değil de, normal bir üniversitenin içinde kurmak istedim. Hemen hemen 20-25 senedir bu tür bir çalışmam var. Fakat önceleri şimdiki kadar müsâmaha olmadığı için böyle bir şey yapamadık. Yapamayınca ABD’de 10 senedir ders verdiğim Kuzey Karolina Üniversitesi ile anlaştık. Orası benim teklifime çok pozitif baktı. Dolayısıyla orada bir İslâm Kürsüsü kurduk. Çok başarılı oldu. Yani şu anda tasavvufî bir İslâm Kürsüsü orada hizmet veriyor. Başında Müslüman bir hanımefendi var ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Kitaplarıyla çok tesirli olduğu gibi doktora ve master öğrencileri de yararlanmak için peşindeler. İslamofobi ile mücâdele ediyor ve İslâm’ın kadın haklarıyla ilgili kitaplar yazıyor. Daha sonra Çin’de bir kürsü kurduk. Bu bir mucizedir. Hiç yabancı ve dinî kürsü yoktu. Türk adı bile geçmiyordu. Biz Türk Kadınları Kültür Derneği olarak kurduk. Dolayısıyla Çin’deki kürsümüz çok başarılı oldu. Bu sene muazzam bir İslâm sempozyumu yaptık. Çok tesirli oldu. Özellikle Uygur Türkleri ilk kurduğumuzda bayramımız bugün dediler. Pekin Üniversitesi Uygur Türklerini kabul etmiyordu. İlk defa derslere girip dinleyebilme hakkını elde ettiler. Bu sene sempozyuma gittiğimde bana oradaki tüm Çinli öğrenciler “biz üniversitenin çeşitli bölümlerini okuyorduk, adımız Müslümandı ama sadece namaz kılıyorduk. Şimdi artık geleceğin İslâm profesörleri olarak tüm dünyaya Çin’den hizmet edeceğiz” diyorlar. Bizim Çin’de kurduğumuz kürsü dinî şeriat kısmını, dinin hakikatini de öğretiyor ki dine gelsinler diye. Son olarak Japonya ile anlaştık. Kyoto Üniversitesi bizi kabul etti. Önümüzdeki Mayıs ayında Allah izin verirse büyük bir sempozyumla oradaki kürsümüzü de açacağız.
Önümüzdeki yıllar için hedefleriniz nelerdir?
Türkiye’de nihayet Üsküdar Üniversitesi’nin içerisinde bir tasavvuf enstitüsü kurduk. İki senedir sertifika programlarına başladık ve dolup dolup taşıyor. Doktora ve master için hocaya ihtiyacımız var. Hocalarımızı tamamladığımızda onlara da başlayacağız. Benim çok büyük bir idealim olan Arapça ve Farsça derslerimiz de üniversitemizde başladı. Arabistan’dan ve İran’dan gelen, konularına çok hâkim olan profesörler ders veriyorlar. Oxford Üniversitesi bizden bir kürsü istedi. Tabii bunların hepsini gerçekleştirmek, ciddi bir mâliyete dayanıyor. Bizim de şu an açıkçası beş kuruşumuz yok. Bizim hayatta hiçbir zaman paramız olmaz. Benim şöyle bir düşüncem var. Allah bir şeyi yapmamı istiyorsa o parayı yollar. İstemiyorsa yollamıyor. O zaman ben de vazgeçiyorum. O bakımdan tabii ki paraya dayalı bazı şeyler var. Üniversitedeki hocalarımızın paralarının da ödenmesi gerekiyor. Bunları inşallah bir kolay yolla Allah nasip eder. Beni çok memnun eden şeyler var. Arkamdan gelen beni kat ve kat geçmiş ve tasavvufu yaşayan koca bir güruh var. Onlarla beraber yaşadık, onlarla beraber hâdiseleri karşıladık ve onlar bu yolu devam ettireceklerdir. Tabii onun için kişiye bağlı olmadığını da görüyorsunuz. Bu işler ekiplere bağlı, doğru ekipler, doğru çalışmalar, doğru yaşamak, bu yolu devam ettirecektir. Benim şu an çok ana bir gayem var: O da şehit olmak. Allah bana şehâdet nasip etsin. Bu şehitlik tabii illâ ki herkesin anladığı şehitlik olmuyor. Şehitlik şudur ki, son nefesimizde bile doğru hareket ederek Allah’la bir ve beraber olmaktır. Allah bunu ve İslâm’a hizmet etmeyi nasip etsin.
Birçok kitap yazdınız, yazmaya da devam edeceksiniz. Size bu kitapları yazdıran, çıktığınız bu sırra yolculuğu okuyucularınıza nasıl açıklarsınız?
Ben zaten tecrübelerimi anlatıyorum. Görmediğim, bilmediğim ya da duymadığım, yaşamadığım hiçbir şeyi anlatmıyorum. Ütopik görülen şeyleri de yaşamışımdır mutlaka ya da çevremde birileri yaşamıştır. O bakımdan bu çevre olduğu sürece de yazmaya devam ediyorum.
Bizim samimi bir şekilde İslâm’ın tüm şartlarını uygulayan bir grup olarak asla şeriattan taviz vermeden, ne namazımızı bırakarak ne orucumuzu bırakarak işin mânâsını anlatmaya çalıştığımızı bu yüzden de bir birlik ve beraberlik oluşturmaya çalıştığımızı insanların görmesi benim çok büyük bir isteğim.
Not: Meclis Özel Dergisi’nde Ekim 2015’de çıkan röportaj metnidir.