2015 Dost İslâm’a Hizmet Ödülleri

Dil, din, mezhep, renk, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan seven İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) doğumunun 1444. senesi vesîlesiyle, “DOST” İslâm’a Hizmet Ödülleri takdim gecesinin 11.si Mevlid Kandili’nin ertesi günü 3 Ocak 2015 Cumartesi, TÜRKKAD, KERİM Vakfı ve ALTAY Vakfı tarafından ortaklaşa olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Nefes Yayıncılık A.Ş., Tuti Kitap ve Yaratıcı Filmler LTD. sponsorluğunda gerçekleştirilecektir.

Her sene farklı bir tema ile gerçekleştirilen ödül gecesinin bu seneki konusu “HİCRET”.
3 Ocak 2015,Cumartesi
Cemal Reşit Rey Konser Salonu
Ödül Töreni 19:00’da başlayacaktır.
 
ÖDÜL TÖRENİ ve KONSER HALKA AÇIKTIR ve ÜCRETSİZDİR.PROGRAM1. BÖLÜM
Dervişliğe Terkib
Okuyucular: Gülnur Yargan (5,5 yaş), Kenan Özada (6 yaş), Ali Ömürlü (5 yaş), Berre Demirci (7 yaş), Ali Emre Yargan (7 yaş)Vakıflar Adına Açılış KonuşmasıDiyanet İşleri Başkanlığı adına açılış konuşması‘Sebep ve Sonuçlarıyla Hicret’
Doç. Dr. Casim Avcı
İslâm’a Hizmet Ödülleri Takdimi
•        Prof. Dr. İsmail Kara’ya bugüne kadar yapmış olduğu çalışmalar ve vermiş olduğu eserlerin, İslâm’a dair güncel tartışmalara kattığı derinlikli yaklaşım, özgün yorum, geçmişin hafızasına tuttuğu ışık ve vermiş olduğu eserlerin bu değerlerin gelecek nesillere aktarılmasını sağlayacak referans çalışmalar olması ile yarattığı etki, Türkiye’de İslâmcılık ve modernleşme konularının ortaya çıkardığı İslâm gibi temel meselelerimiz etrafındaki çalışmaları ve “Hilâfet Risaleleri” yayınları ile tefekkür hayatımıza katmış olduğu şümullü ve kalıcı değerler vesilesiyle “Dost Ödülü” takdim edilecektir.
•        Prof. Tayeeb Chouiref’e “Spiritual Teachings of the Prophet” isimli kitabı vesîlesiyle “Dost Ödülü” takdim edilecektir.30 Dakika Ara2. BÖLÜM

LÂ EDRÎ Grubu Tasavvuf Mûsikîsi Konseri

Editörden (Aralık 2014)

Merhabalar Efendim,

Aralık 2014 sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz. Bu sayımızda konumuz hem aynı hem de farklı; her zamanki gibi Allah’ın müstesnâ kullarından ve yaşanabilir tasavvuftan bahsedeceğiz.

Aylardan Aralık ve konu Allah sevgilileri olunca, hepimizin aklına bu ay içinde ilk gelen isim elbette Hz.Mevlânâ oluyor. Malûmâlîniz, kendilerinin Hakk’a yürüdüğü 17 Aralık’ta Şeb-i Arus’unu, düğün gecesi dediği ilâhî sevgilisine kavuşma gecesini bir kere daha idrak etmeye çalışacağız.

Yıllardır Aralık ayında, Her Nefes ekibi olarak Hz. Mevlânâ’yı elimizden geldiğince anlamaya, dilimiz döndüğünce ve elbette kendimizce anlatmayı denedik, deniyoruz. Bu sayımızda konumuz yine Hz. Mevlânâ ama onu bu sefer özellikle “ilim anlayışı” ile anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.

Yegâne ilim sahibi, tek gerçek âlim olan Hz. Allah bu muhteşem isminden mânâları Hz. Peygamber’e lûtfetmiş. O da bu mânâlardan yayılan saçıları, O’nun yolundan gelen özel Allah âşıklarına, insan-ı kâmillere saçmış. İşte biz de tam bu nedenle, bu sayımızda yalnız Hz. Mevlânâ’yı değil, ona nasip olmuş muhteşem saçıyı da gönlümüzden ve elimizden geldiğince irdeliyelim istedik. Gayreti bizden, himmeti herşeyin sahibinden olsun diyerek kelâma son verelim ve dostların konularımızla ilgili terrennümlerine kulak verelim.

Yeni milâdî senenizi de kutlayarak, size yeniden Aralık sayımıza hoşgeldiniz diyoruz.

Hürmetlerimizle,

Sohbetler (Aralık 2014)

SOHBETLER
İfâkat Hanım:
– Görmeden evvel olan muhabbet, görmeye vâsıta olur mu?
– “Görerek bilmek herkese nasip değildir. Görmek onun kendisine cezbettiği kimselere ihsanıdır. Hz. Mevlânâ ‘Ben de o kimselerle beraber bağırıp haykırıyorum ki o Sultân-ı Zîşân’ın bende olduğunu nâmahremlerden gizleyeyim diye… İzimi kaybetmek için böyle yapıyorum. Onlar da beni kendileri gibi zannediyorlar. Ben o kimselere sözümü bile söylemeğe kıyamam. Nerede kaldı ki kendimi göstereceğim!..’ buyuruyor.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 91)
***
Mevlânâ Hazretleri, kendisini ziyarete gelen bir papazı kapıya kadar teşyi ettikleri zaman, bunun sebebini soranlara ‘Ben onun sıfatı ve mevkiine değil, ona bu vazifeyi veren Hakk’a hürmeten bu muameleyi gösteriyorum’ diye cevap verir.
Siz de, neden herkesin mutlaka kendi meşrebinizde olmasını istiyorsunuz ve istediğinizi bulamayınca da ayıplıyorsunuz? Siz onu ayıpladığınız gibi, onun da sizin hâlinizi beğenmeyeceği tabiîdir. Meselâ bâzı kimseye iyilik yapmak, tokat vurmak gibi gelir. İyilikten hoşlanan kimseye fenâlık etmek, ne türlü tesir ederse, kötülükten hoşlanan kimseye de iyilik aynı tesiri yapar, çünkü istidat ve anlayışı ona elverişlidir.
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, Eylül 2000, s. 135).

***
İslâmiyet’in kadına bahşetmiş olduğu müsâade ve imkânlardan bahsediliyordu:
– Hazret-i Mevlânâ öyle buyuruyor: Kadınlara muhabbet etmeyen ve mağlûp olmayanlar, akılsız câhillerdir. Muhabbet eden ve mağlûp olan ise âkillerdir. Onun için, hayvan dişisine muhabbet etmez ve mağlûp olmaz. Bu, insana verilmiş bir haslettir.

(Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 179).

***
Hazret-i Mevlânâ’ya bir kimse hakkında: Filân kimse hiç günah işlememiştir, demişler. Keşke işleseydi de vazgeçseydi… buyurmuş.
Günah işlememiş kimse, günah işlemenin tadını bilmez. Meselâ rakı içmeyen bir kimseye, “Rakı içme!” dersen, o esasen bu zevkten haberdar olmadığı için bu yasağın onca ne kıymeti olur? Halbuki bir sarhoşa bu nehy, bu men ediş ne dehşetli tesir eder.

(Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 179).

İlim

İlim, nefsini bilmektir. Nefsini bilince de insan Allah’ını bilir. Mârifet ise, şükretmek, sabretmek, razı olmaktır. Bu da amel kısmıdır. Dünyaya gelmekten maksat da bu iki mânâyı ele getirmektir.

Nefsi tanımak, kulluğun esaslarından biridir. Onu tanıyanlar pek az olduğu gibi tanımayı arzulayanları bulmak da zordur. Allah, her iki dünyada da ârife, nefisten daha dar, dehşetli ve kötü bir zindan yaratmamıştır. Kim nefsi, gereği üzere tanırsa onun emirlerine muhâlefet eder. Kim de onu tanımaktan gafil olursa o büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Onun şerrinden emin olunamaz. Çünkü onu tanımayan kimse nasıl olur da ona muhâlefet edebilir? Bir haberde rivâyet edildiğine göre Allah dünyaya “Ey dünya, kim bana hizmet ederse, sen de ona hizmet et, sana hizmet edeni ise kendi peşinde koşturarak yor” buyurmuştur. Nefsin haz duyduğu şeylerle meşgul olmak, himmetin mânâlarından değildir. Nebî (s.a.v), yüksek ve şerefli himmetleri sebebiyle âyetteki “Muhammed’in gözü kaymadı ve kamaşmadı” vasfına sahip olmuştur.

Kul, dünyanın alâyişini, rahatını, lezzetini ve şehvetini terketmedikçe, halkın güzel davranış, övgü ve metih vâdilerinden aşıp kurtulmadıkça, Allah’a ulaşamaz. Allah, bütün bu sayılanlardan uzak kalmayı arzulayan kimseye, bunları birer imtihan vesilesi olarak yaratmıştır. Şâyet kul bunlardan herhangi birine iltifat ederse, dâvâsında haksız olduğu ortaya çıkar. Hesap ve hüsran denizinde boğulup yok olur. Pek çok nimet içinde olan kimseler vardır ki halktan mahcub, sıdktan gafil, nefsi tanımaktan câhildirler. Sabah akşam bir hesap üzere olurlar. Arşın sahibi tarafından hiç de beklemedikleri hesaplarla karşılaşırlar.

Hukuk-ı ilâhiyyeyi nefsinde icrâ eder ve kendinden geçip Hakk ile beraber olursan, işte o zaman kendini bilmiş olursun. Çünkü “Nefsini bilen Allah’ı tanımış olur” buyurulur.

Eğer halkın hakkını bilip hakkıyla yerine getirirsen, yani büyüklere hürmet, küçüklere merhamet, kötülük edenlere iyilik, iyilik edenlere güzel muâmelede bulunur, halkın hikmet ehli olanlarının nasihatlerini kabul eder ve kötü sözlerinden uzak durursan, çâresizlere yardım edip iktidar sahiplerine ilişmezsen, yani halk senden emin olup cümlesinin emniyyetini kazanırsan, nefsinde hüsn-i siyâsete muvaffak olursun. Ayrıca Cenâb-ı Mevlâ senden râzı olduğu hâlde kardeşlerinle güzel geçinirsin. Bu durumda hem akıl ve hikmet sahiplerinden sayılır, hem de ezâ ve cefâdan kurtulmuş olursun.
Eğer nefsini bilmeyerek cehâlette kalır ve halka gerektiği değeri veremeyip onları kusurlu kabul edersen, bu durumda hem kendine yazık etmiş, hem de gazâb-ı ilâhîye uğramış olursun. Sen, kıvılcımı üzerine sıçratıp kendini yakmaktan, hevâ ve heves deryâsına dalıp boğulmaktan şiddetle sakın.

Seni yoktan var eden Allah’tan sakın. Nefsinin kurtuluşu için, O’na yardımcı ol. İnsanların yanılmalarına karşı insaflı davran ki, hüsrandan âzâde, hesaptan emin olasın ve sevdiklerinden uzak kalmayasın.

Kapılar açılır ve hayırlı kişiler zümresine kavuşulur.

***
Nefis, insandaki mânâdır. Tevâzû gösterirse yücelir. Şâyet kibirlenirse, aksine kıymeti azalır.

Bu alçak nefis, niçin seni böyle zebûn ediyor, boş hayaller üzerine binâlar tesis ettiriyor? Nefsin kibir ve gururu, şehvet ipiyle bağlanmıştır. İki zıddın bir arada toplanması mümkün değildir. Nefis öyle bir şeydir ki, bâtıl fikirlerle feleklerin uç noktalarında cevelân eder. Dengenin tam olması için de, zillet denizinin diplerine kadar dalıp tenezzül eder. Hak edilmeyen irtifâ ne kötüdür. Herhangi bir hikmete dayanmayan ve mücerret kötü ahlâktan ileri gelen bir tenezzül, ne fenâ bir şeydir. Bunu bırakıp irfan kanatlarıyla yüce işlere doğru uçmalı ve dinin edebiyle edeblenip ilm-i yakînin gayesine doğru yol alınmalıdır. Hakiki izzet sahibine böylece ulaşılır. Nefsin istek ve arzularına muhâlefette bulunulmalıdır. Şehevî isteklere meyletmeyip hep onun zıddına gidilmelidir. Büyük bir kuvvetle gecelerin karanlığından istifâde etmeye çalışılmalıdır.

Geceleri uykusuz geçirmeye alışmalıdır, çünkü uyku hüsrandır. Günahlara yaklaşmamalıdır, çünkü sonu ateştir. Allah’a ibâdet için geceleri kaim olmalısın ki, Kur’an’ın samimi dostları onlardır. O samimi dostlar, gecenin karanlığı çöktüğünde birer ruhban kesilirler. Gaflet sahibi kimseler, gecelerini uykuyla geçirirler. O samimi dostlar topluluğu ise, gecelerini gafletle geçirmezler.

Cahil kimseler, oyun ve eğlence ile meşgul olurlar. Halbuki Allah dostları hep uyanıktır. Onları meşgul etmez ne âile, ne dost, ne kavim, ne de kabile. Er kişilerden bahsedilecekse eğer, gerçek er onlardır. İşte onlar, gerçekten takvâ sahipleridir. Onlar, dünya lezzetlerinin hepsini terk ederek alışılagelen âdetleri bırakıp sıdk ve ihlâsla Mevlâ’ya ibâdet ederler.

Bütün ilimlerden bilgilerden maksat, kendi ilmini bilmek ve bu suretle kendi mânânın düğümünü çözmektir. Cehâlet ise başka düğümleri çözmekle uğraşıp kendininkini çözememektir.

Bunun için hâl hocasının önüne oturup onun “illallah“ feyzine ayna olan varlığı önünde kendimizi “lâ” etmeliyiz. Ama biz bildim zannettik, bilemedik.“Ben sana taatından, hayrat ve hasenatından nazar etmem. Ancak bir gönül sahibinin gönlüne girersen oradan nazar ederim.” (Mesnevî)

***

İlimden maksat, kâmili bulmaktır. Kâmilin ise zâhirî ilmi olma mecburiyeti vardır. Bu da çok geniş kitlelere tesir etmesini sağlar.

İlim, kendini bilmek için herşeyi öğrenmeye çalışmaktır.

İlim, Allah’ın emir ve nehyini bilmekten ibarettir. Dinin emirlerini öğrendikten sonra size bu zevâtın sohbetini bütün kalbimle tavsiye ederim. Zîra onların sohbeti mücerreb tiryaktir; denenmiş bir ilâçtır. Bütün sermaye onların nezdindedir. Sıdk ve safâ, zevk ve vefâ, dünya ve ukbâdan sıyrılıp Mevlâ’ya yönelme onlardadır. Bu, güzel kıraatla, ders okuyarak elde edilmez. Bu hasletler ancak ve ancak hâli ile örnek olan, sözü ile yol gösteren, hâl ile söz arasını cem eden bir ârif-i billâhın sohbetine devam sâyesinde elde edilir. “Onlar Allah’ın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir.”(Hz. Rifâî)

İlim, yokluğunu görmek ve Hakk’ı tevhid eylemektir. Tevhidden maksat, her yapılan şeyi Allah’tan bilmektir. İşte bu makam sağlam kalpli insanı zuhur ettirir. Amel ise gerçek ilmin neticesidir. Amelden maksat, istikamettir. İstikamet her yerde her şeyde Hakk’ı görmektir.

Hz. Ali, “İlmin ednâsı dilde olanı, a’lası ise insanın her uzvundan tecelli edenidir.” Buyuruyor.

İlim; güzellik, mânâ inceliği, zarâfet, mârifet ve san’at gibi ilâhî rûhun eseridir yani ilâhî ruh vâsıtasıyla zuhûra gelir.

İlim, gerçek sahibimizi bulmak ve bilmek demektir.

İlim, insanı irfan sâhibi, mârifet sâhibi kılar, her mevcûdun Cenâb-ı Hakk’a bir mazhar olduğunu gösterir. Böyle kişiden Hak gözükür. İrfan sahibi için hayret ve ibretten başka bir şey yoktur.

Fakr ne demektir? Bu öyle bir isimdir ki kemâlini bulursa vuslat hâsıl olur. Kendinden bir şey kalmaz, Allah tecelli eder.

Fakir denilen kimse herşeye mâliktir; ona ise kimse mâlik olamaz. Binaenaleyh bu mertebeyi bulmak için insanda havfin mânâları zâhir olmalıdır. Havfın yani korkunun üç türlü mânâsı vardır: Biri korku, biri haşyet, biri de heybettir.

Bizim bildiğimiz korku, imanın şartındandır. Haşyet, amelin şartındandır. Heybet ise mârifetin şartındandır. Her türlü cezâdan korkmak, nefis makamıdır. Allah’ın cilve ve oyunlarından korkmak, kalp ve huzur makamıdır. Fakat sır ve şuhud makamının korkusunda, heybet ve azamet vardır ki bu görgü makamıdır. Resûlullah Efendimizin “Allah’ı herkesten ziyâde ben bilir, herkesten ziyâde de ben korkarım” buyurdukları gibi, Allah’tan korkan Allah’ı bilenlerdir, dendiği gibi.

Âlim ise insân-ı kâmil mertebesidir. Aynı zamanda âlim Allah’ı kaybetmekten en çok korkandır. Naz mertebesine çıkanlar en az naz edenlerdir.

Hz. Ali “Öyle âlim vardır ki cehli onu katletmiştir, ilminin kendisine faydası olmamıştır.
Cenâb-ı Peygamber şöyle buyurdu: “Ben ilmin terâzisiyim, Ali iki kefesi, Hasan ve Hüseyin ipleri ve Fatma ibresidir.”

Asıl ilim, yokluk ilmi, Allah ilmidir. Zira bu bilgi, bilcümle ilimleri kucaklamıştır. Cehâlet, kendinde üstünlük görmektir. Hz. Ali buyuruyor ki: “Üstünlük göstermek için ilim sahibi olma!” Bazı ilimler vardır ki neticesi cehildir. Bazı cehil vardır ki neticesi ilimdir.
Hz. Ali “Dinin kıvamı dörttür: İlmini kullanan âlim, öğrenmekten çekinmeyen câhil, vergisini esirgemeyen cömert ve âhiretini dünyasına değişmeyen fakir.”

***

Sokrat “Bildiğim bir şey varsa hiçbir şey bilmediğimdir” diyor. Fakat bu cehilden maksat, Hakk’a karşı acz ve yokluğa ermiş kimsenin cehlidir.

Allah’ın kudret ve kuvvetine karşı ümmî de olsan âlim de olsan müsâvîdir. Fakat elbette ki bir kâmil kişinin zâhir bilgilere de sahip olması lazımdır. Zira irşad hususunda bir ümmî şeyhle, dünya ilimlerine de âşinâ olan bir şeyh, aynı liyâkat ve kudreti hâiz değildir. Mürşit, kütleleri zamanın seviyesine göre uyandırma yollarını bilmelidir.

Zâhir bilgileri kazanmak da yine Allah’ın bir ihsânıdır. Hüsâmeddin Çelebi’nin muhterem ceddine vâkî olduğu gibi, bir anda da o zâhir ilmine âşinâ ediverir. Mülk Sûresi 1. âyette buyurulduğu gibi “Ve hüve alâ külli şey’in kadir” yani Allah her şeye kadirdir.

“Herkese kendi aklının yettiği mertebeden söyle, senin aklının yettiği mertebeden değil…” buyuruyor Efendimiz.

İlim, kendini bularak Allah’ı bilmektir. Allah’ı bilmek, ilmi icrâ etmek yani kullanmaktır. İlmi kullanmak da amel etmek demektir.

Böyle bir ilme sahip olmak için önce rûhu ayıplardan ve fenâlardan temizlemek gerekir. Çünkü ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. Yani kendi hakikatine kavuşamaz. İlim elde edilmedikçe Allah’a kavuşulamaz.

Cümlenin bilgi ve ilimleri o ilâhı ilmin deryâsı içinde, damla denize karıştığı gibi fânîdir. Binâenaleyh kendi ilmini Hakk’ın ilmi deryasına karıştırıp câhil olan kimsenin cehli, hakiki ilimle beraberdir.

İlim ve amel, belî dâvâsını ispat için birer şâhittir. İlim amelsiz, amel de ilimsiz değerini kaybeder çünkü ispat iki şâhitle olur.

İlim ve mârifet birliği, küllî aklın ve bunun doğurduğu fikrin aydınlanmasını sağlar. O zaman her şeyin iç yüzü âşikâr olur, yani gönül gözü açılır. Hz. Ali’nin buyurduğu gibi “Kalbin hayatı ilimdir, kazanınız; ölümü ise cehildir, sakınınız!”

Eflâtun “Bilmek demek evvelce bilinen şeyi hatırlamak demektir” diyor. Yine Sokrat der ki: “İlmin başlangıç noktası cehil olamaz. O halde bilinecek ve hatırlanacak olan şey ilimdir.”

İlimler ikiye ayrılır: Maddî ve ledün ilmi. Ledün ilmi kadere, kazâ sırlarına ve mânevî ilimlere denir. (Allah ilmi, bâtın bilgisi veya Hakk’ın sırları ve keşifleri ilmi de denebilir.)

***

Şeyh Mustafa Efendi:
– Malum a, evliyaullah satırda değil (eliyle göğsünü göstererek) onların ilimleri işte burada, sadırda imiş!
– “Evet öyle şeyh efendi… Nefis üzerine, bayağı, bizim bildiğimiz mâsiva satırını basmayınca da o ilim hâsıl olmuyor. Ne satırda, ne sadırda… İllâ nefis üstüne indirilecek satırda…”
– O cihet bana ağır geliyor.
– İşte bu da, lâ ilâhe illallah demeyi bilmekle, lâ ilâhe illallah’ı bilmekle olur. Nefse satırı vurmayınca birşey hâsıl olmaz. Ne sadırda ilim olur, ne satırdaki ilim anlaşılır. (Ken’an Rifâî, Sohbetler)

En büyük ilim, lâ ilâhe illallah ilmidir. Bundan maksat, bitmez tükenmez mânâyı öğrenip kendi mevhum vücûdunu lâ ilâhe’ye atıp illallah’ı ispat etmektir. Çünkü en büyük ilâh kendi nefsimiz olduğu için yalnız Allah’ın varlığını ispat eden nefsi yok kılmaktır.

İlim de istidat ve irfan gibi insanın rûhunda mevcuttur. Fakat açığa çıkması için zaman ve eğitim gerekir. İlim sahibi, fâilin Allah olduğunu bilir.

“İlim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmışlardır” buyuruyor Hz. Ali. Bu gördüğümüz âlem, bu varlıklar, hep bir noktanın zuhûrundan ibârettir. Ancak o noktayı halka anlatabilmek için de behemahâl teksir etmek, çoğaltmak icab eder. Herkes o noktadan anlar mı? Meselâ benim zihnimde bir hikâye var. Onu gazetede neşr etmek istiyorum. Fakat hikâyeyi yazacağım yerde, kâğıda bir nokta koyup gönderiyorum. Gerçi bu nokta ile hikâyemi, kendime göre ifade etmiş oldum. Fakat herkes tarafından anlaşılması için mutlaka o noktanın tafsil edilmesi yani hikâyenin yazılması lâzımdır.

***

İlim ve amel sahibi kişi, istikamet üzeredir. İstikamet Allah’tan başka istek ve arzusu olmamaktır. İlmin sonucu Allah’ı birlemektir. Amel ise birliğin mânâsını hâl edip iş olarak göstermektir. Bu da ancak aşk ile olur. İlmin üzerine aşk gelirse hâl zuhur eder. Aksi takdirde vazife olur.

Âşıkların hekimi Allah’tır, Allah’la olanın yardımcısı yine Allah’tır.

Yalanı zekâ diye addetmek, büyüklere hürmeti budalalık, küçüklere şefkati zahmet telâkkisiyle terk etmek yanlıştır.

Maddî ilimler insanı gerçek insan yapmaz.

İlmullah yani Allah ilmi, insanı Allah’a yaklaştıracak amellerin başında gelir. Bin rekât namaz kılmaktan bir dem kâmil insanla sohbet etmek daha hayırlıdır. Yani ilimsiz amel işe yaramaz. Hattâ kâmil insanla sohbet, Kur’an okumaktan hayırlıdır. Çünkü Kur’an’ın tefsiri kâmil insanın mânâsında ve ilminde gizlidir.

Batılı ilim adamlarına göre ilim, hâdiseleri tahlil ve izah etmektir. Yani yalnız gördükleri, işittikleri şeylere inanırlar. Buna da pozitivizm denir. Halbuki bugün bilinmektedir ki görülen hiçbir şey doğru değildir. Hakikatte ne renk vardır, ne ışık. Sıcak ve soğuk kişinin yaratılışına göre hissedilir. Âlem yalnız hareketten ibârettir. Etrafımız gözle görülmeyen ışınlar ve su buharı ile doludur. Bunu bilen o devrin ilim adamlarından Pasteur “Bilim âlemi içinde attığım her adımda cehâletimin derecesini anlayarak daha da mahcup oluyorum” demiştir.

Tasavvufa yönelmiş bir bilim adamı Bergson ise maddeyi anlayabilmek için mânevî bilgiye ihtiyaç olduğunu düşünerek “Bütün ile parça mâhiyetçe aynı şeydir” diyor. Yani “Nefsini bilen Allah’ını bilir” hadis-i şerifinde olduğu gibi.

Pascal ise “Sus be ahmak akıl” demekle insanı gördüğüne duyduğuna değil, gönlünde hissettiğine inanmaya çağırır.

Meselâ yalnız ilmine güvenen Darwin için Allah’ın cevabı, en sevdiği öğrencisi S. Spencer’in dinin kıymetleri karşısında baş eğen kitaplar yazmış olmasıdır.

Bergson’a göre akıl, gönül üzerinde teftiş kuramaz. Allah’ın zat makamını anlayabilmek için aklı bir tarafa bırakmak şarttır.

Yunan felsefesinde ilk defa Sokrat insanın kendine bakarak dünyanın hâdiselerini anlayabileceğini öğretti. Gönül bilgisinin kitabı yoktur. Yunus’un dediği gibi:

Dört kitabın mânâsın okudum hâsıl ettim
Aşka gelince gördüm bir uzun hece imiş

Bununla demek istiyor ki: Dört kitabı okuyup mânâsını anlayan bile bundan bir mânâ çıkaramaz. Nihâyeti olmayan, insanın ömründe değil, kâinatın ömrünce süren uzun bir hece… Bütün mânâlar bu hecenin içinde olduğu halde, mânâsı belli değil… Çünkü bunun dili hâl dilidir. Buna ledün ilmi, bâtın ilmi isimleri de verilir.

Kingsford ise gönül ilmini şöyle târif eder: “O, bir ilim, bir felsefe, bir ahlâk ve bir mezhep değildir. Belki bâtın ilmi, ilim, felsefe, ahlâk ve mezhebin kendisi olup diğer bütün bilgiler, felsefeler, ahlâklar, dinler onun bozulmuş şekilleri veya değiştirilmiş ifadeleridir.”

Eflâtun da “Yüksek bilgiler kitaplarda bulunmaz. İnsanın, onları kendi kalbi hazinesinden pek ince bir tefekkürle çıkarması ve mukaddes ateşi kendi zâtî menbaında araması lâzımdır; bunun mektebi yoktur; bu ilim insana Hak tarafından ihsan olunur” der.

Gayesi Allah’ı bilmek olan gönül ilminin ilk neticesi de, nefsin ıslâhıdır. En önemli adım da dünyaya olan sevginin azalmasıdır. Hocasız anlaşılacak bir ilim değildir. Gönül ilminin hocası, irâdeyi aşkla kuvvetlendirir. Maddî ilim irâdeyi kuvvetlendirmez. Öğretmenler bu işi kerâmetle değil, istikametle becerirler. Bütün bu anlatılan ilim, aslında Kur’an-ı Kerim’de vardır. Ama ilk önce Rûh-u Muhammedî yaratıldığı için bu mânâ bazen batılı filozoflardan zuhur etmiştir.

İlmin neticelerinden bir tanesi de hikmet makamıdır. Hikmet, kulun Hak’la söylemesi, Hak için iş görmesi ve sadece Hakk’ı istemesidir. Hakk’ın sevdiğini ister, Hakk’ın sevdiği ameli işler ve Hakk’ın sevdiği lâfı konuşur.

Bir kimseyi asrın allâmesi de görsen, onun zâhirde olan ilim ve marifetine bakmayıp, Allah’la ve halk ile olan ahdine vefâ edip etmediğine bak. Çünkü ilim kabuk gibidir; ahde vefâ etmek de o ilmin özüdür.

Ey âkil, sakın sûrete bakma! Çünkü cinsiyet, yani aynı mânâda olma sırrı sûrette değildir. Sûret, taş ve toprak gibidir. Câmidin, cinsiyetten haberi yoktur. Cinsiyet, mânâ cihetiyle kalblerin birbirine benzemesi, ruhların ezelden bilişikli olması ve akılların yekdiğerine uygun bulunmasıyla olur. Yoksa, sûrette aynı cinsten olmanın faydası yoktur.

İlme sahip olmanın zekâtı, ilminden başkalarına ihsan etmektir. Ama özellikle mânâ ilmini ehli olmayana verirsek Muhiddin-i Arabî’ye göre ilmin hikmetine zulmetmiş oluruz. Ehlinden sakınırsak hikmetin ehline zulmetmiş oluruz. Hz. Mevlânâ ise, “Cevheri kötü olan kimseye ilim vermek yol kesicinin eline kılıç vermek gibidir” buyuruyor. İlimde zekâtın en derin mânâsı ise o ilmi Allah yolunda kullanmaktır.

Bir sâlik bilmelidir ki gerek ilim ve irfan, gerek lokma, gerek ten ve can, Hak yolunda sarfedilmelidir. Vahiy de bir ilimdir. Fakat ilâhî ilimdir. Cenâb-ı Hak tarafından kalbe gönderilir. Ekseriya bir lüzum üzerine veya cevap olarak veyâhut bizi terbiye etmek için gelir. Türlü şekillerde, harfsiz, sessiz, vâsıtalı ya da vâsıtasız ya da rüyâ ile gelir. İlham, şeytânî ve melekî de olabilir. Vahiy yalnız melekîdir.

Hayat, kalbin cehil ölümünden kurtulup ilimle hayat bulması, ikilik ve keşmekeşten arınıp, himmetini bir araya toplaması ve içindeki karışıklıktan kurtulmasıdır.

Her dirinin diriliğinin alâmeti hareket etmesidir. İlimle hayat bulan bir kalbin alâmeti de Hakk’ı istemekte hareket eylemesidir. Cehil ile ölü kalb, ölü gibi sâkin olur. Yalnız nefsinin hazları için canlanır.

Allah’ı zikretmeyenin mânevî ilmi ve irfânı dardır.

***

İbâdet mutlaka ilimle olmalıdır, aksi takdirde faydasızdır. Bilerek bir kere Allah demek, cehl ile bin defa Allah demekten evlâdır. İlim demek, kitapları yutmak değildir. İlimden maksat, insanlık ve irfandır.

İrfansız ve bilgisiz olarak sabahlara kadar tekkelerde zikretmişsin ne fayda? Semâhâneye bir gramofon koysan, hem zikri hem şeyhinin sesini istediğin zaman sana tekrarlar. Ama onda irfan, ilim ve muhabbet ne arar?

Mânâ ilmini, sahibini bulmak, mürşidi bulmak cennetteki ağaçlardan birini bulmak demektir.

İlim sahibi hikmet sahibi olmayabilir. Musa bir peygamber iken Hızır’a muhtaçtır.

Allah ilminin esası Hz. Muhammed’dir. Bu mânâya giriş Hz. Ali’dir. Hz. Ali makamı mürşid-i kâmildir.

İlmin en üst derecesi ilimsizliktir.

İlmin lezzeti ile yetinip amelin acılığını tatmadan kemâle erilmez. Ancak âşıklar acıyı acı bilmediklerinden o acılığını lûtf-ı rabbânî içinde kabul edip müteessir olmazlar.

Ken’an Rifâî Hazretleri’ne göre, İlme olan meyil insanı tasavvufa götürür. Eğer yalnız bir tanesine meyil ettiriyorsa yetersizdir. İlimle tasavvuf ihtiyacını birlikte duymuş olanlar hayatlarını bu iki anlayışın ortasını bulmaya sarfetmişlerdir. Heraklit ve Eflâtun gibi.

Ruhu terbiye ile memur olan kişinin karşısındaki tâlibi aklen de tatmin etmesi gerekir.

Hz. Mevlânâ buyuruyor ki, “Karşıma fâzıllar, âlimler, âkiller ve çok bilen, iyi düşünen kimseler gelsinler de onlara güzel, ince ve garip şeyler arz edeyim, diye tahsiller ettim ve ilimde türlü zahmetler çektim.

“Ayna Gammaz Olmaz da Ne Olur?”

“…Öyleyse ne zaman var, ne mekân. Her şey bir anda oluyor. İnsân-ı Kâmiller o bir an içindeki bütün olayları görüyorlar, hepsine cevap veriyorlar. Ama bizde idrâk yoksa ne cevâbı anlıyoruz, ne mânâyı anlıyoruz. ’Aman biri de tesâdüfen böyle yazmış, hakikaten ne büyük tesâdüf…’ deyip geçiyoruz.”
Cemâlnur Sargut

Hz. Mevlânâ’ya ne sorsam cevâbını anında almışımdır. O’na sormayı, Mesnevî’de de diğer eserlerinde de alışkanlık hâline getirdim. Biraz da edepsizce, olur olmaz neye başım sıkışsa, gönlüm daralsa hemen sormaya koşarım. Bütün insân-ı kâmiller aynı olsa da, süflî sorularımı sormak için, belki en çok Hz. Mevlânâ’ya yüzüm tutar. Bilirim, ondaki tecellî benim son derece gereksiz mevzûlarıma bile tahammül gösterir, hiç kıyamaz, yumuşacıktır. Ama kimi zaman o hilim sultânı beni bir güzel azarlar… Kimi zaman belki güler ve belki acır, derdime ortak olacak bir şeyler fısıldar. Ama asla cevapsız bıraktığını görmedim. Beni tanıdığına olan îmânım da ne zaman ve nasıl oluştu, hiç düşünmedim. Ama her nasılsa o biliyordu ve bana durumu hep sabırla anlatıyordu.

Şimdi düşünüyorum da, insân-ı kâmillerin huzurundayken nasıl bir lükse sâhibiz. Belki bu biraz da benim rahatlığım, şımarıklığımdır. Ama içimdekileri anlatmak için bir şey söylememe gerek olmaması ne hoş! Hatta anlatacak olsam, “acaba O’na anlatabildim mi, yoksa yanlış mı anladı beni” gibi bir ihtimâlin olmaması ne hoş! Hattâ ve hattâ, benim anlatabileceklerimin yanında, onun beni benden daha iyi bilmesi, tanıması ve bütün duruma hâkim olması ne hoş! Bu gerçek, Hz. Mevlânâ ve bütün insân-ı kâmillerde olan ilmin aynı zuhûru.

Peki, nasıl biliyorlar bunca şeyi? İlmi sâdece mânevî boyutuyla değil, hem maddî boyutuyla, hattâ henüz bizce keşfolunmamış bambaşka boyutlarıyla nasıl biliyorlar? Hepimizi tek tek nasıl tanıyorlar? Annemizden, babamızdan daha yakın, daha sevgiyle, daha şefkatle, daha sabırla, nasıl, nasıl?.. Çünkü biz onlardan ayrı değiliz. Bir seferinde şöyle bir bilgiye ulaşmıştım: “Sağını solunu gözetmene gerek yok. Kâmil insanın sağında, solunda değilsiniz, O’nun gönlünün içindesiniz.” Evet. On sekiz bin âlem, işte o kâmil insanın içinde yaşıyor. Ve belki de onun eriştirildiği ilim, kendini bilmiş olması.

İlk yaratılan, Hazret-i Peygamber’in nûruydu. Her şey Hakîkat-i Muhammedî’den, Hazret-i Peygamber’in nûrundan var edildi. Bir bütün olan, hepimizi, her şeyi içeren O’ydu. Kâmil insanlar, işte bu dünyâ devranında her şeyden geçip özüne, bütününe, o nûra dönüp kavuşanlar, o nurdan olanlardır. Tek olan, ferd olan onlar. Biz de o tek bir defterin sayfalarından başka bir şey değiliz. Bunca şeyi bilmesi de, kendini bilmesinden başka bir şey değil sanırım. Hem bundan sonra O, Hazret-i Peygamber’in nûrunun mânâsı üzerineyken, bilen kendi midir? Yoksa ondan bilen Allah mıdır? “Attığında, O atmadı”ysa; bildiğinde, gördüğünde, duyduğunda O mu yaptı? Anlattığında O mu anlattı?

Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin Şerhli Mesnevî-i Şerif’inde (s. 457) bu durum “Görünüşte ben de sizler gibi insan şeklinde isem de hakîkatte bu şekle bürünüp size, kendine varacak yolu gösteren ben değilim, O’dur.” sözleriyle anlatılmış ve kâmil insandaki Hak tecellîsi apaçık beyân olunmuştur. Zâten Hz. Mevlânâ da daha Mesnevî’nin ilk beyitlerinde“Önümde ve ardımda yâr ışığı olmasa, ben önümü, ardımı nasıl idrâk edebilirim?” diyerek hâlini anlatmaz mı?

İnsan, görmek istediğini görür, duymak istediğini duyar derler. Ne doğru söz. Kâmil insanların bizden farkı, irâdelerini Allah’a mürîd olarak rapt ettikleri için; duyması Allah’ın duymasını istediği, görmesi Allah’ın görmesini istediği olmuştur. Onların ilmi, Allah’ın ilmidir. Onlar bütün maddî ilimleri de bildikleri hâlde ümmîdirler. Her şeyi bir sebebe bağlayan Sâhibimiz, onların gönül kâsesine doldurduğu ilim sütünden, hepimize nasibimizce rızık vermiştir. Onların vazîfesi, annenin çocuğunu emzirdiği gibi bizi emzirmek, büyütmek, yola koymak değil midir?

Nokta İçinde Âlem

Hayatımızı huzurlu yaşamanın yolu mâneviyattan geçiyor, âcizâne fikrime göre… Mâneviyat yolunda en önemli şey aşktır zannederdim ilk zamanlar, oysa bu yolda ilim de en az aşk kadar önemliymiş. İlim arttıkça aşk artıyor, aşk arttıkça ilim öğrenme isteği çoğalıyor. Aşk ve ilim birbirine geçmiş, girift; iki dost gibi sanki. İnsanda sadece aşk varsa meczup, sadece ilim varsa da koruk üzüm gibi olur. Aşk ve ilim tek başına olunca yarı yanmış kömür gibi olabilir, etrafa karbonmonoksit yayar. Hâlbuki aşk ile ilim elele tutuşup Allah’ın yolunda ilerlemeye başladı mı o zaman Mevlânâ Hazretleri gibi aşkla semâ yapar insan.
Şâh-ı Merdan Hz. Ali “İlim bir noktadır, onu câhiller çoğaltmıştır” demiştir. Benim anladığıma göre ilim aslında basit ve açıktır, uygulaması her ne kadar zor olsa da ilim tektir. Oysa biz onu önce iki görmeye meyilliyiz, çünkü aklımız zıttı olmadan anlayamıyor. Buradaki akıl, bizim cüz’î aklımızdır, yani Allah’a rapt olmamış, bir nevî felsefeci aklıdır. İkiye böldüğümüz ilmin bir tarafını seçip oraya meylediyoruz. Tutmadığımız tarafa düşman oluyoruz. Onu yok saymak, hattâ yok etmek istiyoruz. İçimizde kinler, nefretler biriktiriyoruz. Bu ikiliği gören başka câhiller veya fırsatçılar bu ikilikten birçok ikilik çıkarıyorlar. Böylece ilim, yüzlerce parçaya bölünmüş, anlatanın yorumuna kalmış bir şey oluyor. Önce sağ-sol veya doğu-batı diye ayırıyoruz; sonra bunları da birçok parçaya bölüyoruz. Her birini sahiplenen fanatikler ve taraftarlar çıkıyor.
Hâlbuki kâmil insanlar her şeye yukarıdan bakarlar ve onlar sağ-sol, ön-arka görmezler; bir bütün olarak görürler tabloyu. Biz ise sadece resmin bir bölümüne takılıyoruz. Takılmadan öte, sadece gördüğümüz kısmına yapışıp kalıyoruz, bizim gibi görmeyenleri kör ilân ediyoruz. Yok sayarak, hattâ yok etme istekleri duyarak bir parçanın fanatiği oluyoruz âdetâ.
Bir bilsek, arzdan arşa her şey bir ilâhî nizam içindedir. Bir kabullensek, bir teslim olsak, hayat gerçekten daha kolay olacak. Kendimizi ilâhî deryaya bir bıraksak, o bizi ne kadar fırtına çıkarsa çıksın, güvenli bir şekilde maksadımıza erdirecektir. Yolumuza kendi kendimizin yoluna taş koymayalım. İlim tek bir nokta, açık apaçık ortada, bir ve tek; tıpkı nar gibi. Narı kesip içindeki her bir parçayı başka bir yere savurmanın bir âlemi yok. Nar bir aradayken faydalıdır. Ayırmadan, bölmeden bir arada durmayı Allah nasip etsin inşaallah. Âmin…

İlim Kendin Bilmektir

İlim denilince benim aklıma, uzun seneler boyunca, fen bilgisi, sosyal bilgiler veya matematik, algoritma, vs. gibi akademik konular geldi. Tâ ki tasavvuf çalışmaya başlayıp, Hz. Mevlânâ, Hz. Yunus Emre gibi yüce insân-ı kâmillerin hayat hikâyelerini okuyup felsefe ve yazılı eserlerini detaylı çalışmaya başlayıncaya kadar… Okudukça öğrendim ki bizim halk dilinde ‘ilim’ dediğimiz kavramlar, aslında ilmin kendisi değil, sadece bir parçasıymış. Hattâ, ‘ilim’, ‘irfan’ sahibi olmak için yüksek okullar bitirmiş olmak hiç gerekmiyormuş.

Hatırlıyorum, ABD’deki evimde bir akşam oturmuş Yunus Emre’den eserleri karıştırıyordum. O zaman henüz yeni öğrenciyim. İlgi çekici yazıların, felsefelerin arayışındayım. Cemâlnur öğretmenimin tavsiye ettiği kitaplara şöyle bir göz gezdiriyor, ilgimi çeken kısımları okuyorum. O akşam ilk defa şu dörtlük ile karşılaştım:

“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”

Bu dörtlük beni o an çok etkilemişti. Öyle ki kalkıp kendime bir kahve yapıp geri gelerek bir daha aynı dörtlüğü okumuştum; o kadar net hatırlıyorum. Bu dörtlük ile o zaman karşılaşmış olmam mânidardı, fakat ben henüz bilmiyordum. Zirâ o sürece yakın bir zaman diliminde, içinde olduğum hayat tarzının beni mutsuz kıldığının farkına varmış, bir iki uzman doktor arkadaşıma danışmış ve sonra hayatımda maddî ve mânevî değişiklikler yapmaya başlamıştım. Yeniden duâ etmeye başlamak, bu değişimin bir parçasıydı meselâ. Sigarayı bırakmak, spor yapmak, arkadaşlık sınırlarımı belirlemek, vs. Sanki ben böyle bir değişime baş koymuşken, hayat bana “eee, okudun, iyi yerlere geldin de, adam mı oldun? Bak sabahları mutlu uyanmak için debeleniyorsun” diye takılıyordu.

“Okumaktan murat ne
Kişi hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir”

Bu sözler beni alt üst etti. O merakla, bir koşu sözlüğü aldım ve ‘ilim’ kelimesinin anlamını okudum. Şöyle yazıyordu sözlükte: “1. Bilim; 2. Ayrıntı, isim, nitelik; 3. Kâinatta meydana gelen olayların sebep, oluş, sonuç ve tesirleri konusunda aklın ölçüleri çerçevesinde, tahsil ve tecrübe (deneme) ile edinilen doğru malûmat ve bilgi, bilim; 4. Okuma sûretiyle elde edilen bilgi, nazarî bilgi”.

Tuhaf bir gerçek ile karşı karşıyaydım. Ben kim olduğumu, nereden gelip nereye gitmekte olduğumu hiç düşünmemiştim. Para, başarı ve anlık zevkler peşinde, kimseye zarar vermeden, fakat öylesine yaşıyordum. Sorgulayıcı bir yapım olduğu doğruydu ama bu sorgulayıcı ve düşünen yönümü kontrollü bir şekilde, birleştirici ve huzur getirici amaçlar için kullanmıyordum. Kullanmam gerektiğini de hiç düşünmemiştim. Düşünmemi öneren de olmamıştı. Belki de fakir yetişmiş olmanın verdiği bir ‘gerçek’çilik ile daha ziyade iyi okullara gitmenin, iyi bir iş tutmanın peşine düşmüştüm. İyi de yapmıştım yapmasına ama dediğim gibi bir sabah bir bakmıştım, evim, arabam, işim bir yana dursun, doğduğum şehirden kilometrelerce uzakta, yüzlerce insanın arasında yalnız ve mutsuzdum. Okumaya devam ettim:

“Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eri hak bilmez isen
Abes yere gelmektir”

Kendime dönmeye başladıktan yıllar sonra, belki de Kur’ân-ı Kerim’i elime aldığım anlara denk düşer ve akabinde Mesnevî’yi çalışmaya devam ettikçe, Hz. Mevlânâ’nın ömrünü tamamen ilme adayan bir âşık, bir mâşuk olduğunu öğrendim. İlk etapta dinimizi tam olarak tanımadığım için Hz. Peygamber Efendimizin öğretilerini anlamaya çalıştım, sonrasında Hz. Mevlânâ’nın o deliler gibi araştırmaktan bıkmadığı ilmin peşinde hissetmiş olduklarını hayâl etmeye çalıştım. Ve bir gün, O’nun özlemini duyduğu Aşk’a meyl etmeye başladım. İşte o zaman ilmin gerçek anlamını idrak etmeye başladığımı hissettim. Artık gördüğüm herşeyden şevk alıyor ve kendimi hep mutlu hissediyordum. Hayatımda hiç böyle huzur bulmamıştım. Hattâ öyle dolu yaşamaya başladım ki bana bahşedilen anları, ‘şimdi şuracıkta ölsem, olur’ diye geçirdiğim oldu içimden, benim için mutlu ve huzurlu bir vuslat olucağından emin olmaya başlamıştım çünkü.

“Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır”

Ne var ki, öğrenmenin yükü de çok oluyormuş. Her okuduğum yeni kitap ile yüküm biraz daha ağırlaştı. Dürüst olmak gerekirse öğrendiklerim karşısında kelimenin tam anlamıyla şok oldum. Bir ‘B’ harfinin altında ne mânâlar gizli olduğuna inanamadım. Okudukça, şaştım, şaştıkça sustum. Anneannemin dilinden düşmeyen, bize ezberletmek için sürekli tekrar ettiğini sandığım sûrelerin açıklamalarının yüzlerce sayfa kitaplara sığamadığına tanık oldum, ürktüm. Mesnevî’deki eğitici hikâyeler kendi hayatımdan kesitler çağrıştırdı, cehâletim ve çocukluğum karşısında ezildim.

“Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsi ne demektir”

Velhâsıl sekiz senelik bir çalışma sonrasında, yeni yeni anlamaya başlamıştım ki Hz. Mevlânâ’ya göre ilim, şahsî, kişiyi, yani yaratılanı, sahibine, yani Yaratıcı’ya ulaştıran bir vâsıta idi. İlim bilmek için, diğer bir değişle, etrafımızı tanımak, bu dünyada zâhiri ve bâtını, olanı biteni anlayabilmek için, kendimizi bilmek birinci şarttı. Bu yüzden Yunus Emre o dörtlüğü kaleme almıştı. Hz. Mevlânâ – ki en üst mertebelerde hoca olmuş, bir sürü insana hitap ederken, bir mürşidin önünde diz çökmüş ve bildiği herşey için ‘hiç birşey bilemedim’ diyecek kadar doyumsuz bir öğrenci olmayı başarabilmiş, mürşidi Hz. Şems ile tanıştıktan sonra bildiklerini unutmaya hazır olduğunu gösterebilmek için bütün kitaplarını yakabilmişti. Bizler kim oluyoruz da yeni bir yer görmeye, yeni bir kitap okumaya, bir sınavı vermeye, vs. görelim, hemen ‘ben oldum, ben bildim’ gibi benlik içeren duygulara kapılıyoruz, sorgulamaya başladım. Bugün ise, Hz. Mevlânâ’nın öğrenmeye olan düşkünlüğünün yanı sıra, ilmin illâ aşk ile yapılması gerektiğine inandığına tanık oluyorum. Anlıyorum ki hâdise sadece okuyup, idrak etmek, sorgulamak ve tefekkür etmek ile de bitmiyor. Bunun için bize ilim öğrenme arzusunun yanında zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve sabreden bir beden de gerekiyor. Ve tabiî ki asla ve asla kırmamak ve kırılmamak… Allah hepimizi ilim âşıklarından kılsın inşaallah.

“Yunus Emre der hoca
Gerekse var bin hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir”

Sevdiğim Hira Kokuyor

Aklımla başladığım ve gönlümle tamamladığım bir yolculuk oldu Hira. Tüm yolculuklarımı gönlümle tamamlamak niyazıyla…

Gecenin üçünde saatin çalışıyla irkiliyorum. Henüz üç saatlik uyku ile sıcak yataktan ayrılmak ve ilk hamleyi yapabilmek öyle zor ki… “Bir bahâne bulsan da gitmesen” diyor içim, “O yol gidilmeden olmaz” diyor daha derinim. Zoraki doğruluyor, yarı kapalı gözlerle banyoya doğru yönleniyorum. Abdest için yüzüme çarptığım soğuk su bile tatlı uykumla arama mesâfe koyamıyor. Yine de daha derinimdeki telkine itaat edip üstümü giyiniyorum.

Sabah ezanından çok önce minibüslere doluşup kısa bir seyahatin ardından Nur Dağı’nın eteğine varıyoruz. Yolumuz Hira’ya doğru. Sabahın ilk ışıklarına hâlâ çok var. Minibüslerin bizi bıraktığı noktadan yokuş çıkarak son bir mahalle geçmemiz ve yaklaşık bir saat sürecek –artık çoğu kısmı merdivenli- tırmanışa başlamamız gerekiyor. Gecenin bir yarısında bile o son mahallede birkaç dükkân açık; zaten bütün Mekke öyle değil mi ya? Hiç uyumayan, sürekli diri bir şehir…

Baston, pil, su gibi olası ihtiyaçların yanısıra hurma çekirdeğinden tespihleri de burnumuza sokmaya çalışan satıcılarla yürüyüşe başlıyoruz. Bakışlarımı şöyle bir etrafa çevirmem, çoğu pet şişelerden oluşan çöp tepeciklerini görmeme yetiyor. İçimi acıtıyor o çöpler. Genlerime işleyen rasyonel batılı tarafım hemen yargılamaya başlıyor.

Sonra mahallenin ışıkları son buluyor; karşımıza yeni çıkan çöp tepecikleri karanlığa karışıyor. Artık yalnızca tırmanışın kesik nefesleri var. Hele de gençlerin kolunda yukarı ulaşmaya çalışan yaşlı, hasta bedenlerin gayreti yok mu, odadaki uykuyla olan flörtümü hatırlayıp utanıyorum.

Sonlara doğru yorgunluğum artıyor. Bedenimin hamlığına sitem ederek zikirden enerji almaya çalışıyorum. Nefsim peşimi bıraksa dokuz aylık hâmile hâline aldırmaksızın elinde bir çıkın ile bu dağı her iki günde bir tırmanıp eşine gözükmeden yemek bırakarak dönen Hz. Hatice Anamın ayak izleri, bana muhtaç olduğum enerjiyi zaten zerkedecek.

Uzunca bir tırmanışın ardından tepeye varılıyor, sonra dağın arkasına doğru dolaşılıyor ve kayaların üzerinden hafif akrobatik bir inişle girişe varılıyor; girişte koskoca iki kayanın kapattığı dar bir geçit çıkıyor karşımıza. Yüzgörümlüğü istiyor Hira. Taş dile geliyor, “Gerçekten istiyor musun?”diye soruyor bana. “İstiyorum” diye fısıldıyorum kulağına, “Müsaade et de geçeyim, sevdiğim var benim orada.” Yüzgörümlüğü olarak kötü huylarımdan bir tanesini bile veremeyecek kadar cimriyim ama taş yine de insafa geliyor, aralıyor hafifçe kendini, destur deyip geçiyorum ardına.

Yetişkin bir insanın ayakta duramayacağı kadar alçak ve dar bir mağara bekliyor beni orada. Hz. Peygamber’in kimbilir kaç gün ve geceyi geçirdiği, Cebrâil’in “ikra” diye seslenişini duyduğu Hira. İslâm Peygamberi’ne rahim olmuş Hira…

Kalabalıkta sıram geldiğinde iyice derine doğru seyirtiyorum. Küçük bir taşa başımı yaslıyorum. Ve herşey kopuyor. Önce ve sonra kalkıyor. Geriye yalnızca o ânın gerçekliği kalıyor. Bütün ömrümü o küçücük taşa sıkıştırılmış kokuya hapsetmek istiyorum. Hira canlı. Hira’da taşlar kadim zikirde. Hira sevdiğim kokuyor.

Artık inişi anlatmaya hâcet yok. Ağaran gün, mutlu bir yorgunluk ve kaşla göz arasında birinin cebinize koduğu kıymetli bir hediye gibi kalbe kazınan o hâtıra… Arada elinizi cebinize atınca kimselere duyurmadan o hediyenin sıcaklığını hisseder ve mütebessim hayata devam edersiniz ya, öyle kıymetli…

Hira’dan çok sonra, İstanbul’da, bir sohbet anında Hira çağırıyor beni yeniden. Özlem basıyor her yanımı. Beni Hira’ya götüren sevdiğimin yüzüne bakıyorum. Birden sarsılıyorum; sevdiğimin her yanı Hira. Elimi tutan, yoluna düşüren, tökezledikçe ayağa kaldıran, yoruldukça sırtımı sıvazlayan, Allah’ımı bulmamda bana rahim olan sevdiğim Hira imiş. Meğer elimi cebime götürmeme gerek bile yokmuş. Cebel-i Nur sevdiğimmiş de eğilip beni sırtına almasa ben oraya tırmanamazmışım. Bilir misiniz ki Hira sevdiğim, sevdiğim de Hira kokarmış.

9 Kasım 2014 – Fusus Dersi

“Lucy” Filmini Neden Sevdim?

Sanırım bu sorumun cevabı yine başka bir soruda, “insan neden sever?” sorusunda gizli. İnsan herşeyi pek çok sebepten ötürü sevebilir ama en çok “Allah için sever”. Ben de bu filmi en çok bana Allah’ı hatırlattığı için sevdim.
Filmi sizlere uzun uzadıya anlatacak değilim. Film bence “nereden geldik, nereye gidiyoruz?”u anlatan bir belgesel niteliğinde. Filmin başından sonuna kadar karakterimiz “Lucy” ile hayatın içinde ve dışında bir yolculuk yaparak bu soruların cevabına şahit oluyoruz. Cevabın O’ndan O’na doğru olduğunu elbette ki biliyoruz. Karakterimiz de başından geçenlerle, bizlere bunu ispatlıyor. Beyninin %100’ünü kullanır hale gelerek de vücuduna hükmediyor ve kendindeki Allah’a ait ismi, yani ilâhî bilgiyi âşikâr kılıyor. Vücudu ise kaybolarak sonsuza karışıyor.
Film tasavvufî pek çok mânâ barındırıyor; vücudun ârızî hallerinin kontrol altına alınışı, mânâ âleminden madde âlemine çekiliş, hizmet, tayy-i mekân gibi. Bunların arasında beni en çok etkileyen, kaosun cehâletten kaynakladığına yapılan vurgu oldu. Yani her türlü savaş, şiddet, anlaşmazlık bilgisizlikten, düzen, birlik, mutluluk, huzur ise bilgelikten yani ilâhî olan bilgiden kaynaklanmaktaydı.
Sanırım bu noktada bizlere düşen de, mürşidimizin çağrısına can-ı gönülden kulak verip O’nun ilmiyle nasiplenmek ve kararlı adımlarla bu yolda yürümek olmalı.
Allah hepimizin yar ve yardımcısı olsun inşaallah.

Mesnevî’den…

“Gâibin cüz’î aklı uyandırmak yolundaki ısrarları hattâ tazyikleri olmasaydı, bu akıl, küllî aklı nereden bilecek, nasıl bulacak, onun esrârını ne diye düşünüp çözmeye çalışacaktı?
Bunun sebebi meydandadır: Deniz dalgaları nasıl birbirlerini iterek, üzerlerindeki batmaz bir cismi sâhile kadar iletirlerse; hakîkat deryasının dalgaları da, taşıdıkları büyük gerçeği, öylesine birbirlerini iterek bu âleme ulaştırır; cüz’î akıllarımıza bir mânâ ve hakikat aydınlığı halinde sunarlar.
Büyük gerçeklerin, insan vicdanlarında ışık ve insan dillerinde cümleler ve mısrâlar haline gelmesindeki sebep budur.
İşte ihtiyar çalgıcı için de hal, böyle oldu. Garip ihtiyar artık mânevî tecrübelerinin sonuna erişmiş, göreceğini görüp, öğreneceğini öğrenmişti. Bu yüzden artık fânî vücudundan kurtulmuş, perdelerin ötesini görmeye başlamış, hatta fenâ perdesini aşarak Allah’ta bâkî olma derecesine erişmişti.
O artık bütün dedikoduların üstüne yükselmişti. Söyleyecek sözü ve dinleyecek meçhûlü kalmamıştı. Sâdece bizim dilimizde onun böyle yarım bir kıssası kaldı.
Bu kıssanın bir sonu var mıdır? Şöyle söyleyeyim ki onun vardığı birlik âlemindeki lezzetleri tatmak ve birlik şarabından ve aşk bâdesinden içebilmek için bir can değil, olsa da binlerce can fedâ edebilsen.
Fuzulî’nin :
Bin cân olaydı kâş men-i dil-şikestede
Tâ her biriyle bir kez olaydım fedâ sana
deyişlerine uyabilsen.
Mana âleminde zevk ve sefâ sürmek için böyle canlar fedâ etmek gerekir. Mânâ avcılığına çıkan, can ormanında şâhin gibi olacak. Kazanacakmış, kaybedecekmiş, bunları düşünmeden avını elde etmek için, canını verecek. Cihânı aydınlatan güneş gibi canla oynayacak.
Güneş, cihâna nasıl hayat saçar, nur saçarsa ve her an kendi nurundan boşalan kâinâtı yine nuruyla doldurursa, sen de ey mânevî güneş! Hayat saç! Can ver! Bu köhne cihâna bir yenilik göster!
Sen canı o canların canı için fedâ et ki bu sefer hakîkî canı bulasın. Çünkü gayp âleminden durmaksızın akıp gelen bir can ırmağı vardır. Bu âleme ve bu âlemdeki insanlara akıl ve can akıtır.
Ve Allah, her zaman senin ona verdiğinden daha büyüğünü, daha güzelini ve daha ebedîsini vermeğe kudretlidir.
Gayp âleminden gelen canın sesini dinle… Duyabilirsen onun sana söylediği tek söz, ‘şu ten âleminden çık, kurtul!’ nidâsıdır.”

(Kenan Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2013).