Sevdiğim Hira Kokuyor

Aklımla başladığım ve gönlümle tamamladığım bir yolculuk oldu Hira. Tüm yolculuklarımı gönlümle tamamlamak niyazıyla…

Gecenin üçünde saatin çalışıyla irkiliyorum. Henüz üç saatlik uyku ile sıcak yataktan ayrılmak ve ilk hamleyi yapabilmek öyle zor ki… “Bir bahâne bulsan da gitmesen” diyor içim, “O yol gidilmeden olmaz” diyor daha derinim. Zoraki doğruluyor, yarı kapalı gözlerle banyoya doğru yönleniyorum. Abdest için yüzüme çarptığım soğuk su bile tatlı uykumla arama mesâfe koyamıyor. Yine de daha derinimdeki telkine itaat edip üstümü giyiniyorum.

Sabah ezanından çok önce minibüslere doluşup kısa bir seyahatin ardından Nur Dağı’nın eteğine varıyoruz. Yolumuz Hira’ya doğru. Sabahın ilk ışıklarına hâlâ çok var. Minibüslerin bizi bıraktığı noktadan yokuş çıkarak son bir mahalle geçmemiz ve yaklaşık bir saat sürecek –artık çoğu kısmı merdivenli- tırmanışa başlamamız gerekiyor. Gecenin bir yarısında bile o son mahallede birkaç dükkân açık; zaten bütün Mekke öyle değil mi ya? Hiç uyumayan, sürekli diri bir şehir…

Baston, pil, su gibi olası ihtiyaçların yanısıra hurma çekirdeğinden tespihleri de burnumuza sokmaya çalışan satıcılarla yürüyüşe başlıyoruz. Bakışlarımı şöyle bir etrafa çevirmem, çoğu pet şişelerden oluşan çöp tepeciklerini görmeme yetiyor. İçimi acıtıyor o çöpler. Genlerime işleyen rasyonel batılı tarafım hemen yargılamaya başlıyor.

Sonra mahallenin ışıkları son buluyor; karşımıza yeni çıkan çöp tepecikleri karanlığa karışıyor. Artık yalnızca tırmanışın kesik nefesleri var. Hele de gençlerin kolunda yukarı ulaşmaya çalışan yaşlı, hasta bedenlerin gayreti yok mu, odadaki uykuyla olan flörtümü hatırlayıp utanıyorum.

Sonlara doğru yorgunluğum artıyor. Bedenimin hamlığına sitem ederek zikirden enerji almaya çalışıyorum. Nefsim peşimi bıraksa dokuz aylık hâmile hâline aldırmaksızın elinde bir çıkın ile bu dağı her iki günde bir tırmanıp eşine gözükmeden yemek bırakarak dönen Hz. Hatice Anamın ayak izleri, bana muhtaç olduğum enerjiyi zaten zerkedecek.

Uzunca bir tırmanışın ardından tepeye varılıyor, sonra dağın arkasına doğru dolaşılıyor ve kayaların üzerinden hafif akrobatik bir inişle girişe varılıyor; girişte koskoca iki kayanın kapattığı dar bir geçit çıkıyor karşımıza. Yüzgörümlüğü istiyor Hira. Taş dile geliyor, “Gerçekten istiyor musun?”diye soruyor bana. “İstiyorum” diye fısıldıyorum kulağına, “Müsaade et de geçeyim, sevdiğim var benim orada.” Yüzgörümlüğü olarak kötü huylarımdan bir tanesini bile veremeyecek kadar cimriyim ama taş yine de insafa geliyor, aralıyor hafifçe kendini, destur deyip geçiyorum ardına.

Yetişkin bir insanın ayakta duramayacağı kadar alçak ve dar bir mağara bekliyor beni orada. Hz. Peygamber’in kimbilir kaç gün ve geceyi geçirdiği, Cebrâil’in “ikra” diye seslenişini duyduğu Hira. İslâm Peygamberi’ne rahim olmuş Hira…

Kalabalıkta sıram geldiğinde iyice derine doğru seyirtiyorum. Küçük bir taşa başımı yaslıyorum. Ve herşey kopuyor. Önce ve sonra kalkıyor. Geriye yalnızca o ânın gerçekliği kalıyor. Bütün ömrümü o küçücük taşa sıkıştırılmış kokuya hapsetmek istiyorum. Hira canlı. Hira’da taşlar kadim zikirde. Hira sevdiğim kokuyor.

Artık inişi anlatmaya hâcet yok. Ağaran gün, mutlu bir yorgunluk ve kaşla göz arasında birinin cebinize koduğu kıymetli bir hediye gibi kalbe kazınan o hâtıra… Arada elinizi cebinize atınca kimselere duyurmadan o hediyenin sıcaklığını hisseder ve mütebessim hayata devam edersiniz ya, öyle kıymetli…

Hira’dan çok sonra, İstanbul’da, bir sohbet anında Hira çağırıyor beni yeniden. Özlem basıyor her yanımı. Beni Hira’ya götüren sevdiğimin yüzüne bakıyorum. Birden sarsılıyorum; sevdiğimin her yanı Hira. Elimi tutan, yoluna düşüren, tökezledikçe ayağa kaldıran, yoruldukça sırtımı sıvazlayan, Allah’ımı bulmamda bana rahim olan sevdiğim Hira imiş. Meğer elimi cebime götürmeme gerek bile yokmuş. Cebel-i Nur sevdiğimmiş de eğilip beni sırtına almasa ben oraya tırmanamazmışım. Bilir misiniz ki Hira sevdiğim, sevdiğim de Hira kokarmış.

9 Kasım 2014 – Fusus Dersi

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın