İlim Kendin Bilmektir

İlim denilince benim aklıma, uzun seneler boyunca, fen bilgisi, sosyal bilgiler veya matematik, algoritma, vs. gibi akademik konular geldi. Tâ ki tasavvuf çalışmaya başlayıp, Hz. Mevlânâ, Hz. Yunus Emre gibi yüce insân-ı kâmillerin hayat hikâyelerini okuyup felsefe ve yazılı eserlerini detaylı çalışmaya başlayıncaya kadar… Okudukça öğrendim ki bizim halk dilinde ‘ilim’ dediğimiz kavramlar, aslında ilmin kendisi değil, sadece bir parçasıymış. Hattâ, ‘ilim’, ‘irfan’ sahibi olmak için yüksek okullar bitirmiş olmak hiç gerekmiyormuş.

Hatırlıyorum, ABD’deki evimde bir akşam oturmuş Yunus Emre’den eserleri karıştırıyordum. O zaman henüz yeni öğrenciyim. İlgi çekici yazıların, felsefelerin arayışındayım. Cemâlnur öğretmenimin tavsiye ettiği kitaplara şöyle bir göz gezdiriyor, ilgimi çeken kısımları okuyorum. O akşam ilk defa şu dörtlük ile karşılaştım:

“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”

Bu dörtlük beni o an çok etkilemişti. Öyle ki kalkıp kendime bir kahve yapıp geri gelerek bir daha aynı dörtlüğü okumuştum; o kadar net hatırlıyorum. Bu dörtlük ile o zaman karşılaşmış olmam mânidardı, fakat ben henüz bilmiyordum. Zirâ o sürece yakın bir zaman diliminde, içinde olduğum hayat tarzının beni mutsuz kıldığının farkına varmış, bir iki uzman doktor arkadaşıma danışmış ve sonra hayatımda maddî ve mânevî değişiklikler yapmaya başlamıştım. Yeniden duâ etmeye başlamak, bu değişimin bir parçasıydı meselâ. Sigarayı bırakmak, spor yapmak, arkadaşlık sınırlarımı belirlemek, vs. Sanki ben böyle bir değişime baş koymuşken, hayat bana “eee, okudun, iyi yerlere geldin de, adam mı oldun? Bak sabahları mutlu uyanmak için debeleniyorsun” diye takılıyordu.

“Okumaktan murat ne
Kişi hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir”

Bu sözler beni alt üst etti. O merakla, bir koşu sözlüğü aldım ve ‘ilim’ kelimesinin anlamını okudum. Şöyle yazıyordu sözlükte: “1. Bilim; 2. Ayrıntı, isim, nitelik; 3. Kâinatta meydana gelen olayların sebep, oluş, sonuç ve tesirleri konusunda aklın ölçüleri çerçevesinde, tahsil ve tecrübe (deneme) ile edinilen doğru malûmat ve bilgi, bilim; 4. Okuma sûretiyle elde edilen bilgi, nazarî bilgi”.

Tuhaf bir gerçek ile karşı karşıyaydım. Ben kim olduğumu, nereden gelip nereye gitmekte olduğumu hiç düşünmemiştim. Para, başarı ve anlık zevkler peşinde, kimseye zarar vermeden, fakat öylesine yaşıyordum. Sorgulayıcı bir yapım olduğu doğruydu ama bu sorgulayıcı ve düşünen yönümü kontrollü bir şekilde, birleştirici ve huzur getirici amaçlar için kullanmıyordum. Kullanmam gerektiğini de hiç düşünmemiştim. Düşünmemi öneren de olmamıştı. Belki de fakir yetişmiş olmanın verdiği bir ‘gerçek’çilik ile daha ziyade iyi okullara gitmenin, iyi bir iş tutmanın peşine düşmüştüm. İyi de yapmıştım yapmasına ama dediğim gibi bir sabah bir bakmıştım, evim, arabam, işim bir yana dursun, doğduğum şehirden kilometrelerce uzakta, yüzlerce insanın arasında yalnız ve mutsuzdum. Okumaya devam ettim:

“Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eri hak bilmez isen
Abes yere gelmektir”

Kendime dönmeye başladıktan yıllar sonra, belki de Kur’ân-ı Kerim’i elime aldığım anlara denk düşer ve akabinde Mesnevî’yi çalışmaya devam ettikçe, Hz. Mevlânâ’nın ömrünü tamamen ilme adayan bir âşık, bir mâşuk olduğunu öğrendim. İlk etapta dinimizi tam olarak tanımadığım için Hz. Peygamber Efendimizin öğretilerini anlamaya çalıştım, sonrasında Hz. Mevlânâ’nın o deliler gibi araştırmaktan bıkmadığı ilmin peşinde hissetmiş olduklarını hayâl etmeye çalıştım. Ve bir gün, O’nun özlemini duyduğu Aşk’a meyl etmeye başladım. İşte o zaman ilmin gerçek anlamını idrak etmeye başladığımı hissettim. Artık gördüğüm herşeyden şevk alıyor ve kendimi hep mutlu hissediyordum. Hayatımda hiç böyle huzur bulmamıştım. Hattâ öyle dolu yaşamaya başladım ki bana bahşedilen anları, ‘şimdi şuracıkta ölsem, olur’ diye geçirdiğim oldu içimden, benim için mutlu ve huzurlu bir vuslat olucağından emin olmaya başlamıştım çünkü.

“Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır”

Ne var ki, öğrenmenin yükü de çok oluyormuş. Her okuduğum yeni kitap ile yüküm biraz daha ağırlaştı. Dürüst olmak gerekirse öğrendiklerim karşısında kelimenin tam anlamıyla şok oldum. Bir ‘B’ harfinin altında ne mânâlar gizli olduğuna inanamadım. Okudukça, şaştım, şaştıkça sustum. Anneannemin dilinden düşmeyen, bize ezberletmek için sürekli tekrar ettiğini sandığım sûrelerin açıklamalarının yüzlerce sayfa kitaplara sığamadığına tanık oldum, ürktüm. Mesnevî’deki eğitici hikâyeler kendi hayatımdan kesitler çağrıştırdı, cehâletim ve çocukluğum karşısında ezildim.

“Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsi ne demektir”

Velhâsıl sekiz senelik bir çalışma sonrasında, yeni yeni anlamaya başlamıştım ki Hz. Mevlânâ’ya göre ilim, şahsî, kişiyi, yani yaratılanı, sahibine, yani Yaratıcı’ya ulaştıran bir vâsıta idi. İlim bilmek için, diğer bir değişle, etrafımızı tanımak, bu dünyada zâhiri ve bâtını, olanı biteni anlayabilmek için, kendimizi bilmek birinci şarttı. Bu yüzden Yunus Emre o dörtlüğü kaleme almıştı. Hz. Mevlânâ – ki en üst mertebelerde hoca olmuş, bir sürü insana hitap ederken, bir mürşidin önünde diz çökmüş ve bildiği herşey için ‘hiç birşey bilemedim’ diyecek kadar doyumsuz bir öğrenci olmayı başarabilmiş, mürşidi Hz. Şems ile tanıştıktan sonra bildiklerini unutmaya hazır olduğunu gösterebilmek için bütün kitaplarını yakabilmişti. Bizler kim oluyoruz da yeni bir yer görmeye, yeni bir kitap okumaya, bir sınavı vermeye, vs. görelim, hemen ‘ben oldum, ben bildim’ gibi benlik içeren duygulara kapılıyoruz, sorgulamaya başladım. Bugün ise, Hz. Mevlânâ’nın öğrenmeye olan düşkünlüğünün yanı sıra, ilmin illâ aşk ile yapılması gerektiğine inandığına tanık oluyorum. Anlıyorum ki hâdise sadece okuyup, idrak etmek, sorgulamak ve tefekkür etmek ile de bitmiyor. Bunun için bize ilim öğrenme arzusunun yanında zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve sabreden bir beden de gerekiyor. Ve tabiî ki asla ve asla kırmamak ve kırılmamak… Allah hepimizi ilim âşıklarından kılsın inşaallah.

“Yunus Emre der hoca
Gerekse var bin hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir”

The following two tabs change content below.

Sesil Pir

İstanbul Türkiye doğumlu. İnsan Kaynakları ve Endüstriyel Psikoloji uzmanı. İnsan Kaynakları bölüm yöneticiliği ve kendi kurduğu danışmanlık şirketinin ortaklığını yaparken aktif olarak organizasyonların, bireyler, takımlar ve liderler üzerinden gelişimine çalışmakta. Aşk'a aşık, lütuf bildiği her nefesin borcunu ödeme derdinde. Yirmi senedir uzak yaşadığı ülkesine dair en çok ezan sesini ve pastane kokusunu özlemekte. Ara ara, deniz kenarında bir yerlerde, en sevdiği hayvanlar olan fillere yakın, bol bol bezelye yiyerek yaşamayı hayal etmekte. İsviçre'nin Basel şehrinde ikamet etmekte. Evli, henüz çocuk sahibi değil.

Son Yazıları: Sesil Pir (Profiline git)

2 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın